KIZIL GECE +18

By DuruMavii

3.8M 311K 185K

Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediğ... More

KIZIL GECE
1.BÖLÜM : "Arayış"
2. BÖLÜM: "Safir Mavisi"
3. BÖLÜM: "Kehanet"
4. BÖLÜM: "Kızıl Esaret"
5. BÖLÜM: "Zincire Vurulan Ruh"
6.BÖLÜM: "Kaderdeki Zelzele"
7. BÖLÜM: "Büyü"
8. BÖLÜM: "Üç Büyükler Ve Ateş Sahası"
9. BÖLÜM: "Yargısız İnfaz"
10. BÖLÜM: "Geçmeyen Geçmiş"
11. BÖLÜM: "Sahipsiz Ruhlar Mezarlığ
12. BÖLÜM: "Ceza Muhakemesi"
13. BÖLÜM: "Gece Kraliçesi"
14. BÖLÜM: "İtirazlar"
15. BÖLÜM: "Kurbanlar"
16. BÖLÜM: "Efsunkar"
17. BÖLÜM: "Vecalar"
18. BÖLÜM: "Bilinmezin Bilineni"
19.BÖLÜM: "Kimpras'ın Soluğu"
20. BÖLÜM: "Kayıp Parçalar"
21. BÖLÜM: "Kırık Geceden Kaçış"
22. BÖLÜM: "Zamanın Pençesi"
23. BÖLÜM: "İzsiz Suretler"
24. BÖLÜM: "Sessizlik Alfabesi"
25. BÖLÜM: "Tehlikenin Surları"
26. BÖLÜM: "Zihnin Ölümcül Duvarları"
27. BÖLÜM: "Kızılın Kıvılcımı"
28. Bölüm: "Ruhların Savaşları"
29. BÖLÜM: "Gecenin İntiharı"
30/ Birinci Kitap Finali: "Kırık Dökük Nefesler"
31. BÖLÜM:"Ruhun Sancısı"
32. BÖLÜM: "Kızıl Göl Ve Siyah Çakıltaşı"
33. BÖLÜM: "Kabuk Tutmayan Yaralar"
34. BÖLÜM: "Sarmaşıklar"
35. BÖLÜM: "Dokunuş ve Doğuş"
Kızıl Gece 1 Kapak!
36. BÖLÜM: "Bağlılık Yemini"
37. BÖLÜM: "Zaman Tutulması"
38. BÖLÜM: "Karmaşa"
39. BÖLÜM: "Uçan Balonlar"
40. BÖLÜM: "Aşk ve Geçit"
41. BÖLÜM: "Kraliçe'nin Perileri"
42. BÖLÜM: "Zamansız Döngü"
43. BÖLÜM: "Bir Tutam Sarı Saç"
44. BÖLÜM: "Pembe Küpeler"
45. BÖLÜM: "Alaz"
46. BÖLÜM: "Bebek Kokusu"
47. BÖLÜM: "Tuzak"
48. BÖLÜM: "Kavuşma Ve Ölüm"
49. BÖLÜM: "Bağ"
50/ İkinci Kitap Finali: "Yol Ayrımı"
Kitaplarımız
Kızıl Gece 2 Kapak!
51.BÖLÜM; "İki Dünya Arasında"
52. Bölüm; "Zamanın Kuytusu"
53. BÖLÜM; "Döngü"
54. BÖLÜM; "Ruha Dönüş"
55. BÖLÜM; "Labirent"
56. BÖLÜM; "Cam Kırıkları"
57. BÖLÜM; "Tutsak"
58. BÖLÜM: "Dönüş"
59. BÖLÜM: "Geleceğe Dönüş"
60. BÖLÜM: "Anne"
61. BÖLÜM; "Kapıyı Aralamak..."
62. BÖLÜM: "Yeniden Merhaba"
63. BÖLÜM; "Her Şeye Rağmen..."
64. BÖLÜM: "Dün Ve Bugün"
65. BÖLÜM; "Ruhların Tuzakları"
66. BÖLÜM; "Birkez Daha..."
67. BÖLÜM: "Kan Ve Kurşun"
68. BÖLÜM: "Acı Mucize"
69. BÖLÜM; "Tutkuyla Dans"
Kızıl Gece Şarkı Ve Kapak🖤
71. BÖLÜM: "Başka Bir Evren"
72. BÖLÜM; "Seni Buldum"
73. BÖLÜM; " Kayboldum Bebeğim"
74. BÖLÜM; "Küreyi Arayanlar"
75. BÖLÜM; "Geçiş Kapısı"
76. BÖLÜM: Safornikon'a Açılan Kapı"
18 yaş üstü okurlarımın dikkatine!
77. BÖLÜM; "Ayrı Dünyalar"
Dertleşebilir miyiz?
78. BÖLÜM; "Efsunlu Yağmurlar"

70/Üçüncü Kitap Finali; "Sanrılar ve Sancılar"

28.6K 2.3K 1.3K
By DuruMavii

Üçüncü kitaptan son kez selam.

Yazmak için haftalardır uğraştığım üç bölümlük finalimiz sizinle. Çok düşündüm, çok uğraştım ve kendi içindeki mantığa sığabilmesi adına çokça düzenleme yaptım.

Heyecanlı olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden uzatmayacağım. Dördüncü kitap için açıklama bölümün sonunda olacak.

Dördüncü kitaba bir an önce kavuşmak için beni motive etmek isterseniz booooolca yorum bırakabilirsiniz.

Thurisaz~ Endless

Refuuge~ Oi Va Voi

Keyifle okuyun.

🖤

İzbe, soluk ve kırgın kaderime; parmak uçlarıma sinmiş kedere ve pas tutmuş geleceğime, Tanrı yegane bir aşk armağan etmişti.

Biran Nuh.

Adının, harf harf yazgıma kazındığını hissediyordum.

Bu, köhne bir histen öte bir şeydi. Ona ait olmak ve kendimi ona ait kılmak, uzun zamandır nefes almak gibiydi. Bana bahşedilen hayatın hiçbir kısmında böyle ilkel bir istek için yanıp tutuşmamıştım.

Gerçek aşkı başka bir dünyada bulacağımı söyleselerdi, onlara asla inanmazdım.

“Kraliçe, koca bir kapıyı kıracak kadar güçlü.”

Önce kendisi kalktı. Arkamdan sol kolunun kaburgalarımı sarmasıyla beni zahmetsizce ayağa dikti. Ancak bacaklarım hala titriyordu. Bu yüzden kendimi hemen arkamdaki sandalyeye bıraktım ve elleri ceplerinde; gizli saklı bir tebessüm eşliğinde beni izleyen lidere gözlerimi dikerek baktım.

“Beni kırdım kapıyı?”

Boylu boyunca yerde duran kapıya baktım. Tanrım! Eski bile değildi…

Biran İşaret ve orta parmağını kapı ve benim aramda götürüp getirerek, bir hesap yaptı. “Kapıya sıfır temasta bulunan sendin. Teorik olarak, kapıyı sen kırmış oluyorsun.”

İtirazla yerimde tepinmek isterken, o cebinden bir dal sigara çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra yavaşça yaktı. Sonra aynı yavaşlıkla derin bir nefes çekti.Tahmin ettiğim gibi… Bu bir keyif sigarasıydı.

“Eve gidelim. Yolda Mirel’e anons geçer, Alaz’ı da alıp kendi evlerine geçmelerini söylerim.”

Kaşlarımı çattım. “Neden?”

“Neden mi?” Yeni bir nefes çekerken, dudağının sol yanı açıkça kıvrıldı. “Bu…” Kapıya yandan bir bakış atan gözleri gözlerime geri döndü. “Sana yetti mi?”

Yetmemişti. Hiç yetmeyecekti.

“Oğlumu göndermek istemiyorum. Eve yeni alıştı.”

“O halde biz Mirel ve Mestan’ın evine gideriz.”

Alaz’dan ayrı uyumak istemiyordum ama açıkcası teklifi reddedilemeyecek kadar cazipti!

“Ah! Gerçekten kapı kırılmış…” Bunu söylerken, hızlı adımlarla bize doğru gelen kadın ne yazık ki yeni Lenoran lideriydi. Kapının önünde durduğunda, önce yerdeki kapıya sonra da bize şaşkınlıkla baktı. “Ne oldu burada? Siz… İyisiniz değil mi?”

Ayağa kalkmamın sebebi, cevabı sevgili kocama bırakmamaktı. “İyiyiz. Merak etmeyin.” Elimi uzattım. “Bizzat tanıştırılmadık. Ben Gece Kraliçesi, Rozelin Nuh.”

Şaşkınlığı devam ederken geç de olsa elini uzatabildi. “İsmim Nesra. Nesra Hansel. Sizinle tanışmak benim için onur.” Yüzüme odaklandığında nihayet gözlerindeki şaşkınlık yerini başka bir ifadeye bırakabildi. “Söyledikleri kadar güzelmişsiniz.”

Bunu beklemiyordum. Aslında… Kırılan kapıdan sonra şu an nasıl göründüğümü bile bilmiyordum. “Teşekkür ederim. Doğrusunu isterseniz böyle zor bir görevi bir kadının üstlenmesinden ben de onur duydum.”

Genişce gülümsedikten sonra elini geri aldı ve Biran’a baktı. “Burada ne olduğunu bilmiyorum ama isterseniz alana geri dönelim. Konuşmadan sonra masaları birer birer dolaşıyordum ki bir görevli şaibeli şekilde evinin kapısının kırıldığını söyledi. Epey endişelenmişler.”

Biran işaret parmağıyla burnuna dokunurken, başını hafifçe eğdi. Bu, onun kaçamak bir cevap düşünme eylemiydi. “Eşimi bulamayınca telaşladım, burada olduğunu düşündüm. Sanırım kapıya biraz fazla yüklenmişim.” Parmakları  avucum boyunca kayarak parmaklarıma kenetlendi. “O da kapının kırılma sesine geldi.” İmalı bakışlarını yüzümde gezdirdi. “Öyle değil mi, bebeğim?”

Başımı salladım. Çünkü başka seçeneğim yoktu. “Öyle… Bu nahoş durum için kusura bakmayın. En yakın zamanda telafi için birilerini göndeririz.”

“Ah, lütfen.” dedi Nesra. “Buna gerek yok. Çok naziksiniz.” Kolunu uzatarak, önden geçmemiz için yol verdiğinde, Biran’ın önderlik eden adımlarıyla masamıza geri döndük.

Kimsenin birşey bildiği yoktu ama bacaklarımın arasındaki zonklama yüzünden başımı yerden henüz kaldıramamıştım. Biran’a dokunurken ne olacağını sanıyordum ki! Elbette tepkisiz kalmayacaktı. Yine de… O dakikaya geri dönmüş olsaydık, ona yine istediğim gibi dokunmaktan geri durmazdım.

İkinci kadehlere geçtiğimizde, Biran benim için alkolsüz bir kokteyl söyledi. Duymamış gibi görünmeyi seçtim. Çünkü içimdeki bebeği düşünerek hareket etmesi, bana söylemem gereken o garip konuyu hatırlatmıştı. İçimden gelmese de yaşlı kadından ve bana verdiği iksirden Biran’a bahsetmeliydim. Derin bir nefes aldım ve sadece ikimizin duyabilmesi için ona biraz daha sokuldum.

“Bir şey söyleyeceğim.” Mestan, dudaklarına götürmek üzere olduğu kadehi, tek yudum almadan indirdi ve direkt olarak Biran’a baktı. “Sakin kalman gerekiyor.”

Biran da kadehini masaya bıraktı. “Ne olduğunu söyle.”

Mestan yutkundu. Bakışları sürekli olarak arkamızda bir noktaya uğrayıp, geri dönüyordu. “Sakin kalmalısın”

“Mestan, söyle.”

Mestan başını indirdi, kaldırdı. “Hualp Koran burada.” Biran’a, ondan özür dileyen gözlerle baktı. “Davetli listesini bizzat kontrol ettim. İsmi yoktu.”

Arkamı dönmedim. Ona bakmadım. “Davetsiz misafir.”

Biran’ın benim aksime özellikle lordun olduğu noktaya baktı. Bakarken, sıktığı dişleri ve kavislenen çenesi, açık bir tehditti.

“Lider, hemen gidebiliriz.”

“Hayır. Kalacağız.” Eli, kadehimi tutan elimi sardı. “Nasıl istersin?”

Gülümsedim. “Sen ne istersen.”

Nesra son masaları gezerken, lideri selamlamak için masamıza gelenlerin arkası kesilmedi. Hualp Koran sınırlarımız içindeyken, gelenlere gülümsemek ve nazik davranmak güçtü. Ben bir şekilde üstesinden gelebilmiştim ama Biran’ın aklından geçebilecek ihtimallerden korkuyordum. Tek istediğim buradan bir an önce ve sorunsuzca ayrılmaktı.

“Sayın lider, mekanımla alakalı bahsettiğim konuyu sizinle ne zaman görüşebilirim?” Orta yaşlı adam, geldiğinden beri konuşuyordu ancak Biran’ın birçoğunu dinlemediğinden emindim. Son sorusu karşılıksız kalınca “Afedersiniz.” diyerek elini kaldırdı. “Beni duydunuz mu, efendim?”

“Tekrar edin.”

“Mekanım, efendim.” dedi adam. “Size bir teklifim olacak. Ne zaman detaylı olarak konuşabiliriz?”

Biran, Mestan’ı işaret etti. “Mekanınızın ismini ona verin. Uygun olduğumda sizi ziyaret ederim.”

“Ah, çok teşekkür ederim sayın lider.” Adam memnuniyetle Biran’ı selamladıktan sonra masamızdan ayrıldı. Yaklaşan farklı adımların, halktan başka birine ait olduğunu sanıyordum ki Nesra’yı gördüm. Ne yazık ki yalnız değildi.

Yanında artık azılı düşmanımız Lord Hualp Koran vardı.

“Yeniden merhaba!” Nesra gülümseyerek masamıza yaklaştığında Hualp birkaç adım gerisinde duruyordu. Henüz yüzüne bakmamıştım ama gözlerini üzerimde hissetmek beni daha fazla korkutuyordu. Ondan değil, Biran’ın yapacaklarından…”Lord Koran’ı muhakkak tanıyorsunuzdur. Büyük bir kabalık ederek kendisini davet etmemişiz ancak yine de teşrif ederek bölgemizi şereflendirdi. Liderlerle bir arada sohbet edebilmek için kendisini masamıza davet ettim, sizin için sorun olmaz, değil mi?”

Biran sert bakışlarını kadın liderin yüzüne odaklayarak, “Olur.” dedi. “Sormalıydınız.”

Neira’nın gülümsemesi silinirken, afallayarak ellerini masamızdan çekti. “Afedersiniz, lider. Kötü bir niyetim yoktu.”

“Kötü olan niyetiniz değil.” dedi Biran. Sonra korktuğum oldu, Hualp’e baktı. “Lord, diye bahsettiğiniz lider müsveddesi. Birçok kişi hiçbir koşulda onunla yan yana gelmek istemeyeceğpimi biliyor. Şimdi siz de öğrenmiş oldunuz.”

Lordun bir adım attığını duydum. Attığı bir sonraki adım, Biran’ın da kıpırdamasını sebep oldu. “Lider,” Başımı lorda çevirdiğimde, siyah gözlerindeki yakıcı ifadeyi gördüm. Boşuna burada değildi. “Yerinde olsam ismimin yanına seçtiğim sözcüklere dikkat ederdim. Aksi halde-”

“Aksi halde.” Biran’ın sesi, binlerce bıçak darbesinden daha keskindi. “Aksi halde ne yaparsın?”

Araya girmesi için Mestan’a baktım ama bu boşunaydı. Bu saatten sonra ne onun ne de başka birinin yapacağı bir şey olamazdı.

“Bir dakika.” Nesra, iki liderin tam arasındaydı. Yan dönerek ellerini ikisinin arasında açtı. Müzik devam ediyordu ama kimsenin dinlediği yoktu. Çünkü burada var olan tüm gözler bizim üzerimizdeydi. “Sorunun ne olduğunu bilmiyorum ama burada olmaz, beyler. İlk günden bölgemde sorun istemiyorum.”

Biran, bakışlarını bir saniye için Mestan’a çevirdiğinde Mestan ne yapması gerektiğini anlayarak, lider ile aramız girdi ve beni Hualp’in bakış açısından neredeyse tamamen çıkardılar.

Lordun beni görmesine dahi tahammülü yoktu.

“Bunu bana değil,” Başıyla Huapl’i işaret etti ama sanki işaret ettiği bir insan değildi. “Ona söylemelisiniz.”

Nesra, yaşadığı kararsızlıktan sonra Hualp’e döndü. “Sevgili lord, bu davetin onur konuğu Lider Biran Nuh ve… Üzgünüm ama gitmenizi isteyeceğim.”

Hualp buraya yalnız gelmemişti. Onu koruyan muhafızlarının, vereceği işareti beklediğini biliyordum ama o işareti vermek yerine bir adım geri çekildi.

“Sorun yok, hanımefendi. Sizi tebrik etmek için bir ara uğrayacağım.”

Lider Nesra referans yaparak tüm gerginliğine rağmen gülümsedim. “Çok sevinirim. Hoşçakalın.”

Hualp gitti. Gözden tamamen kaybolduktan sonra Biran’ın isteğiyle biz de Lenoran’dan ayrıldık. Aslında orada işimiz bitmişti. Hualp’i gördüğümüz an gidebilirdik ama Biran özellikle onun gönderilmesi sebep olmak istemiş ve sonunda da olmuştu. Kesinlikle! ama kesinlikle hiç kimse onun gibi bir adamın düşmanı olmamalıydı.

Ancak sevgilisi olma konusundan aynı şeyi düşünemezdim.

Çünkü dönüş yolunda, Mestan’a bizi kendi evlerine bırakmasını söylemişti. Her ne kadar bu isteği beni utarmış olsa da itiraz etmeyi düşünmedim. Mestan, liderin isteğini yerine getirerek bizi kendilerine ait olan eve bıraktı ve anahtarı bana uzattı. Anahtarı alırken de olduğu gibi sonraki günlerde onun yüzüne bakarken zorlanacağımı biliyordum ama sabaha kadar Biran ile yaşayacağımız dakikaları düşününce her şeye değerdi. Bu yüzden önden gittim ve kapıyı bizim için açtım.

Burada son olarak kötü hatıralar bırakmıştım; yaşam mücadelesi ve korku…

Birçok şey yerinde değildi. Hatta neredeyse hepsi değişmişti. Sanırım, Biran tamir edildiği alenen belli olan hiçbir şeyin kalmasını istememişti. Doğrusunu yapmıştı.

“Mirel bu turuncu koltuğu gördü mü?”

Dışarıdan yansıyan kızıl ışık yetersizdi ama ikimiz de ışığı yakmaya yeltenmemiştik. Kendimi yeni, turuncu koltuğun üzerine bıraktığımda, yanıma gelen adamın başka planları olduğunu anlamam uzun sürmedi.

“Hemen mi?”

Bana anlamayan gözlerle baktı. Kesinlikle sahte bir bakıştı. “Ne hemen mi?”

Kaçırdığım balkışlarımı açık mutfağa diktim. “Bir şeyler içelim mi?”

Ellerinden biri gömleğinin düğmesine gitti. Üstten birini açtı ve sonra bir tane daha… “Önce Lenoran havasından kurtulmalıyız.”

Yattağım yerden doğruldum ve karanlığın arasından seçmeye çalıştığım yüz hatlarında göz gezdirdim. “Nasıl yapacağız?”

“Sıcak bir banyoya ne dersin?”

Düşünür gibi yaptım, uzun sürmedi. “Dediğin gibi olsun, lider.” Ayağa kalktım ve yine önden ilerledim. Banyo hiç zarar görmemiş olmasına rağmen burası da yenilenmişti. Özellik küvet eskisinin iki katı büyüklüğündeydi.

“Mestan bu işe sevinecek. Düşünsene, boyu eskisine ancak sığıyor olmalıy-”

Ona döndüğümde iki kadeh, bir şişe ve çok sayıda mumla yaklaştığını gördüm. Yanımdan geçti. Mumları küvetin kenarına dizdi. Birer birer… Sonra yavaşça yaktı. Küvetin dolması için musluğu açtıktan sonra kadehleri ve dolu şişeyi küvetin başına bıraktı. Tüm bunları yaparken, kapıya yaslanmış onu izliyordum. İşi bittiğinde bakışlarını yüzüme dikti, düğmelerinin geri kalanını çözmeye başladı. Onu izlerken, alt dudağım yine iki dişimin esiri olmuştu. Elbisemi üzerimden sıyırıp atmak istedim ama bunu yapmayacaktım. Çünkü elbisemi kendi elleriyle çıkarmasını istiyordum. Bunun için bir süre daha bekleyebilirdim. Kısa bir süre…

“Orası iyi mi?”

Başımı salladım. “Sandığından daha iyi.”

Elleri pantolonun düğmesine gittiğinde nefesimi tuttum. Başını eğerken sallaması ve gülümsemesiyle tuttuğum nefesimi patlamış bir balon gibi geri verdim.

Neden bu kadar güzeldi?

Uzun, düzgün ve kaslı bacaklarından kayan pantolonu yerdeki yerini alırken, eli üzerindeki son parçaya gitti. Bir an bile düşünmedi.

Şimdi karşımda yalnızca o vardı.

Mum ışığının bezediği iri ve parlak bedeni, Tanrı’nın kusursuz dokunuşlarından nasibini almıştı. Geniş omuzlarına, aşağı indikçe daralan belinin eşlik etmesi, onu özenle traş edilmiş bir heykelden farksız kılıyordu.  Baktıkça, üzerinde dilimi gezdirmek isteyeceğim adanisleri ise başımı arkaya attırdı. “Siktir.” Onu izlemenin tutku dolu mecburiyetine kapılmıştım. Bu yüzden bakışlarımın sıradaki rotası boynuydu. Boynunu mesken tutan damarlar narsistti. Çünkü onları her zaman, belirgin her duygusunda görebilirdiniz. Gözlerim aşağı, daha aşağı kaydığında, elim kapıdan kayıp gitti. Siktir! Elbisemi ben çıkarmak üzereydim.

“Sıra sende.” dedi, anlamış gibi…

Teslim olurcasına ellerimi kaldırdım. “Bence sıra yine sende.”

Başımı sol omzuma çevirirken, sağ elimi baktığım noktaya yerleştirdim. Elbise askımıı hedef aldım ve  işaret parmağımı, baş parmağımın iç tarafında hızlıca kaydırarak askının düşmesine kasten sebep oldum. Ona yeniden baktım, daha yakındı. Benim aksime elini yavaşça uzattı ve benim aksime diğer askımı yavaşça indirdi. Askının yarattığı boşluğa dudaklarını bastırdığında, daha şimdiden dağılmak üzere olmanın hazzını yaşıyordum. Bana hissettirdikleri şüphesiz doğa üstüydü.

Ellerini omuzlarıma yerleştirdi. Beni çevirdiğinde, parmakları elbisemin iplerini çözmeye başladı. Her düğümü açtığında, dizlerimin de bağını çözüyordu ve o, bunu çok iyi biliyordu. Bildiği için yavaştı.

“Planlı bir sevişme için fazla yavaşsın.” Elbisemin yumuşak kumaşı bedenimden kayıp gittiğinde, başımı omzuma eğip, boynumu onun için açtım.

Parmaklarını bu kez sütyenimin kopçasını çözmek için kullandı. Bunu yaparken, nefesi onun için açtığım boynumdaydı. “Elimde olsa, seninle olan tüm anları sonsuza kadar uzatırdım.”

Boynumu dudaklarımın arasına hapsetti, gözlerimi kapattım, gülümsedim. “Ben de öyle.”

Burada yalnızca ikimizdik. Küveti dolduran suyun sesi içimde çağlayan ırmağa karışıyordu ve titreyen mumların ışığı çıplak bedenlerimizin gölgesini banyonun duvarlarına armağan ediyordu. Giderek alevlenen nefeslerimiz ise aynalara yoğun bir pus bırakmak konusunda aceleciydi.

Dudakları omuzlarım, ensem ve sırtım boyunca ıslak ve yer yer acılı bir yolcuğa çıktı. Beni öperken üzerimde kalan son parçaları da çıkardı. Onun için tamamen hazır olduğumu düşünürken eğildi ve beni kollarının arasına aldı. Yaklaşan dudaklarının beni öpeceğini sanırken, kendimi bir anda ılık suyun içinde buldum. Boş bulunarak tamamen gömüldüğüm suyun içinden başımı çıkardığımda, küvetin içinde, benimleydi. Sırtını küvetin başına yerleştirip, beni bir bez bebek gibi suyun içinde çevirdi ve açtığı bacaklarının arasına yerleştirdi. Kızmam gerekirken,  dudaklarımdan dökülen sesli bir gülümsemeydi.

“Sana dikkat etmem gerektiğini bazen unutuyorum.” diye söylendim.

İçki şişesine uzandı. Kollarını iki yanımdan uzatıp, şişeyi çenemin altında tuttu ve mantar tıpayı usul usul çekmeye başladı. “Dikkat etsende bir işe yaramayacağını biliyorsun.”

Başımı geriye attığımda, yerine oturdu, göğsüne… “Biliyorum.”

Mantarın şişeden ayrılışının tok sesi banyoyu doldurdu, bu kez iki kadehi tek eliyle kavradı ve kırmızı sıvıyı içleri boca etti. Birkaç saniye sonra, kadehlerden biri benim, diğeri ise onun elindeydi.

“Imm… Güzel kokuyor.” Susamıştım, bu yüzden büyük bir yudum aldım. “Tadı da kokusu gibi güzel. Şey gibi… Göldibi meyvesi.”

Yüzünün bir tarafı başıma yaslanmıştı. “Soğuğun ortasında senin için dalıp çıkardığım meyveden bahsediyorsun.”

Gülümsedim. Bahsettiği, benim için yaptıklarından sadece biriydi. “Evet, tam olarak ondan bahsediyorum. Biliyor musun? Göl gibi meyvesi, benim dünyamdaki bir meyveye çok benziyor. Hatta… İki meyveye.”

“İsimleri ne?”

“Yeşil erik ve vişne.”

İçkisinden yudumladıktan sonra “Yeşil erik ve vişne.” diye tekrar etti. “Garip isimler.” Bir yudum daha aldı. “Anlatsana.”

“Ne anlatacağım?”

“Dünyanı.” dedi. “Dünyanı anlat.”

İçkimden küçük bir yudum aldıktan sonra küvetin kenarına bıraktım. Şeffaf şişerlerden mavi olanını seçip suya boca ettiğimde, su anında köpürdü ve banyonun mum ışığıyla benzemiş karanlık duvarlarına mistik okyanus kokusu yayıldı. Boynuma kadar suya gömülüp, başımı boynunun altına yerleştirdim. Çünkü… Anlatacaklarım hiç de kısa değildi.

“Aslında buraya hiç benzemiyor ama aynı zamanda çok da benziyor. Çocuklar belli bir yaşa kadar okula gider. Yetişkinler ise çalışır. Burada olduğu bölgeler var; biz onlara şehirler, ülkeler, kıtalar, diyoruz. Orada, burada olduğu gibi özgürce silahlar kullanılamıyor. Kullanan, suç işleyen insanlar hapse giriyor.”

“Yani sizin de zindanlarınız var.”

Gülümsedim. “Evet, bizim de zindanlarımız var. Sonra… Birbirini seven insanlar evleniyor ama ne malesef neredeyse bir çoğunun çocuğu olabiliyor.”

“Neden maalesef?”

“Çünkü birbirini gerçekten sevmekten öte; anne baba olmayan insanlar da çocuk sahibi olabiliyor. Sonra o çocuklara bakamıyorlar.”

“Ne oluyor o çocuklara?”

Üzüntüyle içimi çektim. “Sevgi evlerine veriliyorlar. Orada kimsesiz çocuklar bir arada yaşıyor. Tabii bu işin iyi tarafı.”

“Daha kötü nasıl bir tarafı var?”

“Bazı çocuklar sokaklarda büyüyor. Onlar…”

Şakağımdan öptü. “Bizim çocuklarımız mutlu büyüyecek.” Parmaklarının dış yüzüyle yanağımı okşarken, “Her biri…” dedi.

İşte, yine ruhumu kasvete bulayan o noktaya ulaşmıştık. İşte, yine çıkmaz sokağa sapmıştık. Aynı düşünceleri paylaşmıyorduk. Aynı duyguları da öyle... Ona kızamıyor oluşum beni daha büyük bir zora sokuyordu. Çünkü eğer yakasına yapışabilseydim, acım bir nebze azalabilirdi. Ne yazık ki yapamıyordum. Çünkü bu acının iki umarsızı vardı. Biri o, diğeri de ben.

“Anlayacağın…Benim dünyam ne bu dünyadan ne başka dünyadan daha masum değil.” İçkimden yeni bir yudum alacakken, istemeden kadehin dibini gördüm. Başımı yerinden kaldırmadan bakışlarımı yüzüne kaldırdığımda, kirpiklerinden gözbebeklerine akan hüznü gördüm. Onu üzüyordum. Hiçbir şey için değilse bile bu yüzden kendimi hırpalıyordum.

“Sen masumsun.” İki parmağıyla çenemi tuttu ve başını, bana eğdi. “Sen masum olmayan iki dünyada da, benim için masum kaldın.”

Kirpiklerimi kırptığım ansol yanağıma ılık bir damla düştü. Bunu beklemiyordum. “Bundan emin misin?”

Daha fazla yaklaştı. Dudaklarını gözyaşıma bastırdığında, gözlerimi sıkıca kapattım. “Hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım.” dedi, gözyaşımı yanağımdan dudaklarının arasına intikal ettirerek. “Bana güveniyor musun?”

Avucumu sakallarına kapattım. “Hiç kimseye güvenmediğim kadar.”

Usulca alnını alnıma dayadı. “O zaman bir daha emin misin, diye sorma. Başıma gelen hiçbir şeyden senden emin olduğum kadar olmadım, sarışın.”

Ona vereceğim hiçbir cevap, sözlerinin yaşattığı mutluluğu gösteremezdi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yüzlerce andan birindeydik. Bu yüzden konuşmaktan daha iyisini yaptım, onu öptüm. O öpücük, aramızda daima gezinen tutkunu közlerini alevledi ve bir an sonra dudaklarımı dudaklarının arasında ezilirken buldum. Kalp atışlarım, bana ilk dokunduğu an da olduğu kadar hızlıydı. Onu öperken hala bir sonraki adımı tahmin edemiyor, bir sonraki adımın dayanılmaz heyecanını yaşıyordum. Onunla bir bütün olurken, sokaklarından kayboluyordum ve en sonunda kendimden uzaklaşarak, Biran’daki kendimi buluyordum.

Sabah güneşinin buluştuğu kirpiklerimi araladım. Bu uyanışım diğerlerinden farklıydı. Çünkü yanıbaşımda beni izleyen bir lider yoktu. Çarşafı göğsüme bastırıp doğrulduğumda, burnuma çalınan nefis kokuyu içime çektim. Yataktan çıkarken, sevgili kocamın nerede olduğunu tahmin etmek artık daha kolaydı. Çarşafı göğsüm boyunca doladıktan sonra ucunu içine sıkıştırdım. Salona gitmek üzereyken, son anda karar değiştirerek önce banyoya ilerledim. Aynanın karşısına geçtiğimde doğru karar verdiğimi gördüm; saçlarım dağılmış, dudaklarım kızarmış ve gece boyu sürekli uyanmaktan! gözlerim şişmişti. İlk olarak yüzüme hızlıca su çarptım, ıslak ellerimi boynum boyunca gezdirdikten sonra parmaklarımla saçlarımı taramaya çalıştım. Başa çıkamayacağımı anlayınca tepede öylesine bir topuz yapıp Mirel’e ait tel tokalardan biriyle tutturdum.

“Beni izlemeye ara verip karnını doyurmaya ne dersin?”

Haksız değildi. Yaklaşık on dakikadır salonun bir köşesinde durmuş, mutfakta yaptıklarını izliyordum. Rahatça görebileceği bi köşede değildim ama beni görmüş olmasına şaşırmamıştım.

“Epey acıkmıştım zaten.”

O da benim gibi kıyafetlerini üzerinde taşımıyordu. Yalnızca belinde beyaz bir havlu vardı. Şartlar eşitti. Saçlarına baktığımda, kısa buklelerinin ıslak olduğunu gördüm. Keza sırtında da banyo yaptığını ele veren su damlacıkları vardı.

“Masa hazır, hanımefendi.” Kolunu uzatarak sunduğu masa özenle hazırlanmıştı. Hemen sonra işinin ehli bir garson gibi kolunun birini arkasına götürerek beline yapıştırdı. “Buyrun lütfen.”

Biran, beni sevimli bir oyuna davet ediyordu.

Kibirli bir hanımefendi gibi gerilerek, ayağımda topuklu ayakkabı varmışcasına yavaşca yürüdüm. “Buyuralım bakalım.” Yaklaşmaya başlamıştım ki kokunun kaynağını algılamamla duraksadım. “Ne yaptın sen!”

Kaşlarını kaldırdı. “Bir kusur mu işledim, hanımefendi?”

Verdiğim tepkinin farkına vararak kendime çeki düzen verdim ve yeniden oyuna adapte olarak, “Bu koku, nefis bir yaprak sarmasına ait olabilir mi?” diye sordum.

“Tam üzerine bastınız.” Benim için çektiği sandalyeye oturdum. “Servisinizi hemen yapıyorum.”

Büyük bir tabak sarma ve içeceği önüme bıraktıktan sonra geri çekildi. “İzninizle, bu kadar güzel bir hanımefendinin yalnız yemesine izin veremem.”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Arkama yaslandım ve karşımdaki sandalyeyi işaret ettim. “Pek tabii. Oturun lütfen.”

Aynılarını kendisi için de aldıktan sonra karşımdaki yerini aldı. Hemen çatalı aldım. Tabiri caizse midem kazınıyordu ve ben, sarmaya bayılırdım! Çatalımı aynı anda iki sarmaya birden batırıp ağzıma attığımda, gözlerim kendiliğinden kapandı. Farklı bir yapraktan yapıldığı için tadı daha ekşiydi ama yine de çok güzeldi. “Tanrım! Muhteşem.” Hızlı çiğnedikten sonra iki tane daha yedim. Sonra iki tane daha, üç tane daha ve üç tane daha!

“Tüm tencere sizin. Ama bence daha yavaş olmalısınız.” Bu kez gülmemek için kendini tutan karşımdaki yakışıklı garsondu. “Boğulmanızı istemem.”

Dolu dolu yanaklarımla birlikte ona baktım. “Yaprağı nerden buldun?” Ağzım dolu olduğu için ne söylediğimi anladığından emin değildim. Yuttuktan sonra tekrar sorma karar verdim. “Mirel’in yaprak sardığını sanmıyorum.”

Arkasına yaslandı. Yeniden Biran’dı. Siyah ve sık kirpiklerinin arasındaki renk gördüğüm en dingin hallerinden birindeydi. “Sen uyanmadan temin ettim. Ne dersin? İlki kadar iyi olmuş mu?”

“Her yaptığın bir öncekinden iyi olacak, bunu biliyorum.”

Bana gülümsedi ve ben yaptığı leziz sarmaları yerken, son lokmama kadar beni izledi. Yemek yerken bir başkasının gözlerini üzerimde hissetsem rahatsız olur, devam edemezdim ama o başkaydı. Onun yanında kimsenin yanında olmadığım kadar rahat ve özgürdüm. Oysa, en başında özgürlüğümün önündeki en büyük engeldi. Bu yüzden ulaştığımız nokta her ikimiz için de çok kıymetliydi.

“Sen yemeyecek misin?”

Hafifçe eğilerek, kollarını masaya yasladı. “Seni izlerken doyuyorum.”

Aramızda küçük bir masa vardı. Ancak tam da içinden bulunduğumuz an, küçük bir masanın yarattığı mesafeye bile katlanamazdım. Ayağa kalktım, çatalı yavaşça tabağıma bıraktım ama onun yanına giden adımlarım kesinlikle yavaş değildi. Arkasından sarılıp başımı çıplak omzuna saklarken, “Beyefendi,” diyerek oyuna devam ettim. “Ben doymadım.”

Göğsüne uzanan elimi tuttu. “Dediğim gibi hanımefendi, tencere sizin.”

“Hayır.” diye itiraz ettim. “Tüm tencereyi yesem bile doymam.” Bana baktığında, burnun yavaşça onunkine sürtüp, dudaklarımda kalan yağı dilimle aldım. “Beni ancak siz doyurabilirsiniz.”

Gülümsedi. Gülümsedim. Dudaklarımız aşkla buluşurken, çarşaf artık benimle değildi.

*

“Hayatımda ilk kez bundan yiyorum!” Alaz, ikinci tabak sarmayı yerken, ilk tabağın başında olduğu kadar iştahlıydı. “Çok güzel yapmışssın anne! O kadar güzel yapmışsın ki geç geldiğin için sana küsmeyeceğim.”

Üzülerek oğluma yemeği benim değil, babasının yaptığını söylemek üzereyken, Biran susmamı işaret etti. “Evet ufaklık, annen bu yemeği çok güzel yapıyor.”

En yakın zamanda en az Biran’ınki kadar sağlam bir sarma yapmayı öğrenmem gerekiyordu.

“Baba,” Yüzüne ciddi bir ifade oturttu. “Yemekten sonra erkek erkeğe çiftliğe gidelim mi?”

Aynı ciddi ifade babasının da yüzüne yerleşti ama benim açımdan oldukça komik görünüyordu. “Hoş bir teklif. Erkek erkeğe mi, diyorsun?”

Alaz çatalını yumruğunun arasında tutarken, babasını başıyla onayladı. “Evet, erkek erkeğe. Annem yorgun görünüyor. O evde kalıp dinlensin.” Mavi gözleri dikkatle bana baktı. “Anne, davet çok mu yorucuydu?”

Biran’ın elini burnuna götürüp kaşırmış gibi yaptı ama bu, kesinlikle gülümsemesini kamufle etmek için seçtiği bir yoldu.

“Şey, gece uyuyamadım.”

“Neden?” diye sordu merakla. “Neden uyuyamadın ki?”

Alaz beni köşeye sıkıştırdıkça Biran eğleniyordu. Hem de çok! “Uyku tutmadı.” Yanaklarım kızarmış mıydı? “Seni çok özledim.” Bu doğruydu. Biran’a göz ucuyla baktım, intikam yemeğini bu kez soğuk yemeyecektim. “Akşam babanı yataktan atıp başbaşa uyumaya ne dersin?”

Alaz’ın gözleri heyecanla açıldı. “Gerçekten mi?”

Biran somurturken, bu kez eğlenen bendim. “Gerçekten bebeğim.”

“Ben neden yataktan atılıyorum?” Biran ayaklandı, deri görünümlü siyah ceketini giydi. “Orası bizim yatağımız.” Parmağı Alaz’ı gösterirken, onun yaşında görünüyordu. “O gitsin.”

Alaz hızlıca başını iki yana salladı. “Annem beni istiyor. Kadınların isteklerine önem vermeliyiz.”

Kendimi tutamayıp kahkaha attım. “Doğru söylüyorsun oğlum. Kadınların isteğine önem vermek, sana her yaşında mutluluk getirir.”

Biran’ın yenik adımları dış kapıya doğru ilerledi. “Bunu seninle yolda konuşacağız küçük adam.”

İki adamın gidişinden bir süre sonra Mirel uyandı ve bizim için sert birer içecek yaptı. Pijamaları, dağınık saçları ve uyku mahmuru gözleriyle benimle otururken, dudaklarında imalı bir gülümseme vardı.

“Yeni eşyalarımı beğendin mi?”

Konunun eşyalar olmadığını elbette biliyordum. “Güzel ve konforlulardı.”

“Memnun kalmanıza sevindim. Davet nasıldı?”

“İşte buna iyi bir cevap veremem. Hualp Koran geldi.”

Şaşkınlıkla  bacaklarını koltukta topladı. “Gerçekten mi? Mestan davetli listesinde olmadığını söylemişti.”

“Yoktu.” Omuz silkerek “Ama geldi.” dedim.”

“Bilerek geldi, huzurunuzu kaçırmak için.”

Mirel’in söylediğini zaten biliyordum. O adam, nefes aldığı müddetçe bize huzur vermemek için elinden geli yapacaktı ve ben bir kişinin daha nefesini kesmek zorunda kalmak istemiyordum.

“Biran bize bir şey söyledi.” Bakışlarıyla bardağından çıkan dumanı takip etti. Bunu bana bakmamak için yaptığını biliyordum. Çünkü bahsetmek istemediği bir gerçekten bahsedecekti. “Yani sen…”

Onu daha fazla zorda bırakmadım. “Evet, ömrümden yirmi yılı feda ettim ve bu durumun nasıl düzeleceğini bilmiyorum.”

“Biran deli gibi bunu araştırıyor.”

Burukça gülümsedim. “Hiç söylemese de biliyorum.”

O da gülümsedi ama benimki kadar buruk değildi. “İlişkinizin bu dinamiğini seviyorum. Yaşanacak son üç gününüz kalmış dahi olsa, üzülmek yerine o üç günün tadını çıkarıyorsunuz. Tüm sorunlar bir noktada kapının arkasında kalıyor. Hiç olmamışlar gibi…”

Düşüncelerimi bir başkasının ağzından duymak iyi hissettirmişti. “Siz nasılsınız? Mestan ve sen…”

Açık mavi gözlerinden geçen hüzün kalbime ulaştığında ona sarılmak istedim. “Biliyorsun, hala bir bebek sahibi olamadık. Aslında… Anne olmayı hiç düşünmemiştim. Olsa güzel olur muydu, evet. Ama olmuyor. Neden olmadığını düşünmek bazen ondan uzaklaşmama sebep oluyor. Bu çok zor Rozelin. Kendimle başbaşa kaldığım her an kendimi, aşkımızı sorgularken buluyorum.”

Önce kendi bardağımı sonra da onunkini alıp masaya bıraktıktan sonra Mirel’i kollarımın arasına aldım. Keşke içimdeki bebeği Mirel’e verebilseydim, diye düşündüm. Bunu düşünmek beni kötü biri yapar mıydı?

“Kapı mı çaldı?”

Ondan uzaklaşıp kapıya kulak kabarttı. “Evet, biri kapıyı tıklatıyor ama…”

“Biran kalkanı indirmeyi unuttu sanırım.” Ayağa kalktı. “Evin etrafı koruma dolu. Zaten tehlikeli birinin kapıyı çalarak geleceği sanmıyorum.”

Ben de ayağa kalktım. “Haklısın.” Gidip kapıyı açtığımda karşımda bir koruma, birkaç metre gerisinde de Lider Nesra’yı buldum.”

“Efendim.” dedi koruma, başını önünde birleştirdiği eline eğerek. “Aydınlık bölge Lenoran lideri Nesra Hansel sizi görmek istediğini bildirdi. Lider Biran’a ilettik. Kendisi, sizin kararınızı uygulamamızı söyledi.”

Bu beklediğim bir ziyaret değil. Bu yüzden cevap vermek için bekledim ancak yeni liderin evime kadar gelmiş olmasının önemli bir neden olduğunu düşünerek, “Bekliyorum.” dedim. “Gelebilir.”

“Emredersiniz.” dedi koruma. “Lider Biran’ın isteği üzerine kendisinin üzeri arandı. Ayrıca yanında gelen iki muhafız, lider çıkana kadar gözetimimiz altında kalacak.”

Koruma, Lider Nesra’ya eşlik etmesi için diğer korumaya işaret verdi. Az sonra lider, yüzünde belirgin bir mahcubiyetle kapımdan içeri girmişti.

“Bu ani ziyaretimi mazur görün, kraliçe.” Kendisini selamlayan Mirel’e karşılık vererek, “Umarım rahatsızlık vereceğim bir  zamanda gelmemişimdir.” dedi.

“Hoşgeldiniz. Ayakta kalmayalım.” Öncelikle oturması için onu içeri davet ettim. Birlikte koltuklara ulaştıktan sonra Mirel ve ben eski yerimize, Nesra ise tekli koltuğa geçti. “Rahatsız etmiyorsunuz. Sadece sizi burada görmeyi beklemiyordum.”

“Haklı olarak.” diye onayladı lider. Üzerinde lacivert rengi döpiyes takım ve aynı renk topuklu ayakkabıları vardı. Ensesinde topladığı saçları sol omzundan karnına doğru akıyordu. Suratında dozunda bir makyaj vardı. Yine fazlasıyla güzeldi. “Hanımefendi kim?”

Gülümseyerek Mirel’e baktım. “Mirel. Kendisi benim ve Lider Biran’ın yakın dostu olur.”

Mirel, “Memnun oldu sayın Lider.” dedi. “Görevinizin size uğur getirmesini dilerim.”

“Teşekkür ederim, sevgili Mirel.” Konuşmanın devamını getirmek üzereyken, tereddütte kalarak bana baktı. “Buraya sizinle özel bir konuyu konuşmak için geldim ancak…”

Mirel kalkmak üzereyken, elimi elinin üzerine koyarak onu durdurdum. “Dediğim gibi, Mirel yakın dostumdur. Konu tamamen benimle ilgiliyse rahatlıkla konuşabilirsiniz.”

Lider başıyla onaylamasına rağmen Mirel kalktı ve içecek bir şeyler hazırlayacağını söyleyerek mutfağa gitti. Yalnız kalmamızın ardından lider kollarını koltuğun kollarına bıraktı, araladığı dudaklarıyla söze gireceğinin sinyalini verdi.

“Öncelikle bu konunun üzerime vazife olmadığını düşünebilirsiniz. Bu düşüncenizi yadırgayamam. Her şeye rağmen şansımı denemek için buradayım. Sizden sadece, konuşmam bitene kadar beni dinlemenizi rica edeceğim.”

Girizgahı beni fazlasıyla meraklandırmıştı. Bu yüzden bir an önce konuya girmesi için “Sizi dinliyorum.” dedim. “Benimle açıkça konuşabilirsiniz.”

“Davette hoş olmayan bir an yaşadık. Lord Hualp’in gitmesini istemek durumunda kaldım. Aslına bu yaptığım karakterimi temsil edebilecek bir davranış değildi. Sonrasında pişmanlık duydum ve bu nedenle Lord Hualp’i eyaletinde ziyaret ettim.” Derin bir nefes aldı. Devamını getirmenin onun için zor olacağını anladım ancak kesmeden dinleyeceğimin teminatını verdiğim için konuşmanın bir an önce bitmesini bekleyecektim. “Rozelin, bahsettiğim ismin hoşunuza gitmediğinin farkındayım. Bunu bakışlarınızdan anlayabiliyorum ama Lord Hualp’in anlattıkları ve kanıtları beni buraya getirdi.” Bir anda beliren ve içimi ele geçiren korku hissi yutkunmama sebep oldu. “Bakın Rozelin, liderlik görevime getirmeden önce liderleri, lordları ve ülkenin ileri gelen soylularını uzun uzadıya araştırdım. Beni yanlış anlamanızı istemem fakat hakkında her şeyi bilmek istediğim ilk kişi Biran Nuh’tu. Bölgelerin rekabetini ve benden önceki lider ile olan husumetini göz önüne alırsak, araştırmakda çok da haksız sayılmam, değil mi?”

“Lider Nesra, bölmeyeceğimi söylediğim için susuyorum. Sadede gelir misiniz?”

Başını ağır ağır salladı. “Lider Biran’ı araştırırken, sizin hakkınızda da yeterince bilgi sahibi oldum. Siz ve adınızın dokunduğu noktalar… Lord Hualp, bana taşıdığınız mucizenin babası olduğunu söyledi. Hatta çok daha fazlası, bunu kanıtladı.”

Ayağa fırladığım an kolum kapıya uzandı. “Gitmenizi rica edeceğim.”

Çıkışımın onda yarattığı üzüntüyle birlikte ayağa kalktı. “İyi niyetle buradayım.”

“Sizi ilgilendirmeyen bir konuya burnunuzu sokmak için buradasınız.” Sesime yansıyan sadece öfke değildi. Kırgınlık ve çaresizlik de vardı. “Ne hakla yeni tanıştığınız bir kadına bunları söyleyebiliyorsunuz? Size bu cüreti veren sıfatınız mı?”

Başını hızla iki yana salladı, yaklaştı. “Özür dilerim Rozelin. Niyetim sizi üzmek olamaz. Ben yalnızca orta yolu bulmak için buraya geldim. Ortada mağdur bir adam ve istenmeyen bir mucize var.”

“Bebeğin istenmediğini nereden çıkardınız?” Mirel yaklaştı ve elindeki bardağı sertçe masaya bıraktı. En az benim kadar çileden çıkmış görünüyordu.

Nesra ona döndü. “Bunu bana mucizenin babası söyledi. “Mirel’in yeni bir çıkışından önce elini kaldırdı ve otoriter ifadesini ortaya çıkardı. “Kanıtları gördüğümü söyledim.”

“El yazımla yazılmış mektubu mu gördünüz?”

“Çok daha fazlasını…” diye yanıtladı. “Efsunlu suda.” dediğinde Mirel buz kesti.

Efsunlu su. Ne demek istemişti?

“Orada ne gördün?” Mirel yaklaştı. Liderin dibine kadar girdi. “Efsunlu suda ne gördün?”

Lider, bakışlarını Mirel’den alıp bana çevirdi. “Kraliçe Rozelin’in hamileliğini öğrendiği anı ve sevincini Lord Hualp ile paylaştığını….” Mirel, inanamayarak sendeledi ve koltuğa oturdu. “Üzgünüm.” dedi lider Nesra. “Lord Hualp, ettiğim kabalığın özrü olarak benden mesajını size iletmemi istedi. Başta sıcak bakmadım ancak ettiği teklifi, kabul edebileceğinizi düşündüm.”

Mirel bakışlarını saplandığı yerden ayırmadan “Git buradan.” dedi.

Aynı düşüncede değildik. “Teklifini söyleyin.” Yaklaştım, bir adım kala durdum. “Ne istiyor?”

Nesra’nın söylediği gibi bir kötüğün peşinde olmadığını görebiliyordum. Burada geçirdiğim zaman boyunca insanların yaklaşımını birbirinden ayırt etmeyi öğrenmiştim. Yine de söyledikleri beni, o kötü niyetli insanların yaptıkları kadar üzmüştü. “Mucizeye zarar vermemeni istedi. Eğer şatosuna giderseniz, efsunlu suyu size de göstereceğini ve…” Gözlerime özür dileyen gözlerle baktı. “Peşini bırakması karşılığında, mucizeyi doğurup kendisine vermeniz gerektiğini söyledi.”

Ağlayacağımı sandım ama tek damla gözyaşım bile akmadı. Liderin karşısında taş gibi duruyordum. “Gidebilirsiniz.”

“Kraliçe Rozelin, sizi üzdüğüm için öz-”

“Gidin lütfen.” dedim onu arkama alarak. “Elçilik görevinizi başarıyla yerine getirdiniz. Burada başka bir işiniz kalmadı.”

*
Mirel, atı Büyücü Dora’nın kulübesinin önünde durdurdu. Safornikon da belli dönemlerde hava her zamankinden daha bozuk ve yağışlı oluyordu. Araçlar çoğu yerde işe yaramıyordu. En azından, Mirel’in beni Biran olmadan Dora’ya getirmemek için sunduğu en mesnetli bahane buydu. At ile gidebileceğimizi söyleyerek bahanesini çürüttüğümde de kabul etmemişti. Ta ki bana eşlik etmediği ihtimalde yalnız gideceğimi söyleyinceye kadar…

Attan indim. “Benimle gelmek istemezsen anlarım ama bunu yapmak zorundayım. Ne kadar vaktimin kaldığını bilmeliyim.”

“Biran’ı beklemeliydin.” Bunu belki yedinci söyleyişiydi.

“Bana efsunlu suyun ne olduğunu açıkladın, Mirel.” Evet, bunu yapmasını ondan ben istemiştim. Efsunlu su, Safornikon’a ait bir video kameraydı. Kendi el yazımla yazılmış o mektuptan sonra şimdi de yaşananları hafızasında tutan ve asla yalan  söylemeyen o su, içimdeki bebeğin Biran’a ait olduğunu söylüyordu. “Daha fazla kanıta ihtiyacım yok.”

“Şu Nesra denen kadının yalan söyleyebileceği hiç mi aklına gelmiyor?”

Gözlerine baktığımda, söylediğine kendisinin bile inanmadığını gördüm. “Tekrar etmeyeceğim, istersen gelme.”

Atın üzerinde ufuklara baktı. Sonra o da indi. “Yürü Rozelin. Seni yalnız mı bırakacağım?”

Sırtımı yavaşça vurduktan sonra önden ilerledi. Dora’nın kulübesine girdiğimizde, beni bu kez sevinçle karşılamadı. O, hisli bir kadındı ve iyi bir nedenden dolayı burada olmadığımı biliyordu.

“Dora…” Yavaşça ona yaklaşmaya devam ederken, “Bir cevaba ihtiyacım var.” dedim. “Bana o cevabı verir misin?”

Dora, yaşlı yüzüne yayılan hüzün ile birlikte uzanmam gereken yeri işaret etti. Mirel, kulübenin ağzında duruyordu. İçeri girmek ve geri dönmek arasında kalmıştı. Çünkü burada olma sebebimizi bilmek, onda Biran’a karşı duyduğu müthiş bir vicdan azabı yaratmıştı.

Uzun minderin üzerine uzandım. O minderler beni ilk kez ağırladığında, kimseye göstermemeye çalışsam da ruhum tir tir titriyordu. Herkes hamile olduğumu söylerken, ilk kez gördüğüm Dora’dan öyle olmadığımı söylemesini beklemiştim. Beklemekten öte, söylemesi için ona yalvaracak durumdaydım. Şimdi ise her şey için çok geçti. İçimde istemediğim bir bebek taşıyordum ve Dora’ya sormam gereken soru tam da bununla ilgiliydi.

Dora yanıbaşımda eğildi. Karnımı açtım, gözlerimi tavana diktim. Büyücünün soğuk avucu karnıma kapandı, parmak uçlarımın buz kestiğini hissettim. Dora gözlerini kapattı, gözlerimi kapattım.

Tek istediğim o lanet olası cevabı alıp bir an önce buradan gitmekti.

“İki gün.” dedi Dora. “Mucize iki gün içince bedenini terk etmezse, sen ölmediğin sürece mutlak suretle doğacaktır.”

Gözlerimi açtığımda dolması birkaç saniyeyi aldı. Muhtaç gözlerle yaşlı kadına baktım. “Dora, onu içime büyü ile koyup koymadıklarını anlayamaz mısın?”

Dora ince dudaklarını birbirine bastırdı, başını iki yana salladı. “Ah zavallı kızım, şayet mucize içinde bulunduğumuz zamana ait olsaydı, bu cevabı sana verebilirdim. Lakin o, geçmiş zamana ait. Ne benim ne de başka bir büyücünün bilmesi imkansız.”

Kırgınlıkla kabullendım. Ayağa kalktığımda bana yardımcı olamadığım için kahrolan Dora’ya sarıldım. Neden yaptığımı bilmiyordum. Yalnızca içimden gelmişti. “Teşekkür ederim.”

Ondan uzaklaşıp kulübenin çıkışına yaklaştığım an da ismimi seslendi. Yönüm Mirel’e dönükken, başımı büyücüye çevirdim.

“Kimsenin doğrusunu yaşamak zorunda değilsin, Rozelin. İçindeki sese kulak ver. Ne kadar zaman geçerse geçsin, hissettiklerin seninle kalacak.”

Gülümserken, aslında içten içe ağlıyordum. “Hoşçakal, Dora.”

Sallanan iskemlesine oturdu ve elini kaldırarak beni uğurladı. “Hoşçakal kraliçe.”

İçimde çığ gibi büyüyen ve tüm hücrelerimi bir buz kütlesine çeviren derdimle birlikte eve döndüğümde suskundum. Mirel defalarca ne yapacağımı sormuştu. Bilmediğimi söylemiştim, defalarca. Uyuyacağımı söyleyip odamıza çıkmış ancak gözlerime tek bir damla uykuyu sığdıramamıştım. Yatağın ortasında sereserpe yatarken, avuçlarımda, at çiftliğinde karşıma çıkan ihtiyarın verdiği şişeyi saklıyordum. İçmeyi düşünmemiştim. Bir an bile aklımdan geçirmemiştim. Henüz. Yapmam gereken bir şey vardı. Yapmam gereken ancak nasıl yapacağımı bilmediğim şey, Biran’a elimdeki iksiri ve Nesra’dan duyduklarımı söylemekti…

Kapıdan gelen tıkırtıları duydum. Sevdiğim iki adam da gelmişti. Ayağa kalkmalı, yüzüme bugünün derin kederini silecek sıcak bir tebessüm yerleştirmeli ve onları kucaklamalıydım.

“Anne!” dedi Alaz, yemekten ve banyodan sonra dizlerimde uzanırken. “Yarın sabah yine çiftliğe gideceğiz. Babamı yarışta yendiğim için tekrar gitme sözünü kaptım.”

Dizlerime yayılan ıslak buklelerini tarıyordum. “Şaşırmadım. Yeneceğini biliyorum.” deyince yüzünde büyüyen gururlu ifadeyi görmek güzeldi.

“Bu kez sen de gelir misin?”

Yarın son gündü. Yarın ne olacağını bilmiyordum. “Gelmeyi isterim.”

“Oley!” Bunu bir söz olarak kabul etti. Ona, söz olmadığını söyleyemedim. “Benim uykum geldi. Beni yatırır mısın anne?”

“Elbette bebeğim.” Dizlerimden kalkamasına yardım ederken Biran kapıdan içeri girdi.

“Annen yorgun görünüyor. Bu gece seni babanın uyutmasını ister misin?”

Alaz başını abartılı bir şekilde iki yana salladı. “Annem yatırsın. Hem bütün gün evdeydi. Yorulmamıştır ki.”

“Evet.” Mirel’e baktım. Bugünün aramızda kalması için ondan söz almıştım ancak o söz geçerliliğini yarına kadar koruyacaktı. Yarın ilk iş olarak Lider Nesra’nın buraya gelişini Biran’a anlatmamı istemişti. Biliyordum ki bunu ben yapmazsam, o yapacaktı. “Yorgun değilim.”

“Emin misin?” Biran’ın bakışları dikkatle yüzümde dolaşırken, bakışlarımı kaçırmamak için kendimi zor tutuyordum. “Geldiğimizden beri yüzün bembeyaz. Yemekte bir şey de yemedin.”

“Anne, yoksa sen hasta mı oluyorsun? Ben de hasta olunca canım hiç yemek istemiyor”

Oğlumun kırmızı yanaklarını severek “Hayır.” dedim. “Ama benimle böyle ilgilenecekseniz hasta numarası yapabilirim.”

Birbirlerine baktılar. Bu bir işaretti. Sonra aynı anda eğildiler ve biri sağ, diğer de sol yanağımdan öptü.

“Biz seninle her zaman ilgileniriz anne.”

Biran bir öpücüğü de boynuma bıraktı. “Küçük adam haklı, biz seninle her zaman ilgileniriz sarışın. Hatta Alaz uyuduktan sonra seninle yakından il-”

“Hadi seni yatırayım Alaz’cım.” Biran’a bakışlarımla susmasını işaret ederek Alaz’ı kucakladım ve odamıza çıktım. Tüm gün at sırtında olduğu için çok yorulmuştu. Bu yüzden uykuya dalması uzun sürmedi. Uzun uzun onu izledim. Sonra gözlerimi kapattım ve Biran’a daha fazla yalan söylememek için oğlumun bebek kokusu eşliğinde uykuya daldım.

Yatağın sallanmasıyla gözlerimi açtığımda Alaz’ı yatakta zıplarken buldum. Çiftlik tulumunu giymiş, yüzünde görülmeye değer bir sevinçle annesini uyandırmaya çalışıyordu.

“Günaydın anne! Bir an hiç uyanmayacaksın sandım.”

Merdivenlerin başında Biran’ı gördüm. Son basamağı geride bıraktıktan sonra uyandığımı görerek, dudaklarında o hayran olduğum gülümsemesine yer verdi. “Günaydın, uykucu kraliçe.”

Yattığım yerde biraz doğruldum. Gözlerimi şiş hissediyordum. “Uyumak iyi geldi.”

Geldi ve yatağın kenarına oturdu. Yine yüzüme dikkatle baktı. “İyi olduğunu mu söylüyorsun.”

“İyiyim.”

Eli yanağıma, parmakları şiş göz kapaklarıma uzandı. “Hep iyi ol.”

Gözlerindeki iyilik, bana karşı hep oradaydı. Söylediği gibi hep iyi olmamı istiyordu. Ancak içimde bir şüphe taşırken, asla iyi olamazdım. “Biran,” Şimdi olmaz, diye geçirdim içimden. Şimdi anlatırsam Alaz’ı çiftliğe götürmekten vazgeçer, burada benimle kalırdı. Döndüğünde ona her şeyi anlatacaktım.  “Bugün gelmesem olur mu?”

Kaşları çatıldı. Bakışları bu kez bedenimde gezindi. “Neden? Bir yerin mi ağrıyor?”

“Hayır.” Bir şey uydurmak zorundaydım. Yoksa beni yalnız bırakması mümkün değildi. “Aslında evet. Önemli değil. Sadece biraz daha uyumak istiyorum.”

“Seninle kalacağım.”

Yatağa yaslanmış elinin tuttum. “Hayır, buna gerek yok. Mirel burada.”

“Yine de kalacağım.”

Yavaşça üzerine eğildim ve dudaklarımı kulağına götürdüm. “Alaz çok hevesli. Hevesini kırmayalım. Biraz daha uyuyacağım. Belki sonra Mirel ile birlikte geliriz.”

Alaz’a baktı. Botlarını giymeye çalışırken çok mutlu görünüyordu. “Tamam ama zorlama kendini. Erken döneceğiz.”

Dudaklarımı kulağının altına bastırırken, gözlerini kapattı. “Biliyor musun? Seni ne senin, ne de benim dünyama sığamayacak kadar çok seviyorum.”

Gözleri açıldı, artık kaşları çatık değildi ve mavilerine bu kadar yakından baktığım için birkez daha çok şanslı olduğumu düşünüyordum. “Seni var olan tüm dünyalara sığamayacak kadar çok seviyorum.”

Beni usulca yatağa yatırdı. Örtüyü üzerime çektikten sonra dudaklarını şakağıma bastırdı ve gitmeden önce kokumu içine çekti. Aslında yeniden uyumayı düşünmüyordum ama nefesi, yeniden uyumam için bana gerekli huzuru vermişti.

Bedenim müsvette bir kağıt gibi buruşturulup uzay boşluğuna fırlatıldı. Yolculuğum hızlı, karanlık ve tehlikeliydi. Sonunda bir yatağa düştüm. Bana ait olmayan o yatağın ortasında kendimi kan ter içinde buldum.

“Ah! Çok acıyor.” Acı tüm bedenimi ele geçirmişti. Nefesimi bir türlü düzene sokamıyordum. Başımın üzerinde dönen kara karartıların varlığı her geçen gün artarken, kollarımdan yatağa bastıran kadınlar hareket etmeme izin vermiyordu. “Alın artık.” diye bağırdım. Bacaklarımın arasından akan ılık sıvı yeni bir acıyı beraberinde getirdi. Parmaklarım sıkmaktan morarmıştı ama bir türlü bitmek bilmiyordu. Ben sanki bin yıldır bu acıyı çekiyordum.

Simsiyah bir odadan, simsiyah bir yatağın ortasındaydım. Tavan, üzerindeki parçalı desenleri göremeyeceğim kadar uzaktaydı ve hiç pencere yoktu. Neden?

“Geliyor!” dedi kadınlardan biri. “Mucize geliyor! Babasını çağırın!”

Başka bir kadın koşarak kapıdan çıktı. Kapı ardına kadar açıktı ama ötesini göremiyordum.
Nefesim tükendiğinde başımı yatağa bıraktım. Göğsümde hissettiğim sıkışma devam edemeyeceğimi söylüyordu ama kolumu tutan kadın, hiddetle üzerime eğildi.

“Devam et! İt onu! Devam et.”

Gözyaşlarım gözlerimden taşıyordu ama aktıklarını hissedemiyordum. Neden? “Ya-yapamam.”

“Yapamazsan ölür!” dedi, siyah sürmeli siyah gözlerini açarak. “Yapamazsan ikiniz de ölürsünüz!”

Hıçkırarak ağlamaya başladım. Gözyaşlarım akmadan için için ağlarken, başımı kaldırdım ve kalan gücümle ıkındım. Bana bağıran kadın kolunu kaburgalarımın üzerine yerleştirip, ağırlığını üzerime verdiğinde can havliyle  çığlık attım. Bunu tekrar tekrar yaptı. Kadın nefesimi kesiyordu. Her seferinde öleceğimi sanıyordum ama durmuyordu.

“Yeter!” diye haykırdım. “Yeter! Dur artık.” Gözüm karardı ama yaşadım şey son bulmadı.

“Geldi! Geldi!” Bacağımın arasındaki kadın ellerinin uzattı. Bebeğe dokundu ama ne ellerini ne de bebeği hissedemedim. Hissettiğim tek şey, ansızın içime yayılan devasa bir boşluktu.

Başımı yeniden yatağa bıraktığımda öksürmeye başladım, bunu bile yapamayacak kadar halsizdim. Tüm kadınlar ayak ucuma toplandı. Her birinin ağzından birer sevinç nidası dökülüyordu. “Tıpkı babası.” demişti biri. “Babasına bu kadar benzeyen bir bebek görmedim.”

Bakışlarımı oldukları yere devirdiğimde, kara çarşafa sardıkları bebeği gördüm. Siyah saçları, esmer teni ve kapkara gözleri vardı. Ağlamıyordu. Sadece bakıyordu. Bakışlarıyla, bana kim olduğunu anlatırken, yüreğim bedenimden hızla çekilmeye başladı.

Çünkü bebek, tıpkı Hualp Koran’a benziyordu!

“Hayır!” Çığlığım boğazımda patlarken karanlığa hapsoldum. O karanlığın içinde yuvarlandım ve başımı sertçe vurdum. Her yer yeniden aydınlandığında, olmam gereken yerdeydim.

“Rozelin!” Mirel telaşla koştu ve beni kaldırmaya çalıştı. Aynı anda yataktan düştüğümü idrak edebildim. “İyi misin? Gel buraya.”

Beni kaldırıp, yatağa oturmamı sağladıktan sonra şakağıma baktı. Biran’ın son öptüğü noktaya… “Şakağın kanıyor. Bekle.” Koşarak banyoya gitti. Döndüğünde elinde sargı bezi ve steril edecek şeffaf sıvı vardı.

“Nasıl başardın bunu?” Yaramı nazikçe temizlemeye başladı. Acımıyordu ya da ben hissetmiyordum. “Of, fena olmuş. Umarım kapanır. Yoksa dikiş gerekecek.” Telaşı, gözlerime bakmasıyla duraksadı. “Rozelin, neden ağlıyorsun?”

Elimi yüzüme götürdüm. Sırılsıklamdı. “Ben… Ağlamıyorum.” dedim. “Ağlamı-” Dudaklarımdan dökülen hıçkırık, peşi sıra gelecek olana yer verdi. Göğsüm sarsılarak ağlamaya başladım. Mirel ince kollarını etrafımdan sardı ama kollarına sığamadım. Ne bu yatağa ne bu eve ne de bu dünyaya sığamadım. “Mirel, ben çok acı çekiyorum.” Başımı omzuna bırakırken, çatallanan sesim anlaşılır değildi. “Çok acı çekiyorum.”

Omzunda dakikalarca ağladım. Bir süre hiç konuşmadı ama o sürenin sonunda ellerini omuzlarıma kaydırıp, yüzümü görebileceği kadar uzaklaştı ve “Hazırlan.” dedi. “Mentro Eyaletine gidiyoruz. Efsunlu suyu bir de biz görelim. Eğer Nesra’nın söyledikleri gerçekse, vereceğin her kararda Biran’ı karşıma almak pahasına yanında olacak. Söz veriyorum.”

Mirel ve ben; karanlığın ve büyünün şehri Mentro’ya giden o yolda yalnızca ikimizdik. Bedenlerimiz üzerinde olduğumuz ak akıtmalı kahverengi ata, sırrımız ise kalbimize yüktü. Artık biliyordum; isteseydim bir şekilde Biran ile konuşabilirdim ama ben sürekli bahanelerin arkasına sığınmıştım. Hep sonralara bırakmıştım. Biran’a tek kelime edemediğim için, onu karşımda bulmaktan korktuğum için kendime hiç kimseye olmadığım kadar kızgındım ama başka çarem yoktu.

Gözlerine her baktığımda, beni oğlumdan ve sevdiğimden koparan adamı hatırlatacak bir çocuğun annesi olmak istemiyordum.

Onu Alaz kadar sevemedikçe kendimden nefret etmekten korkuyordum.

Mentro’ya giriş yaptığımız andan itibaren, bizi lordun muhafızları karşıladı. Ucu bucağı orman; sessizlik ve kasvet olan ormanının içinden geçerek, sivri kubbeli kara şatosuna ulaştığımızda onu pencerelerden birinde gördüm. Beni bekliyordu. Buraya geleceğimi sanki çok önceden biliyordu.

“Kapıdan içeri girdiğimiz an duvara dönüşeceksin.” dedi Mirel. Atın üzerinde hemen arkasında oturuyordum ama Haualp’e nasıl baktığını tahmin edebiliyordum. “Seni üzmesine, sinirlendirmesine izin vermeyeceksin. Buraya yalnızca cevap almak için geldik. O cevabı alıp gideceğiz.”

“Biliyorum.” Önce ben indim. Benden sonra inen Mirel atı muhafızlara teslim etti. Şatonun göğe uzanan iri kapısından geçerken, bahçede dolanan bakışlarım, burada yaşadıklarımı sorguladı. Hatırlamasam da burada bulunmuştum. Çünkü kardeşimin canıyla tehdit edilirken, Hualp’in oyuncağıydım ve kimse söylemese bile biliyorum ki kardeşim yaşasın, diye istediği her şeyi yapmıştım.

Yukarı çıkan kıvrımlı merdivenlerin dibinde yüzleri siyah elbiselerinin kapüşonu ile örtülü iki kadın tarafındanm durdurulduk. Kadınlar üzerimizi ararken, sorun çıkarmadık. Çünkü Mirel haklıydı. Buraya yalnızca bir cevap almak için gelmiştik. Arama sona erdiğinde bizi arayan kadınların adımlarını takip ederek basamakları tırmanmaya başladık. Merdivenlerin kıvrımını her dönüşümde önüme çıkan geniş koridorlara bakıyor, adımlarımın gördüğüm noktalara uğrayıp uğramadığını sorguluyordum. Kendime işkence ediyordum. Beşinci kıvrımı döndüğümde önümüze geniş bir koridor ve tek bir kapı çıktı.

“Ulu Lord Hualp Koran sizi içeride bekliyor.” dedi kadın, ellerini kapşonuna götürerek. Kapşonunu indirdiğinde, göğsüm irkilerek titredi.

O, rüyamda bana bağıran kadından başkası değildi.

“Rozelin, ne oldu?”

Bakışlarımı kadından ayırıp, Mirel’in koluna yapıştım.  “İçeri girelim.”

Mirel önden ilerledi. Kapıyı benim için açtığında, gösterişli tahtında oturan Lord Hualp Koran ile karşı karşıya kaldım. Beni gördüğünde, dudaklarına ağır ağır yayılan gülümsemesini, omzuna eğilen başı takip etti. Mirel’in atın üzerinde son söylediklerini hatırlayarak, ilerledim. İçeri tamamen girdiğimizde kapı arkamızdan kapandı. İçinde koca bir kayaya benzeyen sarkıt aydınlatma, taşlı bir taht ve kötü bir lordun bulunduğu geniş odada Mirel ile yalnızdık. Taht, pencerenin dibindeydi ancak adımlarımız odanın ortasında son buldu.

“Seni burada görmeyi özlemedim, desem yalan söylemiş olurum.”

Onu duymayı kati surette reddederek, “Efsunlu su.” dedim. “Bize efsunlu suyu göster.”

Bakışları acelesizce yüzümde gezindi. “Yaklaşır mısın?”

Evet, benim de istediğim buydu. Yaklaşmak, yakasına yapışmak ve bana ne yaptığını sormak istiyordum. Kolay olmayacağını biliyordum. “Efsunlu suyu göster.”

Kaşlarından biri kırgınlıkla kalktı. “Bu yüzden buradasın.”

“Elbette bu yüzden!” diyerek araya girdi Mirel. “Aklına başka bir şey getirme, sakın.”

Hualp bakışlarını benden alıp Mirel’e çevirmedi bile. “Gerçek bir cevap istiyorsun, öyle değil mi? Tüm o oyunlar…” dedi başıyla geçmişi işaret ederek. “Cevaplar içindi. Çünkü bir şekilde anılarımızı yitirdin.”

“Benim seninle ortak hiçbir anım yok!” dedim hiddetle. “Benim seninle zorunluluklarım var Hualp!”

Ayağa kalktı. “Ben senin sevgilindim.”

Ayağımı yere çarptım. “Sen benim olsan olsan bataklığım olursun!”

Güldü. Sadece güldü. “Bu hallerini seviyorum. Hep sevdim.”

Mirel geçip önümde durdu. En az benim kadar öfkeli ve sabırsızdı. “Saçmalamayı kes lord.” Kelimelere yaptığı vurgu odanın duvarlarında yankılandı. “Başkasının karısı, başkasının çocuğunun annesi ve sen-”

“Benim çocuğumun annesi.” Bizim aksimize sakin ve ihtiyatlıydı. “Bunu öğrenmek için buradasınız ve size istediğiniz cevabı vereceğim.” Ellerinin birbirine vurmasını takip eden yedinci saniye kapı açıldı. İki muhafız, su dolu büyükçe bir toprak çanağı getirip lord ile aramızda bıraktığında soluk borumdan aşağı zift aktığını hissettim.

Lord yaklaştı ve çanağın başında durdu. İlk kez Mirel’e baktı. “Rozelin bizim dünyamıza ait değil ama sen biliyorsun; efsunlu su, yanıbaşında yaşanan her şeyi içinde saklar ve asla yalan söylemez.”

Mirel yutkundu. “Göster.”

Lord, her bir parmağı dövmeler ve yüzüklerle kaplı olan elini suyun yüzeyde açtı. Su altında hiçbir ısı olmadan hızla kaynamaya başladığında adımlarımı yaklaşırken buldum. Çanağın bir başında lord, diğer başında ben varken, suyun yüzeyi renklendi ve bana tanıdık bir yüzü gösterdi, benim yüzümü.

Suyun şeffaf yüzeyinde, ellerim ağzıma kapanmıştı. Ağlıyordum ama üzüntülü görünmüyordum. Etrafımda döndüğümde gözyaşlarımın bir sevince ait olduğunu anladım. Sonra görüntüye Hualp de katıldı. Yaklaştı ve sudaki varlığıma arkadan sarıldı. Elleri karnıma indiğinde, titreyen dudaklarıma hakim olamadım.

Hualp’in sudaki varlığı, sudaki varlığımı öptü, öptü ve karnımı uzun uzadıya okşadı. Dudakları kıpırdadı. Ses yoktu ancak söylediği şeyi dudaklarından okumak, beni kahretmişti.

“Bir bebeğimiz olacak!”

Göğsüm titredi. Bir an için bayılacağımı sandım ama olmadı. Çanağı tutup yere savururken, dudaklarımdan dökülen çığlık bana geri dönüyordu; zehirli birer çiviye dönüşüp etime saplanıyordu! “Ben değilim o! Ben yapmadım! Sana asla aşık olmadım! Taşıdığım senin bebeğin değil!”

Hualp’in elleri bana uzandığında Mirel buna engel olmaya çalıştı ama bir an da etrafımızı saran muhafızlar ona engel oldu. Artık çığlık çığlığa bağıran yalnızca ben değildim. Mirel de kendisini tutan muhafızlardan kurtulmaya çalışırken, etrafına küfürler savuruyordu.

“Sakın dokunma bana!” Adımlarım geriye giderken, parmağım üzerime gelen Haulp ile aramızda salladı. Gözlerinde delici bir istek vardı. Gözlerine baktıkça, buradan yok olup gitmeyi diliyordum.

“Bir cevap istiyordun, sana o cevabı veriyorum.” dedi üzerime gelmeye devam ederken. “Karnında taşıdığın ikimizin bebeği ve sen onu doğuracaksın.”

“Hayır!” Kaçınılmaz son gerçekleşti. Sırtım duvarla buluştığı an Hualp’in parmakları kollarımı sardı. “Onu doğurmayacağım. Ne seni ne de sana ait bir şeyi istiyorum!”

Başım sürekli olarak titrerken, bakışlarımı yakalamaya çalıştı. Ruhu, tıpkı üzerindeki pelerin gibi simsiyahtı. “Bebeğimizi kabullenmen için seni özgür bıraktım. Çok yakında seni geri alacaktım ama sen,” Parmaklarının arasında çırpınmıyormuşum gibi gülümsedi. “Bana kendin geldin!”

“Sana gelmedim!”

“Bana geldin, benim için buradasın.”

Kendinden o kadar emindi ki başımı duvaralara vurarak parçalamak istiyordum. “Kes şunu! Lanet olsun sana!”

Ellerimi aşağı kaydı. Bileklerimi sıkıca kavrayıp duvara bastırdığında canımın acısından değil ama bana dokunuyor olmasının verdiği acıdan bağırdım. “Neden çırpınıyorsun? Kurtulamayacağını bile bile… Neden?” Bir an için durup gözlerine baktığımda, orada başka bir şey gördüm. Çok başka bir şey… Gözlerinde bir adamın bir kadına duyduğu aşk yoktu. Bambaşka bir şey vardı. “Şimdi ne olacak biliyor musun? Burada benimle kalacaksın. Bir adım bile uzaklaşamayacaksın. Biran da başka biri de seni benden alamayacak.”

“Asla!” dedim dişlerimin arasından. “Bu dediğin asla olmayacak.”

“Olacak.” Başını indirdi, gülümsedi ve kaldırdı. “Bebeğimizi kollarımıza aldığımızda, tüm bunları unutacaksın. Şimdi tek yapman gereken, bana güvenmek.”

Ellerini benden ayırdığında dizlerimin üzerine düştüm. Emriyle özgür kalan Mirel koşarak yanıma geldi ve beni kaldırmak istedi. Ancak muhafızlar, bunu ondan çok daha önce başardı. Bizi sürükleyerek girişe indirdikten sonra üç kat daha indirerek karanlık ve küf kokulu bir koridora soktular. Hiçbir şey görmeden rastgele attığım adımlarım birbirine karışırken, Mirel’in çığlıkları hızlanan nefes alışverişlerime karışıyorduı.  Bir süre yürüdükten sonra kilitlerin açılma sesi boş duvarlarda yankılandı. Sonra beni bir  kapıdan içeri ittiler. Dizlerimin üzerine düştüğüm an demir kapı üzerime kapandı. Berelenen avuçlarımdan destek alarak ayağa kalktım. Kapının üst tarafında bulunan küçük bölmeden dışarıyı görmeye çalıştım ama zifiri karanlık buna izin vermedi

“Mirel!” Boş duvarlarda yankılanan, bu kez çaresiz sesimdi. “Mirel! Nerdesin?”

Dakikalarca bağırdım ama hiç ses yoktu. İçimdeki korku giderek büyürken, yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Her şey kötü bir kabusun, silik birer parçası gibiydi.

“Mirel…” Adını o kadar çok haykırmıştım ki sesimi artık kendim bile zor duyuyordum. Sırtımı duvara yaslayıp, dizlerimin üzerine çöktüm. “Sana bir şey olmasın.”

Karanlık, bilincimin yakasına yapıştı ve beni derin bir uykunun kollarına çekti. Uyandığımda kendimi sol yanımın üzerine uzanırken buldum. Uyuşan kolumun verdiği acıyla doğrulmaya çalıştım. Soğuk duvarlar bedenimin titremesine neden olurken, sürüklenirken çıkan ayakkabılarımdan biri parmak uçlarımı buz kestirmişti. Ayağa kalkmak için avucumu yere bastırdığım an batma hissiyle sıçrayarak ayağa dikildim. Hayır, bir şey batmamıştı. Bir şey ısırmıştı! Kapının yanına gidip bir ayağımı diğerinin üstüne koydum. Hiç ışık olmadığını bile bile bölmeden dışarı baktığımda bir an da sinirlerim boşaldı ve ağlamaya başladım.

“Sikeyim böyle işi!” Hıçkırıklarım göğsümde yankılanırken, üzüntüden ve öfkeden duvarları yumrukladım. “Sikeyim böyle işi!”

“Ben de.”

Küfürlerim ve gözyaşlarım bir an da kesildi. Doğru mu duymuştum? Kafayı yiyordum?

“Mirel!”

“Benim.” dedi, uykulu ve titrek bir sesle. “Sakin ol.”

“Se-sen! Nerdeydin?”

“Hemen yanındayım.”

Tek ayağımın üzerinde sekerek az önce dibinde uyuduğum duvara yaklaştım. “Burada mı?”

“Evet.” Sesi daha yakından geliyordu. “Göt herifler beni içeri öyle sert attı ki düşüp kafamı çarpmışım.”

“Şimdi iyi misin!”

“Sakin ol.” dedi tekrar. “İyiyim.”

İyi değildik. “Mirel.”

“Söyle.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp, hıçkırıklarımı kendime sakladım. “Özür dilerim. Benim yüzümden.”

Derin bir nefes verdiğini duydum. “Buraya gelmek benim fikrimdi. Kendini suçlama. O adamın bize bunu yapacağını ikimiz de bilemezdik.”

Haklıydı. Hualp’in bizi hapsedeceğini asla hesaba katmamıştık.

“Mirel.”

“Söyle.”

“Çok karanlık.”

“Evet.”

“Çok sessiz.”

Elini duvara vurduğunda daha iyi duyabilmek için başımı duvara yasladım. Avucuyla ritim tutmaya başladı. Bu bir süre sürdü. Uzun bir süre…

“Mirel.”

“Söyle.”

“Buraya gelmemiz hataydı.”

Gülümsediğini duydum. “Boşversene, biz bu hatayı bilerek yaptık.”

Bir süre geçti. Bir süre daha… “Korkuyor musun?”

“Bilmem.” dedi, karanlığın içinden gelen sesi. “Korkup korkmadığımı hissetmiyorum.”

“Tamam…” Susmak istemiyordum. Konuşmayı sevmezdim ama şimdi hiç susmak istemiyordum. “Sen sormayacak mısın?”

“Neyi?”

“Korkup korkmadığımı?”

Dilini damağına vurmasının sesi kulaklarıma ulaştı. “Kim olduğunu biliyorum. Neler yapabileceğini biliyorum. Bence karanlık senden korkmalı.”

Gülümsedim.

Çok sonra “Sabah olmuş mudur?” diye sordu.

Uyuyup uyanıyordum. Ne zaman uyuyup, ne zaman uyandığımı hiç bilmiyordum. “Zamanı kestiremiyordum. “Neden sordun?”

“Bizi aramaya başlayıp başlamadıklarını anlamak için.”

Avuçlarımı gözlerime bastırdım ve gözlerimin hala yerinde olduğunu beynime kanıtlamaya çalıştım. Çünkü burada hiçbir işe yaramıyorlardı. “Biran beni kontrol etmek için döneceğini söylemişti. Bence bizi aramaya başladılar.”

“Umarım… Üşüyor musun?”

Ayakkabısını yitiren ayağımın parmak uçlarımı ovalayıp duruyordum. Ovalamayı bir saniye bile bıraksam soğuktan sızlamaya başlıyordu. “O kadar da değil. Sen?”

“O kadar da değil.”

“Tamam…”

Uyku ve uyanıklık. Delirmek ve düşünceleri yönetebilmek. İkinci seçenekleri yapabilmek çok zordu.

“Bir şey söyleyeceğim.”

Sesini yeniden duyduğumda başımı yeniden duvara yasladım. “Uyumuş muydun?”

“Hayır.” dedi. “Düşünüyordum. “

“Ne düşünüyordun?”

“Onu söyleyeceğim. Nerede olduğumuzun farkında mısın?”

“Mirel, şaka mı yapıyorsun?”

“Hayır ama yapabilmeyi isterdim.” Derin bir nefes…. Derin bir nefes daha… “Seni sevdiğini söylüyor. Karnında onun çocuğunu taşıdığını söylüyor ama seni soğuktan donman için yer altı mahzenine kapattı. Kulağa ne kadar mantıklı geliyor?”

Uzun zamandır birbirimize karşı kısa cümleler kuruyorduk. Birden bu kadar uzun bir cümle duymayı zihnim kaldıramamıştı. Düşünmem gerekti. Keza Mirel de tüm bunları söyleyebilmek için uzun süre düşünmüştü.

“Bilmiyorum, bilmiyorum. O adamın ne istediğini en başından beri anlayamadım.”

“Çok normal değil mi?” Onunla ne yaşadığını hatırlamıyorsun bile.”

“Ama siz hatırlıyorsunuz.”

“Bizimki kısa birkaç görüntüden ibaret. Sonrası senin Alaz’ı Diana’ya verip, Kimpras’tan gidişin... Rozelin, içimden bir ses, her şeyin düşündüğümüzden çok daha fazlası olduğunu söylüyor.”

Parmaklarımı ovalamayı bir süre önce bırakmıştım. Çünkü kendimi bir şeyleri ovalayamayacak kadar halsiz hissediyordum. “Bilmiyorum.”

“Rozelin, iyi misin?”

Hayır, hayır… “İyiyim.”

Sustuk. Burada susmak cehennem gibiydi. Bir ara Mirel’in şarkı mırıldandığını duydum. Kulağımı duvara daha fazla bastırdım ve ne söylediğini anlamaya çalıştım ama Mirel şarkı söylemeyi bıraktı.

“Rozelin.”

Sesiyle gözlerimi açtığımda beni müthiş bir baş dönmesi karşıladı. Öksürmeye başladım. Boğazım susuzluktan kurak bir çöle dönmüştü.

“İyi misin!”

Hayır. “İyiyim.” dedim, öksürüklerimin arasından.

“Kimse, hiç kimse hamile bir kadını ölüme terk etmez. Hele de taşıdığı bebeğin kendisinden olduğunu düşünüyorsa…”

Ellerimi biraz da kabanımın iç ceplerinde ısıtmak için uzattığımda, dokunduğum şey aklımı aldı.

İhtiyar kadının verdiği mantar tıpalı şişe buradaydı!

Şişeyi çıkarıp gözümün suratımın önünde çevirdim. Göremiyordum ama dokusunu ezberlemiştim. Oydu! Ama… Onu cebime koymamıştım. Ya da… Koymuş muydum?

“Rozelin, neden konuşmuyorsun?”

Göremediği halde şişeyi avuçlarıma gizledim. “Çok susadım.”

“Ben de.” dedi. “Ben de.” Biraz sonra yeniden konuştu. “Sabret, yakında gelirler. Gizli bir yerde değiliz. O lanet iblisin yuvasıı herkes biliyor.”

Son sözleri zihnimde bir ışık yaktı. “Mirel, farkında mısın Hualp bizi kolayca bulunabileceğimiz bir yere hapsetti. Başka bir yere götürmedi. İstese bunu kolaylıkla yapabilirdi.”

Kesinlikle yapardı. Çünkü Mentro Eyaleti, dört bir yanı orman olan koca bir alanı kaplıyordu.

Mirel hemen bir şey söylemedi. İşte bu ürkütücüydü. “Siktir!” dedi az sonra. “Bir planı olmalı.”

“Nasıl bir plandan bahsediyorsun?”

“Biraz düşünelim.”

Sustuk. Titrerken düşünmek çok zordu. Mirel için de durumun farklı olmadığını biliyordum. Gözlerimi kapattım. Ne kadar olduğunu kestiremediğim bir sürenin sonunda yalnızca bir kişiye ait olmayacak kadar kalabalık olan adım sesleriyle doğruldum.

“Duydun mu!”

“Evet.” dedim umutla. “Sanırım bizi almak için geldiler.” Şişeyi yeniden kabanımın iç cebine sakladım.

Adım sesleri hücremin önünde son buldu. İçeri tutulan ışıktan rahatsızlık duyarak kolumu gözlerime siper ederken, “Sizi değil.” dedi bir kadın. “Yalnızca seni.”

Kilit sesini gıcırdayarak açılan kapının sesi takip etti. Karanlığa alışan gözlerimi bir türlü açamadım ama iki muhafızın üzerime geldiğini anlamam uzun sürmedi. Beni kollarımdan yakaladıkları an bir saniye için açtığım gözlerim, bana rüyamda gördüğüm o kadını gösterdi.

“Yukarı.” diye emir verdi. “Hazırlanacak.”

Beni dışarı çıkarırlarken “Mirel!” diye bağırdım. “Mirel sakın korkma.”

“Korkmuyorum!” diye bağırdığını duydum. Uzaklaştıkça, sesi uzaklardan geldi. “Kim olduğunu unutma, Rozelin. Kim olduğunu unutma.”

Kollarımdan çekiştirilerek merdivenleri çıkarılırken etrafa bakamadım ama tüm kıvrımları sayarak üç katı arkamızda bıraktığımızı anlayabildim. Yeniden beşinci kata götürüleceğimi düşünüyordum ama öyle olmadı. Dördüncü katta durduk, benim için bir kapı açıldı ve bedenim bu kez o kapıdan içeri itildi. Gözlerimi dakikalar sonra ancak açabildim. İlk olarak pencereye koştum. Bahçeden birer heykel gibi bekleyen muhafızlardan başka kimse yoktu. Kimse bizi kurtarmak için gelmemişti. Kapıya koştum, kilitlenmişti, kırarak açmaya gücüm yetmezdi.  Kısık gözlerimin arasından, özenle hazırlanmış bir yatak odasında olduğumu gördüm. Odanın ortasında büyük bir yatak vardı. Boydan pencerenin hemen dibinde ise içi su ile dolu küvet konumlandırılmıştı. Yatağın üzerindeki siyah, tül gecelik, bana burada bulunma amacımı gösteriyordu.

Hayır!

Ona teslim olmayacaktım. Ne olursa olsun bana dokunmasına izin vermeyecektim.

Artık emindim, içimdeki bebek Hualp Koran’a aitti.

Ve onun olandan kurtulacaktım.

Şişeyi son kez ele geçirdim. Mantar tıpayı şişeden ayırdığımda içimde bir oyuk açıldı. O oyuktan oluk oluk kan akmaya başladı.

Sıvı boğazımdan geçerken, içim alabildiğine kan denizine döndü.

Geceliği boş şişeyle birlikte fırlatıp attım. Giderek hissizleşen bedenimi yatağa bıraktım. Acı değil, çektiğim çok daha ötesiydi. Ruhumu sıkıştıran kordan mengenin giderek daha fazla daraldığını, beni nefessiz bıraktığını hissediyorum.

Biraz sonra kasıklarımda yanma hissettim.

Oluyordu.

Uzun zamandır bana katıksız bir acı veren nedenden kurtuluyordum.

Sol yanıma döndüm, bacaklarımı şiddetle ağrımaya başlayan karnıma çekip kırpamadığım gözlerimden akan yaşların yatağa damlayışını hissettim. “Özür dilerim,” Bacaklarımın arasından bir ıslaklık belirdi, kısa sürede yoğunlaştı. Gözlerimi kapattım. “Çok özür dilerim. Böyle olsun istemezdim.” Adım adım, içimden kayıp gidişini hissederken, hareketsizce kıvranıyordum. “Bu acıyla başa çıkamadığım için affet beni.”

Göz kapaklarım ağırlaştı.

Acı kıyamet gibi yağarken, içimden bir şey tamamen ve geri dönmeksizin kopup gitti…

*

“Rozelin!” Bedenimin sarsılmasıyla gözlerimi açtığımda Mirel’i gördüm. Her yanı ise bulanmıştı ancak bundan daha kötüsü gözyaşları içindeydi.

“Ne? Ne oldu?” Başımı kaldırmaya çalıştım, acı bedenimi terk etmişti ancak giderken yerine keskin sızılar bırakmıştı.

“Sen, ne yaptın?” Gözlerini aşağı indirdi. Ne gördüğünü biliyordum.  Benim bakma cesaretim yoktu. “Rozelin, kalkmalısın, gitmeliyiz.”

Bir şey vardı; en az yaptığım şey kadar kötü bir şey…

“Mirel,” Yardımıyla doğruldum. “Ne oldu?” Nasıl gideceğimizi sormak üzereyken, zaten kapının açık olduğunu gördüm. “Nasıl?”

Başını sallarken, gözyaşları hiç durmadan akıyordu.

“Perla, Rozelin!” dedi neredeyse haykırarak. “Perla!”

Kalbimin endişeyle çarptığı esnada korkuyla Biran içeri nefes nefese girdi. Bakışlarımızın çarpıştığı an bana doğru koşmak için hamle yaptı ama elbisemdeki kan onu olduğu yere çiviledi. Yutkunmak istedi, elmacık kemiği boğazının ortasında takılıp kaldı. Kirpikleri titredi, kırpamadı. Etrafımızı saran keder, bizi avucuna alırken, başımı eğdim.

“Sevgilim.” diye fısıldadı. Bana koşmak isteyen adımları, yıkık dökük ve yavaşça yanıma ulaştı. Yatağın kenarına oturdu. Başımı ellerinin arasına aldı. Alınlarımızı birbirine yasladı ve acıyla soludu. “Geç kaldım, sevgilim.”

“Biran, ben…” Gözlerindeki acı öyle büyüktü ki ona, benim yaptığımı söyleyemedim. “Ben…”

“Biran, Perla nerede?” Mirel ellerinin tersiyle yüzünü silmeye çalıştı. “Beni hücreden çıkarırken, Perla’yı kurtarmamı söylediler. Perla nerede!”

Biran’ın başı omzuna döndü. Göğsü taş kesilirken, “Efraim  geldi, korkudan titriyordu.” dedi. “Eve gittiğinde ne Perla’yı ne kızını bulamamış.” Acıdan ve öfkeden omuzları titredi. “Onları kaçıranlar not bırakmış. Notta yazana göre kardeşimi ve bebeğinin bir mağaraya hapsetmişler. Birlikte onları kurtarmak için yola çıkmıştık. Yolda telsize bilinmeyen bir kanaldan Hualp iti ulaştı.” Dişlerini öyle kuvvetli sıktı ki kırılan parçaların sesini duydum. “Şatosuna gidip karımı almamı söyledi.” Ayağa kalktı. Sırtımı ve bacaklarımı kavradı, beni yataktan ayırarak kollarına sığdırdı. “Karımı kurtardım.” Kanlı eteğime baktı, kirpiklerini sıkıca birbirine bastırdı. “Şimdi kardeşimi kurtaracağım.”

Kollarındaki bedenim ile birlikte rüzgar gibi döndü. Bizi saniyeler içinde Hualp’in karanlık şatosundan çıkardı. Son sürat Perla’yı tuttukları mağaraya giderken, sessizliğimiz çaresizliğe gebeydi. Gözlerim doluyor, doluyor, doluyor ancak bir türlü boşalamıyordu. Boğazımda şeytanın kanlı yumruğu vardı. Biran’a bakamıyordum.

Gökyüzüne yığılan kasvet ve bir araya toplanan yağmur bulutları, hazin bir ayine hazırlanıyordu. Az sonra başlayan yağmur düştüğü yeri delecek kadar hızlı ve agresifti. Ruhumda oluşan zelzelenin, mantığımı bir köşeye çekilmesi için ettiği tehdidi hiçe saymaya çalışıyordum. Kabul etmek zorundaydım; bu olanlar gerçekti ve bir adım sonrası her birimiz için tuzaktı.

“Burası!” Mirel heyecanla kolunu uzattığında mağarayı gördüm.

Devasa mağara koca çölün ortasında bir başınaydı; beyaz tuvalin ortasında siyah bir nokta gibiydi.

“Burası…” dedim, anılarım azapla yad olurken. “Burası, Gülnur ile birlikte girdiğim mağara, evime giden yol.”

Biran arabayı bin geçitli mağaranın önünde durduğunda, bakışlarından ateş çıkıyordu. “Burada olmamızın bir sebebi var.”

“Belki de bir tuzak.”

Biran, bakışlarını dikiz aynasından Mirel’e ulaştırdı. “Bu yüzden sen burada Rozelin ile birlikte kalacaksın.”

“Hayır,” dedim telaşla. “Tek başına gidemezsin.”

Bana baktı. Elimi tuttu, üzerine ölüm gibi bir buse bıraktı. “Tek başıma değilim, bak, Efraim’in arabası orada.”

“Biran…”

Ceketini çıkarıp omuzlarıma bıraktıktan sonra dudaklarını alnıma bastırdı. “Geleceğim güzelim. Geleceğim ve her şey bitecek.”

Biran gitti. Yalnızca bir dakika sonra yanımıza Mestan geldi.  Arabanın kapısını açtığında ifadesi gerilmiş, dudaklarının rengi solmuştu. “Mağaraya gelmeniz gerekiyor.”

Mirel “Neden?” diye sordu.

Mestan cevap vermedi.

Arabadan indim, onları geri bırakıp mağaraya doğru yürüdüm. Bir noktadan sonra içimdeki tozu dumana katan duyguyu bastıramadım, koşmaya başladım. Koşan adımlarım, mağaranın karanlığına karışmamdan bir süre sonra son bulurken, karşıma çıkan demir parmaklıklar zihnimi şoka uğrattı.

Demir parmaklıkların arkasında Perla, Rozelin ve oğlum vardı.

Perla, Rozelin ve oğlum!

“Sana söyleyemedim.” dedi Biran, bakışları yerdeydi. “Alaz’ı Perla’ya bırakmıştım.”

Bir şeyler daha söyledi. Bir şeyler ama benim için silik, belirsiz, anlamdan yoksul… Duyamadım. Koşup oğlumla aramızdaki demir parmaklıklara dayanırken, dilimin ucunda dönen haykırışlar, Perla’nın kollarında uyuyan bebek Rozelin için sessizliğe büründü.

“Alaz…”

Küçük parmakları, yavaşca demirleri  sardı, başını kaldırıp bana baktı. “Annecim, korkma. Ben korkmuyorum.”

Gözyaşlarım, oğlumun masum bakışları karşısında akıp giderken, “Korkmuyorum bebeğim.” dedim. “Hiç korkmuyorum. Sizi oradan çıkaracağız.”

“Efraim ve Mestan denedi ama kapıyı açamadı. Biliyor musun? Evin içi birden duman oldu. Ben, Perla ve bebek Rozelin uyuduk. Gözlerimizi açtığımızda buradaydık. “Hayatımda ilk kez mağara görmüyorum ama mağaranın ortasına bu demir parmaklıkları neden koyduklarını anlamadım.”

Ellerimi, ellerinin etrafından doladım, eğildim ve parmaklarından birini öptüm. “Galiba biri bize şaka yapmak istemiş.”

Perla’ya baktım. İçin için ağlıyordu. Kendisi için değil; evlatlarımız için…

“Kırılmıyor.” dedi Efraim. Çaresfizlik ve öfke, gözlerini kan çanağına çevirmişti. “Demirler yerinden hareket etmiyor.” dedi, haykırmaktan çatallanan sesiyle. “Nasıl yapacağız, lider?”

Ani bir gürültü koptuğunda dengemi kaybettim. Düşmek üzereyken Biran üzerime atıldı ve beni sarıp sarmaladı. Mestan Mirel’e, Efraim ise demir parmaklıklara sarılmıştı. Perla bir kolunda kızını tutarken, diğer kolunun altına kulaklarını kapatan oğlumu almıştı.

Ses, geldiği gibi aniden kesildi.

“Mestan.” dedi Biran. “Girişi kontrol et.”

Mestan girişi kontrol etmek için yanımızdan ayrıldı ama Biran zaten cevabı biliyordu.

Mestan geri döndüğünde o cevabı bize de verdi. “Mağaranın girişi kapatılmış.”

Rozelin uyanıp ağlamaya başladı. Perla da… “Ne yapacağız ağabey! Ne yapacağız şimdi?”

Biran’ın beni saran kolları kasıldı. Çatlamak üzere olan bir taşın ruhsuzluğunu taşıyordu. Bu yüzden, ölüm kadar sessizdi.

“Şimdi her şeyin sebebinin öğreneceğiz.” Mirel’in ne söylemek istediğini anlamamıştık. Ta ki bakışlarının takıldığını noktaya yürüyene kadar. Eğildi ve içi su dolu çaçanağı tuttu.

O çanak içinde efsunlu suyu saklıyordu. Buraya bilerek bırakılmıştı. Onu bulmamız için…

Mirel çanağı hepimizin ortasına bıraktı. Avucunu üzerine kapattı ve “Göster.” dedi.

Su kaynamaya başladı. Bulanıklaştı. Sonra o bulanıklığın içinde Lord Hualp Koran’ın yüzü belirdi.

Gülümsüyordu.

Gülümsemesi şeytanın kanlı tuzaklarını barındırıyordu.

“Sevgili  Nuh ailesi…” dedi, gülümseyen sesiyle. “... ve diğerleri… Çaresizlik nasıl bir duygu? Eminim üzerinize çok yakışmıştır. Göremiyor olmam çok acı.” Dudaklarını birbirine bastırıp başını salladı. “Hatta bu işin en acı yanı. Rozelin…”

Adını duyan sesi bedenimi titrettiğinde Biran bana daha sıkı sarıldı. Birlikte çanağa yaklaştık.

“Kafan allak bullak olmalı. Acı içinde kıvranıyorsun, öyle değil mi? İstediğim gibi… Seni temin ederim, daha fazlası olacak. Şimdi beni dinle, dinleyin. Çünkü sesim, bu dünyada duyduğunuz son ses olacak.”

Kulaklarımız, gözlerimiz ve zihnimiz patlamak üzereydi.

Rozelin’in ağlayan sesi, oğlumun sessiz korkusu bir hançer gibi kalplerimize saplanıyordu.

“Her şey planladığım gibi ilerledi. Sen kendi topraklarında, buraya yeniden dönmek için çırpınırken, ben senin için harika bir son yazdım. Önce geçmişe gittin, doğrusu bunun için çok uğraştım. Orada Melina’yı kurtaracak, başkaları için uğraşacak ve hayatından verdikçe verecektin. Ne yazık ki beceriksizliğin tuttu, işi çözdün ve Melina’yı kurtaramadın. Yirmi yıl kayıp, sence de çok az değil mi?” Kendini onaylamak için başını sallarken, onu bu kadar eğlenirken hiç görmemiştim. “İçinde bulunduğumuz zamana geri döndüğünde, olanları hatırlamayacağını elbette biliyordum. Sana aksini söylesem de  buna mecburdum. Çünkü aramızda gerçek bir aşk yaşandığına, bebeğimi taşıdığına seni ikna etmeliydim. Senden delicesine nefret etsem de sana aşık gibi görünmeliydim.”

Dudaklarından damlayan katran, zihnime sızdırmaya çalıştığı bilinmezlikle harmanlandı. Soru işaretleri kafamın için o kadar büyüdü ki, beynimin patlayacağını hissettim.

Her soru işareti, aynı soruya gebeydi.

Neden! Neden! Neden!

“Sen yine rahat durmadın. Sorguladın, karıştırdın ve sana tehditle yaptırdıklarımı öğrendin. Seni tehdit ettiğimi kabul etmem gerektiğinde, yine o sahte aşkın arkasına sığındım. Çünkü bir şekilde bebeğin benden olduğuna ikna olmalıydın. Yoksa onu nasıl öldürecektin? Doğru duydun kızıl bölge lideri, karına hiç dokunmadım, bebek senindi ve karın bebeğinizi elleriyle öldürdü.”

Biran’ın kolları bedenimden kayıp gitti.  Adımları darbe almış gibi geriye doğru sendeledi. Nefesi hızlandı, yavaşladı. Boğazından yaralı bir hayvana ait, keskin bir hırıltı döküldü.

“Kardeşinin kurtarmak için her şeyi yapacak kadar çaresizdin. O çaresizliği sevdim. Çünkü intikam, çaresizliğe tapar. Diana’ya oğlunu vermeni söyledim, yaptın. Biran’ı terk etmeni söyledim, yaptın. Ban aşık gibi görünmeni söyledim, yaptın. Tüm bunları yaparken hamileydin. Bunu yalnızca ikimiz biliyorduk. O bebeği kendi topraklarında doğuramazdın ama kardeşin için gitmek zorundaydın. Ben de sana bir iyilik yaptım, hamileliğini donduracak bir büyü sundum. Anlayacağın, hikayenin bir kısmı doğru, hamileliğini sen geri dönene kadar dondurduk ancak bu küçük iyiliğim karşısında senden bebeğin bana ait olduğunu belirten bir mektup yazmanı istedim, yaptın. Efsunlu su yalan söylemezdi, acı çekmediğin tek bir dakika bile yokken, suya gülümseyerek, bana istediğimi verdin. Doğrusu, çok itaatkardın. Şimdi… Tüm bunları neden yaptığımı sorguluyor olmalısın. Merak etme, sana o cevabı da vereceğim.”

Yüzündeki gülümseme silindi. Suyun ve gözlerimin pusuna rağmen, gözlerinde yanıp sönen ateşi görebildim. “Steven Alte’yi öldürdüğün gün hafızanda yok. Onu neden öldürdüğünü bile bilmiyor olmalısın. Sana anlatacağım. Steven’in istediği yalnızca bebeğindi. Bu yüzden seni kaçırdı.”

Söylediği an yaşanmıştı.Steven, Zeliha ile birlikte beni kaçırmıştı ve o kaçırma benim Steven’ı vurmamla sonuçlanmıştı. Ancak o gün Steven ölmemişti. Bundan emindim!

“Sen arabayı Mirel’den kaçırıp, Zeliha’yı kurtarmak için Steven’e giderken birine çarptın, bir kadına…” Başını eğdi. Yeniden kaldırdığında şakakları şişmişti. “O kadın, evlenmek üzere olduğum Lena’ydı.”

Lena! Buraya geldiğimden Hualp’in ona aşık olması gerekirken neden bana aşık olduğunu sorgulayıp duymuştum. Meğer olması gereken zaten olmuştu. Hualp yine Lena’ya aşık olmuştu. Ben… Lena’ya zarar mı vermiştim? Tanrım… Tanrım! Soru işaretleri birer birer yanıtlanarak kayıp gidiyordu; Steven’ın ölümüne kadar her şey benim hatırladığım gibiydi. Yalnızca, Hualp’in Lena’ya hatırladığımdan çok daha önce aşık olması dışında… Bunun sebebi yine bendim. Geçmişe gittiğimde ve Hualp bana benden etkilendiğini söylediğinde, ona  aşık olacağı başka bir kadın olduğunu söylemiştim. O kadının Lena olduğunu söylememiştim ama Hualp, varlığını bildiği o kadını inatla bulmuştu. Zamanından önce… Belki de Lena’nın, o gün çarptığım yolda olmasını sebebi de tam olarak buydu. Çünkü benim hatırladığım ihtimalde, Hualp Lena’yı tanımıyorken, Steven’a giden yolda Lena yoktu ve ben kimseye çarpmamıştım.

“Vücudundaki çoğu kemiği kırdın ama o yaşıyordu. Eğer onu yerde bırakıp gitmeseydin, acı çekerek ölmeyecekti. Ama sen, kurtarılmayı hak etmeyen Zeliha’yı kurtarmayı seçtin ve benim sevgilimi ezdiğin yerde bıraktın.” Sesi mekanik bir tını giyinirken, gözlerimin içine bakıyormuşcasına gözleriyle ölüm saçtı. “Steven’ı sen öldürmedin. Hatırladığın gibi onu vurdun ama ölmedi. Senin yerine onu ben öldürdüm, hatta dolaylı yoldan sebep olduğu için Zeliha’yı da öldürdüm. Tüm suç senin üzerine kaldı ama bu bana yetmedi. Bu yüzden seni hemen öldürmedim. Geri döndüğünde sana bebeğini geri verdim ve tabii bir de şüphe… Sen her gün o şüpheyle kıvranırken, Lena bana bakıp teşekkür etti. Ah, benim güzel sevgilim…”

Saatini kontrol ettiğinde, mutluluk yeniden ifadesinde yer etti. “Vakit gelmek üzere. Bu yüzden üzülerek konuşmamı sonlandıracağım. Rozelin, Alaz’ı da öldürebilirdim ama yapmadım. Onun yerine sizi ayırdım ve şimdi de seni bebeğinin katili yaptım. Anlamışsındır, sana bebeğini öldüren iksiri veren bendim. Gözlerindeki çaresizliği görmek için hayatımdan on yıl feda ederek beden değiştirdim. Şimdi son bedeli ödeyeceksin? Hazır mısın? Oradan çıkamayacaksınız.” Saatini yeniden kontrol etti, gülümsemesi genişledi. “Ve üç dakika içinde topraklarına giden çıkışı bulamazsan, mağara yerle bir olacak. Güven kendine kraliçe, bir kez yapmıştın, yine yaparsın. Üstelik bu kez tüm sevdiklerin yanında!”

Efraim dizlerini üzerine çöktü. Perla artık bebeğini tutamıyordu. Bunu onun yerine oğlum yapıyordu. Mirel, Mestan’ın kollarının arasında titriyordu ve Biran…

Biran hiç tepki vermiyordu.

Hualp kaburgalarımızın arasına birkaç dakika sonra infilak edecek birer bomba yerleştirdikten sonra kahkaha attı. “Son bir şey! Lider Biran, bunu özellikle sen duymalısın. Gülnur  gözünün önünde erirken, benimle yatmasını istesem, karın onu da yapardın.”

Biran haykırarak çanağa tekme savurdu. Çanak parçalara ayrılarak suyu ayaklarımızın altına boca ederken gözlerini kapattı, avuçlarını sıktı ve sessizce, “Sana söylemiştim.” dedi. “Sana yapma, demiştim. Her ne olursa olsun! Pişman olacaksın, demiştim. Ben her ne olursa olsun, onu kabul etmiştim. Sen edemedin!”

Haykırdı. Mağaranın duvarları parçalanmadan önce, mağaranın ruhu parçalandı.

Sevdiğim adam kollarımdan tutarak sırtımı mağaranın duvarına yapıştırdı ve önümde dizlerinin üzerine düştü.

Safir mavisi gözleri acının binbir tonuyla yanıp sönerken, “Çıkışı bul!” diye haykırdı. “Çıkışı bul. Bir bebeğimizi öldürdün! Çıkışı bul ve diğerini kurtar!”

🖤

Sezon finalini okurken hissettiklerinizi birkaç emojiyle açıklayın lütfen.

Ve takın kemerleri, Dünya'daki gidiyoruzz!

Ama biz zaten Dünya'daki değil mi:)

O halde açın kollarınızı, bizimkiler geliyor!

Dördüncü kitap, kendimi hazır hissettiğim ilk an da gelecek. Şimdilik Şubat, diyelim. Ama her bir yorum benim için bir teşvik, unutmayın :)

Önümüzdeki bir ay sadece, halihazırda 15 bölümü bulunan Oyna Ya Da Öl yazacağım. Oraya da gelin olur mu?

Dördüncü kitap kesitleri için de İnstagram'dan açtığım Bizimkiler 🍀 isimli kanala katılabilirsiniz. / _duruMavii

Ve lütfen yıldıza dokunmayı da unutmayın. Dördüncü ve son kitabımızda görüşmek üzere...

Continue Reading

You'll Also Like

38.7K 7.4K 47
Zamansız gidenler her zaman en Sevdiklerimiz değilmiydi zaten ...
13.9K 1.6K 90
Hayallerinize sınır koymayın ! Kendini yazarak anlatan, hayallerini artık zihnine sığdıramayarak satırlara döken yazarlarım için elimden geldiğince h...
298K 25.9K 46
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
ELIYS (+18) By Duru

Mystery / Thriller

168K 10.2K 55
Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye nefret ettiği, öte yandan da, yüzyıllarca...