ÖLÜ TANRININ ŞARKISI

By ozcelikdilaraa

2.2M 186K 163K

•Yetişkin okurlar içindir• Kandan kıyafetlerimizi kuşanıp da, İçtiğimizde suyundan kehanetin, Biliriz hepimi... More

ÖLÜ TANRININ ŞARKISI
Bölüm 1, Apollon'un Gelinleri
Bölüm 2, Kanım Aktığında
Bölüm 3, İçtiğimde Senden Kehaneti
Bölüm 4, Dokun Bana Ölümlü Kadın
Bölüm 5, Söyle Gördüklerini Ölümlü Gözlerinin
Bölüm 6, Ölseydin Eğer Öldürmem Gerekirdi
Bölüm 7, Ona Aşık Değilsin
Bölüm 8, Cadının Kalbi Ateşten
Bölüm 9, Seninle Savaşacağımı Söylemiştim
Bölüm 10, Aşık Ya Da Düşman, Daima Biri
Bölüm 11, Kardeş Kanı Döküldüğünde
Bölüm 12, Sen Benim Kadınımsın
Bölüm 13, Bana Teslim Ol
Bölüm 14, Tanrıların Ozanı
Bölüm 15, Senin İbadethanende
Bölüm 16, Ölmen Ölümüm Olur
Bölüm 17, Seninim Benimsin ve Biriz
Bölüm 18, Bu Gece Sana Tapacağım
Bölüm 19, Senin İçin Yaratıldım
Bölüm 20, Tanrının Kalbindeki Kadın
Bölüm 21, Günah Çıkartırken Dizlerinin Üzerine Çök
Bölüm 22, Gerçek Troyalılar
Bölüm 23, Bana Her Zaman Dönersin
Bölüm 24, Troya'nın Talihsiz Aşıkları
Bölüm 25, En Çok Güneşin Günahları Yakarmış
Bölüm 26, Sonsuzluk Kadar Seviyorum
Bölüm 27, Tanrının Ağıdı
Bölüm 28, Gecenin ve Karanlığın Tanrısı
Bölüm 29, Tarih Yalnızca Korkakları Hatırlar
Bölüm 30, Seni Kendi Kanında Boğacağım
Bölüm 31, Dilerim Ki Bir Ölümlü Gibi Korkar Bir Ölümlü Gibi Ölürsün
Bölüm 32, Savaş Tanrısının Gözyaşları (Part 1)
Bölüm 32, Savaş Tanrısının Gözyaşları (Part 2)
Bölüm 33, Ölümle Yürüyen Kadın (Part 1)
Bölüm 33, Ölümle Yürüyen Kadın (Part 2)
Bölüm 34, Okumun Laneti Tüm Kehanetlerin Üzerine
Bölüm 35, Şehirlerini Kanlarıyla Koruyan Askerler
Bölüm 36, Troyalı Mara İçin
Bölüm 37, Senin İçin Bir Şehri Yakarım
Bölüm 38, İçimde Alevler Yakıyorsun
Bölüm 39, Anneleri Olmayan Çocuklar
Bölüm 40, Birbirine Dolanan Bedenler
Bölüm 41, Tanrıların Avı
Bölüm 42, Ellerimdeki Kan
Bölüm 43, Kimsesiz Günahların Ağırlığı
Bölüm 44, Tenime İsmin Kazılı
Bölüm 45, Unutulan ve Hatırlanan
Bölüm 46, Şimşekten Gelen Fırtınaya Dönen
Bölüm 47, Minator'un Boynuzlarındaki Düğümler
Bölüm 48, Sadece Sen ve Ben
Bölüm 49, Yıldızlara Yazılı Kaderler
Bölüm 50, Güneşin Batıdan Doğuşu
Bölüm 51, Gezgin Yabancı
Bölüm 52, Zeytin Ağacı
Bölüm 53, Katlanır Öfke Zamanın Çemberinde
Bölüm 54, Bir Şehrin Düşüşü
Bölüm 55, Makedonya'nın Aslanı
Bölüm 56, Her Tanrı Tek Tanrı Olmak İster
Bölüm 57, Kusurları Yapar Kahramanları Ölümsüz
Bölüm 58, Bir Ruhun İki Damlası
Ölü Tanrının Şarkısı 1. Kitap Final
Ölü Kadının Şarkısı Bölüm 1
Bölüm 2, Çıkar Tüm Yollar Sana
Bölüm 3, Gelinlerin Dansı
Bölüm 4, Tanrının Kalbine Gömdüğü Kadın
Bölüm 5, Aldanma Gecenin Aydınlık Yüzüne
Bölüm 6, Spartalı'nın Sesi
Bölüm 7, Açılır Sonunda Pandora'nın Kutusu
Bölüm 8, Rahip Restos
Bölüm 9, İsmi Önemsiz Bir Kral
Bölüm 10, Altın Elma
Bölüm 11, Batıdan Doğuya Aşağıdan Yukarıya
Bölüm 12, Bir Pazarlık Bin Bedel
Bölüm 13, Açılmaz Yelkenler Yeraltının Mezarlığında
Bölüm 14, Cesurların Dansıdır Aşk
Bölüm 16, Zaman Mühürler Tahtın Asıl Sahibini
Bölüm 17, Eksilme ve Tamamlanma

Bölüm 15, Ölünce Kahramanlaşanlar ve Yalnızca Ölenler

8.4K 773 1.1K
By ozcelikdilaraa

Herkese selam! Geri dönmek ne güzelmiş yaaa. Sizi aşırı özledim. Öyle böyle değil hem de. Burnumda tütüyorsunuz. Belki malum haberi ve neden bir süredir burada olmadığımı bilmeyenler olabilir. ÖLÜ TANRININ ŞARKISI REN YAYINLARI ARACILIĞIYLA KİTAP OLUYOR!

Hemen kısaca merak ettiğinizi düşündüğüm bir konuya açıklık getireyim. Burada güncel olarak devam edeceğim. Finali burada okuyacağız. İkinci kitap 30. bölümde sona erecek ve 3. ve final kitabını da wattyde yayınlayıp tamamlayacağım. O da 30 bölüm civarında olacak. Yani seneye sanırım bu zamanlarda onlarla vedalaşmaya yakın oluruz diye düşünüyorum.

Önceki bölümde bir çekiliş yapmıştım. Kazanan @x_Themis_x oldu! Bana instagramdan ya da buradan adresini bilgilerini paylaşırsan hediyeni göndereceğimmm.

Hemen sınırlar efendim 600 oy 1k yorum. Geçeriz bence...

Sizi çok seviyorum. Bölümde yazım hataları olabilir yetiştirmem gereken dilekçem olduğu için son okuma yapamadan erken attım. Sizi sonsuzluk kadar seviyorum.

İmzamı sona atıyorum. Kaos kaçtııı

Bölüm 15, Ölünce Kahramanlaşanlar ve Yalnızca Ölenler

Yeniden Rae'nin ormanın içinde kalan sarayına dönene kadar hiçbirimiz konuşmadık. Apollon birkaç kere Rae'yle ellerimiz birbirine değdiğinde parmaklarımızda parlayan altın şeritlere baksa da konuşmadı. Hiçbir şey söylememek onun için daha kolaymış gibi sessiz kalmayı tercih etti, bizden biraz önce yürüyerek ikimize yeniden kaosun içine düşmeden önce biraz zaman tanıdı.

Bu zamanı başka şekillerde değerlendirmek isterdim fakat yapamayacağımı biliyordum. Kendi zamanımıza dönmek, Karr'a ve Hades'e ne olduğunu öğrenmek zorundaydık. Burada sıkışıp kalmıştık. Burada daha fazla kalırsak kopacak savaştan ister istemez etkilenecektik. Bu savaş bizim değildi, bu savaş katılmamız gereken bir savaş değildi. Çok önce yaşanan, bizim müdahale edemeyeceğimiz bir savaştı. Yeniden aynı şeyleri yaşamak bir kenara Rae'yi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamaya kararlıydım. Artık işler değişmişti, o benim ailemdi. Bu yüzden Kronos'la konuşmalı, onun gücünü kopyalamalı ve bizi ait olduğumuz dünyaya geri döndürmeliydim. Ne kadar da kolay bir plan.

Sıkıca elimi tuttuğunda düşüncelerimi dikkatli bir şekilde takip ettiğini anladım. Eskiden olsa bundan çekinir, ne düşünüyorsam duymasından utanırdım. Fakat artık öyle değildi, artık onun zihnimde olması bana güven veriyordu. Kelimelere dökmekte zorluk çektiğim duygularımı takip etmesi onları dillendirmekten çok daha kolaydı.

Saraya döndüğümüzde Rae karanlığını bir kalkan gibi etrafımıza dolayarak bizi meraklı bakışlardan uzak tuttu. Rahipler ve rahibeler günlük işleri için koşuştururken aralarından sessizce geçtik. Hiçbiri varlığımızın farkına varmadı. Hiçbiri iki tanrının ve Tanrıların Ozanı'nın onların arasında dolaştığını fark etmedi.

Rae'nin mağara odasına ulaştığımızda gücü üzerimizden çekildi, Apollon derin bir nefes alarak odadaki masaya ilerledi. "Tadınızı hemen kaçırmamı mı tercih edersiniz yoksa biraz daha mutlu olmanıza izin vereyim mi?" Elinde tuttuğu parşömeni o zaman fark ettim. Etrafına yaldızlı bir ip dolanmış, tam ortasına ise siyah bir mühür vurulmuştu. Mühür kırıktı, Apollon gelen haber neyse bizden önce okumuştu.

Rae hiçbir şey söylemeden parşömeni Apollon'dan alarak masaya yaslandı, yaldızlı ipi dikkatli bir tavırla açarak gelen haberi okuduktan sonra bana çevirdi, kan kırmızı bir renkte yazılan Skyros yazısından başka hiçbir şey yoktu.

Yüksek sesle, "Skyros," diye tekrar ettikten sonra, "Sadece bunu mu yazmış," diyerek parşömeni elime aldım. "Anahtar orada mı?"

Rae parşömeni masaya bırakırken yüzünü sıkkınlıkla buruşturdu. "Orada ama kimde olduğu daha önemli."

Skyros fazla büyük olmayan bir şehir devletiydi. Belki de bir adada olduğu içindi belki de fazla büyümek istemedikleri için, diğer devletlerle ne iyi ne de kötü yönde derin ilişkiler kurarlardı. Gerekmedikçe diğer devletlerle ticaret bile yapmazlardı.

"Orada kim var?" diye sordum meraklanarak. Zihnimin derinliklerinde kaşıntıya benzer bir his uyandı. Orada kim olduğunu biliyordum fakat bunu hatırlayamıyordum. Rae'ye baktığımda başını hafifçe salladı ve adanın aslında neden hafızamda yer ettiğini hatırladım. "Akhileus," diyerek fısıldadım. "O, orada."

Bu konu hakkında farklı rivayetler vardı. Kimileri onun ufukta görünen savaşta yer almak istemediği için orada gizlendiğini söylerken kimileriyse orada eğitildiğini anlatırdı. Orada mı eğitilmişti bilmiyorum ama Phoiniks onu çok iyi eğitmişti. Yarı at yarı insan adam aklıma geldiğinde göğsüm özlemle sıkıştı. Troya'da beni eğittiği zamanlar çok uzakta kalmıştı. Ona öfkelenmiş, bana karşı sert olduğunu düşünmüştüm. Bana karşı sertti ama şimdi dönüp bakınca tüm bunları beni yok edilemez kılmak için yaptığını anlayabiliyordum.

Rae beni onaylayarak elimi tuttu. "Anahtarın onda olup olmadığıyla ilgili bir bilgi vermemiş fakat yüksek ihtimalle onda olduğunu düşünüyorum. Demeter, Zeus'a yardım ettiyse anahtarı Akhileus'un annesi Thetis'e saklaması için vermiş olabilir. O da en güvenli kişiye, oğluna emanet ettiyse tek yapmamız gereken anahtarı Akhileus'tan almak."

Anlamayarak ona baktım. "Demeter'in Thetis'e güvenmek için bir sebebi var mı?"

Apollon bize yaklaşırken, "Evet," diyerek sakince cevapladı. "Akhileus doğduğunda annesi ölümsüzlüğünü kırmak için bir yol arıyordu. Demeter ona bir yol gösterdi, kızının kraliçesi olduğu diyardaki Styx nehrinde oğlunu yıkarsa ölümsüz olacağını ona anlatan Demeter'di."

Hikâyenin kalanını biliyordum. Ozanlar annesinin Akhileus'u topuğundan suya batırdığı için o tek noktanın onun ölümsüzlük önünde engeli olduğunu anlatırlardı. Ozanlar aynı zamanda Akhileus'un ölmek için doğduğunu da anlatırlardı. Pek çok ozan Troya'nın düşüşüyle birlikte gerçekleşen ölümünün Troya'nın kaderi, şehrin kendi kehaneti olduğuna inanırlardı. Biri ölüme biri de düşmeye mahkumdu.

Demeter'in ona yardım etmiş olma ihtimali yüksekti. Kızı Persephone'nin Hades'i seçmesinin ardından ekinleri zehirleyen, sulak toprakları bir damla sudan mahrum bırakan tanrıça bunların hepsini annelik içgüdüsüyle yapmıştı. Başka bir annenin çağrısına kulak asacağına emindim. Bir anne onun can düşmanı bile olsa ondan yardım istiyorsa ona mutlaka yardım ederdi, en azından onun hakkında anlatılanlar böyleydi. Onunla henüz tanışmamıştım ve tanışmak için can attığımı da söyleyemezdim.

Rae elimi tutarak beni kendine çekerken, "Anahtar eğer ondaysa ondan almanın bir yolunu mutlaka bulmalıyız," dedi. "Ancak adada gerçek kimliğimizi gizlememiz gerekiyor, ne olursa olsun bizim kim olduğumuzu anlamaması lazım."

Apollon alayla gülerken burnundan öyle tuhaf bir ses çıkarttı ki tüm gerginliğime rağmen bu beni de güldürdü. Kendini toparlamaya çalışarak bir adım geri çekildi ve sırtını duvara yasladı. "Lütfen onun karşısına ben Kehanet Tanrısı Rae diyerek çıplak bir şekilde çıkabilir misin?"

Rae dudaklarını birbirine bastırdığında onun da gülmemek için üstün bir çaba harcadığını görebiliyordum. "Bu yalnızca arsız ölümlüler üzerinde işe yarıyor," dediğinde yüreğimdeki ağırlık bir az olsun hafifledi. Bu sefer işlerin farklı olduğunu görebiliyordum. Apollon bizim yanımızdaydı, ne olursa olsun bizim yanımızda kalacağına artık emindim.

Apollon kendisini toparlayarak boğazını temizledi. "Akhileus'un kim olduğumuzu bilmemesi önemli olduğu için senin de kendini gizlemen lazım Mara. Olur olmadık yerlerde öfkelenmek, gücünü serbest bırakmak ya da onu yakmak yok. Onu boğamazsın, ona parlayan gözlerle bakamazsın ve ne olursa olsun onun küfredemezsin," diyerek beni uyardı. "Sonuncuyu ne kadar çok sevdiğini hepimiz biliyoruz."

Nahoş bir yorum yapmak için ağzımı açsam da vazgeçtim. Bunun yerine, "Onun kim olduğumuzu bilmemesi niye bu kadar önemli?" diye sordum.

Rae'nin parmakları doğal bir tavırla belimde gezindi. "Çünkü seninle tanışana kadar hepimizin tanıdığı en büyük dinsiz oydu," diyerek açıkladı ve güldü. "Bize o kadar çok hakaret etti ki Poseidon'un onu evinden Skyros'a gitmek için yelken açtığı anda boğacağı üzerine bahse girdik."

Apollon eski bir hatıranın etkisiyle kahkaha attı. "Rae hile yapıp hepimizin sikkelerini aldı," derken kardeşine döndü. "Beni uyarabilirdi ama elbette bunu yapmadığı için güçlerimizi kullanamayacağımızı düşündüm."

İkisi birbirine bakarak gülerken Rae'nin beline sarıldım. Gelecekte bizi neyin beklediğini bilmiyordum ama ne olursa olsun artık bununla tek başına savaşması gerekmediğini biliyordum.

☽☽☽

Yaz sıcağı suratıma çarparken küçük sandalımız kıyıya yanaştı. Rae'nin gücü yakınlardaki küçük bir adaya taşısa da yolun kalanını gemiyle tamamlamamız gerekmişti. Şehir küçüktü ve hemen hemen herkes birbirini tanıyordu. Bir anda şehirde belirlememiz halinde pek hoş karşılanmayacağımız kesin olduğu için Apollon yola sandalla devam etmemiz gerektiğini söylediğinde Rae'nin tapınağının önünden bindiğimiz sandal denize açılmıştı.

Pek rahat bir yolculuk olduğunu söylemem mümkün değildi. Dalgalar kayığın gövdesine vururken en ufak bir çarpma bile kayığı bütünüyle sarsıyordu. Rae zaman zaman gücünü bizi dengede tutmak için kullansa da fazlasını göze alamıyor, birinin görme ihtimaline karşı kendisini gizliyordu.

Kusmamak için elimle ağzımı kapatarak geçen yolculuk nihayete erdiğinde aşağı inmeye çalışırken neredeyse düşüyordum. Rae'nin eli dirseğimin altını kavrayıp beni dengede tutarken öğürdüm ve lanet kayıktan hızla uzaklaştım.

Apollon'un kayığı bağladığı liman küçüktü. Birkaç kayık ve orta boy bir gemi dışında hiçbir şey yoktu. Geminin bayrak direği boş olduğu için onun nereden geldiğini anlayamadım ama önündeki ağzı açık sandıklardan birinde gördüğüm kumaşlar onun bir kumaş tüccarına ait olduğunu fark etmemi sağladı.

"İyi misin?" Rae'nin endişeli sesi beni kendime getirdi. İyi miydim? Kesinlikle değildim. Sıcak hava ve dalgalar birleşerek beni öldürmeye çalışıyordu. "Tamam, değilsin. Onu aramadan önce bir şeyler içelim."

Apollon kalın halata son bir düğüm attıktan sonra yanımızda getirdiğimiz sandıklardan ikisini kucağına aldı. "Hepsini taşıyabilirim kardeşim ama eminim insanlar o kadar güçlü olmamam gerektiğini fark edeceklerdir."

Buraya gelmek için bir sebebe ihtiyacımız vardı. Sandıkların içi incilerle doluydu, onları doldurmam için sadece için kısa bir an yetmişti. Bana bir tane inci vermişti ve ben de onlardan dört sandık dolusu yaratmıştım. Sabra'nın cansız nesneleri çoğaltma gücünü kopyalamam bazen gerçekten de işe yarıyordu. Bunları kraliyet sarayına getirmiştik, şanslıysak kral bizi içeri alacak, o bizim ürünlerimizi incelerken biz de onun evini inceleyecektik. Akhileus orada gizleniyordu, Apollon buna emindi. Önemli olan onu nasıl ortaya çıkartacağımızdı fakat bu sorunun cevabı bekleyebilirdi, önce saraya girmemiz lazımdı.

Rae tek başıma yürüyebileceğime emin olduğunda kalan iki sandığı aldı, gözlerini limanın etrafındaki kalabalığa baktı. Şehir küçük olsa da liman kalabalıktı. Az önce gördüğüm gemiye doğru yürüyen üç adam kendi aralarında şakalaşırken geriden gelen dördüncü adam, "Hızlı olmazsanız taşaklarımızı elimize verecek!" diye bağırdı.

Apollon sanki bir böcek görmüş gibi onlara bakarken Rae omzuyla onunkine vurarak yürümesini işaret etti.

Üzerimde her zaman giydiğimden daha fazla elbise vardı. Troya'da, evimizde Rae istediğim gibi giyinmemi sağlasa da burada işler böyle olmayacaktı. Tuniğimin kayık yakasını kapatan açık yeşil bir örtü oradan omzuma dolanıyor, arkaya doğru sarkıyordu. Kulaklarımda fazla ağır olmayan küçük küpeler vardı. Zengin değildik sadece zengin olmaya çalışıyorduk. İnsanların görmesini istediğimiz buydu.

Limana yakın köhne bir meyhaneye girdiğimizde bayat şarap kokusu beni çarptı, midem bir kez daha bulandı. Şarapları deniz suyuyla seyrelttiklerine ve çok uzun süre açıkta bıraktıklarına emindim. İçerideki bayat, ekşi koku tahminlerimde yanılmadığımı fısıldıyordu. Yine de biraz oturmalı tüm o koşuşturmacaya başlamadan önce öğle sıcağının azalmasını beklemeliydik. Yoksa gerçekten bir yerlere kusacaktım. Bu kesinlikle evliliğimin ilk günü olmasını istediğim bir şey değildi.

Düşüncelerim anında yön değiştirerek şu anda pürüzsüz dördüncü parmağıma kaydı. Orada görünürde hiçbir şey olmasa da Rae'nin sonsuz varlığının işaretini hissedebiliyordum. Rae alçak bir iskemle çekip beni oturturken bakışlarım ona kaydı. Dikkati benim üzerimde değildi, gözlerini kısmış meyhanenin içinde gezdiriyordu. İnsanların düşüncelerinde dolaşıp bir tuhaflık olduğunu algılayıp algılamadıklarını anlamaya çalıştığı kaşlarını çatış şeklinden belliydi.

Bütünüyle benimdi, bütünüyle onundum.

Elimde olmadan gülümsediğimde hemen yanıma yerleşen Apollon çeneme dokundu. "Ağzın açık kalmış," dedikten sonra elini havaya kaldırıp hayatı bütünüyle bitmiş gibi görünen bir kadını masaya çağırdı. Kadın ilk alındıkları günden beri bir daha su yüzü görmediği yüzeyindeki parmak izlerinden belli olan üç kadehi ve küçük testiyi masaya bıraktı. Apollon ona üç altın sikke uzatırken burun kıvırdı. "Sikik şarabının daha fazla edeceğini düşünmüyorsundur umarım?" diye sorarak altınları geri çekmeden önce kadın uzanıp elinden kaptı, belindeki keseye koyarken kaba bir şekilde ayağıyla masaya vurup bizden uzaklaştı.

Apollon kadehlerimizi doldururken Rae nihayet oturdu, iskemlemin ayağını tutarak beni hafifçe kendine çekti. "Daha iyi hissediyor musun?"

Başımı salladım. "Evet ama mümkünse bir daha o kayığa binmek istemiyorum."

Apollon masanın kenarına koydukları sandıklara baktı. "İnci taciri olmadığımız kalmıştı," derken kendi kendine gülümsedi. "Burası giderek ilginç bir dünya halini almaya başladı."

Onlar kendi içlerinde sohbet edip içkilerini içerken benim bakışlarım meyhanenin içinde dolanıyordu. Köşedeki masalardan birinde oturan bir adam elini gürültüyle eski ahşaba vurarak ayağa kalktı, karşısındaki adamı tuniğinin yakasından tutarak kendine çekti. "Hile yapıyorsun ufaklık!" Öfkeli bağırışı meyhanenin gürültüsü tarafından yutulsa da benim tüm dikkatim onların üzerindeydi. "Zarları kimse böyle atamaz, Hades'in kendisi bile bu kadar sikke kazanamaz."

Genç adam başını geri atarak yakasına yapışan kendisinden en az üç baş büyük adama bakarken güldü. "Emin misin?" diye sormasıyla suratına güçlü bir yumruğun inmesi bir oldu. Suratı yana savrulup ağzına dolan kanı tükürdü. "Tamam, eminmişsin."

Adam ona bir kez daha vurmak için elini havaya kaldırdığında ayağa kalktığımı bile fark etmedim. Rae'nin eli bileğime sarılıp beni aşağı çektiğinde ona döndüm. "Onu öldürecek," dedikten sonra meyhanede hiçbir şey olmamış gibi içkilerini içmeye devam edenlerle baktım. "Kimse ona yardım etmeyecek."

Rae şöyle bir baktı, "Evet," derken bileğimi bıraktı. "Onu öldürecek."

Apollon masaya doğru eğilip, "Rae," diyerek onu uyarsa da Rae çoktan sakin adımlarla kargaşanın hâkim olduğu masaya doğru ilerlemeye başlamıştı bile. "Dikkat çekmemeye ne oldu?" diye fısıldadıktan hemen sonra, "Sikerler," diyerek ayağa kalktı.

Rae adam bir yumruk daha atmadan önce kolunu tuttu, diğer elini onun omzuna koyarak geri çekti. "On sikke için fazla abartmıyor musun?" diye sorduğunda adam elini çekerek tutuşundan kurtulmaya çalışsa da Rae onu sıkıca tutmaya devam etti. "Altınlarını alıp yoluna bak."

Adam yere tükürdü, sararmış dişlerini göstererek şeytanı bir şekilde gülümsedi. "Sen de kimsin?" Onun da suratına tükürmek için hazırlanırken Rae adamın çenesini kavrayarak onu kendine çekti. Apollon son anda elini Rae'ninkinin üzerine koymasaydı adamın çenesini orada kıracağını biliyordum.

"Bir daha dene de o dilini kökünsen sökeyim," derken sesi sakindi. "Şimdi git buradan." Rae adamı nihayet bıraktığında adam sendeleyerek ayağa kalktı, etrafına baktıktan sonra koşarak meyhaneden dışarı çıktı.

Apollon adamı kaçıp gidişini incelerken, "Bazen belaların gelip bizi bulduğunu düşünüyorum," diye mırıldandı. "Saldırdığı diğer adama ne oldu?"

Apollon bunu söyleyene kadar diğerinin gittiğini fark etmemiştim. Bize görünmeden arbede sırasında kaçıp gitmiş olmalıydı. Belki de canını ancak bu şekilde kurtarabileceğini anlayarak daha fazla vakit kaybetmek istememişti.

Arkamı dönerek yeniden kendi masamıza döndüğümde sandıklarımızın orada olmadığını gördüm. Şaşkınlıkla, "Birileri sandıklarımızı çaldı," dediğimde Rae kapıya döndü. "O mu çaldı?" diye sordum az önce kaçıp giden adamın aldığını düşünerek.

Rae derin bir nefes alıp verdi. "Hayır, diğeri aldı," diyerek kurtardığımız adamın bizi soyduğunu anlamamı sağladı.

Küçük piç kurusu. Biz burada onun kıçını kurtarmaya çalışırken bizi soymuştu. Öfkem kanımda alevlenirken fazla uzaklaşmadığını bilerek meyhaneden dışarı çıktı. Onu limandan şehre çıkan taş yola varmadan hemen önce gördüm. Sandıkları üst üste dizmiş, güçlükle de olsa taşımayı başarmıştı. Demek ki Apollon haksızdı, sıradan bir ölümlü bunları tek başına taşıyabilirdi.

Rae, "Mara," diyerek durmamı istediğini belli etse de durmadım. Rae kolayca dört sandık dolusu inciyi yeniden yaratabilirdim ama bunun için yeni bir tane bulmamız ve daha sonrasında da onları çoğaltmam için uygun bir yer aramamız gerekiyordu.

Adam taş basamakların ikincisini atamadan onu kolundan yakaladım, sandıklardan ikisi devrilerek yere saçıldı. "Bir yere mi gidiyordun?" diye sorduğum anda bedeni donup kaldı. "Hem de bizim sandıklarımızla."

Yavaşça bana döndüğünde ela gözleri benimkilerle birleşti, esmer teninin üzerinde kayan bir ter damlası alnından burnuna damladı. "Sizin olduğunu fark etmemiştim," derken omzumun gerisine, hemen arkamda bekleyen Rae ve Apollon'a döndü.

Az önce düşen sandıklardan etrafa dağılan incilerin bir kısmını sandaletlerimin ucuyla iterek onunla aynı basamağa çıktım. "Sen bir hırsız mısın?" diye sorduğumda suratını buruşturdu. "Yoksa sadece başkalarının olanı çalmaktan hoşlanıyor musun?"

Hâlâ taşımaya devam ettiği sandıkları dikkatli bir şekilde yere bıraktı. "Beni adamlarına hançerletecek misin?" diye sorarak çenesiyle onları işaret etti. "Anlaşabiliriz." Ellerini havaya kaldırdı. "Ben bir hırsız değilim sadece bunların onun için güzel bir hediye olacağını düşündüm."

Rae, "Kimin için?" diye sorduğunda adam yanlış bir şey söylediğini anlayarak alnına dökülen kıvırcık saçlarını çekiştirdi. "Bir cevap verecek misin, çocuk?"

Adamın bir anda mahcup ifadesi şaşkın bir kaş çatışa dönüştü. "Çocuk mu?" diye sorarken bir yandan da Rae'yi ilgiyle süzüyordu. "Benden kaç yaş büyüksün ki?"

İnanmadığım tanrılar.

Apollon Rae yerine, "Sana bir şey sordu," diyerek onunla konuştu. "Bunları kime götüreceksin?"

Adam üçümüzü de dikkatle inceledi, sandaletinin ucunu yere sürttü. "Saraya götürecektim."

Başka bir şey deseydi her şey onun için farklı ilerleyebilirdi. İki sandık inciyi mahvettiği için ya da bizden çaldığı için ona öfkelenmeye devam edebilir, daha da fenası kimin izlediğine dikkat bile etmeden ona yaptığının bedelini ödetebilirdim. Fakat ağzından dökülen kelimeler onun kurtuluşunun anahtarıydı, sadece o bunun farkında değildi.

"Öyle mi?" diye sorarken sesimi sakin tutmaya gayret ettim. "Biz de bu sandıkları saraya götürüyorduk."

Şimdi şaşırma sırası ondaydı. Bizde ne gördüğünü biliyordum; fazla zengin durmayan iki tüccar ve muhtemelen onların kız kardeşi ya da birinin karısı. Tam da saraya mal satarak kolay yoldan sikke kazanmaya çalışacak insanlara benziyorduk. İhtiyacımız olan da buydu. Adam kaşlarını havaya kaldırdı.

Apollon bir adım öne çıkarak yanıma geldi. "Orada mı çalışıyorsun?"

Adam belli belirsiz omuz silkti. "Öyle söylenebilir," dedikten sonra gözleri yeniden benimkini buldu. "Mallarınızı saraya götürmenize yardımcı olursam tüm bunları unutacak mısınız?" diye sorarken yerlere dağılan incileri işaret etti.

Rae, "Evet," dedikten sonra elimi tuttu fakat parmaklarımızdaki şeritler parladığı anda elini çekti. Şanslıydı ki adam bunun farkına varamayacak kadar kendini kurtarmaya odaklanmıştı. "Ve dağıttıklarını da toplayacaksın."

Hiçbir şey söylemeden aşağı indi, incileri üzerlerindeki kumları silkeleyerek sandıklara doldurmaya başladı. Tek başına kısa sürede iki sandığı da eşit miktarda doldurduktan sonra tuniğine yapışan kumları silkeleyerek ayağa kalktı. "Sanırım kalanı siz halledebilirsiniz," dedikten sonra kendinden emin adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı.

Rae ve Apollon kısa bir an için bakıştıktan sonra yeniden sandıkları paylaştığında üçümüz de onu takip ettik. Rae yanıma gelip kulağıma eğilerek, "Lütfen bir daha tanımadığın adamların peşinden koşma," diyerek fısıldadı. "Ne ben yanındayken ne de ben yokken."

Sözleri kulağa kıskanç bir aşığın sözleri gibi gelebilirdi ama ben onun hangi niyetle bunları söylediğini biliyordum. Fevri davranışlarım onu her zaman telaşlandırdığı için ona hak verebiliyordum. Yine de bugün bunu yaptığım için pişman değildim. Fazla vakit kaybetmeden saraya girmenin bir yolunu bulmuştuk.

Adamın yalan söylemediğine emindim. Rae'nin zihninde mutlaka dolandığını ve sözlerinin doğruluğunu araştırdığını biliyordum. Eğer yalan söyleseydi onun peşine takılmamıza izin vermez, bizden çalmasının bedelini ona pek de kibar olmayacak bir şekilde ödetirdi.

Şehir gerçekten de küçüktü. Deniz tuzunu taşıyan rüzgâr adanın dört bir yanına sinmiş, her nefeste ciğerlerimize deniz havası dolduruyordu. İnsanları kabaydı. Pazar yeri Troya'daki gibi kalabalık olmasa da küçük bir adaya göre yeterince kalabalıktı. Satıcılar bağırarak birbirleriyle tartışıyor, en taze ve en iyi ürünlerin kendilerinde olduğunu söyleyerek laf dalaşına giriyordu.

Kraliyet sarayı en tepedeydi. Oraya gitmek için tepeye doğru yükselen dolambaçlı taş merdivenler vardı. Aslında tüm şehir aynı şekildeydi; üst üste dizilmiş evlerden ve dükkanlardan ibaretti. Şehrin tapınağının sarayın hemen gerisinde yükseldiğini görebiliyordum fakat bu mesafeden onların hangi tanrıyı koruyucu tanrıları olarak seçtiğini anlayabilmem mümkün değildi.

Sıcak hava saçlarımı enseme yapıştırıp avuçlarımı terletirken giderek nefes almam güçleşiyordu. Adam sanki neler hissettiğimi anlarmış gibi, "Az kaldı," diyerek uyardığında gerçekten de öyle olduğunu gördüm.

Saray küçüktü hatta saraydan ziyade bir daha gelişmiş bir ev olduğunu söylemek bile mümkündü. Kum rengi duvarları beyaz renge boyanmış, sütunları altınla kaplanmıştı. Fakat sadece bu kadardı; görünüşte bir zenginliğe sahip olsa da ihtişamlı ya da göz kamaştırıcı değildi. Sıradandı, gözlerden uzak kalacak kadar sıradandı hem de.

Kapıda bekleyen iki asker bizi gördüklerindeki ellerindeki mızrakları sıkıca kavradılar fakat yanımızda yürüyen yabancı adamı fark ettiklerinde rahatlayarak iki yana açıldılar. Bize içeri geçmemiz için izin verdiklerinde adam askerlerden birinin omzuna dokundu.

Saraya girdiğimizde dışarıdaki sıcaklık yerini tatlı bir serinliğe bıraktı. Giriş tamamen mermerle kaplı olduğu için sandaletlerimin tabanından bedenime sızan serinlik beni rahatlatıyordu. İçerisi loştu bu yüzden öğlen vakti olmasına rağmen duvar diplerine yerleştirilmiş büyük mumlar çoktan yakılmıştı.

Ayak seslerimiz boşlukta yankılanırken adam bize döndü. "Tüm bunlar için ne kadar istiyorsunuz?" diye sorarken eliyle sandıklarımızı işaret etti.

Rae kendinden emin bir şekilde, "Bunları krala satacağız," dediğinde adam alayla güldü. "Anlaşmamız bu şekildeydi."

Adam başını iki yana salladığında kıvırcık saç tutamlarından biri yüzüne düştü. "Sizi saraya getirmem için anlaştık, kralla görüştürmem için değil."

Kendimi tutamayarak güldüğümde Apollon beni uyarmak isteyerek boğazını temizledi. Muhtemelen öfkelendiğimi, kendimi tutamayarak adamın üzerine gazabımı salacağımı düşünüyordu. Öfkelendiğim konusunda haklıydı fakat kendime hâkim olma niyetindeydim. "İncilerimizi ancak krala satarız," derken ona doğru bir adım yaklaştım. Yüzünü dikkatle incelerken onun gerçekten genç olduğunu fark ettim. En fazla Seus'la ilk tanıştığım zamanlardaki yaşlarda olmalıydı. Benim gelin olarak seçildiğim yaştan bile büyük ihtimalle daha gençti. Her şeye rağmen ela gözlerindeki anlam onun yaşından çok daha büyük hissettiğini gösteriyordu. "Ya mallarımızı Kral Lykomedes'e satarız ya da senin bir hırsız olduğunu sarayda duymayan kalmaz."

Bana bir cevap vermek için ağzını açmıştı ki bir adamın, "Patroklos!" diye bağırışı mermer girişi inletti. "Orada ne yapıyorsun?"

Patroklos. Arkama bakım Rae'yle göz göze geldiğimizde onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu gördüm. Demek ki bu yabancı, Patroklos kim olduğunu zihninde bile gizlemeyi başarmıştı.

O gerçek kimliğini açık etmese de ben onun kim olduğunu çok iyi biliyordum. Akhileus'un yoldaşı, kimine göre aşığıydı. Fakat herkesin hem fikir olduğu bir konu varsa o da bu genç adamın ünlü savaşçının ölümünün habercisi olduğuydu. Onun ölümünün ardından delirmenin eşiğine gelen Akhileus Prens Hector'u öldürmüş, cesedini surların önünde sürüklemiş ve Kral Priamos oğlunun cansız bedeni için ona yalvarana kadar onu bir savaş ganimeti olarak saklamıştı. Onu ölüme götüren ve bir kahraman yapan bu olaydı. Patroklos'un ölümü onu kahramanlaştırmış, kendi ölümünü de beraberinde sürüklemiş ve en sonunda tarihe ismini kanıyla yazdırmıştı.

Patroklos'a bakarken bu kadar genç birini bekleyen kaderin korkunçluğu karşısında tüylerim ürperdi. Eğer Kader Tanrıçaları'nın ona ne getireceğini bilseydi şu anda ne yapardı? Kaçar mıydı? Akhileus'u bırakıp kendisi için bir hayat kurar mıydı? Yoksa kalır ve ölmesi gerektiğini bilmesine rağmen onun yanında kalmaya devam eder miydi?

Muhtemelen kalırdı, ben de kalırdım. Kalmıştım. Rae'nin hayatına karşılık kendi hayatımı ortaya koymuş, onun geleceği için kendi geleceğimi feda etmiştim. Çünkü gerçek sevgi insana bunu yaptırırdı. Gerçek sevgi yok olacağını bilmene rağmen sonunu teslimiyetle kabullenmekti.

Patroklos ona seslenen adama bakmak yerine bize baktığında bir karar vermeye çalıştığını anladım, onun endişeli bakışları beni düşüncelerimden söküp aldı. "Urios," diyerek adamı selamladığında suratında beliren ifade onun bir karar verdiğini gösteriyordu. "Kralımızı ziyarete gelen tüccarlara yol gösteriyordum."

Urios diyerek seslendiği adam kendinden emin bir şekilde bize yaklaştı. O kadar uzun boylu ve heybetliydi ki görünüşü kesinlikle göz korkutucuydu. Üzerindeki tuniğin açıkta kalan kısımlarından kollarındaki ve gövdesindeki yaraları görebiliyordum. Esmer teni güneşte yapılan idmanların bir neticeydi. Mavi gözleri teninde bir çift boncuk gibi parlarken saçsız kafasından başlayıp boynuna doğru inen yara yutkunmama neden oldu.

Urios Rae ve Apollon'a dikkatle baktı, Apollon'un tuttuğu sandıklardan birini açarak büyük ellerini incilerin içine daldırdı. "İnanılmaz," diye mırıldandığında yanımızda getirdiklerimizin eşsizliğini takdir ederek ıslık çaldı. "Bugün kral şanslı gününde, bir tane daha tüccar geldi, kabul salonunda getirdiklerini krala takdim ediyor."

Meraklı bakışları üzerimizde gezinse de fazla oyalanmadı, onu takip etmediğimizi kontrol etme zahmetine bile girmeden koridordaki kapıyı örten tülleri aralayarak ardında gözden kayboldu.

Patroklos bana döndü. "Sanırım istediğinizi aldınız," dedikten sonra kararsızlıkla içini çekti. "Beni takip edin, sizi kralın yanına götüreceğim."

Urios'un geçtiği kapıyı açarak geçmemiz için kenara çekildi. Girişte olduğu gibi koridor da tamamen mermerle kapılıydı. Duvarlar Troya'daki sarayda olduğu gibi mozaiklerle kaplı olmasa da usta bir sanatçının elinden çıktığı belli olan resimlerle doluydu. Bir adamın mızrağını başka bir adamın göğsüne sapladığı sahnenin önünden geçerken Rae elimi tuttu, parmaklarını benimkilere dolayarak en azından koridor boyunca sürecek olsa da bana güç verdi.

Kabul salonuna açıldığını tahmin ettiğim iki kanatlı geniş kapıya ulaştığımızda elini benimkinden uzaklaştırdı, yeniden sanki onun için taşıması zormuş gibi iki eliyle sandıkları tuttu.

İçeri girdiğimizde yoğun bir kalabalık bizi karşıladı. Rengarenk örtülerle gizlenmiş kadınlar kendi aralarında gülerek yere oturmuş, önlerinde açık duran sandıklardaki kumaşlara bakıyordu.

Kral yaşlı bir adamdı, salonunun ortasına yerleştirilmiş tahtında otururken bir elini çenesinin altına koymuş, sakince kadınları izliyordu. Bizim içeri girdiğimizi fark ettiğinde yaşlılıktan rengi griye dönen gözleriyle bize baktı. "Ah, hayır," dedi elini sallayarak dışarı çıkmamızı işaret ederek. "Bugün daha fazla tüccara katlanamayacağım."

Urios kralın yanına giderek kulağına eğildi, kralın gözleri parlarken kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Demek pembe inci," diyerek tekrarladı Urios'un ona yanımızda getirdiklerinden bahsettiğini belli ederek. "Onları bulması oldukça güçtür."

Rae'nin onları seçme sebebi de buydu. Oldukça nadirlerdi ve bir adada kurulmuş şehir devleti olmalarına rağmen onların bile onlardan yeteri kadar sahip olmadıklarına emindi. Haklıydı, kral tahtından inip sandıkları açmalarını işaret ettiğinde ikisi de taşıdıklarını yere bırakıp ağızlarını açtı.

Kral şaşkınlıkla incilere bakarken ben de etrafa baktım. Patroklos biraz ileride, örtülerinin ardına gizlenmiş bir kızın yanına duruyordu. Eğilerek kızın kulağına bir şey söylerken kız başını sallayarak diğerlerinin yanına gitti.

Kral, "Bunlar için ne istiyorsunuz?" diye sorarak pazarlığa bağladığında Patroklos'u izlemeye devam ettim. Akhileus neredeyse bizi onun yanına götüreceğini biliyordum. Onun için buradaydı.

Kapı bir kez daha gerimizde açılırken, "İşte son sandıkları da getirdik," diye duyurdu tanıdık bir ses. Arkamı dönmeden bile onun kim olduğunu biliyordum. "Bunları özellikle size getirdik kralım," diyerek sandığını hemen bizimkilerin yanına koydu ve başını kaldırarak doğrudan gözlerimin içine baktı.

Odisseus şaşkınlıkla irileşen kahve gözleriyle benimkilere baktığında önce onu tanımıyormuş gibi davranmayı düşünsem de bunu yapamayacağımın farkındaydı. Dudakları bir gülümsemeyle kıvırılırken onun beni çoktan tanıdığına emindim. Onunla Rae'nin tapınağında tanışmış, ona İthaka Kralı olacağının haberini vermiştim. Beni tanımamasına imkân yoktu. Şüphesiz beni hiçbir zaman unutmayacaktı çünkü ana duymak istemediği o haberi veren bizzat bendim.

Rae neler döndüğünü anlayarak bana yaklaşırken Odisseus gülümsemeye devam etti. "Rakiplerimin geldiğinden haberim yoktu," diye duyururken hiçbir şey yokmuş gibi az önce getirdiği sandığın kapağını açarak bizim sandıklarımıza baktı. "Güzel inciler."

Sandığının içinde parlayan savaş zırhından ve silahlardan gözlerimi alamasam da yeniden ona döndüm, dikkatle beni izliyordu.

Kral Apollon'la olan pazarlığına devam ettiği için ne sandığın içindekilere ne de Odisseus'a bakıyordu.

Ama Odisseus'un getirdiklerinin ilgisini çektiği biri vardı. Az önce Patroklos'un yanında gördüğüm kadın temkinli adımlarla sandığa yaklaştı, bir kadın için fazla zarif sayılmayacak bir şekilde dizlerinin üzerine çökerek içindeki silahları incelemeye başladı. Elini uzatıp bir gürzü tuttuğunda ellerini gördüm. Elleri bir kadına ait olamayacak kadar büyük ve uzundu. Teni altın renginde, güneşte yanmış birine aitti. Bu örtülerle sarınan bir kadın için oldukça garipti.

Odisseus'un dikkati nihayet benden uzaklaşıp sandığının önünde dizleri üzerine çöken kadına kaydı. "Beğendiniz mi?" diye sorduğunda kadın başını sallayarak onu onayladı.

Patroklos biraz sonra neler olacağını anlar gibi bize yaklaşırken Rae koluma dokundu. "Bu o," diye fısıldadığı anda Odisseus, "Bunu senin için getirdiğim Akhilues," dedi ve uzanıp kadının suratını kapatan örtüyü kaldırıp attı.

Örtüler düşerken ardında gizlenen bedeni açık etti. Genç, güçlü bir erkeğe ait beden açığa çıkarken omuzlarına uzanan sarı saçlarını havalandırdı. Adam mavi gözleri irileşerek geri çekilmeye çalışırken Odisseus ona engel oldu, kolunu tutarak onu kendine çekti. "Gerçekten saklanacak mısın?"

Kral neler olduğunu fark ederek onlara dönse de artık çok geçti. Akhileus artık gizlenemezdi, bunu istese de yapamazdı.

Akhileus kendini toparlayarak kolunu çekti, Odisseus'u iterek onu kendinden uzaklaştırdı. "Odissesus," diyerek adamı tanıdığını belli etti. İsmini dillendiriş şekline bakılacak olursa onu çok iyi tanıyor ve ondan hazzetmiyordu. "Seni yeraltı iblisi."

Kral Lykomedes sakladığı sırrının açığa çıktığını anlayarak Odisseus'un karşısına geçti. "Senin burada yerin yok," derken hala tahtının yanında bekleyen Urios'u eliyle çağırdı. "Onu dışarı çıkartın."

Odisseus ona doğru yaklaşan dev askeri büyük bir sakinlikle izledi. "Yerinde olsam bunu yapmazdım," derken sesi kendinden o kadar emin çıkmıştı ki beni bile şaşırttı. "Adamlarım limanda, hemen şimdi yelken açıp Akhileus'un burada olduğunu tüm İonya'ya duyurabilirler. Bunu ister misin yaşlı dostum?"

Lykomedes'in eli kolu bağlanmıştı, bunu görebiliyordum. Üstelik gizlediği savaşçıyı öğrenen tek kişi Odisseus da değildi. Apollon ve Rae hemen iki yanıma geçerken bakışları bize kaydı ancak yeniden asıl odağını, sırrını ifşa eden adama döndü. "Ne istiyorsun?"

Odisseus ellerini havaya kaldırarak, "Sadece konuşmak istiyorum," dedi. "Onunla konuşmak istiyorum," diye ekleyerek Akhileus'a döndü. "Burada saklanmana daha fazla izin veremem."

Akhillues başını sertçe iki yana salladı. "Seninle konuşacak bir şeyim yok," dedikten sonra, "Patroklos!" diye bağırdı. "Gidelim."

Onlar uzaklaşmadan Odisseus peşinden gitti. "Sadece seninle konuşmama izin ver," diyerek onun yanından ayrılmamaya yemin vermiş gibi duran Patroklos'a baktı. "Yalnız konuşmamız lazım."

Onunla ne konuşacağını bilmiyordum fakat neticesini biliyordum. Onu savaşa katılması için ikna etmeyi başaracaktı. O zeki bir adamdı, en azından onun hakkında anlatılanlar öyle olduğunu söylüyordu. Onu ikna etmenin bir yolunu bulmuş, Troya Savaşı için yelken açması için askerlerini toplatmıştı.

Rae kulağıma, "Bu bizim savaşımız değil," diyerek fısıldadı. "Artık değil Mara, burada hiçbir şeyi değiştirmeden ait olduğumuz yere döneceğiz."

Haklı olduğunu biliyordum. Uğraşmamız gereken daha çok vardı. Kendi zamanımıza dönerek orada neler olduğunu çözmemiz gerekiyordu. Orada bizi ne bekliyorsa burada bekleyenlerden daha zorlu olduğu kesindi. Vaktimizi ve güçlerimizi daha fazla burada harcayamazdık. Hades'i ve Karr'ı bulmalı sonra da Pandora'nın biz yokken yaptıklarıyla yüzleşmeliydik.

İnandığım tek tanrı aşkına, Pandora... Zeus'un beni yok etmek için karşıma koyduğu o kadın. Onu Troya'ya almıştık. Onu kim olduğunu bilmeden kurtarmıştım. Şimdi geri döndüğümüzde neyle karşı karşıya kalacağımızı bile bilmiyordum.

Akhileus'un omuzları teslim olurcasına düştü. "Çok fazla vaktin yok," diyerek Odisses'u uyardı, başka hiçbir şey söylemeden kabul salonundan dışarı çıktı.

Odisseus onun peşinden giderken Patroklos geride kalarak onların gidişini izlemekle yetindi. Tuniğinin yakasını çekiştirdi, boynundaki kolyenin zinciri bir anlığına görünür gibi olsa da yakasını tekrardan düzeltti.

"Pekâlâ," derken bana bakıyordu. "Sanırım sizi buraya getirdiğimde beklediğiniz görmeyi beklediğiniz şey bu değildi."

Kral öfkeyle, "Herkes dışarı çıksın!" diye bağırdığında hiçbir şey yokmuş gibi sandıklardaki kumaşları inceleyen kızlar telaşla ayağa kalktı.

Apollon başını sallayarak dışarı çıkmamızı işaret ettiğinde yeniden geldiğimiz uzun koridora döndük. Akhileus'la konuşmadan buradan gitmemizin imkânı yoktu fakat Odisseus burada olduğuna göre onu ikna etmesi ve beraberinde götürmesi an meselesiydi. Ondan önce gelmeyi başarsaydık belki de her şey daha kolay olabilirdi ama şimdi onların geri dönmesini beklemekten başka şansımız yoktu.

Patroklos, "Aç mısınız?" diye sorana kadar onun da bizimle dışarı çıktığını fark etmemiştim. "Size en azından bir şeyler ikram etmeme izin verin. Sonra geri dönüp ya sandıklarınızı alırsınız ya da kral size karşılığında bir ödeme yapar."

Apollon, "Neden hırsızlık yaptın?" diye sorarken şüpheyle kaşlarından birini havaya kaldırdı. "Sen de onun gibi bir prenssin, hırsızlık yapmaya ihtiyacın yok."

Patroklos alayla gülerek, "Bir prens," diyerek tekrarladı. Kendini toparlayarak yumruk yaptığı elini ağzına götürerek boğazını temizledi. "Daha önce de söylediğim gibi, incilerinizin onun için güzel bir hediye olacağını düşündüm."

Kimi kastettiğini artık anlayabiliyordum. İncilerle dolu sandıkları Akhileus'a götürmek için almıştı.

Birlikte geniş bir terasa çıktığımızda çoktan hazırlanmış bir sofra bizi karşıladı. Sofra fazla zengin sayılmazdı fakat meyveler taze, yemekler iyi pişmişti. Kendimi aç hissetmiyordum. Yaşanan tüm şeylerden sonra, şu anda bulunduğumuz sarayda şehrimi bu zamanda mahvedecek bir anlaşmanın yapılacak olduğunu bilmek pek de iştah açıcı sayılmazdı.

Rae de benim gibi düşünüyor olmalıydı ki yalnızca bir kadeh şarap almakla yetindi ve onu da fazla uzun sürede içti, tazelemelerine izin vermedi. Güneş denizin üzerinde yavaşça batarken Apollon'un gözleri bir anlığına da olsa parladı, gözlerini kırpıştırarak bizimle aynı sofrayı paylaşan ölümlünün bunu görmemesini sağladı.

Patroklos kendi şarabını kafasına dikerek, "Söylesenize," dedi. "Siz aslında kimsiniz?"

Rae'nin bedeni hemen yanımda gerilse de konuştuğunda sesi sakin ve kendinden emindi. "Tüccarız. Kardeşim ve karımla birlikte inci ticareti yapıyoruz."

Patroklos başını yavaşça sallasa da buna inanmadığı her halinden belliydi. "Sen bir tüccar olamazsın," derken işaret parmağını suçlarcasına Rae'ye doğru kaldırdı. "Eğer öyle olsaydın, kabul salonundan çıkmadan önce yapacağın ilk iş mallarını da almak olurdu. Onlara durup bakmadın bile."

Tamam, göründüğü kadar zeki olduğu kesindi. Bizi yakalamıştı. Rae yine de sakinliğini korumayı başararak onu, "Akhileus seni yanına çıkarım yapma konusundaki başarın için mi aldı?" diye sordu.

Patroklos bir cevap vermek yerine boşalan kadehini doldurmakla yetindi. Arpa ekmeğinden bir parça kopartıp ağzına götürdü, yavaşça çiğnedi. "Nereden geldik demiştiniz?"

Apollon, "Dememiştik," dediğinde batan güneş hemen arkasındaydı. "Sana bunu hiç söylemedik."

Masadaki gerginlik elle tutulacak bir seviyeye ulaşırken oturduğum yerden kalkarak terasın taş korkuluklarına ilerledim. Deniz havası suratıma çarparken Odisseus'un limandaki gemisini görebiliyordum. Beni uyarmıştı, bir daha karşılaştığımızda bana benim şehrim için geleceğini, kaçmam gerektiğini söylemişti. Haklıydı, henüz şehrim için gelmemiş olsa da gelmeye karar vermişti.

Rae'nin kolu belime dolanırken çenesini boynuma yasladı. "Evliliğimizin ilk günü için hayal ettiğim bu değildi," derken hafifçe gülümsedi. "Şu anda seninle yalnız kalmayı tercih ederdim."

Başımı çevirerek ona baktım. "Ben de," diye fısıldarken bunu tüm kalbimle diliyordum. Her şeyi geride bırakmayı, onunla yalnız kalmayı her şeyden çok istiyordum. "Eve dönmek istiyorum."

Boynuma yumuşak bir şekilde öptü, derin bir nefes aldı. "Döneceğiz Mara," derken bunun onun için çok daha zor olduğuna emindim. O Troya'nın koruyucu tanrısıydı, onu daha önce şehrinden ayırıp düşmesine izin vermek verdiğim en zorlu kararlardan biriydi. Bunun ona ne yaptığını kendi gözlerimle görmüştüm. Şu anda karşımda sağlıklı olması Troya için hala vaktimiz olduğunu gösteriyordu. Evde ne oluyorsa şehrimiz ayaktaydı ve bizi bekliyordu.

Kollarının arasında dönerek ona baktım, elini tutarak orada beliren ellerimizdeki altın şeritleri inceledim. "Eve döndüğümüzde, her şeyi geride bıraktığımızda senden bir şey istiyorum," dediğimde ilgiyle gece gözlerini benimkilerle birleştirdi. "Artık bana o karışımları içirmemeni istiyorum," derken ellerimizi karnıma indirdim. "Rayen'i istiyorum Rae, ailemi istiyorum."

Rae bir cevap vermeden sadece ellerimizin durduğu noktaya baktı, yavaşça gülümseyerek, "Tamam Mara," diyerek elimi alıp dudaklarına götürdü. "Seninle bir aile olmak için sabırsızlanıyorum."

Ona gülümserken, "Bir şey daha var," diye ekledim. "Sonrasında da gitmek istiyorum." Gülümsemesi bozulmasa da kaşları anlamadığını belli edercesine çatıldı. "Seninle her şeyden uzakta yalnız kalmak istiyorum. Sadece sen ve ben olalım istiyorum."

Bunu uzun süredir düşünüyordum. Troya'yı seviyordum hem kökenim hem de âşık olduğum adamın bağları oradaydı. Fakat orada kaldığımız sürece asla onunla sahip olmayı umduğum o hayata sahip olamayacağımızı biliyordum. "Troya'yı terk etmek mi istiyorsun?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır," diyerek açıkladım. "Sadece sürekli orada kalmak istemiyorum. Bir adada, ya da başka kimsenin adını bile bilmediği başka bir şehirde en azından bir süreliğine de olsa seninle yaşamak istiyorum. Seni yaşamak istiyorum." Nefesi düzensizleşince, "Buna hemen karar vermek zorunda değilsin, bu bir teklif ve uzun süreli olmak zorunda da değil. Sadece birkaç yıl, sonrasında geri dönüp şehrimizde bir aile olabiliriz."

Apollon'u ya da Patroklos'u umursamadan beni yavaşça öptü, dudakları hala dudaklarımdayken gülümsedi. "Her şey yoluna girecek," diye söz verdi. "Sonra da senin istediğin gibi yapacağız. Apollon artık burada, eminim bizsiz bir süre Troya'yı idare etmeyi başarabilir."

Elimi tutarak beni yeniden masaya götürürken Patroklos'un dikkatli bakışları bizim üzerimizdeydi. "Bana buraya gerçekten neden geldiğinizi anlatacak mısınız?"

Rae gerçeği elinden geldiğince dönüştürerek, "Akhileus'ta bize ait bir şey var," dedi. "Bir anahtar, onu almak için geldik."

Patroklos'un gözleri kısıldı. "Siz tam olarak kim oluyorsunuz?"

Apollon gürültüyle gülerek karşılık verdi. "Emin ol bunu bilmek istemezsin," derken dürüsttü. Patroklos bizim kim olduğumuzu bilirse değil bize yardım etmek, korkudan bizimle aynı sofrada oturmak istemezdi bile.

Patroklos başını iki yana salladı. "Aradığınız anahtar onda değil." Gülümsedi. "İsminiz ne demiştiniz?"

Apollon ona cevap vermeden ben cevap verdim. "Ben Mara," diyerek gözlerinin içine baktım.

"Peki ya onlar?"

"Bu kadarını bilmen senin için yeterli," diyerek Rae ve Apollon'un kimliğini açık etmeyeceğimi ona belli ettim. "Akhileus'la konuşmamız lazım. Anahtar onda değilse nerede olduğunu biliyor olmalı."

Terasa açılan tüller aralandığında Odisseus'un geniş cüssesi içeri girdi. Hiçbir davet beklemeksizin masaya oturarak kendine bir kadeh şarap doldurdu, ayağını kaldırıp masanın kenarına uzattı. "Ne anahtarı?" diye sorduğunda ne gözünden ne de kulağından hiçbir şey kaçmadığı belliydi. "Patroklos, Akhileus seni bekliyor. Hazırlanmak için yardımına ihtiyacı var." Tatlı tatlı gülümseyerek bana baktı. "Kararını verdi, kahraman olmak için savaşacak."

Patroklos hayal kırıklığıyla gözlerini yumsa da masadan kalkarak terastan çıktı.

Odisseus o gider gitmez, "Anlatsana Troyalı Mara," diyerek konuştu. "Buraya bir anahtarı aramak için mi geldin."

Onunla aramızda geçenlerin hepsini Rae bilse de Apollon bilmiyordu. Kaşlarını çatarak bana baktığında derin bir nefes aldım. "Odisseus," diyerek onu hatırladığımı belli ettim. "Bir sonraki karşılaşmamızın şehrimde olacağını düşünmüştüm."

Güldü. "Acele ederek beni buldun." Arkasına yaslanarak bilmiş gözlerini masada gezdirdi. "Yanında Tanrı Rae ve Tanrı Apollon ile bir yolculuğa çıktığına göre söz konusu anahtar oldukça önemli olmalı."

Aldığım nefes boğazımda düğümlendi, masada duran et bıçağına baktım. Onu alıp gırtlağına saplamam saniyelerimi almazdı. Onu hemen şu anda öldürebilir, bizim aslında kim olduğumuzu insanlara ifşa etmesine engel olabilirdim. "O kadar şaşırma," diyerek sözlerine devam etti. "Heykellerini kim yaptıysa müthiş derecede başarılıymış, ikisi de birebir heykellerindeki gibi."

Rae ona gülerek karşılık verdiğinde yüzünde beliren rahatlık Odisseus'un sırrımızı açık etme niyetinde olmadığını gösteriyordu. "Zeki bir adamsın İthaka Kralı," dediğinde onun artık kral olduğunu anlamış oldum. "Hamile karın nasıl?"

Odisseus'un rahat gülümsemesi bir anda kaybolurken sırtı gerginlikle dikleşti, ayağını masadan indirdi. "Onların bu işle bir ilgisi yok."

Rae Odisseus'un elindeki kadehi alıp bir yudum aldı, masaya sertçe bıraktı. "Zihninden geçenleri görüyorum ölümlü. Bizim kim olduğumuzu kimseye söylemeyecek olsan da bu bilgiyle ne yapacağını araştırıyorsun. Sana doğru cevabı vereyim, hiçbir şey yapmayacaksın. Eğer yaparsan ne karın Penelope 'yi ne de doğacak çocuğunuzu hayatta bırakırım. Bütün İthaka'ya yakıp dönecek bir evin olmamasını sağlarım. İstediğin bu mu?"

Hiç beklemeden, "Hayır," dedi.

"Ben de öyle diyeceğini tahmin etmiştim. Bu yüzden yoluna gitmeden önce burada kimi gördüğünü unutacaksın. Özellikle tanrıçan Athena'ya varlığımızı haber verirsen seni bulurum ve şehrinde yaptıklarımı izlemeni sağlarım."

Rae elini havaya kaldırdığında karanlığı Odisseus'un oturduğu sandalyenin ayaklarına dolanarak onu masadan uzaklaştırdı. Genç kral zekiydi bu yüzden Rae'nin ona söylemek istediğini anlayarak ayağa kalktı. Masadan uzaklaşmaya çalışırken tökezlese de arkasına bile dönüp bakmadan dışarı çıktı.

Apollon, "Bu gerekli miydi?" diye sorduğunda Rae'nin ona yönelen öfkeli gözlerini görünce boğazını temizledi. "İşine karışmıyorum, tamam."

"Akhileus meselesini ne yapacağız?" diye sorduğumda masada derin bir sessizlik oluştu. "Anahtar gerçekten onda mı öğrenmemiz lazım."

Rae, "Bunu biz yapamayız Mara," derken yüzünü öfkeyle denizden yana çevirdi. "Odisseus kim olduğumuzu söylemese bile Akhileus da bir aptal değil, onunla konuştuğumuz anda o da sorgulayacak."

"Bunu ben yapabilirim," dediğimde Apollon karşı çıkmak için ağzını açtı ama elimi kaldırarak onu susturdum. "Ona gerçeklerin bir kısmını verip bize yardımcı olmasını söyleyebilirim. Ya da bir kâhin olduğumu, geleceğinde genç ama şanlı bir ölümün onu beklediğini söyleyebilirim. Onun seçtiği de zaten bu değil mi, kaderini kendi belirlemedi mi?"

Rae, "Ona Troya'da öleceğini mi söyleyeceksin?" diye sorarken kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı.

"Ona her zaman istediği üne kavuşacağını söyleyeceğim. Burada hayatta kalmak için annesi saklanmasını istemiyor mu? Anlatılan hikayeler böyle değil mi? O savaşmak istiyor, ün istiyor. İstediği her şeye kavuşacak. Biri olma şansını elde edecek. Belki ona bunları söylersem bize yardım edebilir."

Kapıda biri boğazını temizlediğinde üçümüz de o yöne döndük. Patroklos konuştuğumuz her şeyi, Odisseus'la konuşmalarımız da dahil duyduğunu belli eden bir ifadeyle masaya yaklaştı. "O ölecek mi?" Sorusu o kadar acı yüklüydü ki bir az evvel söylediğim her şeyi geri alabilmeyi denedim. "Bir kahraman olarak mı ölecek?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona bir yanıt veremezdim çünkü onun da başına gelecekleri biliyordum. Akhileus diğerleriyle ters düşüp savaşmayı reddettiğinde Akhileus'un kıyafetlerini giyerek savaşacak olan ve Hector'un elinde can verecek olan oydu.

Patroklos kendinden emin bir şekilde bana doğru bir adım attı. "Ben de öleceğim, öyle değil mi?"

Bedenimdeki tüm tüyler diken diken olurken, "Evet," diyerek fısıldadım.

Sanki çoktan bildiği bir şeyi öğrenmiş gibi sözlerimi acı bir gülümsemeyle karşıladı. "Kaderimizde bunun olduğunu bilmem lazımdı." Sözleri birbirine çarpan kılıçlar gibi yüreğime indi. "Aksini umut etmek aptallık olurdu. Sonuçta şan da ölümsüzlük de korkunç acılarla gelir."

Ayağa kalkarak ona yaklaştım. Tuniğimin içine gizlediğim, diğer incileri çoğaltmak için kullandığım gerçek pembe inciyi ona uzattım. "Al bunu," derken elini tutup avcunu açtım. "Bunu ona ver, eminim hoşuna gidecektir."

Patroklos avcunu kapatırken gözünden akan bir damla yaşı elinin tersiyle sildi. "Bir anahtar var," dedi en sonunda fısıldayarak. "Annesi onu gerçekten de Akhileus'a verdi. Anahtarın oldukça önemli olduğunu bu yüzden kalbine yakın tutması gerektiğini söyledi." Patroklos tuniğinin yakasına uzandı, daha önce gördüğüm zinciri başından çıkartarak bana uzattı. Zincirin ucunda, som altından küçük bir anahtar sallanıyordu. "O da öyle yaptı."

Anahtarı zinciriyle birlikte elime aldığımda parlaması arttı, ondan gelen sıcaklık önce tüm elime ardından da bedenime yayıldı. "Patroklos," desem de geri çekildi ve ona bir teşekkür etmeme izin vermedi.

"Kim olduğunu biliyorum Troyalı Mara," diye fısıldarken ona verdiğim inciyi parmaklarının arasına aldı. "Persephone bana haber vermişti sadece bunu gerçekten hak edip etmediğini görmek istemiştim. Kalbinde sevgi kalıp kalmadığını görmem lazımdı." Hafifçe gülümsedi, artık güneş tamamen batmıştı. "Sanırım artık evine dönebilirsin."

-Kaos.

Continue Reading

You'll Also Like

17.5K 709 65
İşini ailesi gibi gören bi psikolog ve sinirlenince kimseyi tanımayan mafya aşka inanmayan adama aşkı öğreten kadın💖 Ateş ❤️ Ezgi
23.6M 1.4M 78
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
85.4K 3.7K 31
Bir berdel hikayesidir.. Havin sevdiğinden ayrılırken nerden bile bilirdi evleneceği adamın kuzeni olduğunu herşeyden habersiz berdeli kabul etmişti...
754K 17.4K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...