HUZUR

By edasozuer

802 78 32

"Yanaklarını tokatlayacak rüzgara hazır ol!" diyerek salıncağın arkasına koştum. Vücudumun tüm ağırlığını kol... More

1.Huzur
2.Huzur
3.Huzur
4.Huzur
5.Huzur
7.Huzur
8.Huzur
9.Huzur
10.Huzur
11.Huzur
12. Huzur
13.Huzur
14.Huzur
15.Huzur
16.Huzur
17.Huzur
18.Huzur
19.Huzur
20.Huzur
21.Huzur

6.Huzur

38 7 2
By edasozuer

"Neden ev bu kadar sessiz?" diye sorarken buldum kendimi.

Feryat figan ağlayan akrabalar, baş sağlığı dileyen misafirler olması gerekmez miydi?

Feryat figan ağlaması gerekenlerin aslında biz olduğumuzu fark etmem, soruyu sormamdan sonra gerçekleşti.

Babam cevap vermedi ama dalgınlıktan, soruyu duymadığından falan değildi. Sorumu duyduğunu biliyordum. Sadece cevap vermemeyi tercih etmişti.

Dizim için ecza dolabından çıkardığı malzemeleri yerine yerleştirip, ellerini yıkadı sessizlik içinde. Ben de daha fazla bir şey demedim ya da sormadım. Anlaşılan evin sessiz olması istenilen bir şeydi. Sessizliğe gömülerek atlatılmak isteniyordu bu günler. Fakat bir yerde patlak verecekti bence ama nerede ve ne zaman olurdu bu, emin değildim. Muhtemelen cenazenin kaldırıldığı sırada... Kendimi fırtına öncesi sessizlikte gibi hissediyordum ve fırtına için hazır olmam gerektiğini biliyordum.

Aslı'nın cenazesi...

Çok garip.

Neden?

Neden olmak zorundaydı ki bu?

Babam mutfaktan çıktığında, elimi ayağımı nereye koymam, kendimle ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O yüzden onun peşine takıldım. Evde kaybolmak da istemiyordum. Babamsa nereye gitmesi gerektiğini, ne yapması gerektiğini biliyor gibi görünüyordu. Bilen birinin peşine takılmak, o an yapılacak en mantıklı şeydi sanırım.

Üst kata çıkmaya başladı; ben de tam arkasındaydım. Merdivenin tam sağında kalan odaya girdi. Mutfağın üstünde yer alan oda... Kapı aralıktı ve ben o aralıktan, odanın ebeveyn odası olduğunu seçebildim. "Annem"in büyük ihtimalle o odada olduğunu tahmin ettiğimden -"annem" bana ebeveyn olamamıştı belki ama sonuçta bir ebeveyndi o da-, dışarıda, kapının arkasında kalmayı tercih ettim. "Annem"i tekrar görmeye hazır değildim.

İçeride konuşulanlara kulak verdim. Olayların buradan itibaren nasıl ilerleyeceği hakkında herhangi bir konuşma geçer ve ben de bir fikir sahibi olurum diye umuyordum. Cenaze nasıl kaldırılır, nasıl gömülür, sonrasında ne olur hiçbir fikrim yoktu ve bu bilinmezlik benim daha da çok gerilmeme sebebiyet veriyordu.

Aslı'nın bedeninden cenaze olarak bahsetmek fazlasıyla rahatsız ediciydi. Kan bağım olan bir insan olduğu için değil. Sadece herhangi bir insanın artık fiziksel olarak var olmadığı gerçeğinin, aslında ne kadar ağır bir gerçek olduğunu ilk defa bu kadar derinden hissediyordum. "Gerçekler acıdır"dan çok, "gerçekler ağırdır" omuzlarıma çökmüştü.

"Çıkalım mı? Öğle ezanına az kaldı" dediğini duydum babamın. Sağ elim istemsizce iki göğsümün arasına gitti. Orada bir fazlalık var gibiydi. Nefes almamı zorlaştıran... Kendimi derin bir nefes almaya zorladım. Burnumdan alıp, ağzımdan verdiğim nefes sırasında "annem"i duydum ve dikkat kesildim.

"Tamam. Önce bir yüzümü yıkayayım. Selim'e haber vereyim sonra da. Sizi beklerken yalnız kalmayayım diye o da benimle evde kaldı... ve... diazem iğnemi yapmak için..."

Anne...

Annemin sesi...

Anne sesi...

O yüreğimdeki fazlalığın gözlerimden akmasına ramak kalmıştı.

Diazem'in bir çeşit sakinleştirici olduğunu biliyordum; Esin'den öğrenmiştim ve Esin'in bunu nereden bildiğini sorgulamamıştım hiç çünkü hayra alamet olmadığı kesindi. Hayır, arkadaşlarım bağımlı değil. Sadece... mükemmel de değiller.

"Selim kim?" diye sordu babam. Evet, evet, bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyordum.

"Ahmet'in oğlu..." dedi "annem" kısaca.
Tabi "annem"in cevabı, başka bir sorunun doğmasına sebep oldu. Ahmet kimdi? Fakat babam Ahmet'in kim olduğunu biliyor olacak, "Ahmet kim" diye sormadı.

"Ahmet'in oğlu olduğunu bilmiyordum..." Bir sessizliğin ardından devam etti. "Huzur bu evde yaşayacak bundan sonra, Sevda. Evde genç bir delikanlının olması doğru olmaz" diye fikrini beyan etti babam. Selim'in o kapıda gördüğü kişi olduğunu farketmişti.

Bir dakika... Selim bu evde mi yaşıyordu? Ahmet Selim'in babası olduğuna göre Ahmet de bu evde yaşıyordu. Ahmet kimdi o zaman? Kafamda deli sorular.

"Bunları sonra konuşuruz, Galip." Dedi "annem" ve odanın içindeki başka bir kapının kapandığını işittim. Ebeveyn banyosu olmalıydı. Ebeveyn banyoları bile vardı!

O an deli sorulara cevap arayacak zamanım da lüksüm de yoktu. "Annem"in Selim'e haber vermek için odadan çıkacağını biliyordum az sonra. O yüzden oradan uzaklaşmak için aklıma gelen ilk şeyi yaptım. Selim'e ben haber vermeye karar verdim. Merdivenin karşısında kalan odaya kapıyı çalma ihtiyacı hissetmeden daldım. Daha sonra, böyle haşin hareket ettiğim için sanki ev bana darılıp gücenebilir gibi kapıyı yavaşça kendime doğru çektim.

Sığabileceğim kadar bir aralık bıraktım ve içeriye göz attım.  Bu oda... Aşikar bir şekilde bir kızın odasıydı. Odanın Selim'in odası olma ihtimalinin yüzde eksi sekiz bin yedi yüz altmış üç olduğunu kafamda hesaplayıp –sallayıp- kapıyı örttüm. Kapıyı örtmeden önce bavulumun odanın ortasına yerleştirildiğini fark ettim ama umursamadım. Selim'i bulmam lazımdı. Saçma bir şekilde bu evde, ona en yakın hissediyordum kendimi. Ahmet'in oğlu olması ve adının Selim olması dışında hakkında hiçbir bilgim yoktu ama ona bakarsak on beş dakika öncesine kadar adını bile bilmiyordum. Zamanla, zamanla bu işler... Stockholm sendromu mu yaşıyordum yoksa? Bana kötü davranan kişiye pozitif duygular besliyordum.

Kesin, kesin...

Film ya çünkü benim hayatım da...

Bu arada farkındayım; en yakın hissettiğim kişinin "annem" olması gerekirdi ama durum öyle değildi. "Annem"i nasıl aklımın ve kalbimin en uzak köşelerine ittiğim çıkarımını siz yapın oradan... On yedi yıldır bunu yapmak için uğraşıyordum. Kabul edelim, hiçbir zaman tam anlamıyla söküp atamazdım "annem"i –ya da yarattığı boşluğu- ama her gün salya sümük ağlamadan hayatıma devam etmemi sağlayacak kadar uzaklaştırmıştım onu kendimden ve kendimi ondan.

Az önce girdiğim, bavulumun bulunduğu odanın Aslı'nın odası olduğu aklıma bile gelmedi o an. Hemen yanındaki odaya girdim ikinci denemem olarak. Daha yavaş hareketlerle... Bu sefer tutturmuştum. Selim yatağın kenarında dimdik oturuyordu. Sanki "buranın ağası benim" der gibi... Odaya üstünlüğünü kanıtlamak ister gibi... Ya da kendine içsel olarak iyi olduğunu kanıtlamak ister gibi... Başının hala dik olduğunu... İyi olduğunu. Bunu atlatacağını... Ya da belki de ben tamamen hayal kuruyor ve basit bir dik oturuşa fazla anlam yüklüyordum.

"Gidiyoruz" dedim. Elim hala kapının kolundaydı. Kolu bırakıp tamamen içeri girmek istememiştim. Kendimi o kadar rahat hareket edebilecek yetkiye ve konuma sahip hissetmiyordum bu evde henüz. Abarttın diyenleri duyar gibiyim. Ablanız ölür de, on yedi yıldır görmediğiniz annenizin fuckin villasına taşınırsanız; o zaman konuşalım.

Selim kafasını benden tarafa çevirip, önce kapının kolundaki elime daha sonra gözlerime baktı. "Sen Aslı değilsin."

Kaşlarım yukarı doğru kalktı. "Dikkatinden de hiçbir şey kaçmıyor maşallah."

"Olamazsın da." Cümlemin sonunu beklemeden konuşmuştu. "Sakın bu evde yaşayacaksın diye onun yerini alacağını sanma."

"Öyle bir niyetim yok." Sinirlenmemiştim. Haklıydı bu sözleri sarf etmekte.

"Bu evde kalmaya mı niyetin yok; Aslı'nın yerini almaya çalışmaya mı?" Kafasını bana çelme taktığındaki gibi yana yatırdı.

Sağ elimi kapını kolundan sonunda çektim ve tırnaklarımla oynamaya başladım "Onun yerini almaya çalışmaya... Ama maalesef bu evde kalmaktan başka çarem yok; sokakta bir bankta yatmak istemiyorsam..." Omuzlarımı silktim ve ellerime baktım.

"Ben sana güzel bir bank ayarlayabilirim."

"Bunu bir espri olarak kabul ediyorum." Kafamı aşağı yukarı salladım.

Konuyu tamamen değiştirdi bir anda. "Yırtık bir pantolonla mı gelmeyi düşünüyorsun Aslı'nın..."

Cenazesine...

O kadar yabancı bir kelime ki...

Dile getirdiğimde ağzımda garip bir tat bırakıyor, duyduğumda kulaklarımda nahoş bir sese dönüşüyordu. Havada sessizce asıldı, Selim'in söylemek istemediği ama ikimizin de bildiği o kelime.

Dizlerime baktım. Doğru söylüyordu. Değişmem gerekirdi. "Çelme takmasaydın bana, bu soruyu da sormanı gerektirecek bir durum olmazdı; biliyorsun değil mi?"

Ben arkamı dönüp odadan çıkarken seslendi. "Hakkımda olumlu düşüncelere kapılmanı istemezdik, değil mi?"

Sözleri burnumdan his şekline bürünmüş bir gülümsemenin çıkmasına sebep oldu. O benden nefret etmeye kendini şartlamış olabilirdi ama ben onun şu evdeki sevebilitem olabilecek tek şey olduğuna karar verdim. Evet, tek insan değil. Tek şey. Sevebilitem var diye laf sokmayı bırakacak değildim.

Stockholm sendromu? Tik.

Arkamı döner dönmez yerimde sıçradım. "Annem" yine karşımdaydı. Babam da onun arkasında dikiliyordu ve tepkimin ne olacağını çözmeye çalışıyordu, beni süzen bakışlarıyla. Selim'in odasında çok oyalanmıştım. Onu da alıp aşağı inmem gerekirdi karşılaşmamak için şu an önümde duran kişiyle. Gözleri kızarık ve şişti. Fark ettiğim tek ayrıntı bu oldu çünkü hemen kafamı iki yana sallamaya başladım ve "annem"in gerçekliğini reddetmeye çalıştım. İlk girdiğim odaya yöneldim hızla ve sakince kapıyı suratlarına kapattım.

Aklımı ikinci karşılaşmaya vermemeye çalışarak bavulumda bulduğum ilk pantolonu üstüme geçirdim. Pantolon hızlı hareket ettiğimden dolayı dizlerime sürtüp irkilmeme sebep oldu ama bunu göz ardı etmem zor olmadı. Önümde kocaman bir gün vardı atlatmam gereken. Beni mesela evde unutsalar da "evde tek başına"ya bağlasam olmaz mıydı?

Devam filmleri hiçbir zaman ilk filmin tadını vermez gerçi ama söz, evin altını üstüne getirmek için elimden geleni yaparım.

Bu evin altını üstüne getirmek de bayağı zaman alır...

Kafamda bu ve benzeri saçmalık abidesi düşüncelerle aşağı indim. "Annem" ve Selim bahçede gördüğüm Qashqai'nin içindeydiler. Babam ise evin kapısını kilitlemek için benim gelmemi bekliyordu. Onunla göz teması kurmadan arabaya ilerledim. Arkaya, Selim'in yanına oturdum. Gözlerimi de kucağıma yerleştirdiğim ellerime diktim.  Dört gün önce sürdüğüm açık kahverengi ojelerim çıkmaya başlamıştı. Camiye neden arabayla gittiğimiz de ayrı bir soru işaretiydi. Yürüyemiyor muyduk?

Babam sürücü koltuğuna oturdu ve arabayı cami istikameti için çalıştırdı.

Babamın kendi eviymiş gibi dolanması, kapıyı kilitlemesi, arabayı kullanması... Bunlar garip şeylerdi ama anlaşılan hayatın bu zamanında olabilecek şeylerdi. Ölüm istenmeyen misafir gibi gelip girdiği zaman aramıza...

Ölüm sadece Aslı'yla ailesinin arasına girmemişti benimle ailemin yani benimle babamında da arasına girmişti, İstanbul'a gelmeme sebep olarak.

Babam "annem"in tarifiyle arabaya yön veriyordu. Neyse ki, caminin yerini bilmiyordu babam. Yoksa benden habersiz gizli gizli İstanbul'a geldiğini falan düşünecektim.

Camiye neden arabayla gidiyorduk belli olmuştu. Uzaktı! Çok mantıklı.

Neden uzak bir cami tercih edilmişti bilmiyordum. Sanırım daha merkezi bir camiyi bulmak cenazeye gelmek isteyenler için daha kolay olur diye...

Vardığımızda camdan dışarıyı yokladım. Kalabalıktı. Bayanların saçları siyah şallarla kapalıydı. Ben yanıma almamıştım şal! Bir cenazenin olmazsa olmazı siyah bir şalla saçının yarısını kapatıp yarısını açıkta bırakmaktı halbuki.

Tüh...

Oldu o zaman. Ben gideyim...

Diye düşünmemle "annem"in ön koltuktan arkaya uzanması bir oldu. İrkildim ilkten, ne yapmaya çalıştığını anlamayınca. Arkaya dönmemişti bile. Sonra elinde bir şey tuttuğunu fark ettim. Bana bir şal uzatıyordu. O da benden çekiniyordu anlaşılan. Valla, iyi ederdi. Kucaklaşıp, ana-kız o kaybettiğimiz yıllara ağlayacağımızı düşünseydi daha zor olurdu her şey. Öyle bir durum olsaydı, aramızda geçebilecek konuşmayı hayal ettim bir an;

"Huzur... Kusura bakma valla ya... On yedi yıldır görüşemiyoruz ama iş güç, çoluk çocuk işte..."

"'Anne', senin çocuğun benim zaten?"

"Aaa, doğru söylüyorsun... Unutmuşum bak. Aslı vardı ya ondan..."

"Olur öyle. Artık Aslı olmadığına göre birlikte romantik-komediler izleyip, birbirimizin saçını örebiliriz."

"Örgü örmeyi bilmiyorum ben ya... Ben senin saçını düzleştirsem, olmaz mı?"

"Olur "anne", o da olur..."

Belki de paralel bir evrende bunlar yaşanıyordu. Neyse ki o evrende değildim.

Daha fazla bu garip anı uzatmamak için aldım şalı elinden, temas etmemeye özen göstererek ve arabadan dışarı attım kendimi. Selim çıkmıştı bile dışarı ve ben de onun peşine takıldım.

Bu insanların yarısı muhtemelen benim akrabamdı anne tarafından ama ben onları da tanımıyordum. Şok, şok, şok... Sarkastik oluyorum eğer fark etmediyseniz. Babam tek çocuk olduğundan, bir amcam ya da halam yoktu. Babaannem ve dedem, babam küçük yaştayken vefat etmişlerdi. Yani anlayacağınız, kaderin aile konusunda cimriliği tutmuştu bana karşı.

Kalabalığın arasına karıştık. Şalım da vardı artık ve cenazeye katılmamı engelleyecek başka bir sebep yoktu. O yüzden Selim'in peşinden ve arkasından yol alacak ve planımı uygulamaya koyacaktım. Planım, bütün olay boyunca kalabalığın arasında kalarak ve görünmez olduğumu düşünerek bu günü atlatmaktı.

Sen de amma yapıştın Selim'e diye düşünenleri şöyle dışarı alalım. Tenhada kıstıracağım kendilerini. Selim İstanbul'da tanıdığım ilk insandı. Benim yaşıma yakındı yaşı. Belki büyüktü benden ama dedikoducu teyzelerin yaşında –ve kişiliğinde- değildi en azından. Aynı evde yaşayacaktık. Hem bu sebeplerden, hem de Stockholm sendromu yaşıyordum belli ki. Anlayış gösterin. İnsanların Selim'i gördüklerinde böcek gibi kaçışması ya da bakışlarını kaçırmaları da işime gelmişti. Kimse onunla bir muhabbete girmek istemiyordu belli ki. Aslı'yla nasıl bir ilişkileri vardı acaba?

Kimse beni zaten tanımadığı için bir dramın içinde bulmamıştım kendimi şimdilik fakat caminin bahçesinde bir insan vücudunun nefessiz, sözsüz, cansız yattığı o kadar belliydi ki... Kalabalık olduğundan dolayı değil. Herkes siyahlar içinde olduğundan da değil. Hava bir ağırdı burada sanki. Hava sevinçten yoksun... Hüzünle ağırlaşmış... Bu yüzden hemen bir hayatın son bulmuş olduğu anlaşılıyordu. O kadar korkunç bir his ve görüntüydü ki kabuslarımın yeni bir teması vardı artık, önümüzdeki birkaç hafta boyunca.

Elimdeki şalı saçlarımı tamamen örtecek şekilde kafamın etrafında doladım. Kollarımı kendi bedenime sarma ihtiyacı hissediyordum, yaz olduğundan dolayı havanın sıcak olmasına rağmen. İçim üşümüştü bir anda. Caminin bahçesine adım atar atmaz sıcaklık birkaç derece düşmüştü sanki ve bu durumun ruh halim üzerindeki etkisi katlanarak olmuştu. Zaten her şey altüsttü. Bir de bu cenazenin kederinin, fiziksel bir varlık gibi yüreğime oturması, sınırlarımı fazlasıyla zorluyordu.
Saat 12'yi geçiyordu ve insanlar tam ortada, hocanın ve... tabutun etrafında toplanmaya başlamışlardı. Babamı ya da "annem"i görmemiştim arabadan indiğimden beri ve sikayetçi değildim. Selim en arkalarda yerini almak için ilerlerken, tabutu bir an için gördüm ama kafamı uzun süre ondan yana tutmadım. Kaldırabilir miydim bilmiyordum. Dizlerime ya da kalbime güvenmiyordum.

"Neden peşimde dolanıyorsun?" Selim beklemediğim bir anda sordu.

Sorusuna soruyla karşılık verdim. "İnsanlar senden korkuyor mu?"

"Evet, ben Dracula'yım aslında."

Gözlerimi devirdim. "Ben de Adriana Lima."

Dracula günlük güneşlik bir zamanda dışarılarda fink atabilirdi çünkü...

Bu harika sohbetimizden sonra sessizliğe büründük, diğer herkes gibi. Bir kişi hariç. Ön taraflarda duran "annem"i sesinden tanıdım. O sesi sadece bir kere duymuş olmama rağmen bundan sonra bir daha hiç duymasam bile unutmam mümkün değildi.

Ön sıradaydı. Omuzları sarsılıyordu ağlarken. Gözlerim babamı aradı, en arkadan ne kadar arayabilirlerse. Göremedim. Hocanın namazı kıldırmaya başlamasına çok az kalmıştı. "Hoca camide" sözü aklımda belirip duruyordu, şu an komikli olmanın uygunsuz olduğunu kendime hatırlatıp, saçma düşünceleri aklımdan kovalamaya çalışmama rağmen.
Erkekler hala bir düzen oluşturmaya çalışıyordu.

"Sen neden cenaze namazını kılmıyorsun?" diye sordum Selim'e. Bütün erkekler, sonunda hocanın arkasında dizilebilmişlerdi. Şimdi babamı görebiliyordum. Uzunca, kumral bir adamın yanındaydı. Sırtını dikleştirmişti. O adama gözünün kenarından bakışlar atıyordu. Adam da bakışlarını ileride sabitlemişti. Babama bakmamak için kendini zorluyor gibiydi. Pek sevişmediklerini anlamak çok zor olmadı.

"Sen neden kılmıyorsun?" diyerek Selim, benim sorumla beni vurdu.

Omuz silktim. Hayatımda hiç cenaze namazı kılmamıştım ve şimdiden sonra da kılmaya başlamaya niyetim yoktu.
Namaz boyunca olabildiğince hareketsiz kalmaya çalıştım. Sanki duruşumu dikleştirmem ya da başımı çevirmem gibi ufak bir hareket ortamı bozabilir ve namaz yeniden kılınmak zorunda kalınabilirmiş gibi. Nefes alış verişimi bile minimum seviyede tutmaya çalıştım. O kadar gerilmiştim ki, eğer nefesimi tutmamın bir sonraki namazın benim için kılınmasına sebep olacağını bilmesem, nefesimi bugün bitene kadar tutardım.

Namaz biter bitmez annemin sesi yükseldi. Sanki o da o huşu ve aynı zamanda gerginlik dolu ortamı bozmamak için gözyaşlarını ve sesini alçak tutmuştu. Fakat namaz bitince... Hocanın "hakkınızı helal ediyor musunuz" diye sorması hıçkırıklarının en derinlerden başlayarak, ağzında patlamasına yol açtı. Herkesin hep bir ağızdan "helal olsun" deyişi kulaklarımda kat kat artarak irkilmeme sebep oldu. Sesler, feryatlar birbirine karıştı bir anda. "Annem"in hıçkırıkları, başkalarının da gözyaşlarını tutamamasına yol açıyordu. Anlaşılan sakinleştirici etkisini yitirmişti.

Namaz boyunca her şey ağır çekimdeyken, şimdi hızlanmıştı dakikalar. Nefes alış verişim gibi... Ellerim ağzıma kapandı. Çok fazlaydı bu... Arkamı dönmeden önce en son gördüğüm şey "annem"in bacaklarının daha fazla bu kederi kaldıramaması ve tam yere yığılacakken, bir erkeğin gelip onu iki kolundan tutmasıydı. Derin nefesler alıp, etrafımda olanları bloke etmeye çalıştım.

Gözlerimi kapattım ve İzmir'de arkadaşlarımın yanında olduğumu hayal ettim. Denizin ferahlığını tenimde, havanın sıcaklığını içimde hissetmeye çalıştım. Geçecekti... Geçmek zorundaydı... Bunu atlatacaktım. "Annem" Aslı'nın ölümüyle içinde açılmış yarayı benimle iyileştirmeye çalışacaktı. Sonra, asla kimseyi Aslı'nın yerine koyamayacağını anlayınca benden vazgeçecekti ve ben de evime, İzmir'e, dönebilecektim. İstanbul'da istenmediğim ve İstanbul'da kalmak istemediğim aşikardı. Bu yüzden hayat bir yolunu bulup beni bu şehirden, dolayısıyla da bu şehri benden uzaklaştırırdı.

Umarım...

Birinin beni sarsmasıyla o ana geri döndüm.

"Mezarlığa gidiyoruz."

Selim'di. Kafamı sallamakla yetindim. Daha fazlası, deveye bir değil, iki değil, tam üç hendek atlatmak kadar zor gelmişti. Fakat şu da ilginç bir gerçektir ki, Selim mezarlığa gidiyoruz diyince aklımda Esin'in havaalanındaki sözleri belirdi. İstanbul'da gördüğüm ilk yakışıklıyı öpmemi söylemişti Esin. Evet, farkındayım, "mezarlık" muhabbetinin aklıma "öpmek" eylemini getirmesi ruh sağlığımın o an hiç de iç açıcı olmadığının kanıtıydı.

Selim İstanbul'da gördüğüm ilk yakışıklı olmanın yanı sıra, İstanbul'da gördüğüm ilk erkekti. Hatta ilk insan... Biliyorsunuz, kafamı kaldırıp etrafıma bakmamak için inat ediyordum. "Annem"i bir çeşit canavar olarak nitelendirdiğim için o da sayılmazdı.

Selim'in peşi sıra, babamın arabayı park ettiği alana yürüdüm. "Annem" hariç ses seda kesilmişti artık. Herkes buraya gelirken içinde bulundukları vasıtaya doğru ilerliyordu, mezarlık iskimati için.

"Annem"i kollarından destekleyerek, iki erkek arabaya getiriyordu. Biri babamın, cenaze namazını yanında kıldığı adamdı. Bana doğru hızla geldiklerini fark edince, hemen yollarından çekildim korkuyla. Bu kadar savunmasız ve kırılgan göründüğü bir anda bile "annem"e beş metreden daha yakın olmak ödümü kopartıyordu. '"Annem"e yakın olmak' gibi bir durumum olmamıştı hiç ve şimdi de olmasını istemiyor, isteyemiyordum.

Selim yardım etmek için kılını bile kıpırdatmamıştı ama zaten o iki erkek kişisinin ihtiyacı da yoktu. Babam arabanın kilidini açar açmaz Selim arka koltuğa yerleşmişti.

"Annem"i arabanın arka koltuğuna oturttular. Babam torpidonun gözünde bir şeyler arıyordu. Namazda babamın yanında dikilen adam, "annem"in şalını boynundan çözmeye başladı. Daha sonra gömleğinin kol düğmesini açarak yukarı sıyırdı. Diazem zamanı!

Babam, Selim ve babamın namaz öncesinde ters bakışlar attığı –şu an "annem"le uğraşan- adam haricinde bir erkek daha vardı etrafta. "Annem"i diğer kolundan tutan adamdı. Selim'in oturduğu tarafa yönelmiş ve kapısını açıp, onunla konuşmaya başlamıştı. Benim bulunduğum tarafta ise "annem"i sakinleştiricinin dibine vurmak için calışmalar sürüyordu. Babam torpidoda aradığını bulunca, uçarak arka tarafa geldi. Diğer erkek kişi seri hareketlerle iğneyi çıkardı. İğnenin içini başka bir kutuya batırarak ilaçla doldurdu ve çabucak "annem"in koluna soktu. Ne yaptığını bildiği aşikardı. Benim orada olduğumu fark etmiş ya da umursamış gibi görünmüyordu kimse. Ta ki "annem"in feryatları kesilip arka koltukta uyuma-koma arası bir ruh haline geçinceye kadar... Babam arkasını döndü ve beni ilk defa görmüş gibi şaşırdı.

"Huzur..." Sağ elini saçlarının arasından geçirirken uzun bir soluk verdi. "Sen arabaya bin. Ben taksiyle geleceğim."

Excuse moi?

"Sen neden bu arabayla gelmiyorsun?" Kuşkulu gözlerle sorguladım. O erkek kişisi hala "annem"le ilgileniyordu. Kafasının altına şaldan topağı yerleştirmeye çalışıyordu ki; "annem" boynu bükükleri oynamasın daha fazla.

"Yer yok çünkü. Ahmet bu arabayla gider büyük ihtimalle." Beni cevaplarken gözleri "annem"le uğraşan erkek kişisine kaydı. Demek bu erkek kişisi Ahmet'ti. Bir kaşım yukarı kalktı. Babamı yerinden edecek derecede yakındı yani "annem"e.
Babam başka bir soruya maruz kalmak istemediğinden olsa gerek, aceleyle uzaklaşmaya başladı arabadan ve olay mahallinden. Ben babamın profilinden gözlerimi ayırıp tekrar arabadan yana döndüğümde Ahmet.. bana bakıyordu. Sıfatının ne olduğunu öğrenene kadar kendisinden Ahmet... diye mi bahsetsem diye düşündüm o an. Üç nokta çok şey anlatabilirdi bazen...

Baba yaşlarındaydı. Saçlarında ara ara beyazlar vardı.  Babamın kafasında hiçbir zaman tek bir tel beyaz saç görmemiştim on sekiz yıllık hayatımda. Boyatıyor mu saçını bu adam diye arada sorgulasam da aslında biliyordum ki boyatmıyordu. Genetik bir durumdu ve ben de bu yüzden umuyordum ki, lütfen, please, s'il tu plait, seksen sekiz yaşıma geldiğimde bile başım dört mevsim kışı yaşıyormuş gibi görünmeyecekti babamın DNA'sı sayesinde.

Ahmet'e Ahmet bey mi, abi mi, amca mı, hey yo yabancı mı demem gerektiğini mercek altına alırken içimden, dış görüntüsünü incelemeye devam ettim. Boyu Selim gibi uzundu ama boynuz kulağı geçmiş olacak, Selim'den ucundan azıcık daha kısaydı. Gözleri Selim'inkiler gibi renkliydi. Öyle ki, yeşilin tonu da aynıydı.

"Baban nerede?" diyerek sessizliği bozdu. Kim olduğumu biliyordu demek. Ben de onun tam olarak kim olduğunu bilmek istiyordum ama şu an bu erkek kişisinin geçmişini araştırmak için uygun bir an gibi gelmedi. Neyse ki en azından absürt olabilecek eylemlerde bulunmuyordum(!) Absürtün ve absürt olmayanın ayrımını yapabilmem bile başarıydı o an ve o durumda. "Annem"i görünce kaçmamı saymıyorum. Absürt sayılmazdı o. O sadece akıl sağlığımı ve kendimi korumak için "survival" içgüdümün açığa çıkmasıydı.

"Gitti. Arabada yer olmayacak diye taksiyle gitti mezarlığa." Babamın bana, muhtemelen Ahmet..'e iletmem için yaptığı açıklamayı yaptım.

"Arabada ne diye yer olmasın ki?" Kafasını iki yana salladı, babamın bu düşüncesine anlam verememiş olacak.

Birden babamı savunma isteği hissettim derinlerde. Bu isteğimi dışa vurmaya hazırlandım hemen. Kaçar mı? Hayır.

"Ben kendi arabamla geldim. Onla gidecektim mezarlığa da." Ahmet..'in kendi arabası olduğunu göre Qashqai de "annem"indi demek. Fiüüüvvvvv. Islık sesinin yazıya dökülmüş haliydi o.

"Rahatımızı düşünmüş olacak adamcağız."
Dik bakışlarımı gözlerinde sabitledim. "Annem"in kime yakın olup olmayacağı konusunda hiçbir söz hakkım olmadığını bilmeme rağmen bu erkek kişisinin babamdan daha yakın biri olmasına kızmıştım açıkçası. Olay "annem" değil; babamdı burada. Hep babamdı. Çünkü on sekiz yıldır o vardı.

Ahmet.. cevap vermedi. İğneleyici tonumu ya fark etmedi ya da aldırmamayı tercih etti. "Bulut!" diye arkasına dönüp seslendi. Arabanın diğer tarafında, Selim'le konuşan kişiye seslendiğini, cevap bulamayıp o tarafa yöneldiğinde anladım. Sap gibi kalmak dedikleri bu olsa gerek diye hissettiğim sırada Ahmet.. tekrar benim olduğum yere geldi.

"Bin hadi. Selim araba kullanacak durumda değil. Bulut'tan rica ettim ben de."
Bulut'un kim olduğunu bilmediğim ve önemsemediğim için "Selim'in araba kullanacak kadar iyi olmaması"na odaklandım. Bana çelme takarken gayet iyi görünüyordu halbuki...

"Selim iyi mi?" Kelimeler, ben izin vermeden çıktılar ağzımdan. O kelimelere söz geçirebildiğim gün siyasetçi olacağım zaten.

"Kız kardeşi öldü. Ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi." dedi ve görüş alanımdan çıktı. Nereye gittiğine bakmadım. Gözlerim Ahmet..'in biraz önce dikildiği, şu an boş olan yerde kilitlenmişti.

"Kız kardeşi"... Aslı, sevgili "annem"den dolayı benim kız kardeşim olamamıştı ama Selim'in kız kardeşi olabilmişti demek. "Kız kardeşi yerine koyduğu insan" dememişti Ahmet.. "Kız kardeşi" demişti. Açık ve net. Fitne fesatçılar gibi düşünmeyin hemen. Biyolojik bir durum söz konusu değildi. "Annem"le babam birbirini aldatmamıştı. Hayır. Öyle bir durum olup olmadığını çok kez sordum babama ve cevap hep aynıydı; hayır. Bana yalan söylemeyeceğini biliyordum. Bu konuda söylemezdi. Bu konuda hayır. İnsanlar birbiriyle sadece biyolojik olarak kardeş olmak zorunda değildi. Bazen biyoloji bir hiçti. Bizim durumumuzda olduğu gibi. Selim'in tamamen yabancı bir annenin evladı olduğunuvarsayıyordum. Aldatma dışında başka bir ihtimalin varlığına olanak dahi vermedimo an. Benim "annem" sayesinde Aslı'yla kardeş gibiydi ve ben yine "annem" sayesinde bir kardeşim, bir ablam yokmuş gibi hayatımı devam ettirmiştim hep. Babamın da payı vardı, evet ama kabul edelim ki beni bu yaşa getiren babamdı ve babamı suçlayacak değildim. Gerçi son yirmi dört saattir babam da babam gibi değil, "annem" gibi hareket etmeye başlamıştı ve bu cümleyi dile getirmek bile bana acı veriyordu. Babam mükemmel değildi ama "annem" gibi de olmamıştı hiçbir zaman –diğer kızını tercih edip, benimle görüşmeyi bırak, yaşıyor muyum öldüm mü diye öğrenmeye tenezzül etmemiş değildi- ve bu benim için yeterince iyiydi. Fakat Aslı'nın vefatından beri anlam veremediğim tavırları beni hiç uğratmadığı kadar hayal kırıklığına uğratıyordu. Biliyordum ki, bu hayal kırıklığının yarattığı burukluk ve burukluğun yarattığı iz, ömrüm boyunca iyileşmeyecekti. Babam beni tekrar yanına alsa, bir tek kuş sütünün eksik olduğu masalar hazırlasa, beni sevgiye boğsa bile "gitmene ihtiyacım var" dediği zaman içimde açılan boşluğu doldurmayı başaramayacaktım.

Başaramayacaktı.

Continue Reading

You'll Also Like

2M 119K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
7.1M 411K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
187K 9.2K 20
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
141K 4.1K 15
Sırf kuzeni için 18 yaşında Mardin'in acımasız ağasına gelin giden Larin... Annesi için berdeli kabul eden Baran ağa...