SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.6M 442K 411K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

LXX-engellenemeyen kader

35.7K 3.3K 773
By bosverdilan

Ben geldim!

Öncelikle hiç haberi olmayanlar vardır diye son iki haftamızın özetini geçmek istiyorum. Bir kitaplaşma yoluna girdik ve bunu uzun uzun bir önceki bölümde- benim adımı taşıyor bölüm- anlattım. Oraya bakabilirsiniz ya da instagram hesabıma (dilanduurmaz) gelip kapağımızı görebilir, diğer gelişmelerden haberdar olabilirsiniz ama benim kesinlikle isteğim önceki bölüm açıklamasına bir göz atmanız.

Sonrasında süreç güncellemesi adına, dün kapağımız paylaşıldı. Kitabımız son okumadan döndü ve en kısa zamanda baskıya gidecek. Sonrası kavuştay! İmza günlerine geleceğim size ait olan defterimle, deftere bir şeyler yazmak için gelin olur mu?

Bölüm sonunu okumayı unutmayın olur mu?

Keyifle okuyun!


"Efsun son kez soruyorum ne hissediyorsun?" dedi. Bilmiyordum, artık bilmiyordum. Tam bu noktada her şey belliyken bilmiyordum ve dudaklarımdan dökülenler bilinçli değildi. Dudaklar akılla bir çalışırdı ama şu andan itibaren yalnızca kalbimle birleşmişti. Ben de konuştuktan sonra duyuyordum.

"Kız mı?"

Yedi hafta olmuştu yaban mersininin varlığını öğreneli. Yedi haftadır erkek hissediyordum. Bazı anlar tereddütteydim bazı anlar emindim ama hiç içimden başka bir cinsiyet geçirmemiştim. Erkek diyordum. Gördüğüm tüm rüyalara rağmen içimde kuvvetli bir his erkek diye tutturmuştu.

Fetih'in bakışları bana indi. Haftalardır duymak istediği şey şu an çıkmıştı ağzımdan. Sesim titremiyordu ama yastığın üzerine gözyaşım süzüldü. Ağlamıyordum, sadece gözlerimin de kendini hissettirmesi lazımdı. Elif hoca bir bana bir Fetih'e baktı. Defalarca kez. Heyecandan midemin bulanacağı kadar.

"Kız mı hissediyorsun?" dedi titrek bir sesle. Göz bebeklerindeki titrekliği ben ne yaparsan unutmaz ve nasıl betimlersem doğduğunda ona anlatabilirdim? Bilsin istiyordum. Bir ihtimal bile babasına tüm dengesini şaşırtmıştı. Ve bilsin istiyordum babası bu dünyadaki en dengeli insanlardan biriydi. Tamam... En azından yerine göre. Başımı varla yok arasında salladığımda iyice takati kalmadı. Fetih dayanamadı alnını alnıma yasladı bir yerden sonra dudaklarını bastırdı şakağıma ve Elif hoca yeniden konuşana kadar tenime en yakın yerde soluklandı.

"Anneliğin kutsal olduğunu en çok nerede anlıyorum biliyor musunuz?" dedi. "Bu son soruya yanlış cevap veren anne adayım hiç olmadı benim." Kalbim heyecandan durmadı ama bir bebeğin cıvıltısını duydum içimde. Bir bebek. Fetih'in teni tenimden uzaklaştı ve doktorumuza baktı. Odada dört kişiydik. Sadece iki kişi nefes alıyordu. Çıkaracağımız en ufak gürültü bu cümlenin önüne geçecek sanıyorduk sanki. Anne baba olmak böyle bir şey miydi?

"Tebrik ederim güzeller güzeli bir kız bebeğimiz geliyor."

Bir kız bebek...

Fetih'in sıkıca tuttuğu elimin gevşediğini hissettim. Bir anahtarın yuvasına oturması gibi bir yerleşme hissettim rahmimde. Bana tutunduğunu en başından beri hissediyordum ama yerine bu kadar yerleştiğini şimdi hissettim. Fetih'e bile bakamıyordum. Elif hoca yavaşça ekranı bana kadar çevirdi. Korkuyla oraya baktım. Neden korktum onu bile bilmiyordum. Onu ilk gördüğümde bir keseden ibaretti görüntüsü. Oradaydı ve evet, bir kız bebekti. Kendini gizlememişti tek bakışta anlayacağım kadar netti.

"Kız mı Efsun?" dedi Fetih. Bende oturan anahtar onda henüz oturmamıştı. Beni bekliyordu sanki. Ucuna yerleştirmiş ama itemiyordu. Benden gelecek onayı bekliyordu.

"Kırıcı oluyorsun ama Fetih."

İkimiz de Elif hocaya bakmadık.

"Kız mı?" dedi yeniden kısık sesle. "Hı? Görebiliyor musun sen?" gözleri olabildiğinde küçülmüş, o küçük bedeni görmeye çalışıyordu. Elimizde olan resimlerine de evdeyken gözlüklerini takıp öyle baktığını görmüştüm.

Dudaklarım konuşamayacağım kadar aşağı büzüldü. Kelimelerin ulaşamayacağım kadar uzakta olduğunu farkına varınca başımı salladım. Parmak ucumla artık neredeyse on yaban mersini kadar olmuş büyüklüğü gösterdim. Sessiz kaldı bir süre. Aynı yere bakıyorduk.

"O mu?"

Başımı salladım. "O."

"Ben sizi yalnız bırakayım."

Elif hocanın çıkışıyla ekranın önündeki boşluğa geçti hızla Fetih. İkimiz de tek bir noktaya bakıyorduk. Gözüm bir kez ayrıldı, Fetih'i gördü. Bükülmüş kaşları, çökmüş omuzlarıyla ekrana bakıyordu. Onun omuzlarının çok çöktüğünü görmüştüm. Pişmanlıktan, mahcubiyetten, vefadan, minnetten, utançtan... Bu sefer peki?

"Kız mı şimdi?" dedi bir kez daha. O da kızından kopabildi ve bana baktı. Ben sanırım, kaç sene geçerse geçsin, ne yaşarsak yaşayalım Fetih'in gözlerinin dolmasına alışık olamayacaktım. Her seferinde sarsılacak, kendimi kötü hissedecek ve ne yapacağımı bilemeyecektim. Başımı sallarken ağzımdan minicik bir hıçkırık kaçtı elimi örttüm ama gülüşümü de gizlemiş oldum. Sanırım bana olan şey ona da olacak diye korktu ve ekrana baktı, eğildi. Parmakları hızlı hızlı çenesine vuruyor bazen dudaklarını buluyor, baskı uyguluyordu. Çenesinin titrediğini gizleyemiyordu ama ne yaparsa yapsın.

"Ettiğin bütün dualar, temiz kalbin sayesinde kabul oluyor biliyor musun?"

Fetih'in kalbinin benim kalbimden daha temiz olduğuna inanıyordum. Bir şeyi öylesine kalpten diliyordu ki yaradanın onu reddetmesi mümkün olmuyordu galiba. En hızlı onun duaları ulaşıyordu. Yine de benim yanımda çenesini bir çocuk gibi titretmemeliydi. Ettiği her duanın kabul olacağını bilmeli, artık bunu kabullenmeli ve zamanı geldiğinde böyle kirpik ıslatmamalıydı.

Güldü mü ağladı mı, hıçkırdı mı kahkaha mı attı bilemedim. Yüzünü yere eğerken "Ooof!" dediğini duydum. Bu da onunla özdeşleşmiş bir nidaydı. Canı çok yandığından kullanırdı. Ama şimdi? Her şey olduğu şekli koruyup yer değiştiriyordu sadece. Ansızın yerinden kalktı ve odanın neresine gideceğini anlayamadı. Bir peçeteye uzandım ve karnımı sildim ve oturur vaziyete geldim. Ellerini ensesine bastırdı ve tavana baka baka yürüdü. "Of, of, of!" Oturduğum yerden onun sevincini izlemekle ekrana bakmak arasında gidip geliyordum.

"Allah'ım sana şükürler olsun," dedi. Yerinde durmuyordu, başım dönüyordu onu takip etmeye çalışırken. "sana şükürler olsun."

Yüzünü sıvazlıyor, şükrediyor, senelerdir içinde bekleyen korkunun yok oluşunu kutluyordu. Köşemde, kızımla babasının bu sevincinin son bulmasını bekliyorduk. Fetih bizi fark edene kadar Elif hocanın kaktüslerini düşürdü. Müdahale de edemedim, bölünecek gibi değildi. Göz göze geldiğimizde "Efsun." dedi.

"Kaktüs düştü."

Burnumu çektim bunu söylerken. Ağladığımı farkında değildim. "Efsun." dedi üstüme yürürken. Sarılacağını anlayınca kalkmak istedim. Boyum biraz kısa geliyordu, basamağa basıp inmeyi düşündüm ama harekete geçemeden belimden tutuldum. Ayaklarım hiç yeri bulmadı bile. Kollarımı hızla Fetih'in boynuna sardım. Başım zaten dönüyordu, bir de havalanıp dönme dolaba binince iyice allak bullak oldum. Bacaklarımı dizlerimden kırmış arkaya doğru bükmüştüm. Gözlerimi sıkıca yumdum yoksa midem de bulanırdı. Tüm bu dengesizliğe rağmen gülüşlerim ben döndükçe odanın içinde su dalgası gibi yayılıyordu.

Adını söyledim birkaç kez ama o ne zaman durmak isterse o zaman durdu. Ayaklarım yere bastığında midem bulanıyor başım dönüyordu artık. Önüme dökülmüş saçlarımı çekerken gözlerimi açamadım, dünya etrafımda dönüyordu hissediyordum.

Yüzümü avuçladı alnıma bastırdı dudaklarını. Nasıl oldu da onun başı dönmedi bilmiyordu. İki yandan gömleğine tutunuyordum korkudan. Tutardı da, iki kişilik düşünmek iki kişilik önlem gerektiriyordu artık. "Fetih."

"Fetih size ölsün."

Söyleyeceğim şeyi unuttum.

Gözlerimi yavaş yavaş açtım, görüntü netleşmeyene kadar sadece gömleğinin düğmesine baktım. Gözlerine baktığımda pür dikkat beni izliyordu. Seneler gördüm gözlerinde, geçip giden seneler. Beni ilk tanıdığı günden bugüne kadar olan her şey. Bugünü göreceğine çok inandığı, bugünü göreceğine biraz bile inanmadığı günler... Ona onu sevdiğimi söylediğim günler ve ondan gittiğim günler. Benimle çocuk hayali kurduğu günler ve benim hayalimi bile kurmadığı günler.

"Fetih bize yaşasın." diye düzelttim onu. "Fetih bu saatten sonra sadece yaşasın, ölmekten de bahsetmesin."

Babamın ölüm kelimesini benim yanımda kullandığını hiç hatırlamıyordum. Babam benim yanımda ölmüştü ama benim yanımda ölüm dememişti hiç. Ölümün ne olduğunu bilsem, o gece ben de ölmeyi dilerdim belki. Bir çocuğun duymaması gereken bir kelimeydi nezdimce ve Fetih kulakların ne zaman onu duyacağını biliyordu.

Evliliğin bakışarak anlaşma kısmına sahiden varmıştık biz. Ne düşündüğümü hissetti sanki. Hissetti de öyle yutkundu. Saçlarımı sevip öperken yine de içindeki o dürtüden vazgeçmedi. "Kurban olurum sana." dedi. İllaki kendini bir yerde feda edeceğini dillendirmeliydi aksi halde içi rahat etmiyordu.

***

Toz pembe yeni doğan patiklerimiz sehpanın ortasında dururken oturduğumuz yerde onu izliyorduk. Geliyorduk aslında eve, aklımıza aniden arabayı köşeye çekmek ve bir mağazaya girip bu minik patikleri almak yoktu. Konuşarak da anlaşmamıştık. Bir bebek mağazasının önünden geçiyorduk, trafik ışığının yanmasını bekliyorduk. Birbirimizi dürtülemeden o bebek mağazasına bakarken ben ışık yandığında Fetih'in direksiyonu kıracağını biliyordum. Arabadan inerken ve elini tutarken nereye gideceğimizi de biliyordum. Tek bir parça almıştık. Çok şey içinde eleyip çok şey almak isteyip almamıştık. Amacımız alışveriş yapmak değildi. Sadece elimizde ona ait daha somut bir şey istemiştik. Ki zaten o ilk parçaya da karar vermek neredeyse bir saatimizi almıştı. Çalışanlar artık bizden nefret edip lanetler okurken Fetih son saniye bıraktığı çok şey alsak cebimizden çıkacak olan paraya eşdeğer bir bahşişle insanların bizden nefret etmesini engellemişti.

Avuç içlerimi çenemin altına sabitlemiş patikleri izliyordum. Minicik ayaklar gözümün önüne geliyor ve bir doktor değilmiş gibi etkileniyordum bu durumdan. Nereden nereye geliyordu insanoğlu. Ne büyük kudretti.

"Efsun."

"Fetih."

"Ayakları bu kadar küçük mü olacak?"

Buna ben bile sorguluyorken Fetih'in sorgulamasına şaşırmadım. İnsan kendi başına gelmeyen çoğu şeyi normal sanıyordu.

"Daha küçük olacak muhtemelen."

O an el terliğinin içinde olan ayaklarına baktı. İşte bunu yapmamalıydı. Ayaklar sorun olmazdı da elleri arasındaki farkı görse delirecek gibi olurdu. Muhtemelen bedeninin yarısını, hatta belki fazlası Fetih'in bir karışına denk gelecekti. Yine sustuk ve patiklerimize baktık.

"Ben bunları çalışma odasındaki masaya almak istiyorum." Bir sehpanın üstüne alıp izliyor oluşumuz bile yeterince garipken daha da garibi geldi. "Gerçekten mi?"

"Senin fotoğrafının yanına koyarım."

Aklımda belirdi bu görüntü. Çalışırken devamlı gözü benden patiğe kayıyordu, çok geçmeden gülerken buldum kendimi. Ya da... Ya da bana değil artık sadece patiğe bakacaktı. Çenemdeki ellerimi bozmadan ona baktım. Gülüşüm yavaş yavaş söndü. Gerçekten böyle mi olacaktı? Ama bana da bakmalıydı çünkü patiğin sahibi benim içimdeydi. Peki bana bakmasının tek sebebi Yaban Mersini miydi? Dehşete düştü bakışlarım.

"Tamam koy, bir bana bir ona bakarsın." dedim. Tepkisini kaçıracağım diye gözlerimi bile kırpmıyordum.

"Bakarım." dedi keyifle ama bunu söylerken bile sadece patiklere bakıyordu. Susacaktım aslında ben de sadece patiklere bakacaktım ama Karabaş o kadar çok konuştu ki tetikledi beni yine konuşasım tuttu.

"Hem bana hem ona mı yoksa sadece ona mı?"

Hayır Yaban Mersini o derken senden değil bir çift patikten bahsediyorum. Sakın yanlış anlama.

Sesimin tınısından mı yoksa başlı başına cümle mi bilmem onun dikkatini tamamıyla dağıttı. Yine Karabaş'ın sesini duyduk bir süre, Fetih'in duraksadığı yerde kaşlarını bükerek bir süre bekleyişini izledim ve sonunda bana döndü. Küçülttüğü gözleriyle pür dikkat bana baktı. Gözlerimi kaçırmak isteyeceğim kadar hem de. Ne düşündü bilmiyorum ama gülümsedi. Bu gülümseme kovalayanı varmış gibi hızla kaçan bir gülümsemeydi. Kaçtığı an zaten yüzü iş ciddiyetine büründü, kaşlarını çattı ve boğazını temizledi. Kararını açıklayacaktı. Bana doğru yaklaştığında kulağıma fısıldayacağını anladım hemen ben de yaklaştım. Söyleyeceğini unutacak gibi acelem vardı.

"Ona bir kereyse sana iki kere."

Bu yakın mesafede, kalbimi nasıl hızlandırdığını bir bilse, geçen onca zamana rağmen üstümdeki tesirini bir fark etse kendine gelemezdi. Ellerim yolunu yurdunu şaşırdı omuzlarım yenilgiyle düştü. "Fetih..." dedim öylece. Yüzü kulağımdan boynuma doğru kaydı.

"Şşşt." dedi yavaş bir sesle. "Aramızda."

Sinemden aldığı kokuyla beni yavaşça koltuğa itti. Bedeni üzerimde değildi ama artık yatar pozisyondaydık. Yüzünü avuçladığımda göz göze geldik. "Aramızda." dedim. "Kızımıza söylemeyeceğim." Yüzünde hayatındaki her şeyi yoluna koymuş tatlı bir gülümseme oluştu. Hafızam bunu kayıt altında tutsun isterdim, her şeyiyle. Her şey bu kadar hallolmuş gibi gülümseyemezdik çünkü biz çoğu zaman. Bu gülümseme bana lazım olurdu bazen kullanmak isterdim ama sanırım hafızam tutamadı.

"Bir daha söyle..."

"Kızımıza söylem..."

"Yalvarırım bir daha söyle."

"Kızımıza..."

İstediği buydu, istediğini aldıkça mest oldu. Koltukta tamamıyla yanıma kıvrıldı avucunu karnıma bir yorgan gibi örttü ve durdu orada. Böyle anlarda artık ağlamak istiyordum. İçimde sonu gelmeyen bir dürtü vardı. Evin bilmem hangi köşesinden yine bir şeye söylene söylene Şeftali çıkageldi. Artık o da çok konuşuyordu ve bunun sebebini Karabaş'la yarışmak olduğunu düşünüyordum ben. Bir dönemi olmuştu ağzından kuş sesi çıkarıp avlama içgüdüsüyle, sinsice Karabaş'a bakıyordu. Her ne kadar biraz hızlı kanat çırpsa korkuyla kaçsa da o içgüdüyü hiç kaybetmemesi beni korkutuyordu. Zamanla bu Karabaş'a cevap vermeye dönmüştü. O durmadan ötüyor, Şeftali durmadan miyavlıyordu, ta ki biri pes edene ya da Fetih birinin yerini değiştirene kadar.

Şimdi yine neye sinirlenmiş söyleniyordu bilmiyorum ama uzaklardan bir aslan yavrusu bize doğru geliyordu. "Buradayız annem." diye seslendim. Görmüyormuş gibi. Hayır sadece sinirini almak içindi. Geldi ve uygun mesafede durup koltuğa atladı. Koynuma doğru girdiğinde onu kucakladım. Henüz karnımla arasında bir bağ yoktu.

"Ne zaman anlayacak acaba hamile olduğunu."

Fetih tam istediği noktadan tüylerini okşuyorken gözleri kısık kısık açılıp kapanıyordu. "Karnım belirginleşmeye başlayınca ama en önemlisi karnımdan sesler duymaya başlayınca muhtemelen."

Hiç anne olmamıştı belki ama anlayacağı an içgüdüyle bana yaklaşacağını hissediyordum. "Bir ses duydu mu karnından ayırmaz artık kulaklarını." çenesine iki yandan baskı uyguladı. "Meraklı."

Bazı videolara denk geliyordum. Hamile olduğunu anlayınca başını sahibinin göbeğine yaslayıp uyuyan kediler, o şişmiş karna dokunan kediler, bebek doğunca o ilk tanışmaları... Bunlara öylesine özeniyordum ki hayalini kurarak uyuyakalıyordum bazen.

"Kardeşiyle çok iyi anlaşacak. Değil mi kızım?"

Fetih her zamanki gibi daha realist davrandı. "Kıskançlık yapacak, durmadan söylenecek."

"İftira atma kızıma."

"Artık devran değişti Efsun, bazılarının pabucu çoktan damı boylad..." hızla dudaklarına dokundum. "Deme öyle." dedim korkuyla. Neredeyse Şeftali'nin kulaklarını kapayacaktım. "Anlasa çok üzülürdü."

"Anlasa böyle bir cümleyi sesli kurmazdım zaten."

Daha sıkı sıkıya sarıldım Şeftali'ye. O da bizim bebeğimizdi. Onun da kakasını biz yaptırmış, biz emzirmiştik. O da benim kokuma muhtaçtı ve ben biliyordum ki çok iyi anlaşacaklardı Yaban Mersiniyle. Kıskançlık da yapmayacaktı hiç.

"Ne zaman söyleyeceğiz insanlara kızımız olacağını?"

"Doğunca öğrenirler."

Gözlerimi kapattım ve sabır diledim. "Şimdi gerçek cevabı alayım."

"Nazar değer Efsun, nazar değer. Doğunca görürler işte."

"Fetih etrafımızda bir kişi bile yok biliyor musun nazar değdirecek?"

Söylemedim ama annesinden bile böyle bir şey beklemiyordum. "Nazar sadece kötü niyetle olan bir şey değil. Gayet iyi niyetli biri bile değdirebilir."

"Ne kadar ayıp bir şey bu düşünce, duysalardı çok üzülürlerdi."

"Kızım için ihanet etmeyeceğim tek bir kişi yok." dedi açıkça.

Ben nasıl doğar doğmaz bir toka takmak istiyorsam birkaç tutam saçına Fetih'in de hızla bir nazar boncuğu takacağını düşünüyordum.

"Sadece nazardan da değil, o Merthan ahlaksızı iki aydır tepemde erkek olacak diye. Hak etmiyor o öğrenmeyi. Neymiş ilk erkek çocuk babasının kaderini yaşarmış da anksiyetemi azdırdı kaç aydır."

Ben de Merthan'la aynı fikirdeydim. Kürşat da erkek hissediyordu ama ne zamanki Fetih'in ailesiyle benzerlik kurularak açıklıyordu biri, işte bu Fetih için histen gerçeğe dönüşüyordu ve dehşetle karşılıyordu.

"Zeliha'nın ne günahı var?"

Cevap vermedi. Zeliha benden her şeyi ne kadar saklarsa saklasın, ben hâlâ ondan hiçbir şey saklamak istemiyordum. "Çok üzülürdü ondan sakladığımızı öğrense."

Eninde sonunda herkesin haberi olacaktı, elbette kimse doğumda öğrenmeyecekti ama en önce ona haber vermek istiyordum ben.

"İyi tamam." dedi ağzının içinde. "Sadece Zeliha ama."

Ve de Emir... O opsiyoneldi. Bunu Fetih bilmiyordu ama Zeliha'ya söylediğimiz her şey Emir'e de ulaşıyordu. Bunu Fetih bilmiyordu. Sinem sıkıntıyla yükseldi ve karnıma ağrılar girdi. Emir ve Zeliha'ya alışıyordum ama Fetih'in bilmeyişine alışamıyordum. Susmam gerekiyordu, onlardan duyması gerekiyordu.

"Tamam sen şu nazar meselesini aşana kadar sadece Zeliha." ben doğuma diye ısrar edecek sandım ama o bambaşka bir şeyden dem vurdu.

"Ben Zeliha'dan bir şey saklamıyorum ama sen Zeliha'yla alakalı bir şeyi benden saklamaya devam ediyorsun." Zeliha'nın evinde o çiçekleri gördüğümüz günden beri ondan bir şey sakladığımı biliyordu ama üstüme gelmiyordu. Eninde sonunda ortaya çıkacağını belirtip köşeye çekilmiş beni zorlamamıştı. Ben zaten biliyorsam korkulacak bir şey olmadığını dile getirmişti.

"Ben senden bir şey saklamıyorum." dedim. "Sen bir şey sakladığımı biliyorsun, o yüzden saklamamış oluyorum."

Kulağımın dibinden alay dolu gülüşünü duydum. "Kendini böyle mi kandırıyorsun?"

"Hayır bu kandırmak değil gerçekler. Şimdi ben senden bir şey saklasaydım ama sen bilmeseydin senden gerçekten bir şey saklardım ama sen benim senden bir şey sakladığımı bildiğin için bir şey saklamış olmuyorum."

"Akıl hocan Sokrates mi?"

"Ha ha..." dedim gülmekten uzak. Hemen bu konuyu kapatmalıydım yoksa nefessiz kalıp kaçarak uzaklaşacaktım. "Ayrıca bizim evli olmamız, birbirimizin gözüne bakınca bir şeyler sakladığımızı anlamamız ikimizin ayrı ayrı birey olduğu gerçeğini değiştirmiyor ki? Birbirimizden başkalarıyla alakalı durumları gerek görürsek saklayabiliriz. Her şey sonuçta bizim özelimiz değil."

"Öyle mi Efsun Hanım?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Zeliha'yla Emir'in kafasını birbirine vuracaktım. "Öyle Fetih Bey." dedim ben yine de.

***

Ben ne zaman karşımdaki insana "Sen giderken ben dönüyorum." diyecek kadar büyümüştüm bilmiyordum ama karşımda iki büklüm olmuş Zeliha'ya söyleyeceğim başka cümle de yoktu. "Yanında Emir olduğunu farkındayım Zeliha boşuna gizlemene gerek yok."

Öylesine kendini ele veriyordu ki bir de şu an Emir'in hangi koltukta oturduğunu bile hayal edebiliyordum. "Ayrıca Emir beni duyuyorsa, ki duyuyor, selam vermemesi hiç hoş değil. Huyu suyu çok değişti onun." dedim. Ağır konuşmak istiyordum. Üzülsünler, gece başlarını yastığa koyduklarında beni düşünsünler istiyordum ama birbirlerini düşündüklerini biliyordum. Zeliha mırıl mırıl bir şeyler söyledi ve yakalandığını anlayınca daha net baktı gizlediği yere.

"Selam vermemek değil de..." dedi ve Emir'in ona yaklaştığını görmeden fark ettim zaten.

"Selamın aleyküm yenge." dedi ve arkadan bir beden gözüktü. Zeliha'nın oturduğu sandalyenin arkasında dikildi ve telefona eğildi. Yüzünde o mahcup gülümsemeyle düğme ilikledi karşımda. Önümde düğme ilikleyecek kadar saygısı sürüyordu ama artık sevgisinden emin değildim.

"Aaa!" dedim şaşkınca. "Emir sen de mi oradaydın? Hiç sesin soluğun çıkmıyordu, yoksun sandım."

Beden dilim de şaşkınlığımı abartılı bir şekilde destekledi. Ağzım kocaman açıldı kollarımla beraber. "Yenge ben Zeliha'yla arandaki muhabbete girmek istemedim, şey olunca... Konuşma bitince tabi ki sana selam verecekti..."

"Cin olmadan adam çarpmaya çalışıyorsunuz ya en çok o kızdırıyor beni."

Bu büyüyüşüme yeni cümleler de eklenmişti. Emir ve Zeliha duydukları sözle birbirine bakakaldılar. Ben de ekrandan kendime. Gözlerim iri iri açıldı.

"Efsun abla." dedi Zeliha. "Korkutucu bir boyutta abime benzemeye başladın." Onlara bakakaldım. Emir tutulmuş yorum yapmıyordu. "Hamilelikle alakalı bir şeyse, bebek de abimin huyunu suyunu alacak mı demek bu?"

Tıbbi ve pratikteki her bilgimi sorgulamaya başladım. Fetih'e benzemem kaçınılmazdı ama dilde değil davranışta benzediğimi sanıyordum ben. Mesela eskisi kadar dağınık değildim. Mesela acıyla daha iyiydi aram.

"Ay hayır ya." dedi Zeliha. "Hayır bak gerçekten hayır. Abim kötü demiyorum ama elimizde senin gibi bir anne figürü varken abime benzemesin. Yani benzesin ona da benzesin ama Karadere erkekleri biraz şey oluyor." dedi ve durdu. Doğru cümleyi kuramadı ama ben onu anladım. Daha öncesinde Karadere ailesi biraz şeydir diyerek takılı kalmıştım. O şey çok kalabalıktı...

Yine de Fetih'i savunmaktan geri dönmedim. "Abin bunları duysa çok üzülürdü. Umarım abine benzer huy olarak ayrıca."

Birkaç huyu hariç ben tamamen ona benzemesini istiyordum. Kavgacı olmasaydı, sevmediği insanları bakışlarıyla yerle bir etmeseydi ve ağzı bozuk olmaya meyilli olmasaydı yeterdi. Başka bir şey istemiyordum, tamamıyla bir küçük Fetih doğurmaya ve ömrümün bir diğer yarısını ona vermeye razıydım.

"Her gün başka birini döverek eve gelen bir erkek çocuğuna gerçekten hazır mısın?" dedi ve dediği gibi elini ağzına örttü. Hızla Emir'i dürttü ve ona baktı. Bunu yaptığını belki farkında bile değildi. Duygusu pik noktasına ulaşınca ilk kime bakıyorsa insan biraz da ona karşı bir aitlik hissederdi. Benim çok üzülünce ya da çok mutlu olunca Fetih'i aramama benziyordu bu.

"ERKEK ÇOCUK DEDİM EMİR! ERKEK DEDİM! ALLAH SÖYLETTİ, ERKEK DEDİM!"

Emir'in koluna tutunmuş sarsıyordu adamı. Emir'in yüzündeki gülümsemeye baktım. Zeliha'nın coşkusunun altında hiç kalmadı, abartma demedi ya da. Aynı yükseklikte tepki verdi. Tepkilerini bölmedim. Önümde aniden flörtleştiler hatta. Zeliha aniden hissederim değil mi Emir, değil mi, değil mi diye tekrarladı defalarca kez, işve cilveyle. Emir de hiç altta kalmadı bebeğin cinsiyetini erkek diye açıkladı. Hatta yüzlerinin birbirlerine yaklaştığını bile gördüm ama ansızın ekranın karşısından aralarına bir el girmiş gibi birbirlerinden ayrıldılar ve Emir yeniden düğme ilikledi.

Hayır, öpüşselerdi de bir şey yapmayacaktım... En fazla rahatsız olmasınlar diye ekranı kapatırdım. Fesu...Efsun kendine gel!

Birkaç saniye bana bakamadılar bile hatta birbirlerinden uzaklaştılar biraz. Çok aptallardı. O kadar aptallardı ki ne yapacağımı bilmiyordum.

"Biz şey olduk... bir an heyecanlandık."

Emir suspustu. Hiçbir şey söylemedi, bana da bakmıyordu zaten. "Erkek olduğuna mı karar verdiniz?" diye sordum. Özellikle Emir kız arkadaşına öylesine güvendi ki bu konuda kesinlik bildiren cümleler kurdu.

"Aniden ağzımdan öyle çıktı ya ben de sanırım erkek diyorum. Böylelikle kız hisseden bir tek abim kaldı. Yenildi bence... İddiaya gireceğim. Hepimiz yanlış hissediyor olamayız. Değil mi Emir?"

"Ben de erkek diyorum..." dedi biraz çaresiz bir sesle. Eskiden olsa Fetih'in söylediğini savunur, aksini hissediyorsa da hayırlısı der aradan çekilirdi artık öyle değildi. Emir değişmişti. Emir'in doğruları, Emir'in yanlışları, Emir'in yönü değişmişti ve bu uzun zamandır benim gözümün önündeydi. Ben fark edememiştim.

"Demek iddiaya gireceksin." dedim.

"Sadece ben değil ki Kürşat da. Motor istiyor ya. Bu konuda iddiaya girecek."

"Zeliha abim çocuğu üzerinden iddiaya girmez." dedi. Doğruları yanlışları değişmiş olsa da tanıdığı insandan da şaşmıyordu. Yeri geliyor Zeliha'dan çok, yeri geliyor benim kadar tanıyordu ağabeyini.

"Kürşat yeterince kışkırtırsam girer dedi. "

"Kışkırtırsa Kürşat'ı döver yine de girmez." dedi açıkça. Hayır dövmezdi de niye öyle söylüyordu? Sadece çok kızardı.

"Beni dövmez."

"Ama zaten sen böyle bir şey yapmazsın..."

Aralarına hiç girmedim, nasıl anlaştıklarını izledim.

"Ama beni bazen çok kızdırıyor."

"Sebep ne olursa olsun sen doğmamış bir çocuk üstünden iddiaya girmezsin."

"Girmem doğru."

"Girmezsin."

"Tamam ben öyle şey yaptım aniden."

"Biliyorum."

"Kızımız olacak bizim!"

"Bildiğini biliyorum."

"Öyle mi?"

"Öyle."

"Kızımız olacak."

"Çok iyi bir hala olacağını da ben biliyorum."

"Olacağım değil mi?"

"Zeliha hala Zeliha hala diye peşinden koşacaklar hep."

"Şey bizim kızımız olacakmış."

Birbirlerine öylesine dalmışlardı ki beni görmüyor, duymuyorlardı. Sadece son cümle Zeliha'nın aralanmış dudaklarını açık bıraktı. Birbirlerine bakıyorlardı. Bu bakışmak mıydı donup kalmak mıydı bilmiyordum. Başları aynı anda bana döndü. Donuktu yüzleri. İnternet çekmiyor sandım.

"Ne dedin sen?"

Hayır donmamışlardı, tutulmuşlardı.

"Siz de erkek hissettiniz ama tek doğru hisseden Fetih'miş. Yenilmedi, kazandı. Kızımız olacak."

Yine donduklarını düşüneceğim kadar hareket etmediler. Ben bu konudaki her haberi, her kime veriyor olursam olayım, o tepkinin adını koyana kadar korkuyla bekliyordum. Ödüm kopuyordu mutlu olmayan olur diye. Bunun bir önemi yoktu, babasının ve annesinin sevgisinin onu bir ömür boyu götüreceğine inanıyordum ama yine de korkuyordum. Bunun olacağı da yoktu zaten. Çevremdeki tek bir kişiden bile mutsuzluk göremezdim.

O az önce birbirlerinden kaçıp durmalar, yaklaşıp uzaklaşmalara darbe vurduk. Zeliha yerinden seke seke kalktı ve yine sevincini ait olduğu insanla paylaştı. Ayakları yerden kesildi Emir kucakladı Zeliha'yı. Öylesine uçta bir sevinçti ki bu, sanki az önce başka bir ihtimale delirmemiş gibi. Onları mutlu eden küçük bir bebekten gelen haberdi sadece. Ne olursa olsun. Avucumun içini çeneme bastırdım. Sevinçlerini izledim.

---

"Efsun çıkma oraya sadece metreyi uzat."

Bunu bana kaçıncı söyleyişiydi bilmiyordum ama ben oraya çıkmayınca o çok eğiliyordu ve bu sefer ben geriliyordum. "Efsun. Ef-sun. Efsun dedim."

Ten rengi atacak kadar bana kızıyordu ama bağıramıyordu. Ansızın karnımdan tutuldum ve aşağı indirildim. "Lütfen salona geçer misin ben halledeceğim."

"Beni kovuyor musun kızımızın odasından?"

"Kovmadım Efsun."

"Çık dışarı seni bu odada istemiyorum dedin."

"Salona geçer misin dedim."

"Tamam sonra da çık dışarı bu odada istemiyorum çıkmazsan kendim atacağım dedin."

"Efsun lütfen dedim."

"Tamam sonra da çık dışarı bu odada istemiyorum çıkmazsan kendim atacağım, kapıyı da kilitleyeceğim bir daha bu odaya asla giremeyeceksin dedin."

Ağzını açtığı an her cümlemin daha çok ağırlaştığını farkına vardığında dudakları açık kaldı, bitkince bana baktı. Biz bu odayı bitirene kadar Fetih kırk beş yaşına gelecekti sanırım. Bu kimlikle ölçülen bir yaş değildi ama. Saçlarında beyazlar artacak, kırışıkları çoğalacaktı. Zaten saçında dört tane beyaz teli vardı. Gözlerini yumdu ve düşmüş omuzlarıyla tavana kaldırdı kafasını.

"Tamam çık dersen çıkacağım." dedim durgun bir sesle ve arkadaki beyaz duvara baktım. "Tamam çık de hadi. Vallahi çıkacağım. Hadi de."

"Çıkma Efsun."

"Madem böyle yürütemiyoruz aynı anda girmeyelim odaya. Senin olmadığın anlarda girelim odaya, birbirimize söyleyecek bir şeyimiz varsa not bırakalım."

"Saçmalıyorsun şu an."

"Not da bırakmayalım yani? Peki..."

Ölçüleri yazdığı kâğıda gittim ve kalemi aldım. Kâğıdın arkasına 'çıkayım mı?' yazarken uzattım. Ben yere çömelmiştim bunu yazarken o da çömeldi ve kâğıtta yazanı okudu. Kalemi aldı eline. Çık mı yazacaktı? Dehşetle kalem tutan eli izledim. Üç kelime yazdı. Defol çık hemen mi yazmıştı?

Kâğıdı bana çevirdim.

Seni çok seviyorum.

Cümle beni gülümsetecek gibi oldu ama iradesiz davranmadım. Seni çok seviyorum ama yine de çık da demek istiyor olabilirdi. Emin olamıyordum.

"Bir saattir bu odadayız, seni dakikada iki kez uyarsam yüz küsur kez seni uyardım. Merdivene iki kişi çıkmak mantıklı mı? Allah aşkına söyle, mantıklı mı?"

"Tamam ben salona geçiyorum."

Haklı olduğunu kabul etmektense gitmeyi tercih ediyordum. "Buraya gel." dedi. Kaçıp gidecektim, haksız olduğum yerde durmayacaktım ama tuttu yakaladı beni. Üzerimde usta önlükleri vardı. Ustalık tek vazifem Fetih'e istediği şeyleri uzatmaktı ama heveslenmiştim işte. "Buraya gel dedim."

Benim ara ara oturuyorum diye yere koyduğu bir minder vardı oraya oturdu beni de bacaklarının arasına çekti. Sırtım gövdesine yaslıyken kollarını kalkmayayım diye sarmıştı bana yüzümüz merdivene dönüktü. "Bak şimdi merdivene, sağ tarafından ben çıktım tamam mı? Şimdi senin peşimden çıktığın kısımda şu boylarda," dedi ve küçük bir çocuğun boyu kadar bir boy tarif etti. "Böyle soğan kabuğu renginde saçları olan, yüzü burnu çile banılmış, şurasında gamzesi olan bir kız çocuğu düşün. O da çıkıyor merdivenden."

Dediğini birebir hayal ettim. Sandalye titreştikçe benim de içim titreşiyordu. Fetih'in üzerine düşme ihtimali, merdivenin altında kalma ihtimali ya da sadece düşmesi ve yaralanması...

"İçin çekildi değil mi?" dedi. Beni sıkıca sarmış çenesini de saçlarıma bastırmıştı. Bir çocuğu zapt etmeye çalışıyordu adeta. "Benim de içim çekiliyor. Senin bir tane bebeğin var benim iki tane bebeğim var üstelik. Yazık değil mi bana? Söyle yazık değil mi bana?"

"Ama sen bana salona git seni bu odada istemiyorum demedin mi?"

"Efsun."

"Tamam git kısmından sonrasını içinden söylemiş olabilirsin."

Kafamda dişlerini hissettim. Acıtmıyordu ama kafamı ısırıyordu. "Fesuphanallah."

"Sadece ölçü alacağım canımdan can aldın bir saatte. Şuraya çarpacak, şuradan düşecek, şurasını kesecek. Boyunu ölçmeye çalışırken gözüne metre giriyordu az önce." doğru diyordu tam olarak son dediği yaşanmıştı.

"Metre aniden kapandı ben ne yapabilirim?"

"Tüm metreler aniden kapanır Efsun bırakırsan."

"Metre üreticisinin suçu yani."

"Evet benim güzel karım Allah kahretsin o metre üreticisini."

"Hayır öyle deme." dedim. Demek ki en iyisi o an için buydu. Suç bunu geliştirmeyenlerdeydi. Hiçbir şey söylemedi. O sırtını duvara ben sırtımı ona yaslamıştım. "Uslu dur Efsun. Yalvarıyorum uslu dur. Bak ben yedi yirmi dört yanında değilim, hastanede yanında değilim. Uslu dur."

"Duramıyorum duramıyorum." dedim isyan ederek. Neredeyse sıkıntıyla inledim ve başımı geriye doğru, omzuna bastırdım. "İçimde atamadığım bir enerji var, devamlı bir şeyleri kurcalayasım geliyor. Duramıyorum ya, elimde değil. Yemin ederim değil."

Gün geçtikçe, korkunç bir zapt edilemeyen bir yaramazlığa sürükleniyordum. İçimde bir dürtü devamlı beni hareket ettiriyordu. Gece bitap düşmeyene kadar, bunun çoğu zaman en iyi yolu Fetih'le sevişmek oluyordu, uyumuyordum bile. Geçen gün mutfağın en üst rafından asla kullanmadığım bir tencereyi almak istemiştim. Tezgâhın üzerine çıkarak hem de. Fetih'i bu durum kalp krizine götürecek kadar korkunçtu. Aklını kaçıracaktı neredeyse. Aslında yerim gayet güvenliydi. Biri itmediği sürece düşmezdim. Fetih arkamdan sessizce gelmiş, aniden konuşursa korkup düşmemden korkmuştu, bacaklarımdan tutup indirmişti beni. Sonrasında çok kızmıştı. Uzun zamandır bana kızmadığı ve gözlerimi dolduracak kadar. O an o tencereyi almadan yemek yapamayacağımı düşünmüştüm sadece. Artık evimize gelen yardımcı abla her gün buradaydı. En azından ben eve gelince evdeydi. Evde olmadığı zaman da Fetih evdeydi.

"Hani hamilelik uyku ve yorgunluk yapıyordu?"

"Öyle zaten!" diye çıkıştım. Sadece bir şeyler bende ters yapmıştı. Fetih beni duaya öylesine alıştırmıştı ki bu süreçte asistanlığımı rahat geçirmek için Allah'ım sen bana öyle bir irade, güç ver ki hiç bitmesin, kalkayım bu dokuz ayın altından diye dua ediyordum. Sanırım duam biraz fazla kabul olmuştu. Çok enerjiktim. Kontrol altına alınamıyordum. "Ama ben de bir şeyler ters gidiyor. Bir sorun mu var acaba?" dedim korkuyla. Az önce duaya bağladım ama aklıma korkunç senaryolar da gelmedi değil. Geç bile kalmışlardı hatta.

"Kesin bir sorun var." dedim. Başımı salladım. "Bir şey ters gidiyor baksana. Bebeğimin enerjisini mi sömürüyorum acaba? Onunkini de ben kullanıyorum belki o yüzden. Yorgun olan o yani. Zaten yeri de küçücük kesin ben daha da daraltıyorum. Ooof!" acıyla inledim sulanan gözlerimi yumdum. "Annem de bana hamileyken çok uyurmuş, hep yorgunmuş demek ki bende bir sorun var." ellerimi yüzüme kapattım ve başımı salladım hızla. Bir kapana sıkışmış küçük bir beden düşündüm. Benim yüzümden nefes zor alıyor, hiç mutlu değil, yeri de çok dardı. "Karnımın içinde bile rahat değil ben ne yapacağım?"

Doğmamıştı ki odasını, beşiğini ya da başka bir şeyi değiştireyim. İçimdeydi ve ben onun için oldukça kötü bir yerdim.

"Efsun diyorum, bak bana."

Kaçmayacağımı anlayınca ya da kendini bana duyuramayınca bıraktı bedenimi tamamen yüzüme dokundu, göz teması kurdu zorla. "Bir bebeğin anne karnından daha rahat edeceği bir yer var mı? Ya bir asistan doktor olarak bu sana mantıklı geliyor mu?"

Gelmiyordu ama söz konusu benim hamileliğimse bir doktor olarak düşündüğümü kim söylemişti? Böyle bir şey yoktu. Benim de her anne gibi kaygılarım, korkularım, kurmalarım ve kurgularım vardı.

"Ben hayatım boyunca çabalayacağım, onu istediği ülkelerde istediği evlerde yaşatacağım ama hiçbir yerde buradaki kadar huzurlu olmayacak."

Elini karnıma bastırdı.

"Ya ne diye ben böyle hamilelik geçiriyorum?"

Gözlerimin içine baktı beni tatmin edecek bir cevap vermezse ben kahredecektim kendimi. Hastanedeki diğer anne adaylarına sorular soracaktım.

"Aldığım beddualar diye düşünüyorum ben."

"Ne?"

"O kadar yaramaz bir çocuktum ki illallah ettirdiğim herkes senin çocuğun senden beter olsun diyordu. Bu ya direkt seni etkiledi ya da hanımefendi yürüyen bela diye anlatılan babasına çekecek biraz. Şimdiden başladı."

Belirgin aldığım nefeslerle onu izliyordum. Duaya inanıyorsam bedduaya da inanmam lazımdı. "Senin yüzünden mi yani?" burnumu çektim.

Başını salladı. "Benim yüzümden, benim annemin bile bu konuda bana bedduası var Efsun. Kurtuluşum yok benim ya birinci ya dördüncü. Elbet biri bana kök söktürecek kabullendim ben."

"Ben kötü bir anne değil miyim yani?"

"Sen benimle aynı dünyaya doğmasan ben yine dünyanın en iyi annesi başkasıdır derdim. Hissederdim seni."

"Ama ben çocukken yaramaz değildim."

"İnan tek umudum o zaten..."

"Çok mu yaramazdın?"

"Anlatmıştım ya sana çocukları dövüyordum dişleri kırılıyordu, bedenim hep yara bere içindeydi."

Evet hatırlıyordum. O gece sarhoş olsam da hatırlıyordum. "Ya bizim çocuğumuz da öyle olursa." ben ne yapardım başkalarının annesi kapıma gelirse?

"Annesi kızlarını bir hanımefendi, oğlunu da bir İstanbul beyefendisi gibi yetiştireceği için en kötü hali bile daha hafif olacak diye dua ediyorum ben. Sen de et."

Evet öyle yetiştirecektim. Bunu ona hiç söylememiştim ama biliyordu. Başımı salladım. "Edeceğim."

"Acıktın mı?"

"Canım kola çekiyor."

"O gün pekmezden kola yapan bir tarif gördüm, neden olmasın dersen..."

"İğrenç."

"Deme öyle." ayaklandı ve beni de kaldırdı yerden.

"Canım çok kola çekiyor. Bir de hamburger. Çift köfteli. Yanında da patates kızartması ve soğan halkası." Arkamdan sessizce geliyordu ve bunların olmayacağını biliyordum. "Mega boy da kola."

"Tamam sevgilim."

"Fanta da olur."

***

Mutfağımızı öylesine güzel kokular sarmıştı ki bilmem kaç bin liralık mamasına göz ucuyla bakmayan Şeftali ortalarda cirit atıyordu bir parça ekmek dileniyordu adeta Fetih'ten. Vermedikçe delirip bağırıyordu. İstediğini elde edemeyince böyle çirkinleşmesi çok ayıptı. Mesela ben istediğimi elde edemeyince sakince kabullenip yerime siniyordum.

Fetih'in kendi eliyle yaptığı kocaman olmuş hamburger ekmekleri, üzerinde iki çeşit peynir erittiği hamburger köftesi, dip sosu, özenle yıkadığı marulları, ev mayonezimiz, fırında pişen patateslerimiz ve az yağda kızaran ev yapımı soğan halkalarımız... Sandalyeye oturmuş onu izliyordum. Gözlüklerini takmıştı. Artık gözlüklerini biraz daha fazla kullanıyordu. En azından evin içinde. Çok ekrana bakıyordu ve farkında mıydı bilmem yaşı büyüyordu. Yaşlanmıyordu kesinlikle yaşı büyüyordu. Bir de gözlükle çok çekici oluyordu. Yemek yaparken daha da katlanıyordu bu.

Taze naneli bol köpüklü ayranıma kadar her şeyim hazırdı. Önce benim tabağımı sonra kendi tabağını hazırladı, masaya koydu ama oturmadı. Elini masaya yaslayıp bana eğildi biraz. "Bak bakalım tadına, o sipariş listeni dolduran hamburgerci mi yoksa bu mu?"

Tüm hamburgercilerden nefret ediyordu. Özellikle seri üretime geçmiş, içinde ne olduğu belli olmayan ama tadı çok güzel olan, günlerce aynı yağı kullanan hamburgercilerden. Ama ben her şeye rağmen yiyordum. Hamile olacağımı öğrendiğim gün bile haberden önce Fetih'in yaptığı sandviç yerine onu yemiştim. Bağımlılık gibiydi.

Önce elimle bir tane parmak patates aldım ve kendisinin yaptığı sosa bandırdım. Patatesin her halini çok seviyordum. Bu hali de beni tamamen alt üst etti. Zeytinyağıyla fırında yapmıştı. Sonra avucuma sığmayan hamburgeri aldım. Ağzımı kocaman açtım ısırabildiğim kadar ısırdım. Ne o sipariş listemi dolduran hamburgercinin adı sanı kaldı ne de etkisi. İlk lokmamda anladım bunu yedikten sonra midem yanmayacaktı. Dudağımdan sarkan sosu eğilip öperek aldı.

"Başarılı." dedi kendi kendine. O sosa da benim yaptığım turşunun suyunu koymuştu. İkinci ısırığı da aldım, öyle konuşmaya karar verdim. Hissediyordum. Kızım o kadar mutluydu ki şimdi, damak zevki doğuştan çok gelişmiş olacaktı. Ege ve Güneydoğunun o eşsiz buluşmasını yaşıyordu. Yediği her şey sağlıklıydı ve lezzetliydi. Ve bunun sebebi babasıydı. Bana kalsa zaman zaman kendime yenilir ve günlerce beklemiş yağdan koca bir patates kovası yerdim.

"Nasıl?"

"Fetih o kadar güzel ki..." ağzım doluydu ama o beni duyuyordu. "O kadar güzel ki, seni Zena'ya şef olarak alacağım."

"Teveccühünüz Efsun Hanım." dedi, eğildi elmacık kemiğimden bir ısırık aldı.

"Dalga geçme." dudağımdaki sosu yalayarak aldım. "Ciddiyim. Az maaş vermem bak. Gerçekten. Tamam bir mimarlık kadar kazanmazsın ama bize yeter. Benim de maaşım var zaten."

"Çok teşekkür ederim ama iş teklifinizi reddediyorum."

"Neden, şartlarda anlaşabilirdik?"

"Ben prensip gereği sadece karıma yemek yapıyorum."

Hem mideme hem de kalbime çok iyi geliyordu. Gülümsedim. "Peki karınızla bir konuşsak belki o sıcak bakar?"

"Benim karım paylaşmayı sevmez beni." dedi kendinden emin bir sesle. "Ben başka insanlara yemek yapacağım, başkaları yapacağım yemeğe mest olacak. Ne anlamı kaldı? Benim bu yemeği karıma özenerek yapmamın ne anlamı kaldı?"

Başka insanların Fetih'in yaptıklarına mest olması... Bazen Ayşen'i görüp teşekkür etmek isteyen insanlar oluyordu. Fetih'e bu yapılsın istemezdim. Bu zaten olmayacaktı ama düşünüp öfkelendirdim kendimi. "Yavaş ye Efsun." uyarısı almayana kadar da fark etmedim zaten nasıl sinirlendiğimi. "Yine kuruldu bir şeye." diye söylendi burnumun ucuna vurdu. "Bana bak bana, bak bana. Ayranını iç, ağzındaki bitmeyene kadar da başka bir şey atma ağzına." dedi. Yer yoktu zaten. Onu dinledim, onu dinledikçe sakinleştim zaten. Sakinleşmek için kızımızın odasına yapacağımız ayrıntıları düşündüm. Tavandan ölçü alıyorduk çünkü tavana yıldızlı ve ay ışıklı bir gökyüzü yapacaktık. Işığı açmadığımızda da bulutlar varmış gibi olacaktı. Onu bir odaya sıkıştırmak istemiyorduk, özgür hissetsin istiyordum. Bir çatısı vardı ama gökyüzü onundu.

Beyaz ve turuncu renklerinde karar vermiştik. Odanın teması bu olacaktı. Çok kalabalık olmayacaktı, rahat hareket edilebilecekti. Dağınık bir görüntü olmayacaktı. Zaten ilk zamanlar bizim odamızda, yatağımızın yanında olacaktı beşiği. O beşiği de hayal etmiştik. Yine beyaz ve turuncu olacaktı. Bunlar bir hayaldi ve tek tek gerçekleşecekti. Bak Efsun bir aile kuruyorsun. Gördün mü? diyordum bazen kendime. Bak diyordum beyaz ve turuncu. Hiç aklına gelir miydi?

"Fetih hatırlıyor musun asistanlığa ilk başladığımda sana bir çiftten bahsediyordum. Anne seneler süren tedaviden sonra hamile kalmıştı. Bebek kız olursa tesadüf eseri bebeğin ismini Efsun koyacaklarını öğrenmiştim."

"Hatırlıyorum tabi ki. Kızdı değil mi bebekleri?"

"Evet!" dedim heyecanla. Bir Efsun bebek daha geliyordu. "İşte o kadın bu hafta doğuruyor. Erken gelme durumu yoksa hastaneye geleceği gün ben de hastanedeyim. Doğuma girerim belki."

Çok istiyordum Efsun adında birinin doğuşunu görmeyi. Elif hoca bana kızacaktı ama kulağına fısıldayacaktım hemen adını. Bunu her yaptığımda sen imam değilsin doktorsun diyordu. Evet ama bebeklere ilk kez adını fısıldamak çok güzel geliyordu bana.

"Allah analı babalı büyütsün, tırnağına taş değmesin." dedi.

"Âmin. Çok zorlu bir hamilelik geçirdi ama sona geldi. Elif hoca bile çok hassas. Bir doğursa da hepimiz raha.." çalan telefonu sözlerimi yarıda kesti. Ben ekrandaki yazıyı okuyamadan aldı telefonu açtı.

"Efendim."

"Evet."

"Tamam. Sonuç."

"Güzel, sonra?"

Telefonun kenarından sesini kıstığını görebiliyordum. Hiç yoktan meraklandırdı beni ona doğru yaklaştım ama engel oldu. Elini bana siper etti. Önümdeki tabağı gösterdi. Daha da meraklandım. Ayaklanacaktım ki "Tamam ben seni sonra arayacağım." dedi ve kapattı hızla.

"O kimdi?" dedim şaşkınlıkla. Göz göre göre benden gizlemişti.

"İşle alakalı." dedi. Yalan söylüyordu.

"Yalan söyleme benden bir şey gizledin az önce."

"Evet." dedi açıkça. İşte yalan söyleme süresi bu kadardı. "Başkasının özeli olduğu için paylaşamıyorum."

"Fetih ben senin eşinim." dedim öylece. Benden bir şey gizlemezdi.

"Evli olmamız, birbirimizin gözüne bakınca bir şeyler sakladığımızı anlamamız ikimizin ayrı ayrı birey olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Birbirimizden başkalarıyla alakalı durumları gerek görürsek saklayabiliriz. Her şey sonuçta bizim özelimiz değil."

İnsana en ağır gelen şey kesinlikle kendi cümlelerine karşılık vermekti. Dilim lal oldu. "Şu an inadına yapıyorsun. Sırf ben bir şey gizliyorum diye."

"Ben senden bir şey gizlemiyorum Efsun. Ben senden bir şey saklasaydım ama sen bilmeseydin senden gerçekten bir şey saklardım ama sen..." duraksadı. "Kızım sen o cümleyi nasıl kurdun tek nefeste?"

"Bu... bu yaptığın hiç hoş değil. Çok çirkin. Misilleme bu. Kocaman insanlarız ya. İnanmıyorum sana. Hem sen... ben bir kişiden saklıyorum sen iki kişiden saklıyorsun. Kızımızdan da saklıyorsun şu an. Suçun iki kat fazla benden."

"Yok artık."

"Var artık."

Bacağımı sallaya sallaya soğan halkası yiyordum. "Anlatmazsan anlatma. Ben de çok meraklıydım sanki. Bir de utanmadan telefonun sesini kısıyor. Bu evde telefonla konuşmaya yasakladım sana."

"Yemeğini ye Efsun."

"Yemeyeceğim çok çirkin olmuş. Sipariş vereceğim şimdi, onu yiyeceğim. Bunu da konuştuğun kişi yesin." Kalkacaktım da durdurdu beni.

"Yemeğin Efsun."

"Yemeyeceğim."

"Hani meraklı değildin?"

"Değilim zaten. Sadece seni parçalamak istiyorum."

Sandalyemin altından tutup çekti. "Efsun... ne olur parçala." dedi yüzsüzce. Konuyu dağıtmaya çalışıyordu. Şifresini biliyordum bakacaktım. Hayır bakmayacaktım! Bakmayacaktım saklarsa saklasaydı. "Ama önce yemeğini ye. Hadi benim güzel karım."

***

Ne zordu! Ah ne zordu Fetih gibi bir bildiği vardır deyip köşeye çekilememek. O nasıl katlanıyordu bunca zamandır ondan bir şey gizlememe? Ben üzerinden yirmi dört saat geçmesine rağmen hâlâ deliriyordum öğrenmek için. Bana söylemediğini aklıma getirdikçe deliriyordum sonra ona söylemediğim şeyi aklıma getirip yerime siniyordum. Sabah beni hastaneye bırakırken o beni öpmüştü de ben onu öpmemiştim.

Ben onun eşiydim, benden neden bir şey gizliyordu? Üstelik hamileydim, kızım da bilmiyordu. Tüm gün hastanede geçen iğrenç bir güne bilmem kaç arama sığdırmıştı. Açıyordum. Bizim zaten telefonu açmama şansımız yoktu. O telefon ben iş üstünde değilsem muhakkak açılacaktı, Fetih iş üstündeyse de açılıyordu.

Son konuşmamızda, işi henüz bitmemişti ben kendim döneceğim eve demiştim. Araba kullanmak istiyordum. Yanlış sokaklara girip yolu kasten uzatmak istiyordum. Kafamda bin farklı ihtimal kurmak istiyordum. Sonra hepsini elemek istiyordum.

Bu olay empatimi daha çok geliştirmiş ve bugün Zeliha'yı aramıştım. Fetih'e artık anlatmaları lazımdı. Ve bana bunca zamandır benden gizleme sebeplerini de bu vesileyle açıklamıştı. Ben abimden bir şey gizlerim bu benim yüküm ama bir gün sana da söylersem ve abime söylemek için hazır değilsem henüz o zaman sen de abimden bir şey saklamak zorunda kalacaktın. Beni bu alıkoydu her seferinde.

Haklıydı belki de. Ben Fetih'ten bir şey gizlemeye hiç mi hiç alışık değildim. Bazen içtiğim suyu bile anlatasım geliyordu ona. Ya şimdi? Kardeşiyle alakalı çok önemli bir şeyi saklıyordum. Belki de Fetih'le çok yakın zamanlarda öğrenmem gerekiyordu.

Çantamı topladım, topuklu ayakkabılarımı giydim -bu sabah Fetih'i sinir etmek için tüm kozlarımı oynamıştım- ve hırkamı üstüme geçirdim. Hastaneden yavaş adımlarla çıkarken daha çıkmadan bir ambulans sesi duyuyordum zaten. Poliklinikte yaşanan hareketlilikten anlıyordum yavaş yavaş bir gebenin getirildiğini. Nöbetçi doktor ve asistanlar vardı, benim kalmamı gerektirecek bir durum olmaz diye insanlara yol verdim sadece. Bir doğum erken başlamış olmalıydı.

Kapı önüne kadar geldim, ambulansla aynı anda vardık. Biraz merakla biraz da ne olur ne olmaz diye geride de olsa bakındım. Tahmin ettiğim gibi bir gebeydi. Hatta muhtemelen en yakın hastane burası diye getirilmişti. Asistan arkadaşım "Elif hocaya haber verin." diye bağırdı. Kadının sesini duymuyordum. Yüzünü de henüz görmemiştim. Genelde sancının arttığını belirten mırıltılar olması lazımdı ama yoktu. Sedye tamamen indiğinde yüzüne bakabildim. Gözleri kapalıydı, sancılarını hissetmiyordu ve yarın doğuma gelecek Efsun'un annesiydi.

"Bir saniye." dedim ve insanları yararak sedyenin dibine kadar geldim. Nabzını kontrol ettim, ambulanstaki görevlilerin dediklerini dinledim. Nabzı çok yavaştı. Hissedemiyordum bile. Kalp masajına başlamak istedim, kalbi atmazsa iki kalp birden atmazdı. İnsanlar onları yavaşlatıyorum diye engel olmaya çalıştılar. İçeriye taşımak daha öncelikliydi ama kalbi de atması gerekiyordu. Düne kadar bir merdiven çıkıyorum diye Fetih'ten çok laf işitmiştim ama sedyenin üzerine çıkmamak için hiçbir sebep yoktu. Arkadan sırtıma baskı yapılıyordu düşmeyeyim diye ama asıl desteği baskı uyguladığım kalpten alıyordum. Bir dakika geçti, iki dakika, üç dakika... Kalp masajı birkaç dakikadan sonra çok yorucu bir hale dönüşüyordu. Bazı hocalarım vardı, ter içinde kalırdı. Ben de kaldım. Kadının adını bile hatırlamıyordum Efsun'un annesi diyordum.

İçimden sayıyordum durmadan. Dilim damağıma yapışmış, alnımda parlayan terler derime batıyordu.

Bir anne öldükten on beş dakika sonra bebek de ölü kabul edilirdi. Şansımı sonuna kadar zorladım. İnsanlar beni o sedyenin üstünden alana kadar kan ter içinde kaldım, o sedyeden alınırsam anneden çoktan vazgeçildiğini bebeği kurtarmaya çalışacaklarını biliyordum. Öylesine bırakmadım ki, bana sesler yükseldi, hocalarım bağırdı, fiziksel kuvvetle alındım annenin yanından. Elif hocayla yüz yüze kaldım. Nefes nefeseydim. Adımlarımın önüne geçti. "Efsun, anne öldü!" dedi acımasızca. Bu cümlenin benim için ne olduğunu bilmiyordu. Bir ip astı bacağımdan sarkıttı beni. Bir uçurumda sallanıyordum. "Anneyi kaybettik bebeği de kaybedeceğiz geri dur!"

"Ama anne..."

"Anne için yapabileceğimiz hiçbir şey yok!" diye bağırdı. Beni sarsıyordu ama ben sadece yüzü bembeyaz olmuş anneye bakıyordum. Anne.

Bebek değildi o. Adını Efsun koyacaklardı. Biri göğüs kafesime tekmeler atıyordu. Anne değildi o. Efsun'un annesiydi. Efsun'un annesi ölmüştü. Perdenin dışında bırakıldım. Ayakkabılarıma ne oldu bilmiyordum ama yalın ayaktım. İçeriden sesler yükseliyordu. Herkes öylesine hızlı hareket ediyordu ki perde sık sık havalanıyordu.

Efsun'un annesi. Dokuz aydır bu anı beklemişti. Dokuz koca ay. Efsun'un annesi. Efsun'un annesi mi ölmüştü? Gözümün önünü göremiyordum. Gözümün önüne bir sürü an geliyordu. Toprak, mezarlıklar, tabutlar, mezar taşları. Efsun. Anne karnındaki Efsun. Mezarlıktaki Efsun. Annesi morga götürülen Efsunlar. Efsunlar ve anneleri.

Adım adım çıktım oradan. Kapıda beni bir ordu karşıladı. Efsun'un babası yere çökmüş ağlıyordu. Bana sorular sordular ama hemen sıyrıldım gittim aralarından. Efsun'un annesi öldü diyemedim. Benim elimde ilk ölen hastaydı. Ben daha çaylaktım, görürdüm duyardım ama uzaktan izlerdim. Kimse benim elime de doğmazdı henüz, benim elimde de ölmezdi. İlk kez bugün biri öldü.

Efsun'un annesi.

Doktor odasına girdim, kapıyı kilitleyip çöktüm duvarın önüne. Kapı defalarca kez zorlandı. Defalarca kez çalındı ve bana seslenildi. Kaç dakika geçti bilmiyordum. Belki saatin yarısı, belki daha fazlası. Kapı her zamankinden sert çalındı. "Efsun!"

Bu sesi yakinen tanıyordum.

"Efsun aç kapıyı."

İlk kez kapıya baktım. Kalkacak kuvvetim yoktu ama dizlerimin üzerinden biraz ittim kendimi çevirdim anahtarı. Kapıyı itti benim sırtım yine duvarla birleşti. "Efsun!" dedi dehşetle. Önüme bıraktı bedenimi, yüzümü avuçladı. Nefes nefeseydi. Baygın gözlerle ona baktım. Terden saçlarım şakaklarıma yapışmıştı. "Allah'ım şükürler olsun." dedi. Sesi titriyordu. Oflayarak verdi nefesini. "Allah'ım şükürler olsun sana. Allah'ım sana şükürler olsun."

Ben iyiyim diye şükrediyordu, başka bir anne ölü yatıyordu içeride. Ne adaletsizdi. Bu dünya ne adaletsizdi. Benim annem ölürken de başkası için şükredilmişti değil mi? Ne zalimdi bu dünya. Çilesi artsaydı da artık yok olsaydı. Bu dünya artık yok olsaydı Efsunları annesiz bırakmasaydı. Beni kendine çekti kaç kere öptü bilmiyordum. Ne olduğunu sanarak geldi buraya, neyden korktu hiç bilmiyordum. "Fetih." dedim. Harflerim bile sırılsıklamdı. "Efsun'un annesi öldü." Harflerim mezar taşının mermerinden yapılıyordu.

Avuç avuç ateş atıyorlardı kalbimin üstüne. Avuç avuç acı binmişti içime. Elimi kaldırıp Fetih'e bile tutunamadım.

"Kurban olurum ben sana." gözyaşlarımı silmek için çabaladı da yetişemedi. Elleri buz kesmişti. "Kurban olurum ben sana."

"Ben gördüm... ambulanstan indi. Hiç beklemedim. Hemen sedyeye bindim kalp masajı yapa yapa gittim. Sonra beni indirdiler. Sonra dediler ki Efsun'un annesi öldü." nefesim kesildi. "Sonra izin vermediler devam etmeme. Sonra..."

"Bebek yaşıyormuş Efsun." dedi. Yüzüne doğru öylesine hıçkırdım ki canından can kopardım. Bir et gibi dövüyordum kalbimi göğüs kafesimin üstünde. Anılar tokatlıyordu, zırhlıyordu kalbimi.

"Ama Efsun'un annesi yine öldü."

Mesleğimin ilk zamanlarında, Urfa'da başlayan totemim bugün burada son bulmamalıydı. Çok yaşlı biri ilk ölen hastam olabilirdi. Orta yaşlarda biri de olabilirdi ama Efsun'un annesi olmamalıydı. Sarsıla sarsıla ağlarken alnımı alnına bıraktım. Efsunların annesi hep ölüyor muydu? Hep ölüyordu. Ağlamama izin verdi. Hiç dokunmadı. Dışarıdan geçen ölen annesine ağlıyor sanırdı. Öyle bir gürültüydü bu.

"Ben kurtaramadım Fetih."

"Elinden ne geliyorsa yaptın."

"Efsun'un annesi öldü." dedim.

"Efsun yaşıyor." dedi. Sandı ki iyi bir şey söyledi. Efsun'un annesi öldü, Efsun yine yaşıyor demeliydi.

Kucakladı beni. Ne kalkacak halim vardı ne de daha fazla konuşacak. Bu köklü hastane bugüne bugün bir doktorun bir hasta için böylesine kahrolduğunu görmemişti. Biliyordum. Bir doktorun üzüldüğünü görmüşleri ama böylesini görmemişlerdi. Herkesin Fetih'in kucağındaki bana baktığını biliyordum. Benim bu mesleği nasıl yapacağımı düşünüyorlardı ama kimse benim hayatımı bilmiyordu. Ölen bir anne olduğunu biliyorlardı ama Efsun'un annesi olduğunu bilmiyorlardı. Arabaya bindirildim, Fetih tarafından eve kadar taşındım. Kıyafetlerimi çıkarmadan yatağa yatırdı beni, koynuna bastırdı yüzümü. Hiçbir şey söylemiyordu. O kadar ağladım ki, bir okyanus dolar diyecek kadar gerçekten uzak değildim. Fetih'in iki avucu dolardı. Fetih'in elleri büyüktü. Adını sayıkladım. Sanki o bir şey yapabilirmiş gibi. İçim çok yanıyordu, Fetih'ten başka adını sayıklayacağım kimse yoktu.

"Ben böyle kaderin." dedi. "Ben seni nasıl kurtaracağım bu kaderden?" dedi. Söylendi durdu. Yapacak hiçbir şeyimiz yoktu. Ağlaya ağlaya daldım uykuya. Rüyamda hiçbir şey görmedim. Siyah boş bir ekrandan fazlası değildi. Uyandığımda belki de bu yüzden son yaşananlar rüya sandım ama yastığım ıslaktı. Fetih yanımda yoktu. Başucumuzda kızımın ultrason resmi vardı. Onu izleye izleye ağladım. Benim hem onu hem de kendimi korumam gerekiyordu. Bu tokat kalbimin üstüne atılıyordu. Annelerin iki görevleri vardı. Hem çocuklarını hem de kendilerini korumak.

Aralık olan kapı yavaşça itildi. Uyuyorum diye oldukça yavaştı ama ağladığımı gördü. Uyumadığımı değil. Yanıma geldi, yatağa oturduğunda başımı dizine yatırdım.

"Bana ağlama bile diyemiyorsun değil mi?"

"Sana ağlama bile diyemiyorum."

İşte buydu. Benim hayatımın kısa romanı buydu. Bana; benim ağlamamam için dünyasını feda edecek adam bile ağlama diyemezdi. Sayfalara ve kalemlere gerek yoktu. Ucu kör bir kurşunla boş bir kâğıt parçasına yazılabilirdi ve yeterdi de. Eksik hissettirmezdi.

"Sadece artık canını yakacak başka bir şey kalmamıştır diye yalvarıyorum Allah'a. Elimden başka bir şey gelmiyor."

Gözlerimi yumdum âmin dedim. "Annesini hiç tanımayacak. Kokusunu almayacak. Yüzünü görmeyecek. Annesiz büyüyecek halbuki annesi onun için dokuz ay nasıl çırpınmıştı bir bilse..." saçlarımı okşuyordu yavaş yavaş. "Cennete gitmişti değil mi Fetih?"

"Gitmiştir."

Fetih kadar günahı sevabı iyi bile adam benim için göz göre göre günah işlerdi. "Bebeğini görüyor mudur oradan?"

"Ben annen seni her an görüyor gibi yaşıyorum, o da görüyordur."

"Bebeğini tüm kötülüklerden koruyabilir mi?"

Buna cevap vermedi. Sustuk. Anladım ben cevabı, belki evet demedi ama başka yolunu buldu içime su serpmenin.

"Ama o da seninkiler gibi çok güzel dilekler diler." dedi. Hıçkırıklarım artınca gözlerimi de sıktım. Evet doğru söylüyordu. O da belki bir Fetih dilerdi. Olamaz mıydı? O da anneydi. O da Efsun'un annesiydi, onunki de gerçek olurdu. Yine sustuk dakikalarca Fetih'in telefonuna gelen bildirimi titreşimden hissettim.

Telefonuna baktı "Efsun sana bir şey göstermem lazım, hadi kalk." dedi. Benim hâlâ kalkacak halim yoktu ama.

"Fetih sonra göster lütfen."

"Sürpriz."

"Fetih sonra."

"Yemin ederim sana bekleyecek bir şey değil. Hadi sevgilim." dedi. Üzerimdeki pikeyi kaldırdı. Ben kalkana kadar da durdu yanımda. Kalkmasam yine taşıyacaktı beni biliyordum. Elinden tuttum kalktım. Panduflarımı giydirdi koluna girdim. Yavaş yavaş indik merdivenlerden. Başım çok ağrıyordu, gözlerimin şiştiğini hissedebiliyordum. Dış kapıya kadar çıktık bahçede durduk.

"Bekle bir dakika burada geliyorum ben."

Yavaşça kolumdan çıktı, ayakta durup duramadığıma baktı önce. Durabiliyordum. Bahçe kapımızdan çıktı, kapıyı örttü. Meyve ağaçlarımızı ve kedi kulübelerimizi izledim. Bazıları doluydu bazıları boştu. Uyuyorlardı. Saat geç olmuştu galiba. Kapının açıldığını kedilerin irkilişiyle fark ettim ama bu irkiliş normal bir irkiliş değildi. Tüyleri diken diken oldu hepsinin. Baktıkları yöne baktım. Fetih bir tasmadan tutmuş içeriye giriyordu. Tasmanın ucunu takip ettim. Çok büyük olmayan ama çok da minik olmayan bir köpek. Kahverengi.

"Gel bakalım." dedi. Köpek kedileri korkutmuştu ama kendisi de korkak bakıyordu etrafa.

"Fetih." dedim şaşkınca. "Ne oluyor? Köpek kimin?"

"Kars'taki velet. Büyümüş biraz." dedi ve bana doğru geldiler. Kars... Kahvaltılık yuvarlak toplara benzeyen köpek. Hemen ayaklarımı koklamaya başladı. Ona doğru eğildim ama Fetih'e bakıyordum.

"Biz Urfa'ya gittik ama benim içime sinmedi senin aklının orada kalması. Önce bir baksınlar diye veterinere gönderttim de hastalığı varmış. Yaşayıp yaşamayacağı belli değildi." o da benimle beraber eğildi yanımıza. "Tedavisine başlandı. Çok umutlu değildik açıkçası, hiç sana söylemedim o yüzden. İyileşirse gelecekti iyileşmezse sana hiçbir zaman söylemeyecektim. Dün arayan kişi de veterinerdi. Son test sonuçları temiz çıktı. Turp gibi." dedi ve haşin bir sevgi göstererek sevdi. "Eğer hastayken gelseydi de öyle iyileşemeseydi annesi yok diye öldü diyecektin bu riski alamadım. Tamamen iyileşti. Tüm aşıları yapıldı, tedavisi bitti. Zorladı herkesi ama direndi."

Dizlerimden bana doğru tırmanıyor yüzüme yaklaşıyordu. Gözyaşlarım tüylerine akıyordu zaman zaman. "O bu kadar yaşamaya meraklıyken ona senden başka kimse annelik yapamazdı. Ben uğraşıyorum Efsun, kader senin yaralarını deşmesin diye uğraşıyorum. Bazen senin gözünü arkada bırakıyorum hevesini kırıyorum ama uğraşıyorum, bazen yine de olmuyor. Kaderin önüne geçemiyor işte aciz insanoğlu. Gücümüz yetmiyor. Bebek Efsun'un annesi öldü ama babası ona ben eminim ki çok iyi bakacak." köpeğe baktı. "Onun da annesi öldü ama eminim sen de ona çok iyi bakacaksın. Hiç şüphem yok buna. Sana ağlama bile diyemiyorum belki ama elimden geleni yapmaktan da bir an bile vazgeçmeyeceğim."

***

Bilmem ne zaman, belki elli bölüm belki elli bölümden de önce bir zamanda Efsun'un ağzından çıkan bir totem vardı. Ben parelel yazmayı severim ve çoğu cümleyi boşuna yazmam. Bölümler geçer, aylar biter ama eninde sonunda çıkar karşımıza ve bu kitabın bitişi de son paralel yaşanınca olacak. Son bir iki vermediğim ayrıntı, bu da sona çok yaklaştığımızın kanıtı. İki bölüm uzunluğunda olmadı belki ama bir bölüm uzunluğunda son kısmını yazmak yeterince yorucuydu benim için.

Bu hafta Uçurtmayı Sevmek'te buluşuruz. Sonraki hafta Serçeyi Öldürmek'te diye tahmin ediyorum. Tüm haberler için;

hikaye hesabı; serceyioldurmekofficial

şahsi hesabım; dilanduurmaz

Continue Reading

You'll Also Like

2.6M 141K 16
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.
768 95 4
Kediler, köpeklere kaval çalıyor!
SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

607K 47.6K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
26.6K 27K 40
Bir adamın günahı, dört kişi arasında bir bağ oluşturmuştu. Günah bataklığına en dibini boylayan Kutay, gittikçe daha da fazla nefes alamıyordu. Nefe...