YARALI HAYALLER (+18)

By ElisyaRoyal

6.3M 271K 236K

Nüket Kozcu, kendi halinde üvey annesinin yaptıklarından hoşnutsuz bir üniversite öğrencisidir. Bir gece bara... More

YARALI HAYALLER / GİRİŞ
YH • 1 | KARŞILAŞMA
YH • 2 | DÜŞÜŞ
YH • 3 | UFAKLIK
YH • 4 | KÜTÜPHANE
YH • 5 | BENİMLE YAN
YH • 6 |CEHENNEMİN ANA KAPISI
YH • 7 | UNUTMANIN KOZASI
YH • 8 | BEBEK
YH • 9 | TAKIM ELBİSELİ PİSLİK
YH • 10 | SARHOŞLUĞU DİLERKEN
YH • 11 | TUTKUNUN RENGİ
YH • 12 | KARMAŞIK DUYGULAR
YH • 13 | RUHU YAKAN KELİMELER
YH • 14 | FİLM GECESİ
YH • 15 | PLATONİK VAKA
YH • 16 | KIRIK KALP
YH • 17 | GÜL VE ŞARAP
YH • 18 | HODRİ MEYDAN
YH • 19 | ÖPÜCÜK
YH • 20 | KADER AĞLARI
YH • 21 | GÖLGELER
YH • 22 | UYANAN TUTKU
YH • 23 | HİÇ KİMSE
YH • 24 | YALANIN GÖLGESİ
YH • 25 | DUYGULARIN ÇIĞLIĞI
YH • 26 | SAHTE MASAL
YH • 27 | İLK ÖPÜCÜK
YH • 28 | KIRMIZI
YH • 29 | PARAMPARÇA
YH • 30 | CAMDAN KALP
YH • 31 | MEDCEZİR
YH • 32 | CENNETİN ATEŞİ
YH • 33 | GÜL KEFENİ
YH • 34 | YILDIZIN NABZI
YH • 35 | RUH İKİZİ
YH • 36 | İSİMSİZ KADINLAR
YH • 37 | HAYALLER VE UMUTLAR DEVRİLİRKEN
YH • 38 | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER
YH • 39 | GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
YH • 40 | GÜZEL GEÇMİŞE ÇEKİLEN PERDE
YH • 41 | UĞULTULAR
YH • 42 | ALABORA
YH • 43 | HATA
YH • 44 | ANILAR MUMYALAŞSA
YH • 45 | GÖĞÜSTE TAŞINAN BOMBOŞ KALP
YH • 46 | "BAŞROL"
YH • 47 "DÜŞ ÖLÜMÜ"
YH • 48 | YANSIMALAR
YH • 49 | SIRTLAN
YH • 50 | YÜZLEŞİLEN KARANLIK
YH • 52 | PANDORA
YH • 53 | TEK BİR GECE

YH • 51 | YARALI YILDIZ

68.3K 4K 1.5K
By ElisyaRoyal


🥀Herkese selam!

🥀 Kırmızı Güllerim, aniden ortaya çıkan ve beklenmedik sağlık sorunlarım nedeniyle bölümü atamadım, gecikme için çok üzgünüm.

🥀Beni instagramdan takip edin (IG: elisyaroyal)

🥀Savaş Akduman için Şarap Kadehi

🥀Nüket Kozcu için Kırmızı Gül

Sufle • İçinde Aşk Var

51. BÖLÜM | YARALI YILDIZ

Kaderime yıldızlar dökülüyor, yıldızlar doluyordu.

Kader kitabının benimle ilgili sayfasında, kelimeler değil, yıldızlar var...

Böyle bir şey mümkün mü?

Mümkünse mucize olurdu.

Mucizelere inanabilir miyim ki artık?

Burda zihnimi, kulağımı sağır edecek derin bir sessizlik var.

Bir gül tarlasının içindeyim, rüzgâr estikçe güllerin eğilip bacaklarıma dokunduğunu, kokusunu burnumda hissedebiliyordum. Yıldızlar gökyüzüne saçılmıştı, hepsi ışıl ışıldı. Yıldızlar yavaşça kararıp yok olmaya başladığında tek bir yıldızın karanlığın içinde parladığını, ardından hareket ettiğini gördüm.

Yıldız bir göğsü terk eden kalp gibi göğü terk ederek bana doğru kaymaya başladı.

Nereye gideceğini bilen bir şuuru varmış gibi bana doğru kaydı ve ben de onun gibi nereye geldiğini önceden biliyormuşçasına ellerimi göğüs yüksekliğime yavaş yavaş kaldırdım ve avuçlarımı birleştirip açtım. Yıldız önce avucumun içinde konakladı, ışığı bakılacak gibiydi sonra birdenbire ışık büyüdü, büyüdü ve bakılması hiç mümkün olmayan, gözleri anlık kör edecek şekilde parladı.

Ve göğsümden içeri dalıp kalbime yerleşti.

Her şey karardı, bir an karanlıkta kaldım ancak hiç bitmeyecekmiş gibi süren cızırtılı bir siren sesi her şeyi kapladı ve gözlerimi yavaşça araladım. Karanlık ışığı takip etti, ışık ne kadar parlak geldiyse karanlık o derece koyulaştı.

Bu zihnimin bir oyunu muydu bilmiyorum ancak gözlerim karşımdaki duvarda asılı bir tablo, o tabloda alt alta sıralı bulanık yazılara dokundu. Tablolar bir anda tıpkı bir ilizyon gibi birden üçe çıktı. Kelimeler birbirinden ayrılıp hızla harfleniyor, harfler zihnime uçarak doluyordu. Tüm kararsız cümleler değişkenlik duygusuyla zihnime, büyük bir sarsıntıyla da kalbime doluyordu.

Neler oluyor?

Bu görkemli, büyülü şey de nedir böyle?

Sanki bedenimde, ruhumda, şuurumda, kalbimde, zihnimde, aklımda ve hatta DNA'mda bir yenilenme gerçekleşiyordu.

Sanki üzerinde tonlarca ağırlık taşıyan göz kapaklarım titreyerek açıldı, sonra kapandı ve sonra tekrar açıldı. Ağzımda korkunç bir tat vardı, bedenim uyuşmuş gibiydi.

"Kızım," diyen endişelerle kaplanmış kalın sese döndüm. Bir an bu sesi tanıyamadım, endişeli yüzünü de tanıyamadım. "Nüket."

O Yavuz Kozcu'ydu. Benim babam.

"Baba," dedim, uykusuzluk gözlerinin altını mor halkalarla sarmıştı. "Sensin."

Avucunu alnıma bastırdı ama ne sıcaklığı ne de dokunuşu hissedemedim. "Benim kızım, benim. Şükürler olsun ki, sonunda güzel gözlerini açtığını görebildim." Gözleri doldu, duyduğu endişeden nasıl yorgun düştüğünü farkettim. "Beni çok korkuttun."

Hâlâ kendime gelememiştim. Sanki savaş meydanında her yere dağılmış parçalarım bulunup bir araya getirilmişti. Paramparça hissediyordum. Burası soğuktu, kesinlikle ölümcül şeylerle doluydu. Korku benliğime yayılıyordu. Sanki bir üfleyişte duman gibi dağılıp, yok olup gidecektim.

İçimde bir şeyler sarsılıyorken gözlerim de yaşlarla doldu. "Baba, ben ölecek miyim?"

Bir an şaşkınca baktı, aynı korku sanki ona da bir an uğradı. "Bu nerden çıktı kızım?"

Pürüzlü bir sesle, "Ama beni duydun, değil mi?" diye sordum. Barutun keskin kokusu hâlâ burnumun ucundaydı, hastanenin bu antiseptik yoğun kokusu keskin kokuyu bir türlü bastıramamıştı. "Bana yanıt ver."

Biraz sessiz kaldı. "Duydum," dedi sakin bir sesle. "Böyle bir şey yaşanmayacak tabii ki sen ölmeyeceksin."

"Yaşanmayacak," diye tekrar ederken, yüzüm tekrar tavana döndü. Ölüme yakın olduğum anı iyi hatırlıyordum, o his hâlâ benimleydi. "O zaman neden birazdan ölecekmişim gibi hissediyorum, baba?"

Başımın tepesindeki saçlarımda gezinen eli öyle hafifti ki sanki biraz daha fazlası beni parçalar diye korkuyordu. "Saatler süren uzun bir ameliyattan çıktın, hepsi bu kızım," dedi sakinleştirmeyi amaçlayan bir sesle. Başarıyordu da, şu an hissettiğim her şeyin tersine sesi sonu mutlu biten tatlı bir masalı seslendirir gibi geliyordu kulağa. "Dinlenince bu his geçecek, yorgunsun."

O an babamın sözlerini anlamakta sorun yaşarken, "Öleceğimi sandım, aslında bu nasıl oluyor bi-bilmiyorum ama neredeyse öldüğümden emindim ben, baba," dedim, sesim ürpertiyle titredi. "Orda ölmüştüm."

"Her halükârda burdasın, yaşıyorsun," dedi sanki benden çok bu sözlerle kendini ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Babama üzülmek istedim, kendimde o gücü bulamadım. "Endişelenmeni ve benim de endişelenmemi gerektirecek bir durum yok artık."

Yaşıyordum, ölmemiştim. Yine de kendimi tuhaf bir şekilde burda rahatsız ve son derece huzursuz hissediyordum.

Kim ne derse desin, ölümle yüzleşmiş ve ölümü ruhuma dek tatmıştım. Sanki asla ölmeyecekmişiz gibi yaşasak bile ölüm her yerden çıkabilecek, içimizde gezinip duran korkunç bir şeydi. Ölüm beni korkutuyordu. Tenimi yemeye hevesli mezar korkutuyor beni. İliklerime kadar çaresiz hissettiğim, geri dönüşü olmayan bir şeydi ölüm.

Ölüm seni ilk ölmeye başladığın andan itibaren gerçekten hayattaki yalnızlığının aksine tek başına bırakan tek şeydi. Tek başına ölüyordun. Tek başına. Tek.

Sanırım yeryüzünde aranıp durumda bile bundan daha keskin bir gerçek olamazdı.

Gözlerimi kapadım. Babama ölümümü yaşatmam korkunç olurdu. "Baba."

"Evet kızım?"

Gözlerimi açıp endişenin onu daha yaşlı gösterdiği yüzüne baktım. "Konuşmamıza sonra devam edebilir miyiz?" diye sordum. Açık tutmakta zorluk çektiğim gözlerim yavaşça tekrar kapandı. "Dinlenmeliyim, yorgun hissediyorum da."

"Tabii dinlenmek istiyorsundur, uyu sen kızım."

Gözlerim kapandı. Öyle yorgundum ki... İğrenç ve beni parçalayan bir hisle anında uykuya dalıp gittim...

🥀

Gözlerimi tekrar açtığımda halamı gördüm, heyecan içinde gözlerinde sevgiyle bir şey veya bir şeyler mırıldandı. Huzursuzluğun yanında vücudumda ilk sefer uyandığımda olduğu gibi parçalanıyormuşum hissi yoktu ancak bu defa da karıncalanma hissi tüm bedenimi zehir gibi kaplamıştı, benimleydi.

Ben halamın sözlerini anlamakta sorun yaşarken sanki hâlâ vurulduğum yerde kanlar içinde yatıyor, kanın metalik kokusu yanık barut kokusuna karışıyordu.

Göz kapaklarım ağırlaştı, kirpiklerim titredi.

Zaten kısık olarak açılan güçsüz gözlerimi yeniden kapattım. Sesler bulandı. "Sadece uyumak istiyorum," diye mırıldandım ya da öyle söylediğimi sanıyorum, durumdan çok emin değilim. Bilincime tutunamadım. Ve korkutucu karanlığın içine çekildim.

Daldığım uykuda kolum sertçe tutuluyordu, bir odaya zorla götürüldüğümü ve oraya bir bez parçası gibi atıldığımı, ben atıldığım o sert zeminden kalkana dek, koşsam bile yetişemeden kapının üzerime kapanıp sertçe kilitlendiğini gördüğüm bir kabusun içine düştüğümde bir çığlık içime düştü.

"Artık buradasın," diyen bu puslu ses arkamdan geliyordu.

Arkamı döndüm, orada bir adamın beni beklediğini gördüm. Bana soyun diye emir verdiğinde, talimatını yerine getirmemi bile beklemeden soyunmaya başladığını ve bu durumdan kendimi kurtarmak için kapıya dönüp bağır çağır yumrukladığımı birinin kapıyı açmasını istediğimi görüyorken, o adamın arkamdan yaklaşıp beni tuttuğu gibi yatağa atışını, üzerime çıkışını sırtlan denen adamın bir anda belirip kabuslarıma katılması yetmezmiş gibi halime kahkaha atarak gülmesiyle kabustan hayal meyal uyandım.

"Hayır," diye bağırdım, aldığım nefesler göğsümü sıkıştırıyordu. Zorla atıldığım o yataktaymış gibiydim. "Bunu istemiyorum."

Yerimden kalkmak, ordan kaçıp gitmek istedim. "Nüket, kendine gel kızım," diyen ses cızırtılar çıkararak rüyamdaki seslere dönüştüğünde içim korkudan çekildi, daha çok panikledim.

Yatakta çırpındım, çırpındıkça da o eller tarafından daha sert tutuldum. "Gitmem lazım, kaçmam lazım," diye tekrar tekrar bağırdım. Tekrar tekrar bağırdım. Kimse, hiçkimse beni dinlemiyordu, gitmeme izin vermiyorlardı. "Onlar bana zarar verecek."

"Nüket hastanedesin," diye bağırdı birisi. Gözlerimi korkarak araladım. Herkes ve her şey bulanıktı. Bana nasıl hastanede olduğumu söylerlerdi? Ancak bir anlığına kolumdaki iğneyi gördüm, korkum arttı.

İşte Sırtlan dediğini yapıyordu, bana ilaç veriyordu. Gözlerime dolan yaşlar büyük bir hızla korkuma karışıp gözlerimden akıp gidiyordu.

"İstemiyorum, hayır," diye bağırdım. O gece yaşadığım her şey göğsümde bir korku sahneliyordu. "Ben bunu yapamam."

Enjekte edilen ilaç damarlarımda dolaşan kanın akışına yavaşça karıştı, tenimin her bir kıvrımı sakinleşti. Panik yapmama neden olan bütün duygular uyuştuğunda, çırpınmayı da bıraktım. Birinin alnımdan öptüğünü duyumsadım ama belki bu da bir rüyaydı. Gözyaşlarım sessizce akmayı sürdürdü, gözümden ayrı düşen her gözyaşı damlası ateş gibi tenimi yakıyordu.

Ve saniyeler sonra, hiçbir şey hissedemez hâle gelip yavaşça kendimden geçtim.

Gözlerimi tekrar araladığımda vücudum ne parçalanmış gibi yabancı geliyordu, ne de karıncalanmış gibi duyarlı geliyordu. Artık daha bendim, artık daha bir aradaydım ve kesinlikle daha iyiydim.

Etrafıma bakındım, krem rengi koltukların bulunduğu ve duvarında büyük ekran bir televizyonun olduğu odadaydım. Nerede olduğumu sorgulayacakken başım hemen yan tarafa çevirdiğim esnada, koluma bağlı serum kablosunu fark ettim. Bir hastanede olduğumu belli eden tek şey serum, yoksa kendimin lüks otel odası içinde olduğunu sanmam kesinlikle kaçınılmaz olurdu.

Düşünceler ve yaşananlar zihnime tıpkı bir elden fırlayan mızraklar gibi saplanmaya başladığında, bütün olanların gerçekliğini sorgulamayı isteyen titreyen ellerim yaralı karnıma doğru giderken, genç bir hemşire içeri girdi. Elimi hemen çektim. Karnımdaki ağrı yavaş yavaş yoğunlaşıyor, ağrım orta yerde birikiyordu. Hissedebiliyordum.

"Bugün nasıl hissediyorsun kendini?" diye sorarken, gözlerinin içine dek gülümsedi. "Biraz daha iyi misin, Nüket?"

Adımı söyleyişinde kullandığı samimi ton, beni şaşırttı, sanki beni tanıyor gibiydi, bu garipti; sanırım kötü olmayan bir gariplikti. Gerçi saatlerdir kimseyi tanımadan veya onların farkında olmadan yatan kişi benim, oysa benim tersime hemşire ve doktorlar hakkımdaki bilgileri adım da dahil olmak üzere kan grubuma kadar bilmelerinin yanı sıra, doğal olarak ben henüz tam olarak kendimde değilken süreklilikle birlikte beni gözlemlemelerinden doğan bir tanıdıklıkla samimi hissetmeleri elbette mümkündü.

"Galiba henüz kendine gelemedin, iki gün boyunca yoğun bakımdaydın," diye devam etti. "Bugün, bunu muhtemelen sen zaten fark etmişsindir ama normal odaya alındın, durumunu burdan takip edebileceğiz bir süre."

Haklıydı, kendime tam olarak gelmemiş olmalıyım ki bir yanıt veremedim, sessizlik aramızdaki boşluğu doldurdu.

"Ee, nasıl hissediyorsun?" diye sordu, bir şırınga tüpünün içini ilaçla doldururken. "İyi misin?"

"Evet," dedim, sonra bağırtılarım kendini hatırlattı ve birilerinin beni sakinleştirmeye çalıştığını belli belirsiz hatırladım. Kendimi rezil etmiş olabilirdim. Yüzümü kağıt gibi buruşturdum. "Yani en azından, buraya ilk getirildiğim andan daha iyiyim sanırım ama karnında ağrı hissediyorum."

"Güzel, kesinlikle daha iyisin tabii," dedi, serumuma ilaç enjekte ediyorken. "Ve ağrı kesici veriyorum." Birkaç saniye duraksadı ve ilacı tamamen enjekte ettikten sonra bana döndü. "Bu arada adım Eda, burda bulunduğun süreç boyunca hemşiren benim, seninle ben ilgileneceğim."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Peki şey... biraz oturabilir miyim?"

"Karnından yaralısın. Tamamen değil ama başını ve sırtını biraz yükseltebiliriz."

Yatağımın ön kısmını yükseltip doğru bir ölçüde ayarladı. "Nasıl daha rahat mısın?"

"Evet." Gülümseyebilmem bir çabayla gerçekleşmişti. "Teşekkür ederim."

Gerçi vücudum sızlıyordu, karnımın olduğu kısım uyuşmuştu ama şimdilik pek önemli değildi. İyiydim. Hayattaydım. Ve o iğrenç yerden kurtulmuştum. Ya Beren? Ağır ve derin bir nefes aldığımda onu en son elimi tutarken anımsadım. Savaş'ın yanındaydı, fiziksel zarar görmüş gibi değildi. Ah, evet. O da iyiydi. En son öyleydi. Öyle olmalıydı.

"Arkadaşım Beren hakkında bir bilgin var mı?" diye sordum, kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatırken anılarımın parça parça geldiğini idrak ettim. "Yani durumu iyi mi?"

Birkaç saniye düşünmesi gerekti. "Beren... Evet arkadaşın gayet sağlıklı, herhangi bir fiziksel saldırıya uğramamış. O da dışarda senin için endişeli olup bekleyenlerden biri o kadar."

"Rahatladım." Benden sonra neler olmuştu merak ediyordum. Umarım o Sırtlan lakaplı iğrenç adamı yakalamışlardır, çünkü benim vurulduğum o sıra polis sirenlerininde aynı anda sesini duyduğumu anımsıyorum.

"Ben gidip ailene uyandığını, iyi olduğunu haber vereyim," dedi.

Babamın endişeden mahvolmuş yorgun ve bitkin yüzünü hayal meyal hatırlıyordum, benim onu görmeyi istememden çok onun beni görmeyi istediğinden şüphem yoktu. "Ailemi bugün görebilecek miyim?"

"Kendini çok yormamak ve uzun tutmamak şartıyla kısa görüşmeleriniz olacak tabii," dedi. "Ve senin kendine gelmeni bekleyen polislere ifade vermen gerekebilir bugün, çünkü doktorun polislere onay verdi."

"Tamam ama önce babamı görmek istiyorum," dedim.

Hemşire dışarı çıktı. Ondan beş dakika kadar sonra babam içeri girdi. Yalnızca on beş dakika kalmasına izin verilmişti, yine de solgun göründüğümden emin olsam da beni daha iyi ve sağlıklı görmesiyle, başta üzerine dek sinen sanki beni kaybetmiş havasından biraz olsun sıyrılmıştı.

Ağrı kesicinin etkisinden mi bilmiyorum, o çıkar çıkmaz üzerime yorgunluk çöktü ve tekrar uykuya daldım. Daha sonra sırayla halamla ve ardından iki sorgu memuruyla görüşüp olanı biteni anlattım.

Öğrendiğim göre maalesef, Sırtlan denilen adam yakalanmamıştı. Polislere onun yurt dışına çıkma isteğinden bahsettim. Onlara göre Sırtlan henüz yurt içindeydi ve dışarı kaçamadığını idda ediyorlardı. Bulamıyor oldukları hâlde bu idda nerden geliyordu pek anlamadım. Dolayısıyla gitmiş miydi bilmiyorum ama açıkçası kendi adıma o adamla aynı ülkede nefes almaya bile tahammül seviyem söz konusu değildi; diliyorum ki bir daha asla onunla bir yerde karşılaşmak zorunda kalmazdım.

Bir gün sonra Beren ve arkadaşlarımla görüştüm. Işıl, Ceyla ve Serhat... Hepsi geldiler. Akşama doğru Burak'ın eşi Sibel gelmişti odama, bana eskisi gibi mesafeli değildi. Garip bir şekilde onunla sohbet edebildiğimizi fark ettim, sanırım aramıza giren tek sorum benim Savaş'ın yanında olmamdı. Eh, artık hayatımda Savaş diye biri yoktu. Ben konuyu Savaş'a getireceğini düşünüp gerilsem de garip bir şekilde öyle bir şeye yeltenmemişti, neredeyse onun Savaş'ın değil de benim yakın arkadaşım olduğunu düşüneceğim kadar keyifli bir sohbet etmiştik.

Sonraki gün İclal Teyze ve Hakan amca gelmişti. Olanlardan en önemli sorumlusu olarak Beren'i kabul etmiş görünüyorlardı. Onun adına benden özür dilediler, ancak İclal Teyze komik bir şekilde sanki küçük çocuğunu kötü arkadaşı için uyaran anne edasıyla, Başak'ın olduğu ya da çağırdığı yerlere gitmem konusunda beni ciddi bir şekilde uyarıp bundan sadece benim zarar edeceğim yönünde tam on beş dakikalık kesintisiz bir uyarı verdi.

Ailemin kendi uyarılarından sonra bu tür bir uyarıyı zaten bekliyordum.

Beren, öncesinde İclal Teyzenin kendisine böyle yaptığını, bana da aynısını yapacağı yönünde bir uyarı yapmıştı.

Yanılmamıştı.

Herkes geliyor, geldiği gibi gidiyordu. Sanki Savaş dışında herkes. Odamın kapısı her açıldığında Savaş geliyor sanıyordum ama kapının ardından onun yüzü olmayan hep başkaları çıkıp geliyordu. Hislerim karman çormandı, onu bekliyor falan değildim ama yine de... Bu neydi bilmiyorum, his ilizyonu muydu? Savaş Akduman'ı görmek isteyip de aynı anda görmemenin mantıklı olacağı karmaşasına kapılan aklım deliriyor mu?

Niye görmek istiyorum bilmiyorum, sadece kapıdan birkaç saniyeliğine girsin, ben onu gördükten hemen sonra çekip gitsin türü saçma bir istekle doluydum. Bu arzumun altında yatan mantığı dahi bulamıyordum.

Belki ölürken gördüğün son yüzün verdiği garip bir psikolojiydi bu ve bu kime nasıl ne şekilde anlatılırdı bilemiyorum.

🥀

Sabah içinde umutları, hayalleri saklayan tohum gibi çok büyük bir ışıltıyla gelmişti.

Bugün perşembeydi. Hastane kokusunun giysilerim de dahil tenimin altına dek nüfus ettiğini hissediyorum. Bu koku rahatsızlık ve huzursuzluk veriyor bana. Pencereden gördüğüm kadarıyla hava iyi görünüyordu. Altı gündür hastanedeydim. Bunun yanı sıra, hastane odam her ne kadar konforlu olsa da evime gitmek istiyorum artık.

Karşımdaki açık televizyondan belgesel izliyordum, öyle hüzünlüyüm ki izlerken ağalayabilirdim. Son birkaç gündür tüm yaşananlar ensemde soluyordu. Hamile kadınların bir tür hormonal dengesizlikler yaşaması gibi ruhumun derinlerine dek yerleşen travma beni nevrotik bir kişiliğin kalıbına sokmuştu. Bazen sessizleşiyor, bazen konuşkan birine dönüşebiliyorum.

Bana su getirmek için az önce odadan çıkan hemşire elinde su ve bardakla geri geldi. Elindekileri yanı başıma bıraktı. Şu günlerde yabancı olsa da sevdiğim tek kişi Eda olmuştu. Tanıdığım herkes geldikleri andan biraz sonra sadece son olanlardan söz edip duruyor, oysa ki son olanlardan konuşmak istemiyordum. Tüm yaşananlar geceleri uykularıma dek giriyordu. Hâlâ.

"Yarın taburcu olacaksın," dedi Eda. Bu gece nöbetçi oydu, uykuya dalmakla ilgili problemlerim olduğunu bildiği için uykum gelene dek benimle kart oyunu oynamıştı.

Onu gerçekten özleyecektim.

"Evet," dedim sanki ciğerlerime nefes giriyordu. "Neyseki sonunda çıkıyorum."

"Sana gerçekten çok alışmıştım," dedi. "Seni özleyeceğim, Nüket."

Eda'nın hemşirelikteki ilk yılıydı. Benden sadece birkaç gün önce göreve başlamış. Bu da ikimizin yabancı olduğu yerde bizi birbirimize daha hızlı yakınlaştırıp daha hızlı kaynaştırmıştı. Kafa olarakta ikimiz yakındık.

"Telefon numaranı aldım, ben yeni bir telefon alır almaz ki biliyorsun -önceki telefonum bir hız tarafından gasp edildi- seninle iletişime geçerim," dedim. "Asıl hastane dışında görüşmeliyiz mutlaka."

Kapı çaldı.

Bir saniye sonra Savaş Akduman'ı kapının önünde gördüm. Son günlerde gördüğüm Savaş'tan farklı olarak elinde gül vardı ve nerdeyse ondaki âdeti unuttuğum kırmızı güllerdi bunlar. Doğal olmayan bir havada ama görkemli bir evin bahçesindeki aynı derecede görkemli olan bir heykelmiş gibi orda durmuş bana bakıyordu. Kahverengi gözleri bana bakıyordu, baktıkça duygular içime yığılıyordu.

Gelişine duyduğum bu heyecan sadece birkaç saniye sonra gerçeklerin tüfeğiyle kuş gibi avlanıp göğsümde can verdi.

Bir adım attı ve kararlı, dik adımlarla bana doğru yürümeye başladı.

Bana doğal gelmeyen hava ne olabilir diye düşündüm. Takım elbise? Hayır. Bedenine tam oturan kıyafeti kusursuz görünüyordu. Yüz ifadesi? Değil. Yürüyüşü? Her zaman yaptığı gibi önemli biriymiş gibi yürüyordu. Olmuyor. Farklı olanın ne olduğunu hiçbir şekilde söyleyemiyorum. Bulamıyorum.

Yatağımın yanındaki sandalyeye yavaşça otururken, gözlerim üzerindeydi ve gözleri üzerimdeydi. Bende ne söyleyeceğimi bir an bilmeyen kararsızlığa neden olurken, nasıl hissedeceğimi kestirmeyen garip bir düşünceye neden oluyordu ama kendimle taşımaya mecbur olduğum yara sızlıyordu.

Karnımın orta yerindeki kurşun yarası.

Hemşirem, güllere bakıp, "Çok güzeller," dedi bakışları hayranlıkla doldu. Sanki bu güllerin benzeri gözlerinin içinde açmış gibi parıldıyordu. "Böylesi parlak ve tatlı kokulu gülleri çok az görmüşümdür."

Eda'nın gülümseyen yüzü bana bakıyordu. Bakışlarında şanslı olduğumu ima eden bir ifade vardı. Bakışı beni huzursuz edecek kadar yoğunlaştı. Ne diye böyle bakıyor? Savaş işte, yine onun yüzünden. Kırmızı güller, kızın yanlış şeyler düşünmesine neden olmuştu. Hayır yani hasta ziyaretine kırmızı gülle mi gidilir? O kırmızı güller şu anki durumumuza uygun muydu? Eda elbette ki getirilen güllerin yanılgısına kapılıp sevgili olduğumuzu sanmıştı.

"Gülleri bana ver," dedi, Savaş'ın elindeki güllere uzanırken. "Onları vazoya koyar getiririm."

Savaş, "Çok iyi olur," dedi, kahverengi alevlerin yükseldiği bakışları bana döndü ve yavaşça ekledi. "Güllerin onun baş ucunda durmalarını istiyorum."

Ona sert, çok sert baktım. Her zamanki Savaş'tı, kırmızı gülleriyle geldiğinde her şeyin halledilebilir olduğunu sanıyordu.

Hemşire, "Mesaj alınmıştır," diye tatlı bir sesle konuştuğunda, alınmış mesajla ne kast ediyor hiçbir fikrim yoktu. "Hemen hallediyorum."

Kaşlarım çatıldı. Ve Eda odadan çıktı.

"Nasılsın?" diye sordu, buraya gelen tüm herkesin sormasıyla benim için klasikleşen bu soruyu duymaktan bezmiştim doğrusu. Soru kanımın dizgin tutmaz vahşi bir atmış gibi ileri, belli bir hızla çağlamasına neden olmuştu. Gözleri bir an yaralanan karnıma kaydı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"

Ona sertçe baktım. Onun buraya gelmesini istemiyordum ama bu kadar geç gelmesini de sinir bozucu buluyordum. Hiç mi merak etmemişti? Öff. O etrafımda olunca saçma şeyler düşünüyordum. Doğru ve düzgün şeyler düşünmekle, kalbimin saçmalıkları arasındaki farkı ayırt edebilmeliyim. Yanıt vermedim.

"Neden bana öyle bakıyorsun, Nüket?"

"Nasıl?" Sesim soğuktu.

"Sanki bu kazaya neden olan benmişim de bu yüzden yaralanmışsın gibi," dedi sanki bakışlarım üzerine yıkılmıştı. "Düşmancıl bakıyorsun."

Gözlerinin içine bakıp kalbimdeki yarayı açan sensin diye bağırmak istedim.

Ve birini yaralayabilmek için eline bir silah alıp onu ateşlemene gerek yoktu.

"Öyle değil tabii," diye omuz silktim. "Ama kendi yorumuna da karışamam neticede."

"Tabii, beni sıkıntıya sokmak varken neden karışasın ki?" Kızgındı, nerden alıyorsa bu hakkı artık. "Elbette tamamen düşmancıl bakarsın ama değil mi?"

"Ne o, hayal kırıklığına mı uğrattım seni?" diye alay ettim. "Normal arkadaşlarmışız gibi normal bir sohbet yapacağımızı falan mı düşünmüştün sen?"

Biz asla yaşanmaması gereken şeyleri yaşamıştık ve yaşanmaması gerekene layık bir şekilde de doğal olarak yasak ilişkimiz kötü bitmişti. Ölümden döndüm diye her farklı davranacağımı, ona daha ılımlı olacağımı mı düşündü? Ne bekliyor benden şu an anlamıyorum bile.

"Hayır, hayır elbette," dedi, kahverengi gözlerine karmaşa bulaşmıştı ama bunun benim sözlerimden kaynaklandığını pek düşünmüyordum. "En azından bu ziyaretin amacını anlamanı ve benle kavga etmeyi bırakırsın da böylece tek bir seferlik olsun anlayışla karşılanırım diye bekliyordum."

Anlayışı hak etmiyordu, en azından benim anlayışımı. Ona ters ters baktım. "Ölmedin ya."

"Ölmedim ama fazlasıyla cesaret kırıcı bir durum bu, normalde yüzüme karşı kimse böyle açık bir hoşnıtsuzluk göstermemişti."

"Cesaret mi?" Şaşırmıştım. Garip sözlerin doğurduğu etkiyle onu anlamaya çalışarak garipçe baktım. "Neden cesarete ihtiyacın olsun ki?"

Savaş Akduman'dan söz ediyorsak eğer cesaret onun ihtiyacı olan en son şeydir.

Savaş yanıt vermek yerine öylece sessiz kalmayı tercih edince, "Her neyse," dedim. "Neden buradasın?"

"Neden sen söylemiyorsun?"

Ona cins cins baktım. Kafamın içini allak bullak etmek için geldiğini söyleyebilirdim tabii ama bunun yerine, "Neden burda olduğunu nasıl bilebilirim?" diye sordum. "Sonuçta düşüncelerini bilemem."

"Senden olanlar hakkında bilgi almak istiyorum."

Hah!

Gerçekten de ne diyeceğini merak ettiğime inanamıyorum. Hem neden en başta böyle demedi ki? Demek bunun için burada. Bu sözlerin bende hayal kırıklığına sebebiyet vermesi ironiydi. Savaş Akduman'dan ne bekliyor, ne duymak istiyorum ben? Ondan hâlâ bir beklentim olabilir miydi?

"Başak ve Beren anlatmıştır, değil mi?"

"Evet aslında anlattılar ama bir de senden duymak istiyorum," dedi. "Sonuçta sen vurulduğunda onlar yanında değillerdi."

Sesi kulağa biraz soğukkanlı geliyordu. Hâlinde bir gariplik olduğunu seziyorum ama garip olanın ne olduğunu doğrudan söyleyemem. Sanki konuşan dudakların tersine gözleri sadece kendisinin bildiği bambaşka bir hikaye anlatıyordu. Bana eskisi gibi bakmayan mevsim kahverengisi gözler şimdi neden böyle mesafeli olmak yerine yakın bakıyordu. Savaş Akduman hiçbir zaman gizemli biri olmamıştı. Her zaman açık ve doğal olarak yalındı.

Yine de onu okumanın çok zor olduğu zamanlar vardı.

Peki tüm bunlar bana neden bu kadar garip ve değişik geliyordu?

Vurulduğum anda orda olmasından mı? Yoksa o gece benden özür dilemesinden ve her şeyden dolayı pişman olduğunu söylemesinden mi? Hangimiz değişmişti ayırt edemiyorum. Savaş mı, yoksa ben mi?

Onu düşündüm. Vurulduğum o geceyi de düşündüm.

Vurulup kana bulanmış bedenimi kollarının arasına alarak tutuşu, bambaşka bakışı ve sırf ben gitmeyeyim diye beni o koyulaşan kahve bakışlarına hapsedişi bir şarapnel parçası gibi hâlâ kalbimde saplı duruyor.

Gözlerimizin düşündüğüm saniyeler boyu birbirine tutulu kaldığını fark eder etmez hemen gözlerimi uzaklaştırıp, "Polislerle görüştüm, ifademi de aldılar," diye ona bilgi verdim. Bu mesafeden gökyüzünün daha bir net göründüğü masmavi gökyüzüne baktım. "Ne olduğunu öğrenmeyi bu kadar çok istiyorsan eğer, edinmek istediğin tüm bilgileri onlardan alabilirsin. Biliyorsun."

"Nüket," diye adımı bastırdı. "Senden öğrenmek, senden duymak istiyorum. Bana duyduğun kızgınlığı şimdilik bir kenara bırak."

Neden bırakmak zorundayım ki?

Oflayarak tekrar ona baktım. "Yani tam olarak neyi bilmek istiyorsun ya da neden bilmek istiyorsun gerçekten anlamıyorum. O günü ve olan biteni sadece unutmak istiyorum ben. Evet oraya gitmek büyük hataydı ama ne yazık ki olan oldu ve bir kere gitmiş bulunduk. Nerdeyse günlerdir dolaylı ya da doğrudan aile büyüklerinden bunun azarını işitip duruyorum. İnan bir de senden azar işitmeye hiç meraklı değilim açıkçası."

"Bu iyi, umarım bir daha tek başınıza bu türden saçmalıklara yeltenmezsiniz," dedi. "Yaptığınız şeyin bedelini hayatlarınızla ödeyebilirdiniz. Bu yüzden durumunuzun ne anlayışa, ne de empatiye açık bir tarafı yok."

Öfkeye batırılmış kelimeler ağzımın içine doldu. "Duyduğum iyi oldu, teşekkürler," dedim hırsla ve başka bir tarafa bakarken söylenerek ekledim. "Sanki senden başka birinden duymamışım gibi."

"Benim asıl öğrenmek istediğim şey, orda ne olduğu," diye devam etti. "Neden vuruldun, Nüket?"

İç çektim. Zihnim yeniden o anlara gitti. "Sırtlan denilen adam, benden..." Anıların var ettiği huzursuzluğu gizlemeye çalışsam da iliklerime kadar sinmeyi başarmışlardı.

Bir an durdum, Savaş, "Devam et, Nüket," diye cesaretlendirdi beni. "Ne oldu?"

Parmaklarım gergin biçimde saçlarıma gitti. "O... Benden biriyle yatmamı istedi."

"Ne?" diye şaşırdı Savaş. "Kiminle."

Başımı salladım. "Hiçbir fikrim yok, kimle olmamı istediğini bilmiyorum. İstediği şeyi yapmamın karşılığında beni bırakacağını ama yapmazsam da..." Yine duraksadım, boğazıma o anların yumrusu dadandı ve aldığım nefes göğsümü ağrıttı. Savaş'a bakamadım. "İster rızam olsun, isterse de olmasın her şekilde beni ilaçla o duruma sokacağını söyledi."

Savaş, "Nüket," diyerek elimi tuttu ama bir kanat gibi uzanan bu elden hemen elimi çektim.

Gözlerim yavaşça doldu. Elimin kenarıyla gözlerimin diplerine dolan gözyaşlarından damlalar aldım. "Korkup paniklemiştim, o adamlardan biri beni almaya geldiğinde de başıma geleceklerden korkarak harekete ilk geçenin ben olmam gerektiğine karar vermek zorunda kaldım."

Zorunda kaldım dememle neyi kast ettiğimi elbette anında anlamıştı, gözleri anladığını söylüyordu. Kimsenin gelip gitmediğini ona açıkça söylememe gerek yoktu. Eğer biri zamanında orda olsaydı, ben bu kararı alıp kendimi tehlikeye atmayacaktım.

"Geç kaldığım için üzgünüm," diyerek de anladığını açıkça ortaya koymuştu. "Sizi arıyordum Nüket, buna inan."

"Biliyorum," dedim, sesime bir ağlayış ve titreme oturdu. Boğazımdaki düğüm hızla büyüdü. "Beren bizi aradığından söz etti bana, yine de gelmeni ya da birilerinin acil olarak gelmesini bekledim."

Kapılar her açıldığında içimde oluşan o keskin heyecanı hâlâ anımsıyorum.

"Oralarda bir yerdeydim, sana yakınlığımı hissediyordum ama yine de yetişemedim," dedi. "O Sırtlan denen şerefsiz Beren'e bir şantaj ücreti belirlemişti ama senden hiç bahsetmemesi bir şeylerin ters gittiğini o an hissettirmişti bana. Yerini bulmuştum ancak seni öyle kanlar içinde yerde yatıyor bir hâlde görünce... geç kalışımı o zaman fark ettim."

Bakışlarım sakinleşti. "Belki ben acele ettim ama gerçekten çok korkmuştum, Sırtlanın istediği şeyi asla yapamazdım." Boğazımda oluşan yumruyu yuttum ama hemen ardından bir başkası onun yerini aldı. "Bu yüzden içeri giren adamın silahını almayı başardım ama galiba onun hemen vazgeçemesini, öylece beni bırakacağını düşünmek fazla hayalperest bir düşünce olmuştu. Sonrası malum onunla aramızda çekişilen ve sonrasında da patlayan silah."

Sessizlik oldu. Bir süre boyunca her ikimiz de konuşmayı yürütmedik.

Gözlerim kucağıma indi. "Eğer bu başıma gelseydi, yaşayabilir miydim bilmiyorum," dedim. "O zaman ölürdüm."

"Saçmalama Nüket," diye çıkıştı Savaş, bu çıkışı tekrar ona bakmama neden olmuştu. "Bunu yaşaman evet çok kötü bir tecrübe olurdu ancak böyle bir tecrübeye rağmen yaşamaman çok daha kötü olurdu."

Sözleri bir an tutarlı bir cümle kurmamın ve makul bir düşünce akışını yakalamamın önüne geçti. Savaş böyleydi, gerçeküstü olduğunu anların arasına sıkıştırmanın hep bir yolunu bulurdu.

Hemşire elinde güllerle geldiğinde, kırmızı güllerin taze kokusu tıpkı bir yaz sabahı gibi odanın her yanını köşe bucak kapladı. Gülleri görmek aynı zamanda Savaş'la bir an kurulan atmosferi dağıttı. İlginçti, güller insanı bir masalın içine çekerdi oysa şimdi beni çekildiğim masaldan uyandırıyordu sanki.

Yazın büyüsüne kapılıp tüm güzelliğiyle bu mevsime açan gül gibi Savaş Akduman'ın büyüsüne kapıldım, kalbimle ona açıldım.

Fakat yaz mevsiminde açan güller, yine aynı yaz mevsimine dayanamayarak bütün çiçeklerden daha hızlı solardı. Çok ilginçti. Bilerek veya bilmeyerek Savaş Akduman kaderimizin birbirine çok benzediği gülleri ilişkimizin simgesi hâline getirmişti.

Güller baş ucuma koyuldu. Hemşire bana tatlı tatlı gülümsedi ve, "Çok şanslısın," diyerek çıktı.

Savaş'a öfkelenmem için bir neden daha. "Kırmızı güllerle çıkıp geldiğin için ikimizin arasında bir şey olduğu izlenimini verdin kadına."

Savaş bir an alaycı bir şekilde baktı, alay dudaklarındaki gülümsemede değil kahve gözlerindeydi. "Emin ol hemşireye bu tür bir izlenimi veren getirdiğim güller değil."

"Öyle mi?" diye sordum kızarak. "Her şeyi çok biliyorsun ya, neymiş o hâlde?"

"Asıl nedenin ne olduğunu sen şu an bu durumdayken söylersem sağlık durumun bozulabilir."

Gözlerimi devirdim. "İstersen nedenin ben olduğumu söyle bir de ha?"

"Neden olmasın?"

"Şakalarını kaldıracak hâlde değilim, hem gitsene sen artık. Birileri gelebilir ve ben seninle görülmek istemiyorum."

"Sen böyle konuşana kadar zaten niyetim buydu ama şimdi biraz daha kalmaya karar verdim."

Öfkeyle, "Sen..." dediğimde, "Bu sayede daha nazik, kibar ve ılımlı bir kız olmayı öğrenmene vesile olabilirsem ne mutlu," dedi.

Yine, "Sen...," diye başladığımda, "Evet, unutmadan, her bir kaba sözüne karşılık gidişimi beş dakika daha ertelersin," dedi. "Yani iyi bir kız ol ve uslu dur."

Dişlerimi sıktım. "İnanılmazsan gerçekten," diye hayret ettim.

"Evet, inanılmaz olduğumu biliyorum."

Madem buradaydı... "Çantalarımız hâlâ bulunmadı mı?" Gerçekten şurda çantamı istiyorum diye ağlayabilirdim. "Gerçi polis eşyalarımızdan hiçbir izin bulunmadığını söyledi ama yine de belki son durumda bir güncelleme olmuştur diye ümit ediyorum."

Bir de kaybolan tokam vardı. Sıradan bir toka olabilirdi belki ama toka önemli olma özelliğini annemin aldığı toka olmasından alıyordu.

"Hâlâ çantadan mı söz ediyorsun sahiden? Size bir şey olmadığı ve hâlâ sağ olduğun için kendini şanslı hissetmelisin."

"Telefonum, kimliğim, özel eşyalarım içindeydi ama..." Durdum. "Kime ne anlatıyorsam."

"Bende aynı şeyi senin için düşünüyorum," dedi, sesinde meydan okuyan bir tonlama vardı. "Saydıklarının hiçbiri önemli değil, hepsinin yerini yenileri alabilir."

Adam ağzını açtıkça beni sinir ediyor. "Ve telefonumda önemli anların resimler vardı, hem belki kimsenin görmesini istemediğim aramalar yapıyordum sitelerden."

Savaş bıkkınca yerinden kalktı. "Yapıyor muydun?" diye sordu.

"Yapıyordum tabii."

Bardağı ve sürahiyi aldı.

"Nüket, senin yaptığın arama en fazla ne olabilir ki?" diye sorarken gülmemeye çalışması beni daha da kızdırdı. "Dersler haricinde en iyi aşk filmleri falandır ya da belki kitapları."

Gözlerimi kıstım. "Demek gözüne romantik bir kız gibi görünüyorum ama yanılıyorsun, ben de garip aramalar yapabiliyorum."

Savaş bardağı dudaklarına götürdü. "Hım, anlıyorum," dedi, neye hımlıyordu şimdi? Kelimenin ardındaki alaycılığı yoğunlaştı. "Ne gibi garip şeylermiş mesela?" Suyunu içmeden önce bardağın üzerinden göz ucuyla bana baktı. "O hâlde aradığın bir tane garip şey söylesene."

"Tabii hemen," dedim. "Savaş Akduman olmayan birisiyle nasıl seks yapılır?"

İçtiği su böylece boğazında kaldı, tam da istediğim gibi. Sertçe öksürmeye başladı. Bunun beni bu kadar eğilendireceğini pek düşünmemiştim. Gülüşümü gizleyebilmek için başımı diğer tarafa çevirdim.Ta ki Savaş yeniden konuşana dek.

Nefesleri yavaşça düzene girerken, "Hayır, böyle bir şey yapmadın," dedi, ama gözleri anında dehşetle karışık bir şüpheyle bariz şekilde çalkalandı. Gözlerine, dudaklarına sinen kendinden emin alay böyle dağıldı. "Sen... sen böyle bir şeyi yapmazsın."

İkimiz de neden söz ediyor biliyorduk, ikimiz de meselenin basit bir google sorgulamsı olmadığını biliyorduk.

Gözlerinin içine bakarak, "Benden neden bu kadar emin olduğunu da anlayamadım," derken, sarı kızıl saçlarımı kulağımın arka kısmına yavaşça sıkıştırdım. Savaş ince parmaklarımın bu hareketini dikkatle takip ederken aklından ne geçiyorsa kaşları çatılmıştı. "Gerçekten Savaş, kendimi sana bunu düşündürten asıl şeyin ne olduğunu merak etmekten alıkoyamıyorum."

"Neden mi?" Yeniden sandalyeye oturdu. "Seks derken bile utanırsın sen."

"Eh, şu durumda sence de yakın zamanda bu sorunu aşmışım gibi görünmüyor muyum?"

Savaş'ın gözlerindeki ifade katılaştı. "Yani bu tavrından ne anlamalıyım?" diyerek gözlerini kıstı. "Başkasıyla mı birlikte oldun?"

Sakin bir sesle, "Bu tür özel bilgileri seninle paylaşmama gerek bile yok," derken, aynı rahatlığı sürdürme planım devam ediyordu ama Savaş'ın inanacağından emin değilim.

"Bir ihtimal," dedi, sesindeki karmaşa ona bakmama neden oldu. "Bana kızdığın için gidip başkasıyla birlikte olmak gibi bir hata yapmış olabilir misin?"

"Şu küstah öz güvenin beni bazen çileden çıkarıyor, yaptığım her şey seninle ilgili olmak zorunda değil, Savaş," dedim. "Eğer biriyle birlikte olmuşsam senin yüzünden değil ben öyle olmasını istediğim içindir."

"Bu çok belirsiz bir cevap," diye kızdı. "Oldun mu, olmadın mı?"

Bu konuşma cidden beni rahatsız ediyor. Amacım onun küstahlığını anlamaktı ama konuşma buraya bir sakız gibi uzamıştı ve konuşma arzu ettiğim niyetin dışına çıkıp onu rahatsız etmek yerine beni rahatsız eder hâle gelmişti.

"Sana ne?" diye öfkelendim. "Olduysam bile sana ne? Bu neden ilgini çeksin ki? Ben sana başkasıyla oluyor musun diye soruyor muyum, Savaş? Sormuyorum. Çünkü hakkım yok ve aynı hakka sen de sahip değilsin."

Sessizlik bir bombanın ardında bıraktığı o sessizlik gibiydi. Daha fazla onun yüzüne bakmadım. Yeniden tek kaçışım olan mavi gökyüzüne, rüzgârın etkisiyle birbirlerine doğru hareket edip birleşmelerine baktım. İçten içe bir merak, hakkım olmadığı hâlde içimi kemirmeye başladı. Gerçekten biriyle birlikte miydi? Geçmişin içinden çıkarak gelen Başak burdaydı ama birlikte değiller. Bu Savaş'ın başkasıyla birlikte olmasını önlemezdi. Savaş'ın cinsel ihtiyaçlarını geri plana attığını sanmıyorum, en kötüsü de bu işte onu tanıyordum.

En doğrusu buyken, niye ben de her şeyi arkamda bırakmıyorum?

Savaş'ın, "Olmuyorum," diyen sakin sesi beni düşüncelerin derinlerinden yüzeye çıkardı. Şaşkın bir ifadeyle ona baktım. Anladığım şeyi kast ediyor olamaz, değil mi? "Sen hayatımdan çıktığından beri kimseyle cinsel beraberlik yaşamıyorum, Nüket."

Donup kaldım. Onun çoktan başka biri ya da birileriyle aktif cinsel yaşamına hiç hız kesmeden döndüğü kanısındaydım. Öyle çok şaşırmıştım ki bu sözlerin ardından ne diyeceğimi bilemedim, hatta ona nasıl bir ifade takınarak bakacağımı bile bir türlü kestiremedim.

Yanağımın iç kenarını gergin bir şekilde ısırdım, yanağımın dışı karıncalanırken, "Tamam," dedim.

Savaş başını gülerek salladı. "Tamam mı?"

Gülüşündeki isyana aldırış etmeden yine, "Tamam," dedim şüpheyle. Omzumu umursamazca silktim. "Senin cinsel yaşamın beni ilgilendirmiyor neticede."

"Hiçbir şey anlamıyorsun, değil mi?" diye sordu, beni suçlayan ses tonuna şaşırdım. Sonra cevap zaten buymuş gibi ekledi. "Hayır, asla anlamıyorsun."

Ne? Bir şey mi kaçırıyorum? Neden bana böyle tuhaf bakıyor?

"Ben bunu düşünemiyorum bile, Nüket," diye devam etti. Kumaş pantolonun sardığı uzun bacağının birini ötekinin üzerine yavaşça yerleştirdi. Kendinden emin sesi tamamen dürüsttü ve kelimeler üzerinde oynama yapılmayacak kadar açıktı, netti. "Bunun sana olduğundan daha fazlası beni şaşırtıyor. Hakkımda ne düşündüğünü biliyorum. Hatta senden sonraki bana ne tür bir davranış biçimini yakıştırdığınıysa tahmin etmek benim için hiç zor değil. Düşündüğün gibi olmadı ama. Aslında hiçbir şey benim beklediğim gibi de olmadı."

Bir an ne düşüneceğimi bilemedim, neden bana karşı bu kadar rahat bir şekilde hem de günlük yaşamdan bir kesit sunuyormuş gibi rahatça durumunu itiraf ettiğine anlam veremiyordum. Gerçi bunun itiraf olduğunu farz eden benim, bu sözler onun gibi rahat görünen Savaş Akduman için itiraf mıydı? Bilmiyorum. Kelimeler içime bir bebek gibi yerleşip her şeyi çarpa çarpa dağıttı.

Aklından ne geçiyor, Savaş Akduman?

Bana bakan, sanki bir daha terketmeyecek gibi görünen ve sanki önemli bir şeyi arar gibi bakan bu gözler derinleşti. Bu arayıcı bakışı daha önce bir kez daha görmüştüm; birlikte olduğumuz bir gecenin sabahında. Oradaydım, onun kollarının arasındaydım. Yine de gözlerimin içine uzun uzun bir şey arar gibi bakıp durmuştu. Bazen böylesi an ve zamanlarda bambaşka biri olurdu ama sonra bir şeyler söyler ve düşündüğüm kişi olmaktan çıkarırdı kendisini. Bile isteye mi öyle yapardı yoksa öyle mi denk gelirdi hiç anlayamazdım.

"Gevezelik etmiyordum, Nüket," dedi, koyu gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. "Ben bu durumdayken senin de benimle aynı durumda olup olmadığını gerçekten merak ediyorum."

Ve Savaş Akduman küstahlığı, merhaba. Ben sana söyledim, sıra sende diyordu.

"Merak...Merakını gidermeye çalışıyorsun tabii," diye mırıldandım, sonra saçma bir şekilde güldüm. Bu gerçekten saçmalık. "Sen tanıdığım en küstah, en kibirli, en ukala, en ne yaptığını bilmez..."

Durdum, boş boş yüzüme bakıyor ve hâlâ sözlerimden etkilenmek yerine benden bir yanıt bekliyordu. Bu adam cidden... Ona saydırsam bile, sinir olan yine bendim.

"Baksana," dedim, ciddi ve katı bir sesle. "Senin karşıma çıkmamak için elinden geleni yapman gerekmiyor muydu?"

"Öyle yapmam gerekiyor..." Gözlerimin en derinlerine giren bakışları beni kendi kahve bakışına hapsederken durdu ve, "Yapmam gerekiyordu," diye düzeltti. "Ama bir şekilde de kararlı olduğum her seferinde, koşullar değişiyor."

"Sen hangi koşullardan söz ediyorsun hiç bilmiyorum, ben tek bir gecede değişen tek bir koşul biliyorum."

Keskin bir sessizlik aramıza girdi, her şeyi parçalara ayırdı.

Kapı çaldı, kapıdan giren kişiye baktım. İçeri Cem girdi.

"Nüket," dedi sırıtarak. Sonra Savaş'ı gördü, yüzüne yapışan sırıtması anında silindi. "Siz de mi burdaydınız?"

Savaş'ın yanıtı küçümseyiciydi. "Soruya yanıt vermeme bile gerek yok, değil mi?"

Cem rahatsız oldu. "Şey... tabii ki yok," dedi, sonra yatağın Savaş'ın olmadığı diğer yanından dolaşıp yanıma geldi. "Nasılsın?"

Cem'in beni ziyaret etmesini beklemezdim, sanırım hakkındaki düşüncemin aksine o gayet vefalı biriydi. "Geldiğin için teşekkür ederim, bugün daha iyiyim."

"Sana şeker getirdim," diyerek elindeki paket yapılmış tabak şekeri bana uzattı. Yaramazlık yapan ama yaramazlığıyla alay eden bir çocuk gibi göz kırpıp ekledi. "Hastaneler insanın ağzının tadını nasıl bozar, bozuk tat nasıl düzelir iyi bilirim."

Tabağı aldım. Üzerindeki şeffaf jelatin altındaki şekerleri görmek bir an beni çocuk olduğum günlere götürdü.

Paketi açtım. İçindeki baston şeklindeki şekerlerden birini alıp ağzıma attım.

Cem de benim gibi tabaktaki şekerlerden bir tane alıp, "Çok iyi, değil mi?" diye sordu.

Başımı salladım. "Ne diyorsun, iyiden de iyi bu. "

Savaş, "Siz ikiniz gerçekten sinir bozucu görünüyorsunuz," dediğinde, ona baktım. "O şekerleri yiyip iyi olacak mısın?"

Ona anlamayarak baktım ve ağzımdaki şekeri çiğnerken, "Neden olmayayım ki?" diye sordum umursamaz bir tonda.

Başını umutsuz birine sallandığı şekilde sallayıp, "Hastanedesin, bildiğim kadarıyla ilaç tedavin de hâlâ devam ediyor, Nüket," dedi. Kucağımdaki şekerlerimi işaret edip tahammülsüzce ekledi. "Onları yerken doktoruna danışman gerekir."

Yanıt için ağzımı açtığımda, Cem benden önce davranıp, "Endişe etmeyin Savaş Bey," dedi, kendi tarzına yakışır biçimde ağız burun bükerek. "Şekerler kimseyi öldürmez, bugünlerde ilaçların insanları daha çok hasta ettiği söyleniliyor."

Savaş, Cem'e öyle bir sert baktı ki zavallı Cem sanırım tam da o an karşısındakinin Savaş Akduman olduğunu anlayabilmişti.

Neredeyse ikisinin bu hâline gülmek geldi içimden. Cem yutkunarak lakayt havasına çeki düzen verip, "Yani tabii, Nüket yine de bir sormalı hastaneye, ölmesini hiçbirimiz istemeyiz," diye saçmaladı.

Savaş bakışlarını yeniden bana sabitledi. "Şeker yemekten ölmem," dedim. Ona da uzattım. "Sen de ister misin?"

Savaş, "Hayır," dedi ve, "Şunları yemeyi bırakmanı tercih ederim," diye uyardı beni.

Cem, iç çekti, "Ah, durumun gerçekten içler acısı," dedi. "Başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez."

Kendime not, zevzek birinin vefalı olmasıyla ilgilenme.

"Bir kere, sadece bir kere şaşırt, Cem," diye çıkıştım. Bu çocuk nasıl üzerimdeki aynı etkiyi koruyabiliyor? "Konuşmadan önce hiç düşünmez misin sen?"

"Yani ne dedim ki şimdi?" derken, kafası karışmış gibi göründü. "Önce bilgisayarı çaldırman, şimdi de vurulup hastaneye düşmen. Sence de saçma değil mi?"

Bu çocuk cidden...

Savaş'a baktım, Cem'e sert bakıyordu. Cem ne yaptığını anlamayarak benden çekip Savaş'a yöneltti bakışlarını.

Cem gittikten sonra Savaş, "Bilgisayarın çalındığını duymayan kaldı mı?" diye sordu. "Ağzı sıkı birine benzemiyor pek, sen mi ona anlattın?"

"Hayır, ben söylemedim. Birine söylemem gerekseydi de tercih edeceğim o kişi Cem olmazdı, bundan emin olabilirsin."

"Kim o hâlde?" Durdu. "Beren mi yoksa?" Sessizlik oldu. "Tabii ki Beren, kız kardeş diye başıma aldığım bela."

"Beren'in kötü bir niyetle yaptığını düşünmüyorum."

"Siz kızlar ne meraklısınız birbirinizin arkasını kollamaya," diye kızdı. "Kötü niyetmiş, iyi niyetmiş beni ilgilendirmez."

Onu Beren'e kızmaması konudan uyarmak isterken kapı çaldı ve Mete içeri girdi.

Elinde kır çiçeklerinden ve çoğunluğu papatyalardan oluşan hoş bir aranjman vardı.

Gülümseyen yüzü benden Savaş'a kaydı, tabii Savaş ona zaten bakıyordu. Sanırım kapı açıldığı ilk anda ve yüzünde bundan hoşnut olmayan bir ifade belirmişti. Mete ona başıyla hafif bir selam vermişti. Savaş ise ona içinde gram sıcaklık bulunmayan bir gülümsemeyle yanıt verdi.

Sonra Mete dikkatini bana verdi. "Merhaba Nüket, nasıl oldun?"

"Daha iyi," dedim, hâlimi işaret ederek. "Toparlanıyorum işte."

Çiçekleri bana uzattı. "Bunlar senin."

Çiçekleri elinden aldım ancak hışırtılar çıkaran aranjmanın tiz sesi, ortamdaki gerginliği tıpkı bir kağıt gibi ikiye yırtıyordı. Tabii ki ortamın gerginlik seviyesini Savaş tek başına karşılıyordu. Çiçekleri burnuma yaklaştırdım. "Çok güzeller, çok güzel kokuyorlar," dedim. "Teşekkür ederim."

Savaş'ın telefonu çaldı. "Buna bakmam gerekiyor," diyerek odadan çıktı, kapıyı da ardından açık bırakmayı ihmal etmedi.

Mete, Savaş'ın oturduğu yere oturup vazo içindeki güllere baktı. "Sanırım getirdiğim çiçekler bu ihtişamlı, güzel güllerin yanında çok sönük kaldı."

Güllere baktım, kalbimin en derinlerinde uyuyan tüm küskün hisler bir anda uyandı. "Hiç de değil," dedim. "Hem bunları daha çok sevdim, çok güzeller."

Gülümsedi. "Bundan emin misin?"

Öylesine söylediğimi düşünüyor olmalıydı, ancak öyle değildi, güller bana kırgınlığımı anımsatıyor onun verdiği çiçeklerse hoştu. Herhangi bir duygu hissetmemin bir gereği yoktu.

"Elbette." Gülümsedim. "Vazoyu bana uzatsana."

Şaşırdı ama dediğimi yaparak güllerle dolu vazoyu bana verdi. Kırmızı gülleri oldukları yerden yavaşça çıkardım. Ellerim aklımın soğukkanlı tutumunu isyan eder gibi titredi. Hayır. Ellerim titremeyecekti. Buna iznim yoktu. En başta yapmam gereken zaten hep buydu, daha o ilk seferde. Kaderimizin birbirine yavaşça dokunduğu o ilk anlarda.

Çıkardığım gülleri Mete'ye uzatıp, "Bunları çöpe atar mısın?" diye sordum.

Uzattığım gülleri almadı. Bayağı şaşırmış görünüyordu, sanırım anlam veremiyordu. Galiba aklı başında olan hiçbir kız böyle bir şey yapmasını istemezdi.

Ben isterdim, üstelik gayet aklı başında olarak.

"Bunu yapmak istediğinden emin misin?"

"Şüphen olmasın," dedim. "Hem yaptığım ve söylediğim şeylere sürekli bir şüpheyle yaklaşmayı bırakır mısın artık?"

Güldü. "Peki, sen öyle istiyorsan," dedi ve gülleri kenarda duran çöpe attı.

Gözlerim bir an çöpte yerini alan güllerde dondu. İçimde bir şeylerin beni huzursuz yaptığını hissetsem de beni içten yıkmaya çalışan bu keskin duyguya yenilmeye hiç niyetim yoktu ancak sanki anılarım öksüz bir çocuk gibi göğsümde ihtilal başlatmayı isteyerek isyan etti.

Savaş odaya girerken, telefonunu ceketin iç cebine yerleştiriyordu. Tek an Savaş'la gözlerimiz birbirine tutundu, sonraki ansa onun gözleri güllerin yerini alan çiçekleri ve getirdiği güllerinse artık çöpte olduğunu gördü. Gerçeği kavrayan gözleri yeniden bana döndü, rahatsızca kıpırdandım.

Bakışları sessizliğin içinde buzun çatlarken çıkardığı ses gibiydi.

Görünüşte ona etki eden hiçbir şey yok gibiydi, takım elbisesiyle hâlâ son derece kusursuz görünüyordu. Traşlı yüzünde de herhangi bir ifade yoktu. Fakat kahverengi bakışlarında yıkılan bir dünya gördüğümü sanıyorum. Yıkım için aniden gelen, yıkımı bitince aniden sona eren bir deprem gibi.

Şu an olan şeyin ağırlığının hislerime dek buluşması garipti ve kesinlikle gereksizdi. Savaş'a bir şey olduğu yoktu, oysaki ben onun yerine fazla mı ileri gittiğim yönünde kendimi sorgularken aynı zamanda yoğun bir kırgınlık da hissettim.

Hislerim saçmalıktan ibaretti, içimdeki iyi yönün Savaş Akduman için çırpınması, onu aklaması, onun yanında yer edinmesi kendime işlediğim bir kötülükten ibaretti.

Savaş, Mete'ye ve bana baktı. Sanki bize bir çerçevenin içindeki fotoğraf karesiymiş gibi yabancı, uzaktan ve mesafeli bakması beni huzursuzluğun derin, karanlık suyuna bıraktı.

Savaş kayıtsız bir yüzle, "Ben artık gitsem iyi olacak," dedi, beni şaşırtarak. Sesindeki tonlamada herhangi bir değişime, garipliğe rastlamadım. Bir an kendi düşüncelerime daldım. Belki abartan kişi bendim, doğru ya aramızdaki ilişkiyi abartan zaten hep ben olmuştum. "Tekrar geçmiş olsun."

Tek bir söz daha etmeden uzaklaşıp gitti.

Her şey olması gerektiği gibi olmuşken, kalbim neden bükülmüş gibi ağrıyordu?

🥀

Ertesi gün öğleden sonra hastaneden çıkış yapabilmiştim, üç gibi sokağımıza girdiğim anda içimde kelebekler kanıtlanmıştı.

Sonunda kendi evimde ve sonunda kendi odamdaydım. Sağlıklı olsaydım sevinçten havalara uçardım. Hâlâ kendi kendime destek almadan yürümede problem yaşıyordum. İyileşme sürecim devam ediyordu, bir sürede evde kalıp dinlenmem ve fakülteye gitmemem gerekiyordu ama olsun evimdeyim.

Bu bana öyle iyi geldi ki düşündüğümden de hızlı iyileşebilirim diye düşünüyordum.

Halamın ve çocuklarının da gelmesiyle ev kalabalıklaşmıştı. Geceye dek zihnim tüm bunlarla meşguldü.

Gece uykumdan yine bir kabusla uyandım. Yaşadığım travma galiba uyuşturmaya başlamıştı beni. Yataktan kalktım, soğuk duvarlardan destek alarak banyoya girip elimi yüzümü yıkadım.

Bu kabuslardan nasıl kurtalacaktım ben?

Kabuslardan kurtulmanın bir yolu var mıydı?

Karnımdaki yara yine ağrımaya başlamıştı. Ağrı kesici alıp tekrar uyumayı düşünerek yavaş ve ağır adımlar eşliğinde banyodan çıktığımda, odamda bir karaltı fark ettim. Çalışma masamda bir silüet vardı. Burdan sadece sırtını, başında kapüşon olduğunu ve kesinlikle erkek olduğunu fark ettim.

Hâlâ kabusumun içinde olmalıydım.

Ama değildim, silüet yavaşça ayağa kalktı ve arkasını dönüp kapüşonu başından yavaşça çekti. Suratındaki ifadesizlik yerini yavaş yavaş onun belki asla unutmamın mümkün olmadığı kötü sırtımaya döndü.

"Ne var, ne yok fıstık?"

Bu kişi kâbuslarımın nedeni Sırtlandı.

🥀

🥀Oy verip yorum yapmayı unutmayın ❤

🥀Beni şurdan takip edebilirsiniz,
instagram, elisyaroyal

Tiktok: elisyaroyall

İnsragramda ortak hikaye sayfası: elisyaroyalhikayeleri









Continue Reading

You'll Also Like

1.7M 100K 61
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
2.2M 135K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
ZÂLİM By hadizade

General Fiction

3.3M 122K 33
"Sen nasıl bir insansın ya?!" Diye bağırdım. "Böyle biriyim, çünkü sen kibarlıktan anlamıyorsun." Kendimi tutamadım ve yüzüne tükürdüm. Gözlerini kap...