Düşünce Mahkumları

By Destvd

1.5M 67.3K 12.6K

Dünyadaki en tehlikeli yer zihin, en ölümcül zehir ise düşünceydi. Her an düşüncelere esir olanlardı onlar. O... More

♤Düşünce Mahkumları♤
1♣Ömer (Sansar)
2♣Atlas (Altın Mızrak)
3♣Selim (Hokkabaz)
4♣Sena (Havuç Kafa)
5♣Vuslat (Renk)
6♣Atlas
7♣Selim
8♣Vuslat
9♣Sansar
10♣Selin (Matematik)
11♣Alparslan Gündoğdu
12♣Sansar
13♣Sansar
14♣Vuslat
15♣Selin
16♣Vuslat
17♣Sansar
18♣Selin
19♣Sansar
20♣Atlas
21♣Sena
22♣Selin
23♣Atlas
24♣Sansar
25♣Vuslat
26♣Sena
27♣Vuslat
28♣Vuslat
29♣Sansar
30 Ara Final Part 1♣Vuslat
30 Ara Final Part 2♣Selim
31♧Selin
32♧Atlas
33♧Doruk
34♧Atlas
35♧Vuslat
36♧Vuslat
37♧Atlas
38 ♧ Sansar
39 ♧ Doruk
40 ♧ Atlas
41♧Vuslat
42 ♧ Atlas
43 ♧ Atlas
44 ♧ Doruk
46 ♧ Doruk
47 - Karanlık
48 - Aydınlık
49 - Balo
50 I Dost
51 I Hain
52 I Gerçeğin İki Yüzü
53 I Plana Sadık Kal
54 I Operasyon
55 I Kan ve Kar
56 I Uyumak Yok
57 I İnsan ve Nisyan
58 I Öfke ve Acı
59 | Paramparça

45 ♧ Sena

13.3K 648 404
By Destvd

Bölüm 45 : "..."

Sena

  İnsanlar mutluluğu milyonlarca şeyde bulabilirdi. Kulağa tuhaf da gelse kimi düşüncelerinin esaretinden kurtulmak için kendine bir yol bularak, kimi dinlediği müzikte hayallerini izleyerek, kimi değer verdiği insanlarla muhabbetin belini kırarak, kimi onun için satırlara bırakılmış haritanın üzerinde zar atarak ve kimi de zihninde oluşturduğu dünyaya sığdırdığı milyonlarca hayatı cümlelerin içine saklayarak mutlu oluyordu.

  Hiçbir zaman ne yaparak, nasıl mutlu olduğumu düşünecek kadar azalmamıştı düşüncelerim ama şimdi, apartmandayken, zihnim bu soru üzerinde hevesle gidip geliyordu.

  Eşiğe oturmuş ve kafamı açık daire kapısının çelik çerçevesine yaslamıştım. Yorgana sarılı kollarımı dizimle karnım arasına saklayıp elimde tuttuğum kupaya baktım. Kafamı, sanki bakarsam rahatsız olacak ve bulunduğumuz anın büyüsü uçup gidecekmiş gibi yavaşça ve dikkatle ona doğru çevirdim.

  Kalbime dolan mutluluk bir an beni heyecanlandırdı. Nerdeyse ani mutluluk canımı yakmıştı. Mutluydum.

  Yeşil hırkasının kapüşonunu başını geçirmişti yine ve o da benim gibi yere oturmuş sırtını apartmanın beyaz duvarına yaslamıştı. Başı geriye yaslı ve gözleri kapalıydı. Uyku ikimizin de üzerine ağır bir yorgan örtmüş gibi uzun zamandan beri sessizdik ve apartmanın cılız ışığı altında ne beklediğimizi bilmeden öylece bekliyorduk.

  Mutluluk buydu. Beni mutlu eden onun varlığını hissetmemdi. Mutlu olmak beni heyecanlandırıyordu. Kaybetmekten korktuğum için ya da alışık olmadığım için canımı yakıyordu kısa bir an ve nefesim kesiliyordu. İnsanların mutlu olduğunda sevinmesi, bende ters etki yapıyordu sanırım. Kesinlikle normal değildim.

  Tek dizini kendine çekmiş ve kolunu ona yaslamıştı. Bacağının hemen yanında duran bardağın dibinde kalmış bir yudumluk çaya baktım. Bakışlarım karşımdaki manzaranın her bir noktasında incelikle dolaştı ve bu anı hiç unutmamak üzere not almaya alışmış zihnime ilk defa bu özelliğini severek bu anı altın harflerle yazmasını emrettim. Onu unutmak istemiyordum.

 Başımı onun gibi geriye doğru yaslayıp önüme döndüm ve avucumun içindeki sıcak bardağı dudaklarıma götürdüm. Kahve uykumu ufacık bile olsa azaltmamıştı. Konuşmaktan korkarak, biraz kısılmış bir sesle "Üşüyor musun?" diye sordum.

  Apartmanın sinir bozucu derece de sarı olan ışığı altında yüzüne dönmek için sabırsız bir istek duydum. Bunu yapmaktan korkarak bakışlarımı inatla kupanın üzerinde tuttum. "Hayır," dedi benim gibi kısılmış bir sesle. Cevap vermesini beklemiyormuş gibi irkildim, uyuduğunu düşünmüştüm. İkimizde uzun zamandan beri konuşmadığımız için sesimiz bize küsmüş olmalıydı.

  Bardağımdan bir yudum alıp daire kapısını incelemeye koyuldum. Ona bakarken yakalanmak istemiyordum. "Çay ister misin?"

  "Hayır," dedi yine. İçimde uyanan ona bakma isteğini geldiği gibi geri yutup bardağımdaki kahveden bir yudum daha aldım. Yavaş yavaş bardağın sonuna yaklaşıyordum. Bir anlık hüsrana uğradım. İçeriye gidip bir bardak daha dolduramayacak kadar uykum vardı.

  "Uyuyor musun peki?" diye sordum bardağı tekrar indirirken.

  "Hayır, Havuç Kafa." Sesi pürüzsüz ve sorularımdan sıkılmış gibi net çıkınca ona döndüm. Ve hayal ettiğim gibi bana bakan siyah gözleriyle karşılaşmadım. O hala az önce bakışlarımın bıraktığı pozisyonda gözleri kapalı duruyordu.

  "O zaman niye gözlerin kapalı?" diye sordum. Sitemli sesimi duyunca gözleri kapalı olmasına rağmen dudakları görünmez bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrıldı.

  "Canın konuşmak mı istiyor?" Göremeyeceğini bildiğim için ona dil çıkarıp önüme döndüm. Bardaktan son yudumumu hızla alırken "Konuşsana," dedi kulağa yorgun gelen bir sesle. Bardağı onun gibi yanımdaki mermere yavaşça koyup ona baktım gözkapaklarımın arasından. Sanki hareketlerimizin, sesimizin, bakışımızın ve sahip olduğumuz her şeyin üzerine ağır bir sis çekilmişti.

  "Böyle durumlarda," dedim az önce beni kızdırdığı için yarım yamalak bir öfkeyle. "Konuşulacak bir şey bulunmaz genelde."

  Güldü. Yine canlılığını yitirmiş bir hareketti bu da ama bu sefer hızlanan nefesini duymuştum. Bu gülüşünü de zihnimin silinmeyen köşelerine itinayla yazdım. "Şu an bulamadın," dediğinde gülümsedim. Gözlerimi onun gibi yumup uykunun mırıltısını dinlemeye başladığım sırada "Ya da susalım," dedi. Emrine apartmanın en ücra köşeleri bile itaat etmiş gibi kendimi uzun zamandan beri sessiz olmamıza rağmen sanki sessizlik aniden oluşmuş gibi yalnız hissettim. "Sessiz olmak bile iyi hissettiriyor burada."

  Bu lafına gülüp gözlerimi açtım ve başımı ona doğru çevirip hala aynı pozisyonda duran yüzüne baktım. "Soğuk ucube bir mermerin üzerinde neredeyse uyuyarak oturmanın neresi iyi hissettiriyor?"

  Gizli gülümsemesi dudaklarında belirdi yine, kendine has ve sadece onu iyi tanıyan kişilerin görebileceği bir gülümseme. "Bazen iyi hissettiren şey kalbinde olur." Elini yorgun bir hareketle kalbine dayadı ve yaptığı harekete küçük bir çocuk gibi haylazca güldü. "Edebiyatımın nasıl bir olduğuna şaşırıyorum bazen."

  Gülümsedim. Gözkapaklarım üzerindeki ağırlığa dayanamamış gibi yavaşça kapandığında "Kendini şaşırtman güzel." Diye mırıldandım. Sesim kulağıma çok uzak bir ülkenin kayıp bir şehrindeki en ücra sokağın en sonuna yapılmış kimsenin dikkatini çekmeyen bir binadan geliyormuş gibi hissettirdi. Binanın içinde tek başına oturan bir kız insanların zihinlerine bir hayat çiziyor, gece o çok sevdiği kitaplarının yanı başında uykusuna dalmadan önce bu hayatın hayallerini kuruyordu. Kimi zaman kimseye söylemese de bu onu heyecanlandırıyor ve hayali dostuna bundan bahsediyordu.

  Uyku beni derin bir kuyudan aşağıya yavaşça bıraktığında Sansar'ın kulağıma her zaman pürüzsüz gelen sesini duydum. "Derdin ne diye sormuştun ya?" Onu göremiyor ve çoktan uykunun o yumuşak elini üzerimde hissediyor olsam da kalbim heyecanla attı. "Sadece bana bakmanı istiyorum yeşil yeşil."

Atlas

  Korumaların araladığı çift kapıda gözükmemle kalabalıktan adımı haykıran çığlıklar yükseldi. Balkonda duran sunucu heyecanla bağırdı. "Aaltıııın Mızraaak!" Hareketli müzik tüm odayı doldurduğunda sakin adımlarla kalabalığın arasında bana yol açan korumalarla birlikte ringe doğru ilerledim. Ringe çıkan iki basamağı hızla geçip ringi çeviren lastiklerin üzerinden atladım.

  Geniş kare alanın ortasına doğru ağır adımlarla ilerlerken neden yapığımı bilmediğim bir şekilde bakışlarımı etrafta gezdirdim. Tuhaf bir şekilde huzursuz hissediyordum. Balkonun olduğu taraftaki kavgaya boş gözlerle baktım. Kanımda dolaşan asilik ve her an bir şeyleri yıkma isteği kendini göstermeye başlamıştı.

  "Ve şimdi gecenin diğer rakibi!" Sunucunun kalabalığı heyecana getirmek mi, yoksa gerçekten de öyle hissettiği için mi olduğunu bilmediğim bir heyecanla gözleri parladı. İnsanlar sunucunun sesindeki heyecanı sezmiş gibi maça kimin çıkacağını dikkatle bekledi. "Pençeeee!"

  Bakışlarım odanın diğer tarafındaki duvardan açılan çift kapıya kaydı, kapının aralanmasıyla Pençe'nın kusursuz yüzü göründü. Birazdan bu yüzü dağıtacağımı bilmenin verdiği heyecanı tüm kaslarımda hissettim. Pençe'nin yeşil gözleri odada hiç oyalanmadan ringe çevrildi. Bakışları siyah gözlerimle karşılaştığında dudakları benim hissettiğim şeyleri hissetmiş gibi yukarı doğru kıvrıldı. Bu maç kesinlikle kanlı olacaktı.

  Gülümseyip bakışlarımı balkona çevirdim ve Polat Yenilmez'in Black Lock'daki son gecemde benim için hazırlamış olduğu sürprizden dolayı balkona teşekkür eder gibi baktım. Ama balkonda ne Polat Yenilmez, ne de Demir Yumruk vardı. Bu maçı kaçıracakları için onlara üzüldüm. Birilerinin Miraç için Pençe'den intikam alması gerekiyordu.

  Pençe kalabalığın arasından tıpkı benim gibi korumaların yardımıyla geçip ringe çıktığında bana arkasını dönüp kalabalığı selamladı. Birkaç kızın kulak tırmalayıcı çığlıkları duyulduğunda acele etmeden başımı sola eğip ona baktım. Başparmağımı elimdeki yıpranmış beyaz sargılarda gezdirirken kalabalık heyecanla ikimizin adını haykırıyordu.

  Black Lock'ın kurucularına ayrılacağımı söylediğimde vazgeçmiş bir sesle onaylayışlarını hatırladım. Boks âlemindeki sözü geçen patronlardan ringi hazırlamak için emir alan çömezlere kadar herkes çok iyi bilirdi ki Pençe bir maça çıkarsa can almak için çıkardı. Hakkımda çoktan infaz kararı verilmiş olmalıydı. Bunu düşünmek beni gülümsetti. Her zaman oyunbozan ben olurdum, bu sefer kurucuların oyunu ellerini patlayacak ve dost katili yere serilecekti.

  Bu maç, hayatımdaki en aksiyonlu maç olacaktı şüphesiz.

  Bahislerin arttığı kalabalığın arasında dolaşıp -geçen geceki yenilgisinden dolayı bu görev ona verilmişti- bahisleri toplayan Yılan'ın elinde salladığı paralardan belli oluyordu. Bakışlarımı tekrar ringe çevirdiğimde Pençe yüzünde beliren aç bir gülümsemeyle bana baktı. Gözlerinden kana susamış bir ifade geçti.

  Müziğin sesi kulakları tırmalayacak kadar arttırıldığında birbirimize doğru ilerledik ve ringin tam ortasında durduk. Dışarıdan bakıldığında nasıl göründüğünü bilmiyordum ama ikimiz tam da birbirimize göre rakipmişiz gibi hissettim. Boylarımız hemen hemen aynı hizadaydı ve geniş omuzlarımız sıkıca gerilen kaslı göğsümüz gibi birbirinin aynısıydı. O kan istiyordu, ben de biraz kan akıtmak. Acı düşüncelerden uzaklaştırırdı, Vuslat artık zihnime yerleşmiş ve kalıcılığı kalbimin her bir noktasında hissedilen bir düşünceydi. Bu düşüncenin sökülmesi için dünyadaki tüm acıların beni sahiplenmesi gerekiyordu.

  Hakem ikimizin arasında durdu ve yumruklarımızı tokuşturmamız için bekledi. Yumruğumu ona doğru uzattığımda yeşil gözleri beni takip ediyordu. Sinsi bir kedi gibi gözlerini kıstı. Yumruğu sertçe yumruğuma çarptığında kalabalıktan büyük bir tezahürat yükseldi. Pençe kulağıma doğru eğildi ve kısa bir an, çok kısa bir an, kalabalığın ve müziğin tüm gürültüsü yerine sadece onun sesini duydum. "Bu ringden Altın Mızrak olarak çıkamayacaksın."

  Hakem düdüğü çaldığında birbirimizden ağır adımlarla uzaklaştık. İkimizde birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. İlk hamleyi her zaman rakibinden bekleyen biri olmama rağmen ona yumruk indirip indirmeme konusunda kararsız kaldım. Belki de az önceki cümlesinden dolayı onu ilk saniyelerde hayal kırıklığına uğratmalıydım.

  Pençe ilk yumruğuyla üzerime atıldığında yüzüme çarpan sert yumrukla geriledim. İkinci yumruğunu havada karşılayıp bloke ettim ve burnuna hızlı bir yumruk geçirip ondan uzaklaştım. Bu maç kısa sürmeyecekti, ikimiz de birbirimizin canını almaya ant içmiştik sanki. O ona verilen emri yerine getiriyordu anlaşılan, bense kalbimde açılmış boşluğun acısını şiddetle çıkarmak istiyordum. 

  Pençe yumruklarıyla havayı dövüp kendi kendine eğlendi ve sarhoş gibi yüksek sesle güldü. Kalabalıktan kıkırdamalar yükseldi. Seyircilere şov yapıp benimle alay ediyor oluşu öfkemin bilmediğim bir kuyudan yükselmesine neden olsa da gülümseyip ona doğru dikkatle ilerledim. Bana boşu boşuna Altın Mızrak demiyorlardı, ne zaman hasmıma vuracağımı iyi biliyordum.

  Karın boşluğuna hiç beklemediği bir anda aparkatı indirdiğimde boğazından hırıltılı bir ses yükseldi ve öksürerek nefes aldı. Bedenini bir adım gerileyip başarısız bir sol kroşeyle sol çeneme dokundu. Çenesini hedef alarak yola çıkmış yumruğumu bloke edip kulağıma sağ kroşeyi geçirdiğinde gözlerim bir anlığına odağını kaybetti. Düşmemek için dengemi aradım ama kulağıma yediğim darbe üst üste yığılı taşları devirmiş gibi dengemi felç etmişti. Ayaklarımın altındaki zeminin hareket ettiğini hissettim.

  Pençe yüzüme bir yumruk daha geçirdiğinde kalabalık tamamen kızışmış dövüşün ilk yere düşenini heyecanla bekledi. Yumruğun etkisiyle bir iki adım gerilemiştim ama gülümseyip az önceki yumruğun etkisini görmezden geldim. Yüzüne sert bir yumruğu geçirdiğimde müziğin sesi coşkulu bir hal almıştı. Tezahüratlar arttı ve adım kalabalığın arasında daha yüksek sesle haykırılmaya başlandı. Bu kadar basitti işte; ufak bir zafer seni insanların kalbinde galip yapardı, ufacık bir hata adını sildirirdi tüm kalplerden.

  Tıpkı bir saat önce Vuslat'ın kalbinden silindiğim gibi.

  Pençe'ye sol kroşeyi indirdiğimde bana ait olduğunu iddia ettiğim iradem beni terk etti ve Vuslat'ın ışıltılı gülümsemesi belli belirsiz yer buldu zihnimde. Üzerindeki kabana sarılırken gülümseyerek bana bakıyordu. Çenesine sert bir aparkat indirip sağa kaydım, sol kroşeyi kulağına indirdim. Kalabalık coşkuyla bağırdığında zihnimde tedavi için gittiğimiz binanın arka kapısından çıkarken ona doğru döndüm. Parmaklarım tenine dokunduğunda yüzünde yine o ışıltılı gülümsemesi belirdi. Pençe bana doğru ilerlediğinde sert yumruğumu yüzüne geçirirken Vuslat'ın bakışlarını kaçırıp griyi andıran gözlerini evin içinde gezdirişini gördüm. Telefondaki heyecanlı sesini duyduğumu sandım tekrar. "Seni seviyorum."

  Karşımdaki adam geriye doğru savrulurken burnundaki kanlar bir anlığına havada asılı kaldı. Soluduğum havanın karşımdaki görüntü gibi donuklaştığını hissettiğim. Ciğerlerim buzun içinde nefes almaya çalışıyormuş gibi içime çekeceğim nefesi dondurdu. Bir an da her şey titredi. Uzaklardan gelen bir trenin sesi duyulduğunda bedenim korkuyla kasıldı. Şimdi değil, diye düşündüm. Şimdi kayıp bir hayale dalamazdım.

  Ensemde yine o tanıdık serinliği hissettim ve Pençe'nin kanlı yüzüne bir kar tanesi değdi. Bu imkânsızdı. Kapalı bir mekândaydık, içeriye kar giremezdi. Zihinden içeriye her şey girer, dedi düşüncelerim. İmkânsız yoktur zihinde.

  Küçük bir beden beyazların üzerinde yürüyordu. Soğuk burnunu kırmızılaştırmış ve minik elleri korunmak için montunun cebine saklanmıştı. Havadan süzülen kar tanelerini ilk defa görüyormuş gibi baktım çocukça. Bir anda kendimi yine o trenin içinde buldum. 24. vagonun içindeydim. Vagonun içi her zaman olduğu gibi karanlıktı ama bu sefer uzaktan, uzak olduğum kadar yakın olduğum bir uzaktan, bir uğultu duyuluyordu. Ne kadar hafif olursa olsun bu ses beni rahatsız etti. Kulak tırmalayıcı, hatta zihin zorlayıcı bir sesti. Kulaklarım bu sesi duymak istemiyormuş gibi acımaya başlamıştı. Özellikle sağ kulağımda ani bir acı hissettim. Bir an trenin içinde dengemi kaybedip yalpaladığımda onu gördüm.

  Üzerinde kırmızı bir pelerin vardı. Boynuna kalın bir atkı sarmıştı, şapkasının altından karamel rengi dalgalı saçları omuzlarına dökülüyordu. Gri gözleri gözlerimin içine bakıyor ve gördüğü siyah kargaşada bir şeyler arıyordu. Ona doğru bir adım attığımda bedenimin büyüdüğünü ve iri cüsseli bir adam olduğumu fark ettim. Üzerimde lacivert ince bir tişört vardı. Ona doğru adım attığımı fark edince bana doğru ilerledi. Vagonun camlarından içeriye vuran ayın soluk ışığı ikimizi vagonun tam ortasında bedenlerimiz buluştuğunda aydınlattı. Ellerimi tereddüt etmeden kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Gözlerini yumup "Atlas," diye fısıldadığında ona doğru eğildim. Rahatsız edici ses bir anda şiddetini arttırdığında Vuslat'ın yanakları yaşlarla ıslandı. Dudaklarımı tenindeki ıslaklıkların üzerinde gezdirirken adımı bir kez daha fısıldadı. Vagon rayların üzerinde yıkılacakmış gibi titredi. Dudaklarım yanaklarından elmacık kemiklerine doğru yol aldı. Bakışlarım griyi andıran gözlerini bulduğunda bana arzuyla baktı. Eli enseme kaymıştı ve beni kendine çekti. Burnuma sıcak burnu değdiğinde vagon öfkeyle titredi ve rahatsız edici ses kulaklarımı sağar etti. "Atlas!"

  Vuslat'ın çığlığı yüzüme çarptığında müthiş bir acı tenime hücum etti. Rahatsız edici ses kulaklarımda patladı. Gözlerimin etrafı taşla doldurulmuş gibi şişmiş ve görüş alanımı neredeyse tamamen kapatmıştı. Gözkapaklarımın arasından zihnime çarpan görüntü bulanık ve ikizdi. Görüş alanıma psikopatça sırıtan iki yüz girdi. Dişleri kanla boyanmıştı. Yumruğunu bir kez daha gerip yüzüme geçirdiğinde bedenimi ayakta tutan az da olsa bir güç varsa yok oldu.

  Ayaklarımın altındaki zemin çekildi. Kendimi boşluğa sürükleniyormuşum gibi hissettim. Kulağıma çarpan sesler manasız, havada gezinen nefesler boğucuydu.

  Kaslarım acıyla bağırarak zemine çarptığında büyük bir gürültü kulağımı doldurdu. Gözlerimi yumdum. Yüzümün her tarafından dayanılmaz bir sızı duydum. Göz kapaklarımın üzerindeki kayaları itip gözlerimi açmak istedim. Yeniliyordum.

  Beynimin belli belirsiz söylediği bu kelime bir anda zihnime sert bir darbe indirdi. Yeniliyordum. Gözkapaklarımı açılmaları için daha da zorladım ama oralı olmadılar bile. Ciğerlerim karnıma aldığım darbelerle daha derin nefes almama için direndiğinde öksürmeye başladım. Gözkapaklarım vücudumu sarsan öksürüklerimin etkisiyle aralandığında ağzımdan yere sıçrayan kırmızılığı belli belirsiz gördüm. "Altı!"

  Sesler kulağıma tam anlamlarıyla girdi. Kalabalık hakemle birlikte bağırdı. "Beş!" Ellerimi yere dayayıp bedenimde ayağa kalkmak için en ufak bir güç belirtisi aradım. Bunu yapamayacaktım. "Dört!" Güçsüz kollarım beni tutmayı bıraktığında bedenim zemine bir kez daha çarptı. Ellerim zeminin üzerinde güçsüzce durduğunda adımı haykıran sesi yine duydum. Duru ve endişeli ses. "Atlas!"

  Bakışlarım çok kısa bir an balkon demirlerine yaslı duran bedene kaydı. Yaşlarla ıslanmış yüzü endişeyle bana bakıyordu. Gri gözleri gözlerimin içine son defa bakıyormuş gibi baktığında kalabalık hep bir ağızdan bağırdı: "Üç!"

  Ona gülümsedim. İlk defa gülümsüyormuş gibi gülümsedim, bizim sonumuz olmayacaktı. Dizimi yere dayayarak yediğim darbelere dayanamayıp şişmiş gözlerimi olabildiğince açmaya çalıştım. Sağ ayağımın üstünde dururken hakem bana şaşkınlıkla baktı ve üzerime doğru yürüyüp "İki!" diye bağırdı. Kalabalık saymayı unutmuş ayağa kalkmaya çalışmama inanamıyormuş gibi bakıyordu. Sol ayağımı zemine bastığımda kalabalıktan yoğun bir çığlık duyuldu.

  Pençe bakışlarını kalabalıktan çekip bana baktığında sağ kaşından akan kanı elinin tersiyle sildi. "Öleceksin!" diye bağırdı sanki bir boks maçında değilmişiz gibi. Balkondaki takımın ayaklandığını hissettim. Kalabalık belki de ilk defa Black Lock'ın maçında bu kadar çok heyecanlanmıştı.

  Adımı umutsuzca haykıranların sayısı arttığında gardımı aldım. Sol kulağımda dayanılmaz bir ağrı hissediyordum, hep sağ kroşe çalışmış olmalıydı. Dengemi sağlamaya çalışarak yalpaladım ve ona doğru bir adım attım. O da benim gibi gardını aldı ama karşısında neredeyse ölecekmiş gibi duran bir adama vurmaktan çok onun çaresizce çırpınışını izlemek istiyor gibiydi.

  Altın Mızrak, diye düşündüm. Ne zaman, nereye, nasıl vuracağını çok iyi bilen adam.

  Sol ayağımı öne çıkarmaya çalıştım. Etraf hala puslu bir gezegen gibiydi, Pençe'nin bedeninden karşımda iki tane vardı. En az şeffaf olanına vurmaya karar verdim. Sağ ayağımdan kuvvet alıp tüm gücümle sol çengel yumruğu çenesine geçirdiğimde karşımdaki adama yalpaladı ve kalabalıktan büyük bir bağırış koptu. Şu an da ölü bir bedenin içinde mücadele ediyor olsam da bu vuruş oldukça vasattı.

  Bakışlarımı balkona çevirdiğimde Vuslat gözlerimin için umutla baktı. Nefes nefese kalmıştı. Bakışlarımı hızla hasmıma çevirdim ve boşluğundan faydalanıp üzerine doğru yürüdüm. Karnına sol aparkatı geçirdiğimde öne doğru eğildi ama yeterince sert vuramadığım için kendini çabuk toparlayıp şu an en fazla bana zarar verecek yere, sağ kulağıma, sert bir kroşe geçirdi. Gözleri artık tamamen öfkeyle bakıyordu.

  Sağa doğru yalpaladım ve düşmemek için ringi çevreleyen lastiklere tutundum. Üzerime doğru gelmeden önce bakışlarını Polat Yenilmez'e çevirdi. Orada ne gördüyse daha da öfkelenip hırsla yanıma geldi. Yüzüme tüm gücüyle yumruğunu salladığında dirseklerimle yüzümü kapatıp hamlesini bloke ettim. Arka arkaya zincirleme yumrukla yüzüme vurmaya başladığında ona yetişemediğim için darbeler arka arkaya yüzüme indi. Yumruğunu, vurmak için her geriye çekişinde yüzümdeki kan parmaklarını saran kemik rengi sargıya bulaşıyordu. Ondan kaçmaya çalıştım ve ama yumrukları beni bırakmıyordu. Dayanılmaz bir acı yüzümden tüm bedenime dağıldı. Dengemi sağlamak git gide daha da zorlaşıyordu. Dirseklerimi yüzüme siper edip kapamaya çalıştığımda düşmek üzereydim.

  Tüm gücünü bir anda üzerime çullanarak harcadığı için nefes nefese kalmış bir şekilde yumrukları eski şiddetini kaybetti. Bu boşluğundan faydalanıp ondan kurtulduğumda hakem hala yere yığılmamama şaşırmış bir şekilde bana baktı. Gözleri yere devrilmem için yalvarıyormuş gibi geldi. Ölmek istemiyorsan, devril.

  Bunu bir daha Vuslat'a yapmalarına izin veremezdim. Bir kez daha hayatındaki adamın ruhunu ringde bırakamazdı.

  Hiç beklemediği bir anda ileriye atılıp sağ kroşeyi şakağına geçirdiğimde acıyla haykırarak geriledi ve gardını korumak yerine yumruğu hazırladı. Boksta düşüncelerinin seni karların arasında bir trene sürüklemesine karşı koyamamandan sonraki en büyük hata; gardını almamaktı.

  Yaptığı hatayı son anda fark ettiğini hissettim ama artık çok geçti. Yüzünü ardı arkası kesilmeyen yumruk zincirine maruz bıraktığımda kalabalık coşkuyla bağırdı. Tenimi kaplayan terin saçlarımdan damladığını hissettim. Kendimi kaybetmiş gibiydim. Yumrukları arka arkasına yüzüne geçiriyor ve git gide dağılan yüzüne bakmama rağmen kendi yaptığım harabeyi görmeden diğer yumruğumu hazırlıyordum.

  Ve sonunda durdum.

  Yorulduğum için mi, yoksa ona acıdığım için mi olduğunu bilmediğim bir şekilde durdum ve bilincini kaybeden gözlerinin yavaşça kapanıp bedeninin yere serilmesini izledim. Hayat bir anlığına durmuştu sanki. Gözleri de dâhil vücudunun her yerinden kan fışkırıyordu ve eti tıpkı benim yüzümde olduğu gibi şişmişti. Bedeni gürültüyle yere çarptığında salondan büyük bir bağırış koptu.

  Kulaklarımda hissettiğim acıyla ellerimi üzerlerine kapattım ve sesi duymamak için kendimi zorladım. Yalpalayarak geriledim. Bu lanet yerden çıkmak istiyordum!

  Bedenim hiç olmadığı kadar ağır geldi bana. Ses sanki ucuna zehir bulaştırılmış oklar gibi mızraklardan başarıyla çıkıyor ve sağ kulağıma saplanıyordu. Ağrı şiddetini o kadar arttırdı ki acıyı beynimde hissettim.

  Bilincimi kaybetmeden önce duyduğum son şey hakemin heyecanlı sesi oldu. "NAKAVT!"

Sansar

  Kollarımın arasındaki zayıf bedeni yatağın üzerine bıraktığımda yatağına kavuşmayı bekliyormuş gibi kollarını hemen yastığın üzerine bıraktı ve anlamsız bir şeyler mırıldanıp yorganını aradı. Yorganı bedeninin altında kaldığı için ses çıkarmamaya çalışarak yatağının hemen karşısındaki gardırobu aralayıp içinden koridordan yansıyan ışığın altında mor gözüken battaniyeyi alıp üzerine bıraktım. Boynuna sarılmış saçlarından kurtulmak için yastığın üzerinde başını hareket ettirdi. Sonunda kendine uygun bir pozisyon bulduğunda rüyasına kaldığı yerden devam etti.

  Üzerine doğru eğilip alnına değen bir tutam saçı yüzünden çekerken uykusunda gülümsedi. Doğrulup gardırobun kapısını kapatmak için döndüğümde rafta duran asker montunu gördüğümde bir an durup monta baktım. Nedense montumu onun dolabında görmek beni belli belirsiz gülümsetti. Dolabın kapağını kapatıp odadan çıktım ve ses çıkarmamaya dikkat ederek kapıyı kapattım.

  Daire kapısını açıp apartmanın yeni silindiği belli olan mermerlerinin üzerinde duran kirli bardaklarımızı alıp mutfak tezgâhın üzerinde bıraktım. Cebimden çıkardığım telefonun ekranına bakarken saatin gecenin üçü olduğunu gördüm. Atlas maçı bitince depoya gideceğini söylemişti ama eğer orada olsaydı şimdiye kadar kırk kere Doruk Paşa beni arar ve neden hala orada olmadığım konusunda zırvalardı.

  Telefonu cebime atarken tezgâhın üzerinde duran iki bardağa tekrar baktım. Porselen kupanın içi kahve lekeleriyle kararmıştı, onun yanında duran cam bardağın dibinde kehribar rengi çay kalıntısı duruyordu. Biri Sena'nın, diğeri benimdi. Bir an bana iki kişilik bir hayatı hatırlattı. Ben her zamanki gibi çay içiyordum, o da kahve. İki bardak vardı, iki hayat.

  Düşündüğüm şeyi zihnimden uzaklaştırmak için belli belirsiz kafamı sallayıp buzdolabına mıknatısla yapıştırılmış kâğıdı aldım. Üzerinde dışarı çıkarken okunması gereken bir dua yazıyordu. Kâğıdın boş kalan kısmını koparıp kalem aradım. Burası bir öğrenci evi sayılırdı, mutlaka en olmadık yerden kalem çıkması gerekmiyor muydu?

  Öğrencilik işlerini çok geride bırakmış biri olarak kalem arayan gözlerim mutfak masasının üzerinde duran renkli derginin şişkin sayfalarına takıldı. Dergiyi elime alıp kaldığı sayfanın arasına konmuş tükenmez kalemi aldım. Dergi makyaj malzemesi, parfüm, kolye gibi ıvır zıvırlar için basılmış bir katalogdu. Gözlerimi devirdim. Bundan ne anlıyorlardı?

  Kâğıda notumu yazıp iki bardağın arasına sıkıştırdım.  Kalemi aldığım sayfaya bıraktım. Koridorun lambasını kapatıp evden çıkmadan önce geride bıraktığım nota bakıp gülümsedim.

  Bedenim evin sıcaklığına alıştığı için apartmana çıktığı anda üşüdü. Her zamanki hızlı adımlarımla merdivenlerden aşağıya inerken soğuğu unuttum. Yeşil kapüşonumu başıma geçirirken kot pantolonumdaki telefonum titredi. İçime aniden dolan huzursuzlukla telefonu cebimden çıkardım. Ekranda Vuslat'ın adını görünce hızla telefonu açıp kulağıma götürdüm. "Vuslat," dedim şaşırarak.

  "Sansar." Sesi ağlamaklı geliyordu. "Buraya gelir misin?"

  Adımlarımı hızlandırırken "Nerdesin?" Diye sordum. "İyi misin sen?"

  "Atlas," dedi hıçkırarak. Derin nefes aldı sakin olmaya çalışır gibi. "Benim daha önce kaldığım hastanedeyiz. Buraya gelir misin?"

 "Tamam, hemen geliyorum." Telefonu hızla kapatıp pantolonumun cebine koyarken adımlarımı hızlandırdım ve koşar gibi sokaktan çıkıp karşıya geçtim.

Doruk

  Deponun içi git gide buz tutuyormuş gibi soğuduğunda ellerimi montumun cebine sokup oturduğum sandalyede iyice büzüştüm. Gözlerim cılız ışığın altında haritadaki işaretlenmiş bölgelerin ve kurşun kalemle not tutulmuş yerlerin üzerinde gezinirken görüşüm git gide bulanıklaştı. Ağır bir uyku ziyaretime geliyor gibiydi. Esnerken kollarımı geriye uzattım ve uykuyu kovmak için yüzümü tokatladım. İki hafta, diye fısıldadım içimden. İki hafta sonra Gümüş'e girecektik. Bunu yapmalıydık. Zamanı gelmişti artık.

  İnatla kapanmaya çalışan göz kapaklarımın el verdiği kadar bakışlarımı son kez planda gezdirmeye çalıştım. Düşüncelerim sanki uyku mahmurluğuyla savunmasız kaldığım bu anı bekliyormuş gibi birden üzerime çullandı. Gözlem yeteneğim veya düşünce tahmin etme gibi özelliklerim olmasa da zihnim Gümüşpala'yı gördüğüm her bir anın üzerinden geçti, ona dair bir ipucu yakalamaya çalıştı.

  Gözündeki güneş gözlüklerini çıkardığı oldukça nadir anlardan birinde bakışlarını bana çevirdiği ilk anı hatırladım. Dudaklarında ölümcül bir gülümseme belirdiğinde zihnimde düşünceye dair ne varsa hepsinin tuzla buz olup tamamen kendini acıya bıraktığı o an. Bakışlarını üzerimden çektiğinde güneş gözlüklerini taktı. "Doruk," dedi henüz tanışmamamıza rağmen. "Aramıza hoş geldin."

  Onu gördüğüm ilk anın üzerinden aylar geçtikten sonra ani bir telefonla verilen adreslere, Gümüşpala'nın konuşmayı bilmeyen itaatkar adamlarına ve her gün ortada dolanan çanta dolusu para yığınına alışmıştım. Kim olduğunu bile bilmediğim bir adamı yakalayıp ona getirdiğimde odasında bizi bekliyordu. Adamı yere fırlattığımda Gümüşpala'nın pahalı ayakkabılarından sadece birkaç adım öndeydi, korkuyla bakışlarını Gümüşpala'ye çevirdi. "Yemin ederim," dedi ağlamaklı bir sesle. "Bu benim yapabileceğim bir iş değil. Tıfıl'a da söyledim. Bu iş beni aşar." Adam yalvarmaya ve ona söylenen iş her neyse yapamayacağına dair yeminler etmeye devam ettiğinde Gümüşpala adama başıboş bir bakış attı. Adam acıyla gözlerini kaçırmaya çalıştı ama o soğuk gözler bir kez içine hapsettiyse eğer zihnini, o istemeden asla kurtaramazdın.

  Hayır, diye mırıldandım zihnimdeki görüntüyü geçerken. Bu anda da hiçbir şey yoktu.

  Hiçbir şey, dedi düşüncelerim. Kendini ele verecek hiçbir şey yapmadı. Yapmıyor.

  Yapmış olmalı, diye direttim kendi kendime bunu istediğim için mi yoksa gerçekten de yaptığına inandığım için mi olduğunu bilmeden.

  "Tıfıl," diye fısıldadım kendi kendime. Sadece birkaç kere görmüştüm. Hiç konuşmayan ayaklı bilgisayar. Ondan işimize yarayacak bir şeyler çıkar mı diye düşündüm ama zihnim anında bundan da vazgeçti.

  Yemek yediğimiz o saçma geceye gittim. Çin lokantası ve kırmızı ambiyans. Soğuk ve kesinlikle samimiyetsiz masa. Gümüşpala'nın özenle masadaki mendili havada sallayıp hiçbir leke bulunmayan dudaklarına bastırışını hatırladım. "Bir sorun mu var?"

  Sesini sanki o andaymışım gibi duyunca irkilip gözlerimi kırpıştırdım. Tüm uykum donuk bir telaşla uçuştu. Adamın sesini bile hatırlamak nasıl bu kadar ürkütücü olabilirdi ki?

  Derin bir nefes alıp tekrar o geceyi düşünmeye çalıştım. "Farkı mı bilmek istiyorsun?" diye sordu Atlas'a, tıpkı az önceki gibi ürkütücü ve soğuk bir sesle. "Tek fark var: Hırs. Eğer gerçek dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilseydin bana hak verirdin."

  Etrafımızda dolanan garsonların karo zemin üzerinde bıraktıkları adım seslerine kadar o geceyi tamamıyla hatırlamaya çalıştım. Gümüşpala'nın çok kısa bir an Vuslat'a dönen bakışlarını hatırladım, ilk defa karşılaştığı çoğu insana yaptığı gibi Vuslat'ın zihnini incelemiş olabileceğini düşündüm ama bunu fark etmek bana hiç bir şey katmadı. Umutsuzca elimi saçlarıma götürüp etrafıma baktım. Birkaç saat sonra güneş doğacaktı.

  Bir şeyler bulmak ümidiyle tekrar zihnimi taradığımda zihnim bana şu an çok ihtiyacım olduğunu bildiğim ama bunu hatırlamanın hiç de sırası olmadığı şeyi sundu: Selin'in yorgun ama konuya hâkim bakışları. Başımı iki yana sallarken hayır diye fısıldadım içimden. Ona kapılma.

  Selin Bakışlarını Gümüşpala'ya çekti ve gözlerinde birden beliren meraklı ve araştırmacı bir sesle "İki Başarlı kimyager, deli dolu bir tıp öğrencisi, yasadışı işlerle uğraşan ve onlarca ödülü olan bir fizikçi," dedi konuyu toparlayıp. "Bu kadar sağlam bir ekip nasıl oluyor da tedaviyi bulamıyor?"

  Gümüşapala'nın gözleri hayranlıkla parladı. "Harika bir soru." Selin'in, içi hüzünle dolu sıcak gözlerinin aksine Gümüşpala'nın soğuk ve acımasız gözlerinden hayranlıkla beraber tuhaf bir heyecan geçti. Selin çok ilginç bir noktaya parmak basmış gibi. Devamını hatırlamaya çalışırken düşüncelerim kendinden geçmiş gibi odaklandı. "Olmayan bir şeyi bulamazsın."

  Sena'nın kaşlarını çatışını ve her zamanki asi sesiyle Gümüşpala'ya açıklama bekler gibi bakışını belli belirsiz hatırladım. "Madem tedavi yoktu, neden tedavi olmamamız için bizi tehdit ettiniz?"

  "Ortada ufak bir ihtimal de olsa bunu yok sayamazdım. Deneklerimi kaybetmemek için her şeyi yaparım."

  Zihnim neredeyse camımı yakacak kadar büyük bir heyecanla BİNGO, diye bağırdı. İhtimal?

  Sandalyeden fırlayıp nereye adım atacağımı bilemeden olduğum yerde bir iki adım atıp öne gittim. "İhtimal," dedim sesli bir şekilde. Heyecanla öne doğru attığım adımları geri aldım. Gümüşpala ihtimaller üzerine hareket etmezdi!

  Üzerimdeki montun cebinden telefonu çıkarıp Sansar'ı aramak üzereyken telefon benden önce davranıp kısa bir melodiyle çaldı. Sansar'ın mesajını açmak için parmağımı telefonun ekranına değdirdiğimde deponun demir kapısı uğursuz bir gıcırtıyla aralandı. Bakışlarım tedbirle kapıya döndüğünde elimi çoktan masanın altına uzanmıştı.

 Paslı ve eski kapının eşiğinde beliren takım elbiseli adam gece olmasına rağmen taktığı güneş gözlüklerinin arkasından bana bakarken dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi. "Güzel bir gece, ha?"


- Destvd

Continue Reading

You'll Also Like

MAHKUM By yağmur

Mystery / Thriller

1.7M 96.5K 31
Azılı bir suçlu. Masum bir doktor. Ve bu onların aşka düşüş hikâyesi. (01.08.2019)
23.2K 4.5K 31
Huzurla yaşadığın evinde yalnız mısın gerçekten? Hiç tanımadığın ve sokakta gördüğünde yüzünü çevirdiğin biri ile paylaşmak ister misin? Peki ya on...
12:30 SEANSI By damy

Mystery / Thriller

1.5M 97.7K 49
[WATTYS 2022 KAZANANI] Parmağı omzumun üzerindeki belli belirsiz benlere dokundu. Ardından köprücük kemiğime kaydığında dudaklarım, bir nefese muhtaç...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

61.7K 2.2K 35
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"