SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.6M 442K 411K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"

60.4K 4.5K 2.6K
By bosverdilan

Son bayram, son yaz demiştim. Son bayramın son gününden hepinize merhaba. Son bayram şerefine bol bol yorum yapalım ? Bir daha bayram olmayacak ya hani... o yüzden🥲

Bayramlar bizim için özeldir ve bu sahiden son bayram. Üç koca yıl, sanırım altıncı bayram...

Keyifle okuyun!






Cüzzam demişti Efsun bir kez, korkunç bir hastalık. Bedenin göz göre göre bir bakteri tarafından yeniyor, tedavi edilmezse öldürüyor. Cüzzam. Efsun'un yokluğu gibi.

Yaralar demişti Hidayet, ruhu bir cüzzam gibi yiyen yaralar. Kimseye anlatılmayan yaralar demişti. Kimseye anlatılmayan dertler, çaresi olmayan dertler. Efsun'un yokluğu gibi.

Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı demişti Sadık. Benim oldu. Benim yıldızım var ama artık uzak ve karanlık. Tıpkı onun söylediği gibi. Efsun'un yokluğu gibi.

Aylar önce Efsun'la oturduğum bu mekânda bizim de resmimiz asılı. Efsun bunu merak etti. Buraya asılmış mıdır resmimiz diye muhakkak düşündü ama cevabını hiç alamadı. Ben de söylemeyeceğim. Senden sonra gittim oraya resmimizin altındaki masaya oturdum demeyeceğim. Bilmeyi hak etmiyor.

Gitmeseydi bilirdi, gitti hakkını kaybetti.

Mekân kapandı, içeride bir ben varım. Kimse alınmaz bu saatten sonra. Ben ve fotoğraf. Fotoğraf iki kişilik masa bir kişilik. Varsın olsun. Nasip böyleymiş. Kaç gündür yok? Saymayı bıraktım. Kendisi saysın dursun. Kalan saymaz, giden sayar. Durdum, dudaklarımı ıslattım. Omuzlarım düşüktü, dik oturmak azaptan farksız geliyor bana.

Tek kişilik masalara ikinci kişi oturmamalı. Oturuyorsa bu onun ayıbı. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturan adamın yüzüne bakmadan kim olduğunu zaten anladım.

"Masa tek kişilik." dedim babama.

"Bir evladın yanında muhakkak babasına yer vardır."

Gözlerim küçücük kalacak kadar, omuzlarım sarsılacak kadar güldüm. Öyle sahte de değil. Gerçekten, sahici bir gülüş bu. Gülüşüm bir bıçak gibi kesilip ciddi bir ifadeyle ona bakana kadar dolu dolu güldüm. Göz göze geldiğimiz yerde gülüşüm soldu.

"Burada ya ben evlat değilim ya da sen baba değilsin o zaman."

Bu kez onun gözleri kısıldı. Kahkaha atmadı ama güldü. "Yanlışın var. Hem ben babayım hem de sen evlatsın." benim bakışlarıma rağmen bozulmuyordu o ifadesi. Yaşlanınca ona benzeyeceğini bilmek, en azından tip olarak, keyfimi kaçırıyordu.

"Ne o?" dedim başımı sallayarak. "Karının dizinin dibinden kalkıp bu saatte dışarı mı çıktın sen? Hangi dağda kurt öldü?"

Usulca başını duvara kaldırdı ve benimle Efsun'un asılı olan fotoğrafına baktı. Gözleri küçüldü, gülümsedi. "Ben kalkıp geldim en azından, senin gibi yine karımın dizinin dibine bitmedim. Benim dağımda kurt ölmüş hiç yoktan. Sen kendi haline bak." bir saman alevi gibi büyüdü öfkem kaşlarım çatıldı ve ağzıma geldiği gibi tükürdüm.

"Siktir git masamdan."

Efsun bunu duysa muhakkak çok kızar.

Babam gülümseyişinden hiçbir şey kaybetmeden bana baktı. "İlk küfrettiğinde seni ıslak odunla dövseydik yine böyle olur muydu acaba?"

"Olurdum." dedim açıkça.

"Günün birinde bu masada oturan baba sen olacaksın bak."

"Ben hak ediyorsam oğlum da bana küfretsin."

Efsun bunu duysa mahveder beni.

"Sen bunu hak edecek bir baba olmayacaksın ama."

"Bu seni alakadar etmez. Konuşma benim babalığım hakkında da, oğlum hakkında da. Üstüne vazife değil."

Damarıma basmaya yemin etmiş olacak ki daha geniş güldü. Başkası olsa bu bakışıma katlanamaz siktir olup giderdi ama baba olunca, küçüklüğünü bildiğinden olacak böyle gülüyordu karşında.

"Neyse ki Efsun gibi bir kadınla evlisin. Yoksa torun falan göremezdik biz. Saçının telini esirgerdin bizden."

Elim bir yumruğa dönüştü öfke o yumrukta toplandı. "Siz ne arsız insanlarsınız anasını satayım. Siz ne yüzsüz insanlarsınız." daha ağır cümleler dilimin altındaydı. Çocuğumla alakalı bir cümlenin içinde kurmak istemiyordum sadece. "Hiç mi utanmanız yok? Ağzınızdan çıkanı kulağınız mı duymuyor? Sağır mı oldunuz? Kafanızın içinde akıl yerine yarrak mı taşıyorsunuz siz?"

Titreyen ellerimle yüzümü sıvazladım. Kulaklarım çınladı. Bu cümleyi kurmak hangi aklın ürünü?

"Küfredince sonuç mu değişiyor?" dedi arsızca. "Ya da ben öfkelenir kalkarım mı sanıyorsun? Doğru söylüyorum. Bunu sen de biliyorsun. Ne yaparsan yap ileride torunlarımızı görmemizi engelleyemeyeceksin. Efsun'un önüne geçemeyeceksin."

Dudaklarım bir ip gibi inceldi, dişlerimi sapladım ve dudağımdan kısık sesle dökülen küfürlerle başımı öne eğdim. Ellerim titriyor, sakin.

"Efsun size yarrağımın ba...." cümle ağzımdan çıktığı gibi yüzüm ekşidi midem bulandı yarıda kestim. "Baba defol git benim ağzımı bozma. Efsun'un adını ağzıma aldığım cümleye bak amına koyayım. Kalk git elimden bir kaza çıkacak." elimi kapıya doğru savurdum.

"Gerçek seni bu kadar öfkelendiriyor." dedi açıkça. Bunu kabullenirsem duvara kafa atacağım. "Biliyorsun halbuki doğru söylediğimi. Ailesini kaybetmiş bir kadın çocuğundan bu hakkı alır mı hiç?"

Gözlerimi sıkıca yumdum, acıyla kıvranmaya başladım. "Kes sesini!" diye bağırdım. "Tanımayacak bile benim çocuklarım sizi. Annem babam yok diyeceğim ben çocuklarıma. Öldüler diyeceğim. Yüzlerini bile hatırlamıyorum diyeceğim."

"Efsun buna asla izin vermeyecek."

"Verecek. Senin karının yaptığı bir tas çorbayı bile içirmeyecek evladıma. Sen bana ne anlatıyorsun?"

"Belki de ama onları bizden koparmayacak. Kaderini yaşatmayacak çocu..."

"KES SESİNİ!"

Çevredeki iki garson bize baktı. Ya kafamı duvara vuracaktım ya da yumruğumu babamın yüzüne indirecektim. Alkol kanımda kaynıyor. Kafamı duvardan duvara vuracağım. Ramak kaldı.

"Ne şanslı adamsın." dedi bana bakarak. O kadar sakin ki ağız dolusu küfrediyor bana konuşmadan. "Karın gitti."

"Sen benimle taşşak mı geçiyorsun?"

Başını iki yana salladı ve garsona eliyle bardağı işaret etti. "Benim karım da gidebilseydi bugün bambaşka bir hayatımız olurdu."

"Baba git seninle Efsun'un gidişini de, senin o sikik geçmişini de konuşmayacağım." dedim. Yüzüne baktıkça öfkem artıyordu.

"Ama ben senin kadar sabırlı olamazdım. Giderdim peşinden. Getirirdim. Gözlerin kıpkırmızı olmuş, ağladın mı?"

Masaya bir kadeh daha konuldu, babam kadehi aheste aheste doldurdu.

"Biz birbirimizi sadece sevdik. Saygı duymadık. Ne o gitti ne de ben gitse böyle dururdum. Şimdi söyle bakalım bana sizin sevdanız mı daha büyük bizimki mi?"

"Sen o hastalıkla şeyle bizim aramızdaki bağı bir mi tutuyorsun ihtiyar?" içimde körüklenen tehlikeli bir hırs vardı. Kıyas bile yapamazdı. "Aklını peynir ekmekle mi yedin? Sen o kadını benim Efsun'u sevdiğimin birazı kadar sevsen o hale düşmesine izin verir miydin? Sen kimi kimle kıyaslıyorsun? Boyunun ölçüsünü bil."

Gözümün içine baka baka içti kadehteki rakıyı. Başını salladı. "İşte tam bu yüzden kızma karına gitti diye. Ben olsam öfkeden deliye dönerdim, madem öyle boyunun ölçüsünü bil kızma karına. Benim yapacağımı yapma."

"Bana akıl verme!" masadaki bıçağı tabağa vurdum. Tahammül edemem. Babamın bana akıl vermesine tahammül edemem. Şu noktadayken tahammül edemem. "Kimsin sen? İyi babacılık mı oynuyorsun? Ben senin gibi biri olursam gelsin yedi düvel gelsin beni siksin. Gelmiş bana Efsun'a kızma diye tavsiye veriyor." ellerimle yüzümü sıvazladım. Sabır diledim, defalarca. "Allah'ım ben nasıl bir şeyin içindeyim?"

"Kızmıyor musun?"

"Kızmıyorum!"

Kızmak değil bu. Yemin ederim değil. Öfke değil, nefret olamaz. Ancak ve ancak sitemdi zaman zaman yükselen.

"Kızma. En doğrusunu yaptı. Ben de gittim ayağına. Gerekirse git dedim. Oğlum için. Ben ne gerekiyorsa yaparım dedim. Zerre yardım istemedi benden, tam da tahmin ettiğim gibi ama gitti. Aklı başında, iyi yetiştirilmiş, pırıl pırıl bir çocuk. Arasak bulamazdık onun gibisini, evimizin içine düştü. Şans ilk defa bizden yana oldu."

Git mi demişti?

"Sen ne zaman Efsun'la konuştun?"

"Annen size geldikten birkaç gün sonra. Merak etme eve girmedim. Çardakta oturduk bir yarım saat kadar. Karın gitmemi isteyince de kalktım gittim."

Az önceki tavrımı boşa çıkaracak şekilde "Git mi dedin?" dedim hayal kırıklığıyla.

"Git dedim."

"Bu kadar mı nefret ediyorsun benden?" bunu bu yaşımda ilk kez hissettim. Bu gidiş bana ne kadar acı çektiriyordu bilmiyordu ama tahmin de mi etmiyordu.

"Senden nefret edeceğimi düşünecek kadar mı canın yanıyor?" dedi, öne doğru çıktı parlayan gözlerime baktı. Dakikalarca durdum sustum ve gitmesini bekledim. Gitmedi. Patladım.

"Baba Efsun gitti."

***

"Sessiz ol, Efsun uyuyor."

Âh hayır! Uyumuyordum. Fetih'in kısık sesini duyacak kadar ayık, başımı kaldırıp uyumuyorum diyemeyecek kadar uykuluydum. Öyle ki Zeliha'nın küçük harflerle "Tamam tamam." deyişi bile beni kaldırmadı. Takatim yoktu, gözkapaklarımın üzerinde kilolarca yük vardı. Zihnim çok yoğundu uykuya dalamıyordum ama uyukluyordum.

Araba durduğu ama motorunun alttan alta çalıştığı her an midem bulanıyor, başım dönüyordu. Zeliha'nın yerleşmesini sabırla beklesem de yüzüm ekşimişti. Mide bulantısı yapıyordu durmuş araba. Araba çok geçmeden yeniden yola koyuldu.

"Çok mu yoruldu?"

"Çok yoruldu. Son beş günde günlük uyku ortalaması beş saat civarı."

Bu istatistiği tutan kesinlikle ben değildim. Uyanıp uyuduğumda saate bakmıyordum bile. "Şu açılış bir bitsin, tamam artık diyeceğim. Son birkaç gün. Yeter."

"Olsun tatlı bir yorgunlu..."

"Yok öyle bir şey Zeliha." diye kestirip attı. Zaman zaman sohbetin bazı noktalarını kaçırdığımı hissediyordum. Dalmışım gibi bir his kaplıyordu zihnimi ama ne kadar sürdüğünü seçemiyordum. "Gözleri şiş. Uykusuzluktan değil üstelik. Çok pişmanım keşke kadın sığınma evlerine bu kadar yaklaşmasına izin vermeseydim. Dünya kadar insan araya girmese asla bu kadar işin içine giremezdi. O insanları da ben soktum araya. Pişm..."

"Bunları söylediğini duysa çok üzülürdü."

Bunları duymak değil ama hissetmek beni zaman zaman üzüyordu. Bazen bana bir bakışından anlayabiliyordum 'ben bu işe nasıl kalkıştım' düşüncesini. Ya hissettiklerimi Fetih'ten saklamalıydım ya da onun bu halini sindirmeliydim.

"Şu an üzülmediğini mi sanıyorsun? Başkasının derdi olduğunu unutmuş, kimi dinliyorsa empati kuruyor. Aklın almayacağı bir empati hem de. Bu şekilde olmaz. Böyle empati kurulmaz."

"Kötü bir şey yapıyormuş gibi davranıyorsun."

"Ben Efsun'u sokakta bulmadım. Her kim ne yaşadıysa yaşasın Efsun'dan daha mı kıymetli? Kaldı ki hiçbir şeyde bizim sorumluluğumuz yok. Vicdan azabı da çekiyor. Akıl almaz. Bitsin istiyorum artık ben bu dönem. Başkasının yaşadıkları onun hayat..."

Bencilce kurduğu cümleler ilk kardeşine dokundu. "Onun hayatını etkilemeseydi muhtemelen şu an hepimiz başka hayatlarda olurduk. En çok ben." bu cümleden sonra kalkma isteğim de tamamen kaçtı. Arabanın içinde tenha bir hava oluştu, herkes bir süre sustu. Fetih bir süredir kimseye anlatmadıklarını ilk bulduğu anda döküyordu sanki. Çünkü günlerdir dizlerine yatırıp saçlarımı okşuyordu sadece, onun deyişiyle empatiyi arttırdığım anlarda en azından.

"Seni anlıyorum." dedi bir zaman sonra Zeliha. O arada belki bir şeyleri kaçırdım bilmiyorum. "Çok iyi anlıyorum ama bencillik de yapamayız. Az kaldı zaten. En azından İstanbul şube için. Belki seneler sonra başka yerler de konuşulacak. O zaman da aynı şeyler yaşanacak ama bizim yapmamız gereken şe..."

"Tamam hocam." dedi Fetih sakince. "Yine çok haklısın tamam. Anladım." yavaş yavaş duymamaya başladım sesleri. Gerçek ve hayal birbirine karıştı. Uykuya dalmamak için tembihledim kendimi. Dalarsam eve vardığımızda uyandırılmazdım, Fetih beni koca apartman boyunca taşırdı biliyordum. Tamamen dalmamalıydı. Beş kat çok fazlaydı, çok... 

***

"Ört bacaklarına onu da." esen kuvvetli rüzgar bacaklarımı ürpertiyordu. Soğuk gözlerimi açarken bedenim aniden havalandı, düştüğümü sandım ve ilk ulaştığım şeye sıkıca tutundum ama düşmüyordum. Farkında değildim.

"Üşümüyor mu ya bu kıyafetle?" Üzerimi örten de konuşan da Zeliha'ydı.

"O sadece evin içinde üşüyor."

"Fetih dur ben çıkarım." kucağından inmek için ilk sıkıca tuttuğum kollarını bıraktım ama bacaklarımı sıkıca tutmuş, sırtımdan kavramıştı beni.

"Bozma uykunu, uyu sen." dedi. Eğer ki birinci katta oda tuttuğu bir otele gelmediysek bu mümkün değildi. Gözlerimi açtım ve etrafa baktım. Hayır beni beş kat taşımayı düşünüyordu.

"Olmaz olmaz." zaten beş kat tek bile çıkılmıyordu, şimdi yük taşıyarak mı çıkılacaktı?

"Olur olur."

"Olmaz Fetih olmaz."

"Olur Efsun olur."

Önümüzden kıkır kıkır gülen kişi dış kapıyı açtı. "Taşıyabilecek misin cidden?"

"Siz iyice saçmalamaya başladınız." bedenimi biraz kaldırdı "Kuş kadar." dedi ve yine kendine yasladı. Bahsettiği kuş türünü içimden tekrar ettim.

Fetih omzunda bir serçe kuşuyla merdiven çıktığını hayal ediyordu.

"Yürü Zeliha."

"Ben arkanızdan gelsem."

"Düşersek tutabileceğini gerçekten düşünüyor musun?"

Zeliha kesinlikle önümüzden gitmeliydi çünkü düşersek onu da ezerdik. Ve düşebilirdik. Ben bir kuş değildim ve Fetih'in omzuna konmamıştım. Sadece yatmıştım.

"Tamam ya... Gidiyorum bak önden. Bir şey olursa..."

"Zeliha."

"Fetiiih," kollarımı boynuna doladım sanırım bir süre Zeliha'yla aramıza mesafe girsin diye bekledi. "Beş kat na..."

"Sen neden ben bu evi zamanında aldım biliyor musun?"

Yüzümün tüm kıvrımlarını boynuna bastırırken sakalları yer yer batsa da değil rahatsız olmak batan yerlere bile daha çok sürttüm derimi. Bu hissi çok seviyordum. Sarıldığımın Fetih olduğunu çok tatlı şekilde kanıtlıyordu. Başka bir sakal batsa yüzüme ben anlardım onun Fetih olmadığını.

"Misafir sevmiyorum ya. Dedim ki seçeyim en üst kattan asansörsüz bir ev gelecek olan da vazgeçsin gelmesin. Dediğim de oldu, kimse kolay kolay gelmez bana."

Kaşlarım içe doğru büküldü. "Hı?" diye mırıldandım. O temiz pak koku yoktu, parfüm sıkmıştı bugün. Aylar önce giderken almıştım yanına bir şişe parfümünü, özlediğim koku bu değildi işin doğrusu. O yüzden Fetih elinden geldiğinde parfüm sıkmasın, beni kendi kokusundan mahrum bırakmasın istiyordum.

"Hı ya... En iyisini yapmışım. Gelenim gidenim az, karımı da kucağımda taşıyorum. Daha ne olsun?" bir anda durdu ve boynuma sıcak bir buse kondurdu. Nefessiz kaldığı için olacak kocaman soludu, öyle devam etti tırmanmaya. "Evimizi de elimizden geldiğince şehrin dışında alırsak olur bu iş. Herkes gelmeye üşenir. Nasıl fikir?"

"I-ıııı." uzun uzun neden hayır olduğunu anlatacaktım.

"Devamlı misafir mi gelsin istiyorsun?"

Hissetti mi bilmiyorum ama başımı salladım. "Gelenimiz gidenimiz çok olsun, hep böyle uzun uzadıya sofralar kuralım mı istiyorsun?"

Yine hissetti mi bilmiyorum ama başımı salladım. Çok tabak da istiyordum ben bir de. Onu da söyleyecek miydi? Henüz elimde ev eşyası olarak bir tane ördekli fırın eldiveni vardı ve bu benim için çoğu şeyden daha gerekliydi. Sanki ev ihtiyaçlarının yarısını almıştık.

Her bir kat onun durup beni öpmesi ve soluklanması için bir hedefti sanki. Bu sefer biraz daha uzun durunca kafamı sokulduğum yerden çıkardım ve ona baktım. Işık tam tepemizdeydi gözlerimi açamadım. "Yoruldun mu?"

"Cık." busesi bu kez dudaklarımın kenarlarına kondu.

"Yorulunca söyle."

"Ne yapacaksın sen de beni mi taşıyacaksın?"

Kollarımda hiç kuvvet yoktu, uykum da çoktu ama kafamı omzuna bırakıp "Taşırım ki, taşıyamaz mıyım?" dedim. Nasıl yapardım hiç bilmiyordum ama...

"Taşırsın." diye fısıldadı kulağımın dibinde. Biraz durdu ve sonra aklına yeni bir şey geldi galiba, ekledi. "Taşırsın beni, niye taşımayasın? Hatta mutlaka taşı ki ödeşelim." boyu da benden çok uzundu nasıl yapılırdı ki? Sırtıma alsam olur muydu? Öne doğru devrilmez miydim? Kaslarım vardı benim biraz. Biraz daha zorlarsam ve kaslarımı arttırırsam taşıyabilirdim belki. Belki bir yerden sonra hissiyatta daha çok ağırlaştım çünkü biraz yavaşladı adımları. Destek olmak için sakallarını sevdim ama uykunu beni içine çekiyordu ansızın elim düşüyordu. Az gittik uz gittik bir sürü merdiven tırmandık.

Eve girdiğimizi kokudan anladım. Evler ve kokular. Bir insanı dünyanın en rahat insanı da yapabilirdi en stresli insanı da. Parmak izi gibiydi. Huzur da verebilirdi, tüm huzuru emebilirdi. Evimizin bir kokusu vardı ve ben bunu son birkaç gündür açıkça alıyordum. Bu eve ilk geldiğimde o kokuyu alacak halde değildim. Bir misafir gibi kalmış ve gitmiştim ama tam da şu zamanlar evimizin kokusunu keşfediyordum. Yavaş yavaş oturmuştu bu, hatta devam ediyordu, o kokunun notalarını kavrıyordum.

Özellikle uyandığımda gördüğüm kâbusun etkisini azalttığında fark etmiştim ilk. O kokuyu soluduğumda yataktan kalkıp açık alana gitme ihtiyacım yok oluyordu. Güvenli bir yerde olduğumu hissediyordum. Bunda Fetih'le aynı yatakta olmamın da payı vardı elbet ama evin kokusunu da görmezden gelemezdim. Edirne'deki ev bunu tam olarak sağlayamamıştı, farkı buradan bile anlayabiliyordum. Sonra dışarıda çok yorulunca eve gitmek için can attığımda ve adım attığım an derin bir oh çektiğimde. Bu örnekler çok fazlaydı.

Evler ve kokular.

Evimiz ve kokusu.

Odalardan geçtik ve yatağımızın içine bırakıldım. Fetih beni oturtmak istese de elleri bedenimden ayrıldığı an devrildim yatağa. Pıt diye.

"Şeftali sende, hatta Karabaş'da sende. Gürültü çıkarmasınlar."

"Ben bunu nasıl sağlayabilirim abi?"

"Ben bilmem." dedi sinir bozucu bir sesle. Her böyle dediğinde yüzünü gözünü ısırmak istiyordum. Bu cümleye sesiyle katlanamaz bir sinir bozuculuk katıyordu. Pek tabi farkındaydı bunu.

"Şeftali'nin kudurma zamanı odaya alırsam Efsun'u uyutmaz. Hadi Zeliha, hadi güzelim benim."

Şeftali... Gündüz sağda solda, özellikle benim eşyalarım üzerinde pinekleyen gece bizim uyku zamanımız gelince oyun oynamak isteyen ve enerjisiyle asla uyutmayan Şeftali. Biz onunla ilgilenmeyeduralım sanki tedirginliğimizi anlıyor gibi Karabaş'ın kafesinin etrafında caka atıyordu.

Tam bir şovcuydu.

Ve bu şovculuk bana birini hatırlatıyordu.

"Efsun." diye pek yakında bir sıcaklık hissettim. "Gel de kıyafetini değiştirelim."

Böyle yatsam olmaz mıydı? Tabi ki olmazdı!

Ben ayaklanacağım sandım ama yatağa oturdu ve kucağına çekti beni. Kuzulu pijamalarımı hemen yanı başıma koymuştu. "Makyajını silmek lazım." dedi kendi kendine. Halbuki silmek lazım değildi. Ben bir başkasına öneri verirken ilk makyajla uyuma derdim ama her yorgun olduğumda makyajla uyurdum. Üzerimdeki ceketi çıkardı ve braletimle kaldım.

"Bunu çıkarmasak da olur, sütyen zaten." dedi. Belimden sıkıca tutmuştu.

"Cık değil."

"Cık öyle."

"Hayır değil. Sütyen değil."

"Evet öyle. Sütyen." Edirne'de eşyalarımı toplarken dolabıma uzun uzun bakmıştı. Braletlerimi saymıştı. O sayınca fark etmiştim çokluğunu. Bir dönem nasıl merak saldıysam ve nasıl kendime yakıştırdıysam sadece ona yatırım yapmıştım. Edirne'nin havasına göre giyinmediğimi ben de biliyordum ama toplu bakınca ve Fetih'in ortalama hava sıcaklığından bahsetmesiyle bana bile garip gelmişti. Olsun hâlâ yakışmasının daha önemli olduğunu düşünüyordum.

Sessiz sessiz bakmakla ve fesuphanallah çekmekle yetinmişti. Evet fesuphanallah çekerken çok tatlı oluyor diye aldığım her parçayı ona göstererek valize koyuyordum. Tabi Fetih'in aldığım her yeni şeyi görmesini de istiyordum. Çünkü aldığım her yeni parçada acaba Fetih beğenir mi, hangi rengini almamı söylerdi diye ölçüp tartardım.

Belimdeki eli yavaş yavaş karnıma kaydı ve huylandığım yerlere dokundu. Çok sıkı tutulmuştum, kucağında eğilip gidemedim ama yarı açık gözlerim irileşti. Kıkır kıkır gülüşlerimi aynı şekilde karşıladı. Fetih artık kıkır kıkır gülüyordu. Bu çok tatlıydı ama bilmeyecekti. Dışarıda da böyle gülerse ya, ne yapardım ben? Kimse bu kıkırtıyı duymamalıydı benden başka.

"Tamam," dedi ninni gibi bir sesle. "Açmayacağım uykunu."

"Sevişmek istemiyor musun benimle?" omzunda uyumaya bu kadar yakınken neden bu soruyu sordum bilmiyordum ama uykulu gözlerime baktı. Yüzümü süzdü sonra biraz gerdanımı ve benlerimi. Belimi sıktı ve eli pijamamın üstüne kaydı. Düğmelerini açmadan başımdan geçirdi.

"Sana yalan söylemek istemiyorum." dedi sadece.

"Sevişmek istiyorsun yani?"

"Uykun açılır Efsun, kaç gündür uyumadın. Hadi."

"Ha çok sevişmek istiyorsun yani?"

"Eteğini de çıkaralım."

"Çok çok çok sevişmek istiyorsun yani?"

"Efsun."

"Efendim eşiyle çok sevişmek isteyen Fetih." dilimin ucunu ısıra ısıra kakara kikiri güldüm yüzünün aldığı şekle.

Gözlerini sıkıca yumdu, başını eğdi. Kollarımı fırsattan istifade başına sardım göğsüme yasladım başımı. Yanağım da saçlarına yaslıyken sessiz sessiz durduk öyle. Bazı anlar vardı, içine düşüyorduk ve anlaşmadan aynı şeyleri hissediyorduk. Şu an gibi. Özlem pik noktada olurdu, sakince dinmesini beklerdik. O kadar çok bekledik ki benim gözlerim yine kaymaya başladı. Eteğim de çıktı üzerimden ve pijamalarımı tamamen giydim.

Sırt üstü yatağa bırakıldığımda parmağından tutmak istedim ama ayrıldı yanımdan. Uyumam için her şeyi yapıyordu ama devamlı bir şeyleri eksik bırakıyordu. Başımı o gelene kadar yastığına bastırdım. Elinde ıslak bir pamukla geldi ve yüzümü sildi önce. Üzerini de değiştirmişti sanırım, parfüm kokusundan önce bol yumuşatıcı basarak yıkadığım tişörtünün kokusunu almıştım.

"Bir duş alsam iyiydi." dedi.

"Fetiiih." diye sızlandım. İstemiyordum. İşaret parmağını bir tepki olarak avucumun içinde sıktım ve o da bunu anladı, devam etmedi. Yorganı üzerimize örttü, sinesine aldı beni.

"Eşyalar arabada kaldı, yarın halledeceğim." saçlarımı yavaş yavaş arkaya tarıyordu parmaklarıyla. "Tapuyu da hallettik." artık bir evim daha vardı. Benim değil işin aslı. İlk oğlumuzun. Sadece bir emanetti benim için. Tıpkı burası gibi. Burası. Evimiz. O kadar güzeldi ki, sanırım ileride kızımıza başka kimse bu kadar güzel bir hediye veremezdi. 20.yy'ın başına inşa edilmişti. Buram buram tarih kokuyordu. Dört duvardan daha fazlası olduğu her köşesinden belliydi.

Ben yine ve yeniden minicik imrendim. Belki de ben yine ve yeniden azıcık kıskandım.

"Sen burayı kızımıza vereceksin ya," dedim sondaki a birazcık uzadı. Sanırım bu haberi yarı uykuluyken Fetih'e verecektim. "Ben de orayı ilk oğlumuza vereceğim."

Belki burası gibi tarihi değildi ama ben çok seviyordum, hele de bahçesini.

"Bak sen," dedi imayla. Başını başımın hizasına getirdi. "Ne zaman karar verdin buna?"

"Sen evi bana alacağını söylediğin an." kaşları imayla havalandı. Bu görüntü bana ayna gibi geldi galiba. Ayna? Evet evet tam olarak ayna.

"Biz hanıma ev alalım, hanım daha doğmamış oğlana versin."

Çok az kıskançlık mıydı bu? Çok çok az. Hissettiğim kadar az. Minik, tatlı. Ve hanım... Hanım. Ne olursa olsun bir yerlerde bir Efsun; hanım kelimesiyle ciddi bir münasebet içindeydi. Aşamıyordu, aşamayacaktı.

"Ama burası da kızımıza dedik ya."

"İlk çocuğun hakkı Efsun."

"Sen ilk çocuk demedin. Kızım dedin."

Evet burası kızımızındı ama oğlumuz da büyüyünce ya ben dememeliydi. Çünkü ben olsam kesin derdim! Ben de Fetih de ilk çocuktuk. İkimizin de vardı böyle hediyeleri ama ben ikinciyi birinciden ayıramazdım ki.

"Tamam hanım, tamam." dedi üste çıkmadan. Üstte ben vardım zaten, haklıydım. Onun deyişiyle haksız olduğum dava yoktu ki benim. Varsa çıkıp söyleyebilirdi herkes ama yoktu işte.

Bana doğru yaklaştı tenime buseler kondurdu, saçlarımı okşaya okşaya uykunun kollarına bıraktı beni. Ondan sonra gördüklerim rüya mıydı hayal miydi bilmiyordum. O kız çocuğu her rüyada aynı olduğu için rüya mı hayal mi ayırt edemedim. Kırmızı kiraz dudaklarını büze büze bu evde dolaşıyordu sanki. Çok gerçekçiydi. Fetih kulağıma bir şeyler fısıldadı gibi hissettim ama bu bile kesin değildi çünkü Fetih o kiraz dudaklı toz pembe elbiseli kız çocuğunun peşinden de bir şeyler söylüyordu. Bir meltem esiyordu sanırım balkonda oturduğumu ya görüyor ya da hayal ediyordum. Toz pembe elbisesi de uçuşuyordu. Beni görmüyordu çünkü babasına bakıyordu yalnızca. Ben onlardan onlar birbirlerinden gözlerini ayıramıyordu.

Ya hayal ya rüya. İkisi de beni dünyanın en keyifli uykusuna yatırdı, tüm gece huzurunda salladı durdu.

***

Bilimsel olarak beyindeki iki bölgenin kontrol çatışması olarak açıklasak bile ben kesinlikle atalarımızın ağaç tepelerinde uyumasına bağlıyordum uyurken düşme hissini. Dilimin damağımın kuruduğu bir anda dudaklarımın da kuruması gerekirdi ama onlar oldukça ıslaktı. Bunun tek bir sebebi vardı.

Pürüzlü bir yapı.

Gözlerim Şeftali'nin turuncu ve gür tüylerine açıldı, yaladığı dudaklarım kıvrıldı. "Günaydın." diye fısıldadım ve bir an Fetih'in yokluğunun yarattığı boşluğa baktım. Saat kaçtı, Fetih neredeydi hiç bilmiyordum. Sadece vücudum çok ağrıyordu ve yüzümde müthiş bir ödem hissediyordum.

Şeftali'yi göbeğinden yakaladım ve sırt üstü yatıp onu da göğüslerimin üzerine çektim. Göz göze geldiğimizde sakince birbirimizi izledik. Bazen beni tanıdığını düşünüyordum. Kısa da sürse bu his, ara ara yokluyordu. Bakışları tam olarak elime doğmuş minik Şeftali'ye benziyordu ya bazen, diyordum ki tamam hatırlıyor beni. Ya da sadece kokumdan ve sesimden yabancı biri olmadığımı anlıyordu.

Karabaş'ın sesi- evet güneşi selamlıyordu- odaya doğru arttıkça geliyordu. Şeftali'nin yüzüne onlarca buse kondurdum. Defalarca günaydın dedim. Bu şekilde kapıya bakamadı bile. "Anne nerede?"

Miyavladı.

"Kahvaltı mı hazırlıyor anne?"

Miyavladı.

Anne kelimesine duyarlı olduğunu düşünüyordum. Elim göbeğine gitti. "Sen karnını doyurmuşsun." dedim göbeğini karpuz seçer gibi severek. "Anne doyurmuşsun seni." Evin hiçbir yerinde olmayan tamamen Şeftali'ye ait olan kokuyu soludum bir süre. Dün geceyi düşündüm. En son Edirne'deki evden çıktıktan sonra arabada sızdığımı hatırlıyordum. Gerisi hayaliydi. Bu pijamaları bile ben mi giydim Fetih mi giydirdi hatırlamıyordum ama yüzümde makyaj yoktu. Onu kesinlikle Fetih silmişti. O kadar yorgunken elime pamuk almak benim aklıma bile gelmezdi.

Şeftali'yi yatağın içine bırakıp telefonumu aradım ama bulamadım. Panduflarımı giydim, pembe patili polar saç bandımı taktım ve üç adımda bir sarsılarak kapıya vardım. Ayaklarım tutmuyordu resmen. Karabaş'ı kafesinden çıkaracağım için kapıyı örtüp çıktım odadan. Karabaş odaya gelenden çok daha yüksek sesle ötüyordu. Ona yaklaştım sandalyeye çıkıp kafesin kapağını açtım. Beni görür görmez şakımaya başladı zaten.

"Bu ne zaman susacak?" dedi Fetih beni fark etmeden. "Öğlen oldu güneşi selamlamaktan çıktı bak bu. Zeliha git sustur şunu."

Zeliha gelmiş miydi?

Kafesin içine parmaklarımı uzattım ve Karabaş anında atladı.

"Küçücük hayvanın sana ne zararı var?"

"Cüssesiyle çıkardığı ses bir mi?"

Yüzünü avucumun arasına sıkıştırıp gıdısından öpe öpe mutfağa doğru ilerledim.

"Senin de cüssenle çıkardığın ses bir değil." günün ilk cümlesi kapının önünde dikilirken oldu. Sırtları kapıya dönüktü kahvaltı hazırlıyorlardı abi kardeş. Abi kardeş... Keşke biraz sessiz kalıp köşede izleseydim. Tüm dikkati üzerime çekmeseydim. Zeliha kıvırcık saçlarını düzleştirmişti. Fön de çekmiş olabilirdi emin değildim. Isı koruyucu kullanıyor muydu? Ben Urfa'da düzleştirdiğimde kullanıyordum. Bu ayrıntıyı unutmamış olmalıydı çünkü o saçları düzleştirmek için çok yüksek derece ısıya ihtiyaç oluyordu.

Halbuki bilmeliydi ki kıvırcık hali ona daha çok yakışıyordu.

Biraz kilo almıştı ama bu kesinlikle ihtiyacı olan bir şeydi. Urfa'da ben bunu aynı evde yaşarken sağlasam da evler ayrıldığı an kilo vermişti çünkü Zeliha o aile masalarına bensiz oturmuyordu biliyordum. Çünkü o aile masaları Zeliha için kurulmazdı.

Halbuki üniversitenin ilk zamanları çoğu öğrencinin kilo verdiği bir dönemdi. Ailesinden ve ev yemeğinden ayrılan her birey bir an afallardı. Özellikle tek yaşıyorsa yemek yemeye bile üşenirdi. İçimde kuvvetli bir his vardı ki Zeliha tek başına oturduğu masalardan aldığı zevki aile masasında almamıştı. Aldığı kiloların en büyük sebebi buydu.

Bunları o kadar kısa süre içinde düşündüm ki gözlerimin sulanacağını fark ettiğim an da Fetih'e taş atmaktan geri durmadım.

"Sonuçta sen de kocamansın ama ağzından lafı cımbızla alıyoruz."

İki kardeş durdukları yerden beni baştan aşağı süzdü. Fetih özellikle bunu tek seferle sınırlı tutmadı. Birbirine bastırdığı dudakları ve havalandırdığı kaşlarıyla beni izledi. Karabaş omzumdan konuştu.

"Aşkım, aşkım!"

"Günaydın." dedi ilk Zeliha ve bana doğru ilerledi. Ellerini omzundaki havluyla kurulurken Karabaş sıranın Zeliha'da olduğunu bildiği için uçtu omzumdan Zeliha'nın boynuna doladım kollarımı.

"Zeliha," yüzüm saçlarının arasında kaybolmadı düz olduğu için. "Hoş geldin." saçındaki tokayı çıkardım ve parmaklarımı geçirdim arasından.

"Hoş buldum. Gece uyuyordun uyandırmak istemedim." avucumun içini başına bastırdım, yüzünü iyice kendime bastırdım.

"Çok özledim ben seni." dedim sadece. Geçen sefer yalnızca bir gün kalmıştı. Kal diyememiştim, içten içe seneye alttan alırsın dersi gerekirse bile düşünmüştüm ama sanırım kayıt gününde bile yanında olmadığım için bazı şeyleri söylemeye cesaret edemiyordum. Hakkım yokmuş gibi geliyordu. Git hemen gel demiştim. Hiçbir şey hakkında konuşmamıştık sadece beraber vakit geçirmiştik.

Dişlerimi birbirine bastırdım, Fetih'e karşı bile içten içe hissetmediğim bir şey vardı. Bu tam olarak nasıl tanımlanırdı bilmiyorum ama annesi hayatındaki en büyük dezavantaj olan bir kız çocuğunu bırakıp gitmek çok daha farklı bir yüktü. Bir daha o sınava girmeyecekti, bir daha o kazanışıyla yaşadığı mutluluğu tatmayacaktı. İlk adımlarını kaçırmıştım ve o bebek bir daha yeniden yürümezdi.

"En az on gün kalacağım. Zaten hiç kullanmamıştım devamsızlığımı. Sana saklamıştım. Sonra da siz gelirsiniz değil mi İzmir'e?"

Sana saklamıştım. Fetih'le yüz yüze bakmasak içim çok rahat dışa vuracaktı ama sadece gözlerimi kaçırdım. Geri çekildim ve yüzünü avuçladım. "Tabi ki geleceğiz. Gelmez olur muyuz? Hatta sen artık gelmeyin diyeceks..."

"Delirmişsin sen." dedi ve yüzümde ne gördü bilmiyorum ama uzatmadı bu konuşmayı "Bak neler hazırladık." dedi ve masaya oturtana kadar elimi bırakmadı. Masada tostta ısıtılmış boyoz bile vardı.

"Saat kaç ki? Ne ara hazırladınız bu kadar şeyi?"

Duvar saatine baktım.

12.25.

"Saat on ik buçuk mu?" dedim şaşkınca. Bir telaş kapladı içimi, erken uyanmaya çok alışmıştım kötü bir şey yapmışım gibi hissettim.

"Niye uyandırmadınız beni?"

"Niye uyandıralım seni?" dedi Fetih çayımı doldururken. Çaydanlığı köşeye koyduğunda sandalyemin arkasına geçti başımı hemen karnına yasladım.

"Çok uyumuşum ya. Telefonum nerede kimse aramadı mı?"

"Tahmin ettiğim gibi herkes aradığı için yanıma aldım. Her arayana da kapatın karım uyuyor dedim."

"Ne dedin ne dedin?"

Alık alık bakıyordum zaten her yere, ciddiye aldım. Tabi bunda Fetih'in bunu yapma olasılığı da vardı. "Dedik işte bir şeyler." diye geçiştirdi ve yüzümdeki şişliği fark etmiş gibi yer çekiminin tersine masaj yapmaya başladı. Ben ona zaman zaman yüz yogası yapardım hatta. Yaptıklarımın bir taklidi gibiydi.

"Zeliha git yengenin telefonunu getir." dedi. Oturduğu sandalyeden kalkarken o sormadan Fetih cevapladı. "Nereye koydum inan hiç hatırlamıyorum. Bulamazsan da benim telefonumu bul çadır." ben Zeliha'ya gerek olmadığını söyleyecekken Zeliha çıktı bile mutfaktan ve aynı anda Fetih'in cebinden telefonum usulca çıktı ve masaya konduğunda Zeliha'ya seslenmek istedim ama dudaklarını dudaklarıma bastırıp susturdu.

"Bırak arasın dursun biraz."

Hemen dibimizde olan telefonu mu arayacaktı? Çayı soğuyordu... "Sen de bir hesap ver cüsse müsse diyordun az önce." bedenim sandalyenin üstünde ona döndü ve parmaklarımı ellerinin arasından geçirdim. Yine bir dev gibi altında kalmıştım mesela. İstese kollarını bana sararak beni görünmez kılabilirdi.

"Kocamansın yalan mı?" dedim. Elini sıkmak istedim ama hissetmedi sanki. Ellerimizi işaret ettim, "Bak ellerine ne kadar büyük!" konu nasıl bir zamanlar durmadan benim boyuma geliyorsa uzunca bir süredir de Fetih'in ellerine geliyordu.

Avuçlarımızı birleştirmiştim farkı görsün diye ama kapattı, kafesledi elimi. "Senin ellerini daha iyi tutabilmek için." dedi. Çayın içinde eriyen bir şeker kadar tatlıydı sesi. Kıkır kıkır güldüm.

"Gözlerin de kocaman." dedim.

"Seni daha iyi görebilmek için."

Kırmızı başlığım yoktu ama birazdan Fetih'in midesinde olabilirdim. Kabul çok saçmaydı ama Fetih'in karnının yarılıp benim çıkarıldığımı hayal ettim. Küçükken masallarla büyütülmek her zaman iyi bir şey değildi. Çok kolay hayal kurabiliyordum.

Burnunu burnuma sürte sürte gözlerimi yumdum. Fetih'in burnuyla oynamak dünyanın en eğlenceli şeyiydi ve bunu bir tek ben biliyordum. Benden başkası da ölene kadar bilmeyecekti neyse ki.

"Hadi bir şeyin daha büyük olduğunu söyle, bekliyorum." dedi. "Çabuk çabuk çabuk!" beni aceleye getirmemeliydi. Dün gece gördüğüm rüyaların etkisinden mi bilmiyorum ama çok yanlış anladım. Yüzümü ondan uzaklaştırdım "Fetih!" diye tepki verdim. Benimle aynı şeyi düşünmediğini yüzümdeki korku ve tepkiyi anlayamayınca fark ettim ve o hislerim yerine utanca bıraktı.

"Yok artık Efsun." dedi sadece. Utanç içeceğim çaya kadar bulaştı, yüzümü saklama ihtiyacı hissettim izin vermedi. O ilk şaşkınlığı atınca üstünden çenemden kaldırdı başımı ve bir an kapıyı kontrol etti.

"Zeliha bir çalışma odasına bak." dedi mutfağa en uzak odayı söyleyip.

"Baktım oraya abi yok."

"Bir daha bak, oraya bıraktım hatırlıyorum."

Zeliha'dan başka bir itiraz duymayınca bana baktı yine. "Fetih sus." dedim çenemi kurtarmak için çırpındım ama izin vermedi.

"Yani Efsun," dedi çapkınca. Tık. Çapkın kilidi açıldı. "haklısın ama..."

"Allah kahretsin beni sus."

"Gururumu okşadın teşekkür ederim ama..."

Yanaklarımda kan keseleri patladı, gözlerimi yumdum. Cayır cayır yanıyordu yüzüm. "N'olur sus."

"Bunu başka bir zaman yeniden konuşalım ama..."

"Fetiiih!" diye inim inim inledim.

"Ben her şeyi her yerde konuşmam biliyorsun. Hani kahvaltı masasındayız. Sen tabi ki konuşabil..."

"Fetih yapma tamam." karnım ağrıyordu. Hemen yer yarılmalıydı ve ben kahvaltıyı alt kattaki komşuyla yapmalıydım. "Ben ağzımdan bahsedersin diye bekledim. Sonra seni daha iyi yiyebilmek için derim diye planladım ama sen başka türlü yenm..."

"ZELİHA GEL TELEFONU BULDUK! GEL ZELİHA, GEL!"

Ağzımı kapatmaya çalıştı ama beceremedi bir yerden sonra o koca eliyle yüzümü avuçlayıp mıncırmaya başladı. Ben ısırmaya çalıştıkça o daha çok sıktı az önce masaj yapan ellerden eser kalmadı. Zeliha'nın gelmesiyle bırakmadı beni ama hareketlerini yumuşattı saçlarımdan öpüp doğruldu.

"Nereden çıktı o telefon?" dedi Zeliha telefonuma bakıp.

Her zaman dürüstlükten yana olduğum için "Fetih'in cebinden." birbirimize baktık ve burnumuzu kırıştırdık.

"Fetih abi?" dedi hayretle Zeliha. Ev büyüktü ve telefonu arıyordu dakikalardır.

"Ne var? Fark etmemişim. Benim telefonum sanıyordum. Allah Allah, kalktın iki dakika yengenin telefonunu aramak çok mu zor ge..."

"Fetih sus artık!" dedim hemen. Hem suçluydu hem güçlüydü.

"Ya bak böyle işte," beni işaret etti. "Cüsseyle çıkardığı ses bir değil der sonra böyle susturur işine gelmeyen her anda. Değil mi Efsun? Az önce de susayım diye yalvarıyordun. Yalan mı?"

Az önce... Sinsi gözleri yüzümde dolandı. Kafasını ısırarak koparmak mümkünse yapacaktım. Bana başka çare bırakmıyordu.

"Sus diyorum sana."

İşaret parmağı daha çok gösterdi beni. Onu haklı çıkardığımı gösteriyordu kendince. "Ben Fetih Karadere'yim, beni susturamazsın." dedi tabağımın içine kahvaltılıkları doldururken. Yine bir direnişin bayrağını açtı. Ne yapıyordu bu adam Grup Yorum mu dinliyordu uyanır uyanmaz?

"Beni susturmaya çalıştığın her konuyu uygun bir anda," çatalımı tabağıma vurdu. "tek tek tek konuşacağız."

Tek tek tek... Büyüklük... Konuşacağız. Ya sabır.

Onun tabağına koyduğum boyozu daha rahat yesin diye dörde böldüm ve kaşlarım çatık çatık hiç yüz vermedim ama o, ısrarla "Konuşacağız!" dedi.

Zeliha araya girmese daha çok söyleyecekti bunu. "Aranızda bir dil var ve sadece siz anlıyorsunuz." dedi. "Bu sinir bozucu, anlamaya çalışıyorum anlayamıyorum."

"Anlamanı istesek Türkçe konuşurduk."

"Fetih sus diyorum bak."

"Demek ki aramızda çok özel bir şeyden bahsediyoruz. Ama biz seni masadan kovmayacak kadar kibar olduğumuz için." dedi ve çatalla ikimizi gösterdi. "Kendi dilimizle konuşuyoruz. Bir kez daha itiraz edersen seni balkondan aşağı sallandırırım."

Bana baktı ve göz kırptı... Ağzına malzeme vermiştim. Normal koşullarda bir Fetih Karadere onu eritene kadar çiğnerdi ve biz normal koşullardaydık.

Zeliha için ballı tereyağlı ekmek hazırladım, Karabaş balın içine düşmesin diye kafesine geri koydum. Fetih konuşacağız diye sayıklamayı bırakınca telefonuma baktım göz ucuyla.

"Kimler aradı ben uyurken?"

"İlk Ayşen aradı." dedi. "Beni tersleyip kapattı. O kadın hiç normal değil."

Yine zorbalanmıştı galiba. Hiç yorum yapmadım.

"Sonra iş için birkaç kişi aradı. Görürsün zaten kim olduğunu. Bir de Fransız aksanıyla konuşan bir kadın aradı. O kim bilmiyorum."

"Coraline Hanım mı?" dedim şaşkınca ve hızla telefonu aldım elime.

"Galiba öyle kayıtlıydı. Kim o kadın?"

Arama yerine girdim ve ismini gördüm. Açılmamış mesajına bastım. Uyandığımda aramamı söylüyordu ve acele etmememi.

"Fransa'nın ünlü şeflerinden biri. Fransa'nın en ünlü kruvasanlarını yapıyorlar üç kuşaktır. Ve ben elinden yedim şu kadarını söyleyeyim Türkiye'de satılan şey asla kruvasan değil."

"O derece." dedi Zeliha dikkatini bana verirken.

"O derece ya. İlk fırsatta senin de tatman için elimden geleni yapacağım. O zaman anlayacaksın ne dediğimi."

"Peki senin bu kadınla nasıl bir alakan var?" dedi Fetih. Tam olarak olayın patlayacağı yere parmak basıp. Dudaklarımı biraz öne doğru büzdüm. Bazen yapmaya çalıştığım şeyden utanırken buluyordum kendimi.

"Yani şöyle bu kadının eşi son evre kolon kanseri ve benim fakülteden hocam bu konuda alanının en iyisi. Dünya çapında diyebileceğim kadar hem de. Bir şekilde ben bu kadının tarif için peşine düşmüşken böyle bir hastalıkla uğraştıklarını öğrendim ve hocamla aralarında bağlantı kurdum." dedim. Fetih'in kaşları ilk anda havalandı.

"Eee?"

"İşte Türkiye'ye geldiler, hatta Edirne'ye götürdüm. Kendilerine eşlik ettim. Yakın tarihte ameliyat olacak eşi ve ben ameliyattan sonra kadından bir kruvasan tarifini Ayşen'e öğretmesini isteyeceğim böylece Türkiye'ye gerçek kruvasanın gelmesini sağlayacağım." dedim. Bu niyetimi ilk kez sesli bir şekilde dile getirişimdi. Bu hali biraz daha utandırdı, şaşkınca bana bakan iki çift gözden kaçmak için çabaladım.

"Bakmayın öyle iş hayatında her şey mübahtır bence." bu cümleyi kurduğuma inanamıyordum ama bir şeylerde fark yaratmazsak istediğim o sıyrılmayı elde edemezdik, biliyordum. "Hem ben aradaki bağlantıyı kurmak için tarif istemiyorum ki adam ameliyat olduktan sonra tarif isteyeceğim. Yani tamamen çıkar ilişkisi yok."

Utana sıkıla Fetih ve Zeliha'yı izledim. Bu yaptığımın hiç etik olmadığını yumuşatarak söylemelilerdi.

"Ya adam ölürse?" dedi ama Fetih. Su çarptı sanki suratıma. Daha farklı bir dönüt bekliyordum. Zeliha kulağını çekip parmaklarını masaya vurdu.

"Fetih o nasıl laf?"

"İş hayatında her şeyin mübah olduğunu söylüyorsun ama iki adım sonrasını düşünmüyorsun. Ya adam ameliyattan sağ çıkmazsa? Ne yapacaksın cenazesinde yapmak için tarifi mi isteyeceksin?" dedi. Benim düşünmek dahi istemediğim ayrıntıyı acımasızca önüme koydu. Gözlerim iri iri açıldı.

"Hocamın elinde hasta öldüğünü ne gördüm ne duydum."

"İlk olabilir."

Bu kez ben kulağımı çekip masaya vurdum. "Madem bu kadar işin kıyısına geldin kadına ameliyattan önce böyle bir isteğinin olduğunu söyle. Ameliyat kötü bile geçse verilmiş bir söz olur. Kaldı ki kaç kuşaklık tarif diyorsun kadının vermeme olasılığı çok yü..."

"Kadın adamı çok seviyor." işte tam olarak beni utandıran nokta buydu, bu sevgiyi kullanıyormuş gibi hissediyordum.

"Tamam, o zaman riske atma. Konuş. Şubede kimlerin çalıştığından bahset, hani bu yaptığın şey bir nevi proje. Kazançtan öte daha farklı bir amaca hizmet ediyorsun. Pr çalışmasına bile dönüşebilir hatta kadın destek verirse. Ayşen'le kadını sakın tanıştırma ikna etmeden vazgeçer."

Fatma ablaya bahsettiğim tam olarak buydu işte, Fetih çoğu şeyden anlıyordu. Sadece musluk tamirinde kötüydü. Ben ameliyattan önce söyleme fikrine uzaktım. Söylediklerini düşündüğüm süre zarfında mesaja cevap verdim ve uygun olduğum ilk an döneceğimden bahsettim.

Elimi çeneme koyup düşünceli düşünceli masayı izlerken Zeliha'nın "Yüzüğün..." dediğini duydum. Yüzüğüm... Varlığına senelerdir takıyormuş gibi alıştığım yüzüğüm. Bazen baş parmağımın iradem dışında okşadığını fark ediyordum. Bazen bakıp uzun uzun gülümserken buluyordum kendimi.

Zeliha masanın üzerinden elime uzandı ve tektaşıma dokundu. "Bu yüzük?" bir bana bir yüzüğe bir Fetih'e bakıyordu. Başımı salladım, gülümsememi dizginlemeye çalışıyordum ama kaybettim irademi. Otuz iki diş oldum.

"Urfa'daki düğün olması gerektiği gibi değildi." dedi Fetih. "İsteme bile olmamıştı."

"İsteme de mi olacak?" dedi Zeliha şaşkınlıkla. Duruşu dikleşti, yüzük takılı olan elim elindeydi. Heyecanı önce sesine sonra gözlerine yansıdı. Haberi olan ilk kişiydi. Dudaklarımı ısırdım, vereceği tepki benim için çok önemliydi zira onu bekliyorduk başka insanlara söylemek için. Fetih'le aramızda diğer insanlarla paylaşmak isteyeceğimiz bir şey olura ilk sırayı daima Zeliha alırdı.

"Kimden isteyeceğiz?" dedi bir an ve sorduğu gibi pot kırdığını hissetti kendince. Halbuki bu akla gelen ilk şey olurdu elbet. Benim bile aklıma geldiyse... "Meltem teyzelerden mi?" diye kendisi cevaba ulaştı ama. Ağabeyine baktı "Aranız bozuk ama senin onlarla." dedi. Bu böyle değildi, sadece öyle sanıyorlardı.

Meltem teyze yanıma geldiğinde bir şey olsa derdi, demese bile Fetih hakkında bu kadar olumlu konuşmazdı. Anladığım kadarıyla son konuşmaları biraz sert geçmişti ve Fetih o sertliği yaratan kişiydi ama Meltem teyze içten içe ona kızmamıştı. Muhakkak içinde bulunduğu durumu göz önüne alıp anlayışla karşılamıştı.

Peki ben neden söylemiyordum bunun doğrusunu? Fetih'in bu tatlı tedirginliğini izlemek hoşuma gidiyordu. Karşımda bu konu açıldığında soğuk soğuk terliyordu adeta ve bunu izlemek bana zevk veriyordu. Kötü bir insan değildim sadece Meltem teyze ve eşinin Fetih üzerinde bıraktığı tesiri izlemek çok keyifliydi.

"Düşman değiliz sonuçta, halledeceğiz. Hem babaannem de olacak. Bir şekilde halledeceğiz." dedi ve bana baktı. Bu bir destek çağrısıydı ama anlamamış gibi gözlerimi kaçırdım.

"Peki hayır derlerse?"

"Neye hayır derlerse Zeliha?" Dedi sabırsızca. O ana kadar bakışları bendeydi ama istediğini almamıştı.

Bazen, yanı başımdaki adamın hayatına sırayla gönderildiğimizi ve bazı karakter özelliklerimizin tek amacının onu sinir etmek olduğunu düşünürdüm. Ya da tamamen yanlıştı. Zeliha'yı kendime benzetmiştim. Beden dilinden amacının Fetih'in huzurunu kaçırmak olduğunu anlayabiliyordum.

"Yani mesela sen şimdi böyle oturuyorsun tamam mı?" Kendince Fetih gibi oturdu. O saçlarını karıştırıp kafasından ısırmam için böyle taklitler yapıyorsa doğru yoldaydı. Sessizce onu izliyor bir türlü ana odaklanamayan yaşlılar gibi ne kadar çok büyüdüğünü düşünüyordum.

"Babaannem şu Allah'ın emriyle olan cümleyi kurdu. Meltem teyze ya da eşi de hayır dedi diyelim tamam mı? Aranız da bozuk hazır..."

"Zeliha ne diyorsun?" sıkıldığını daha Zeliha ilerlemeden belli etti. Gözlerini küçültmüş kardeşine bakıyordu. Yüzünde oluşan kıvrımlara baktım. Kaç kasın hareket ettiğini düşündüm sonra bunun sebebiyle birleştirdim. Dudaklarım öne doğru büzüldü. Zeliha'nın yaptığına destek olmakla Fetih'e kıyamamak arasında ince bir çizgideydim. Kafasını sineme yatırıp yanağımı saçlarına yaslamak istiyordum. Sonra da biraz uyumak. Evet aklım uykudaydı şu an bile. Uyku uykuyu getiriyordu.

"Diyorum ki..."

"Ya tamam sus Allah aşkına." dedi tahammülsüzce. "Benim nikahlı karım. Usule uygun olsun, örf adetler yerine getirilsin, eksik kalmasın diye yaptığımız bir şe..."

"O işler öyle olmuyor." diye diretti ama Zeliha. "Sen oraya nikahlı karım diye gitmeyeceksin. İstemiyorlar diyelim. Efsun ablama dönüp diyecekler kızım sen ne diyorsun diye, ne diyeceksin Efsun abla sen?"

Oklar ansızın bana döndü. Halbuki bir köşede Fetih'i sinemi yatırıp Zeliha'yı izlemek daha güzeldi. Fetih'in dikkatli bakışlarıyla birbirimizi süzdük. Bir yılı aşkın bir süre önce Fetih'in beni bıraktığı bir isteme töreni vardı. Orada öğrendiğim ve şaşırdığım bir cümle vardı. O soru bana hiç sorulmayacak ve ben cevap vermeyeceğim sanıyordum. Halbuki şu an o sorunun merkezindeydim. O sorunun provasını yapıyorduk.

Zeliha'ya baktım. Adeta yalvarıyordu devam etmem için. Dudaklarımı yaladım Fetih'e çevirdim gözlerimi. Pür dikkat beni izliyordu. Meltem teyze ve İlbey amca nasıl bir etki bıraktıysa geçmemişti. Çekiniyordu. Şaka gibiydi ama gerçekti. "Yani..." tüm çabam bu eve bir tansiyon aleti almak için miydi? "Siz nasıl uygun görürseniz derim galiba."

Zeliha o kadar gür bir kahkaha attı ki daha sesli söyleseydim dedim, Fetih bana öyle bir baktı ki keşke hiç söylemeseydim dedim.

"Af buyur?"

"Buyurayım. Hani sen beni henüz evlenmemişken hastanedeki bir hemşirenin istemesine bırakmıştın ya... İşte orada bizim hemşireye de sormuşlardı ve siz nasıl uygun görürseniz demişti. Demek ki doğrusu bu."

Elindeki çatalı çarparak tabağına bıraktığında gözümün önünde adım adım hırçınlaşıyordu. Yüzüğünü kaldırdı ve bana gösterdi. "Biz evliyiz."

Bu Fetih'in haklı haksız her konuda ortaya koyduğu bir savunmaydı.

"Biliyorum," dedim ve yüzüğümü gösterecek şekilde çay içtim. "Ama örf ve adetler önemli sonuçta."

"Örf ve adet sana o soru sorulunca evet istemiyorum mu de, diyor."

"Evet!" diye girdi araya Zeliha. "Ferman abime kız istemeye gittiğimizde bile daha haftalar önce ona kaçmış kız siz nasıl uygun görürseniz dedi."

Ferman... Çok kısa bir an kim diye düşündüm ama hatırlamam geç olmadı. Kızı kaçırıp eve gelen, üstüne hastane dışı ilk dikişi bana attıran Fetih'in bilmem kaçıncı kuzeni Ferman. Melek miydi kaçırdığı kadının adı? Ayrıca o kadının da siz nasıl uygun görürsünüz demesi biraz abartılı değil miydi?

"Onlar evlendiler mi?"

"Evet!" Zeliha ellerini çırptı ve "Hatta sanırım gelinimiz hamile."

"Aaa..." diye tatlı bir şaşkınlık nidası çıktı ama devamı kesildi.

"Bize ne onlardan?" diye tersledi Fetih. "Konuyu dağıtmayın."

"Tamam aynı konudayız zaten. Bak Melek de benim kuracağım cümleyi kurm..."

"Efsun öyle bir cümle kurmayacaksın!"

"Hayır kuracak! Sen buna karışamazsın!" diye avukatım beni savundu. Kaşlarımı büktüm ve mağdurmuşum gibi baktım etrafa.

"Ama Fetih..." dedim oldukça dramatik bir tonda.

"Beni Meltem Hanım'la ya da kocasıyla yok yere yüz göz etme Efsun. Zaten sıkıntılıyız."

"Bu bizi ilgilendirmez. Manipüle ediyorsun Efsun ablamı" dedi Zeliha. Girmese araya birazdan yumuşayacağımı biliyordu.

"Sen ne zaman gidiyorsun ya?" diye Fetih en olmadık yerden çemkirdi. Zeliha'nın gözleri iri iri olduğunda "Fetih!" diye sesimi yükselttim.

"Ha on gün buradayım dedin, doğru. Ne oldu bu sefer arkadaşların gel diye zorlamıyor mu? Yoksa onlar da mı gittiler ailelerinin yanına?" elinde ne kadar kurşun var konuyu açana doğrultmuştu.

"Ne arkadaşından bahsediyorsun sen ya? Ayrıca hepsi şu an İzmir'de. Kimse hiçbir yere gitmedi."

"Onu sen söyleyeceksin Zeliha." diye çemkirmeye devam etti. Alttan ayağını ezdim ama biraz bile dağılmadı dikkati. "İki gün sonra abi benim bir dersim vardı, hoca çağırıyor diyerek gitmeye kalkarsan izin vermem. Kalacaksın on gün burada. Hani olur da arkadaşların arar aklına girer, senin o aklını alırı..."

"Saçmalıyorsun!" diye yükseldi Zeliha tamamen haklı olarak. Çaya batırdığım kaşığı Fetih'in elinin üzerine bastırdım ve az da olsa irkildi.

"Sus Fetih."

"Sen benimle nasıl konuşuyorsun, hayırdır Zeliha?"

Zeliha bana baktı, sinirden yavaş yavaş titremeye başlıyordu. İşaret parmağı ona saldıran adamı gösterdi ve "O iyi mi?" diye sordu. Bu Fetih'i daha çok kudurturdu.

"O kim ya?" diye bağırması da geç olmadı. "Yüzüme baksana se..."

"Oldu o zaman Fetih sen geç kalıyorsun, hadi." kalktım ve koluna asıldım.

"Hayır kalkmayacağım. Bak ben senin o arkadaşlarından değilim." dedi. Ağabey ve kız kardeşlerin anlaşamadığı bir dönem muhakkak olurdu zaten ve biz sanırım o dönem içerisine girmiştik. Sevinmeliydim bu ben geldikten sonra başlamıştı.

Ya da Fetih'in karın ağrısı Burcu'dan duyduğu iki cümleden ibaretti. Olayın gerçek yüzünü öğrenene kadar Zeliha'nın bir ilişkisi olduğuna inandırıyordu kendini. Kaldı ki oladabilirdi?

"Neyse ki değilsin. Arkadaş olarak asla çekilme..." titreyen sesini böldüm.

"Zeliha!" şimdi öfkeyle bunları söylüyordu ama Zeliha'nın en yakın arkadaşı Fetih'ti.

"Yok bırak bırak lafını tamamlasın." Fetih'in tüm bedenine sarıldım ve ite ite odaya doğru sürerken Zeliha'ya öpücük attım ve kırılgan bakışlarını onarmaya çalıştım o kadar kısa sürede. Odaya girdiğimiz an kapıyı örttüm, hatta kilitledim.

"Fetih." dedim hayretle ve ilk kurşunu sıktı. Tişörtünü tek hamleyle çıkardı üstünden attı yatağın üstüne. Ya sabır. "Ne kadar kırıcı davranıyorsun farkında mısın?"

"Ben mi kırıcı davranıyorum? Farkında değil misin tavırlarındaki değişikliği?"

"Hayır senin imalarını karşı kendini nasıl savunacağını şaşırdı! Asıl sen farkında mısın? Burcu'nun iki çift lafından dolayı kafanda kuruyorsun. Kaldı ki varsayalım var şu an hayatında biri. Ne yapabilirsin?"

Sırtı o dakikaya bana dönüktü ve her şey oldukça güzeldi bu cümleyle bana döndü. "Sana bir şey mi anlattı?" on dokuz senedir Zeliha'nın böyle bir olayıyla denk gelmemiş, üstelik yaşadıklarından dolayı daha da hassas bakıyordu ve tepkilerini kontrol edemiyordu. Görebiliyordum ben.

"Hayır anlatmadı. Ayrıca tavırlarını yumuşatmazsan sana genel bilgi de vermem. Ki ben olduğunu düşünmüyorum. Burcu abartıyor."

Yüz yüze sormak için konuyu hiç açmamıştım. "Efsun ben onun ağabeyiyim." dedi kendini işaret edip. "Hem o hem sen niye bunu unuttunuz? Burcu'ya anlatıp bana anlatmayacağı ne olabilir? Ben ona hiçbir zaman anlayışsız davranmadım."

"Peki gerçekten anlatacak bir şey yoksa?" dedim. "Bir dışarıdan bak bakalım kendine Zeliha'nın gözünden. Gerçekten hiçbir şey yok ama ağabeyi ona böyle davranıyor." dişlerini birbirine sürttü yatağın üzerinde tüm gecenin yorgunluğunu atan Şeftali'ye baktı. "Ayrıca sen bana kızdın, ona sardın." diye hatırlattım. Çünkü gerçekten unutmuştu asıl olayı. Bu minik hatırlatma ona iyi geldi bu kez bana kızgın kızgın baktı sonra kıyafet dolabına doğru gitti.

Pasif direniş. Siyah gömlek. Eli o bölgeye kayarken hemen dolapla onun arasına girdim. "Yok hayır siyah gömlek giymek yok." dedim. "Ayrıca seni kızdırmak dünyanın en kolay şeyi."

"Tutturdun siz nasıl uygun görürseniz diyeceğim, diyorsun."

"E tamam..." dedim ve dolaba döndüm. Bordo renk bir kazak aldım ve ona baktım. "Sen de diyeceksin ki onay vermezlerse kaçırırım seni haberin olsun." kazağı kafasından geçirdim, yüzüne bakmıyordum. Bugün işi için birkaç saat dışarı çıkacaktı bu bordo kazak olur muydu bilmiyordum ama sesi soluğu çıkmadığına göre demek ki problem yoktu. "Ama sen ne yapıyorsun? Hemen kızıyorsun."

"Kaçarsın yani bana?"

"Tabi ki kaçarım!"

Fetih'e kaçmayacaktım da kime kaçacaktım ki? Bu nasıl bir soruydu?

"Bak kaçırırım seni."

"Kaçan memnun kaçırılan memnun."

Elini belime saracak sandım ama aniden huylandığım yere temas ettiğinde iki büklüm oldum. "Kaçırayım yani seni?"

"Ben siz nasıl uygun görürseniz diyeceğim, benimki sadece bir fikir." dedim, hata yapıyordum elleri çok acımasız davranıyordu. Ağzımdan çıkan tiz sesleri bastırmak için dudaklarıma bastırdım ellerimi ve dolapla onun arasından çıktım.

Hızla artan öfkesi hızla da dağıldı ve bana doğru yürümeye başladı. Gıdıklamamalıydı ben çok abartılı sesler çıkarırdım. Zeliha içerideydi.

"Kapına gelince vazgeçtim demek yok bak."

"Fetih gelme üstüme!"

"Vazgeçmek, geri adım atmak yok."

Bacaklarım yatağa çarptığı gibi tikimin olduğu yerlere daha fazla dokundu ve çırpınışım düşmekle oldu. Şeftali irkilerek kendini yataktan atarken Fetih iki bacağımın arasına bastırdı dizini ve kalkmamam için elini karnıma koydu.

"Fetih yapma Zeliha içeride." ama dinlemedi gıdıkladığında yastığı yüzüme bastırdım, kahkahalarımı bastırsın diye. Beni en çok tahrik eden noktaları biliyordu, hiçbirini de unutmamıştı. O gıdıkladıkça ben çileden çıktım, dursun diye onu tekmelemeye çalıştım, kendimi yataktan atmaya çalıştım, elleri tutmaya çalıştım, yüzümü yatağa gömdüm. Gıdıklanmak on saniyeden fazla dayanılacak bir şey değildi.

Artık nefes alamamaya başladım, göğsüm sıkıştı, gözlerim yaşardı, tahmin ediyordum ki yüzüm de morarmaya başladı ancak öyle durdu. Kursta öğrendiğim altlı üstlü hareketleri de yapamıyordum, gıdıklanmak dayak yemekten daha etkisiz yapıyordu insanı. Bedenini yanıma bıraktığında az önce yüzüme bastırdığım yüzüne vurdum. Hem de ardı ardına, hiç durdurmaya çalışmadı. Vurmam için bekledi ama ben çok çabuk yoruldum yastığı fırlattım bir yere nefes nefese tavana baktım.

"Hanımı güldürüyoruz da yaranamıyoruz." dedi hem suçlu hem güçlü. Yüzünü bana yaklaştırdı ve elmacık kemiğimden ısırdı ben dudaklarına vurana kadar da çekiştirdi etimi.

"Şiddet görüyorum." dedi.

"Nush ile uslanmayanın hakkı tekrir, tekrir ile uslanmayanın hakkı kötektir." dedim bilmiş bilmiş. Gözleri iri iri açıldı ve kahkaha attı. Komik bir şey mi söylemiştim.

"Vay vay vay..." dedi. "Efsun Hanım ne cevherler varmış sizde öyle. İzniniz olursa ben de bir atasözü söylemek isterim." dedi. Kolumun üzerine yattım ve birazdan eşe saygı üzerinden kuracağı atasözünü bekledim. Kesin dedesi kurmuştu, eşe karşı hürmetle alakalı bir şe...

"İş gönülden olunca, tekenin taşşağından süt gelirmiş."

Kafamda hazırda bekleyen cevaplar yerle bir oldu, yüz ifadem baştan sona değişti. Yüzlerimiz yakındı hemen uzaklaştırdım.

"Af buyur?"

"Buyurayım. Ne demek biliyor musun bu? Hani bir işi ço..."

"Ya Fetih git Allah aşkına, ben de bekliyorum nasıl bir şey söyleyeceksin diye." yanında kalkmak için hamlemi yaptım ama izin vermedi belime sarıldı.

"Tamam bunu beğenmedin mi hemen başka bir şey söyleyeyim. Mesela; eşek ölec..." dudaklarına kapattım ellerini telaşla ve Şeftali'ye baktım. Yatağın dışında perdenin ucuyla uğraşıyordu. Yedi aydır Şeftali, Fetih'le yalnız yaşamıyormuş gibi "Sussana!" dedim. "Sussana Şeftali duyuyor! Sussana!" ağzını avucumun içinde sıkıyor geri bırakıyor, tam tekrar yeniden konuşacak gibi oluyor yeniden sıkıyordum ağzını. Bunu o kadar çok yapmaya başladım ki neden yaptığımı unuttum, komik bir hal almaya başladı. Küçük bir çocuk gibi kıkırdamaya başladık.

"Üç yaşında bebek muamelesi görüyorum." dedi iki arada bir derede. Dudaklarını büzüp büzüp duruyordum, büzdüğüm haliyle durdurdum, dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Hırpalayarak dağıttığım saçlarını arkaya doğru taradım yüzüne baktım. Sinemde bir özlem vardı, demleniyor ama bayatlamıyordu. Günlerdir. Demlendikçe koyulaşıyor, beni bitap düşürüyordu.

"Bebeğimsin çünkü sen benim." dedim tıpkı o zamanki gibi. Ağlamıyordum ama artık. Fetih de sağlıklıydı. Bir hastane yatağında değildik. Kendi yatağımızdaydık. Bilmem hatırladı mı ama kollarını bana sardı açıkta kalan tenime dudaklarını bastırdı. Az önce savaşmıyormuş gibiydik artık.

"Çok özledim seni." dedi ayların özlemi az önce dinmiş gibi. "Azalmak nedir bilmiyor. Yemin ederim çok özledim seni."

***

Mutfak masaları bir anne ve kızı için haddinden daha fazla derin manalar içerebiliyordu çoğu zaman. Bunu annemde tadamamıştım çünkü henüz annemle kahve içecek kadar büyük değildim ama Suna annemle fazlasıyla yaşamıştım. Kahveyi yapan ben olurdum her seferinde, Suna annemse sessiz sedasız masada oturur beni izlerdi. Ne düşündüğünü hep merak ederdim ve çoğunlukla tahminim işi hakkında olurdu. Kesin hastaneyle alakalı bir şeyi aklına takıyor derdim.

Şimdi bu masada oturup kahveyi yapan ben değilken, Zeliha sırtını dönmüş sessiz sedasız kahve hazırlarken içimdeki şeyi tanımlayamazdım ama annemi anlayabilirdim. Ne kadar büyümüş diyordu insan, büyümüş de kahve yapıyor, birazdan oturacak buraya uzun uzun konuşacak, büyüdü, yetişti kocaman oldu. Bir çocuk yok karşında genç bir kız var.

Minik bardaklarla beraber kahveleri de koydu ve sandalyeyi çekip oturdu. Bu yedi aydan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmadığımız ilk masa olacaktı. Fetih'i evden, gelince Zeliha'nın gönlünü al diyerek uğurlamış, kahvaltı masasını toplamış ve şimdi kahveyi bekliyordum.

"Daha iyi misin?" diye sordum sandalyemi ona doğru yaklaştırıp. "Gel yaklaş biraz." öne doğru uzandı hemen sineme girdi. "Üzülme tamam mı? Biz onun damarına bastık diye saçma sapan bir şeye dönüştü konuşma. Fetih hiç senin kalbini kırmak ister mi? Ben kızdırdım ortalığı, siz gerildiniz. Özür dilerim."

Ellerim saçlarının köklerinden uçlarına kadar dolaştı. "Hayır sen neden özür diliyorsun ki?" dedi titrek bir sesle. Hemen titredi sesi, hemen kırıldığını belli etti. "Bir şey ima ediyor anlayamıyorum da. Niye kızdı şimdi bana?"

"Ya o şey..." dedim yüzünü koynumdan çıkarıp. Ellerinden tuttum sıkıca. "Bir şeyler duyduk biz doğruluğu olduğunu sanmıyorum ben hiç ama Fetih'i biliyorsun. Kafasında kuruyor da kuruyo..."

"Ne duydunuz?"

"Çok önemli bir şey değil asl..."

"Ne öğrendiniz, kim ne söyledi?"

"Ya ben o gün Burcu'yla konuşuyordum. Hoparlör açıktı. Sen Burcu o an bir çocuk var de. Gerisini söyleyemedi ben hemen kapattım ama Fetih ona çok kuruldu. Kim bilir ne düşünüyor şu an." Zeliha'nın o kırgın gözleri kısıldı.

"Hangi çocuk?" dedi şaşkınca.

"Bilmiyorum Burcu'yla onun üzerine hiç konuşamadık. Ales işleriyle uğraşıyor ya bir daha arayamadık birbirimizi. Biri mi var?" dedim alacağım cevabı bilerek. Biri olsa yüzünde sahici bir şaşkınlık geçmezdi.

"Hayır Efsun abla! Daha kaç oldu ben üniversiteye başlayalı? Ne olabilir ya, her şeye zar zor alıştım zate... Of bir saniye kimden bahsediyor Burcu abla?" yüzünde bir tiksinti ifadesi vardı. Kendini bir erkekle gönül ilişkisinde düşünmek belki de onun midesini bulandırdı, içini huylandırdı. İşte tam olarak bunu hissedeceğini biliyordum. Bu yüzden içimden acaba bile dememiştim.

Zeliha gerçek anlamda yeni bir ortama girmişken ondan beklenecek son hamle buydu. Ruhen de fiziken de buna hazır değildi.

"Melih'ten mi bahsediyor?" dedi kendi kendine. "Kesin Melih'ten bahsediyor. Hep ima yapıyordu elli kere dedim ona bir şey yok diye. Ben hayatımda bu kadar her şeyi aşka yoran birini daha görmedim ya."

"Melih kim? Sınıf arkadaşın mı?"

"Hayır." diye inledi ve geriye yaslanıp yüzünü sıvazladı. "Başka bölümden ama arkadaşım. Burcu abla onun her kıza gösterdiği samimiyeti bana özel sanıyor..."

Kahvenin yanındaki suyu alıp tek yudumda hepsini içti. "Ayrıca bu mu gerçekten ya? Günlerdir ima yapıyor. Gelip sorsa anlatmaz mıydım ben? Bu kadar zor muydu?"

"İşte onun üzüldüğü de bu, Burcu'ya anlatıp bana anlatmadığı ne olabilir diyor." sinirleri bozuldu galiba, güldü.

"Şaka gibi. Kim seni zorluyor gelmemen için diyor durup dururken arayıp. Ya kim beni zorlayacak? Kim ne diyecek?"

Avuç içlerini gözlerine bastırdı, masaya bastırdı dirseklerini. "Sen de şimdi ona bugün arkadaşım olamazsın tarzı bir şey söyledin ya o da çok kırıldı. Siz akşam barışın tamam mı? Fetih senin en yakın arkadaşın Zeliha."

Başını iki yana salladı. "Hayır." dedi inatla. "O benim annem, babam, abim olabilir ama arkadaşım değil." neyse tamam bunu sineye çekebilirdim. Zaten Fetih'in de en yakın arkadaşı Zeliha değildi bendim. Fetih onun ailesiydi. Arkadaşı değildi.

"Tamam ama öyle zank diye söylemek biraz kırdı onu. Sen akşam bir gönlünü al." ikisi de birbirinin gönlünü almak için yaklaşacaklardı birbirlerine ve sorun kalmayacaktı. Evet sinsi planım bu yöndeydi. İkisini de birbirinden özür dileyecek kıvama getirmek ve hiç özür diletmeden barıştırmak. Kahvemi aldım ve geriye yaslanıp içtim. Sanırım istediğim an sinsi bir insan da olabiliyordum.

"Bak bu sınav günü." dedi ve arabada çektirdikleri fotoğrafı bana açtı. "Henüz daha evin önündeyiz, sabah saat çok erken çünkü abim geç kalmayalım diye, sanki bizi İstanbul trafiği bekliyormuş gibi sabahın köründe kaldırdı. Neymiş evde beleyeceğimize orada beklermişiz, iki saat önceden oradaydık. Okulu biz açtık."

'Benim en büyük fobilerimden biridir Fetih sınava geç kalmak ya. Yani o gün her şey senin aleyhine işlese bile geç kalmayacağın bir saatte çıkman gerekiyor.'

'Abartıyorsun Efsun.'

'Aman Fetiih! Ben Zeliha'yı erkenden götüreceğim sen istersen sınava on dakika kala gel.'

Sınava beş ay kala bunu tesadüf eseri bir geç kalma haberini okuduktan sonra konuşmuştuk aramızda. Yutkundum ama yine de gülümsedim. "En iyisini yapmışsınız." dedim sadece. Söylediklerimi yapmış.

"Asıl bombayı şimdi göreceksin bak. Sonuçlar açıklanırken. Video çekildiğinden abimin haberi yoktu. Çok sonradan öğrendi." videoyu başlattı ve yeni uyandığı her halinden belli olan gergin bakışları ekrana geldi. Son yaşadığımız evin yemek masasıydı. "Burcu abla haber verdi bana da uyuyordum ben."

Burcu ablana da ben. Zeliha bu anı yaşarken ben sonucu çoktan görmüştüm.

"Hadi abi!" diye bağırdı arkasına doğru. Elleri tir tir titrerken ara ara kameraya bakıyordu ve saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. En arkalardan saçları birbirine girmiş, paytak paytak yürüyen kucağında minik turuncu bir şeyle kameraya doğru yürüyen bir adam belirdi. Üzerinde gri bol bir tişört altında şort vardı. Yazı getirmişti tıpkı Şeftali'yi de getirdiği gibi.

Videoyu durdurdum ve arkayı yakınlaştırdım sanki birazdan gelmeyeceklermiş gibi. Şeftali şu anki haline göre küçük onu bıraktığım haline göre büyümüştü. "Zeliha bu ne?" dedim içimin eriyişi sesime yansımışken.

"Her yere böyle beraber gidiyorlardı." dedi. Gözlerimi kırpıştırdım Zeliha'ya baktım. Yüzüm koca bir emojiydi. "Beraber uyuyorlardı, odadan beraber çıkıyorlardı. Bebeği gibi bakıyordu Şeftali'ye ama bunu laf olsun diye söylemiyorum." laf olsun diye söylemediği her halinden belliydi. Gözlerini bile açamamış Fetih Şeftali'yi kucaklamıştı.

Videoyu devam ettirdim ve pıtı pıtı kameraya geldiler. Fetih oturmadı ayakta dikildi, "Tamam sakin ol." dedi kardeşinin başına çenesini bastırırken.

"Kim haber verdi?" kameradan bi'haberdi.

"Burcu abla."

Fetih duraksadı ekrandan kardeşine baktı. "O bu saatte uyanır mıydı?" dedi ve o an kameranın karşısında utandım. Çatık kaşlarından, dudaklarının aldığı şekilden ve bakışlarından anladım. Bu haberi kimin o eve ulaştırdığını anlamıştı. Yutkundum yine sesim çıkmadı.

Zeliha gerekli tuşlara basmış gibi bilgisayardan ellerini çekti ve parmaklarını bükmeye başladı. "Kesin bir milyonuncu oldum." dedi.

"Bence sonuncu oldun, ne bir milyonu." dedi Fetih ve Şeftali'yi masanın üzerine bıraktı kucağından. Ekranın önünde turuncu bir tüy yumağı dolanmaya başladı. Bir ara kameranın dibine burnunu soktu. Biraz kokladı. Kıkır kıkır güldüm kameraya yaklaştım sanki ben de onu koklayabilirim gibi.

"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" dedi Zeliha korku dolu bir sesle. Evet Fetih önünde baygınlık geçirmek üzere olan kardeşini daha çabuk bayılsın diye teşvik ediyordu. Müthiş bir ağabeydi.

"Tabi ki madalya takacağız sonuncu oldun diye."

"Yok ben bakamayacağım." yana doğru döndü ve yüzünü Fetih'in karnına bastırdı. Fetih'in yüzü alayla kıvrılırken kardeşinin başını okşadı.

"Zeliha sonuç kaç haneliyse yazmayı bitiremediler açılmıyor ekran." dedi. Tam şu an yanı başında olsam ağzına ağzına vuracağım cümleler kurmuştu. Zeliha acıyla inledi. "Tamam üzülme tamam, daha büyük bir eve geçince bahçıvan olarak işe başlarsın."

"Seni Efsun ablama söyleyeceğim." dedi boğuk, titrek bir ses. Kamerayı durdurdum ve Zeliha'ya baktım.

"Ya Zeliha..."

"O an bana gerçekten bahçıvanlık teklif etti sandım. Mantıklı düşünemiyordum." dedi.

"Ben sana ömrünün sonuna kadar koşulsuz bakarım demedim mi milyon kere?" boynundan tuttum içime içime aldım kafasını. Videoyu devam ettirdik.

"Hayatta inanmaz san..." Fetih'in cümleleri muhtemelen ekranda açılan sonuçla yarıda kesildi, bakışları ciddileşti. Sonuca ulaştığını o yüzündeki ucu bucağı olmayan gururla fark ettim. Aylar önceki halime ayna tutulmuş diyemezdim çünkü ben onun kadar sessiz kalamamıştım. Parlayan gözleriyle beklediği sonucu almış gibi başını sallamıştı ağır ağır.

"Açıldı mı?" diye bağırdığında Zeliha, Şeftali korkmuş olacak ki kendini masadan attı. Ekrana bakmak yerine daha çok yüzünü sakladı.

"Evet açıldı da bu nasıl büyük bir sayı ya okuyamıyorum bile." Zeliha sonunda çıktı Fetih'in bedeninden ve aval aval baktı. "O kadar mı kötü?" kaçılmaz sona ulaştı ve ekrana baktı. Baktı, baktı, baktı... Ve sordu.

"İki milyonuncu mu olmuşum?"

Zeli yanı başımda verdiği tepkiye yüzünü örterek ve "Çok utanıyorum!" diye bağırarak söylendi. "Hep onun yüzünden beni öyle bir milyona alıştırdı ki yirmi iki bin mantıklı gelmedi."

"Yok ben daha bu sayıyı okuyamayan adamı üniversiteye kaydetmem. Benim bu ülkeye de eğitim sistemine de saygım var."

"KAÇ BU OKUYAMIYORUM?!" diye bağırsa da Fetih tepkisizce ve inatla kendisinin okumasını bekledi. Saniyeler sonra nihayet "Yirmi iki bin mi?" diye sorduğunda arkasında dikilen adamın bastırdığı sevinci ortaya çıktı. Zeliha'nın yüzünü çenesinden tutup yukarı doğru bastırdı ve oyun hamuru gibi ezdi avucunun içinde.

"Aferin benim güzel kızıma." hamurdan beter ettiği yüzde öpebildiği yerleri öptü. "Güzelim benim, aferin sana." video tam olarak orada bitiyordu. Daha kibar bir şekilde bu kez ben mıncırdım yüzünü.

"Aferin bizim güzel kızımıza." Fetih gibi yapmayacağım dedim ama Fetih en azından sandalyeden düşürecek gibi olmamıştı. Tutmasam devrilecekti. İşin sonunda masaya yatırdı başını öyle sevdim.

"Bu videonun devamında abim yarı zamanlı bahçıvanlık yaparsam Yeditepe, Koç ya da Bilkent hukukta yarı burslu veya ücretli okutabileceğini söyledi ama yemek ve yol dahil değilmiş." kahveleri uzaklaştırdım ve yanağını okşadım.

"Ama sen ideallerinden vazgeçmedin."

"Fetih Karadere gibi bir patronum olmasın ist..." karnına dokundum ve gülmesini sağladım. "Sonuç ne gelirse gelsin yapacağım tercih belliydi. Büyük büyük hayallerim kariyer hedeflerim olmadı hiçbir zaman. Tek tercih yaptık ve yerleştim."

Muhtemelen sınıfında da birinciydi. Onun seviyesindeki çoğu öğrenci Fetih'in bahsettiği yerlerdeydi. Olacak olan belliydi ki bölümü birincilikle bitirecekti.

"Keşke ben doğursaydım seni." yine niye durup dururken kurdum bu cümleyi bilmiyorum ama Zeliha'nın yüzü yumuşadı. Sanırım bunu uzun süredir duymadığı için yüzü bir bebeğin annesinin sesinden ninni dinleyişindeki gibi yumuşacık oldu. Pamuklara sardım sandım onu. Avucumun içine bastırdı yüzünü.

"Hepsi senin sayende biliyorsun değil mi?"

"Kendi başarını sakın bana yorma." Zeliha bu sonucu yaparken sadece matematik edebiyatla savaşmamıştı. Zeliha annesiyle savaşmıştı, babasıyla savaşmıştı, ona yapılanlarla savaşmıştı, vücudunda bırakılan izlerle savaşmıştı. Diğer rakiplerinin çok ötesindeydi onun iradesi. Ve Zeliha benim yokluğumla da savaşmıştı.

"Sen de yaptıklarını sakın küçümseme. Ben ölürdüm Efsun abla. Bunu öylesine basit bir anlam üzerine kurmuyorum. Urfa'ya da gömülürdüm. Ölüm tarihim yazardı on dokuz yaşımı da görmezdim. Her gün bir adam gelir giderdi mezarıma, insanlar merak eder mezar taşıma bakardı ne kadar küç.."

"Zeliha sus!" sesim ona ilk kez yükseldi. "ne dediğini farkında mısın sen?" yaş almıştı, üniversiteye başlamıştı, giyimi değişmişti, yüz hatları oturuyordu ama hâlâ bazı fikirleri sabitti. Kafasında bir hayat vardı ve o yaşam on sekizinde bitiyordu. Elli sekiz yaşına da gelse ben o hayatı yaşasam on sekizimde ölecektim diye düşünecekti sanki.

"Hayır tamam kapat konuyu. Üniversite sınavına girerken bile yanında değildim. Bu senin başarın. Oturdun sen çözdün soruları, kazandın. Ben yoktum bile. Kayıt yaparken de yoktum. Kız bana biraz ya. Kız, öfke duy. Bak bunu yaparken de yoktun de. Bana bunlardan bahsetme, hayatının her anında başarını bana mı vereceksin? Ben yoktum ki? Bana teşekkür etme bana kız."

Tam olarak bunu istiyordum. Fetih'ten ne kadar anlayış istiyorsam Zeliha'dan da o kadar anlayışsızlık istiyordum. Hayatının bir yerinde onu bırakan insanlara kızsın istiyordum. Bu duyguyu yaşasın. Minnet duymasın. Annesine onu sevmediği ve daha bir bebekken ruhen terk ettiği için nasıl kızmıyorsa bana da kızmıyordu. Zeliha kızmayı bilmiyordu ve bu korkunçtu. İnsanlar ona ne yaparsa yapsın sorun değil diyecekti sanki.

"Kızmadım mı sanıyorsun?" dedi başını masadan kaldırmadan. "Sana kızdım. Abime kızdım. Kendime kızdım, bir nefret topu gibi dolanıyordum ortalıkta. Kapatmıştım kendimi her şeye, terk edildim sanıyordum. Sonsuza kadar gelmeyeceksin, bıraktın gittin sanıyordum. Sonra bir gün sizin yatağınızda uzanırken abim geldi yanıma. Bir şeyler söyledi bana. O gün kabullenmeye başladım. Öfkem de dindi yavaş yavaş."

"Ne söyledi?" dedim kısık bir sesle. Zeliha gözlerini yummuş adeta o günleri hatırlıyordu. Sessiz sedasız bekledi bir süre.

"Efsun'un kalbi mutsuzdu, dedi."

Efsun'un kalbi mutsuzdu.

Yalın ama derin. Kısa ama öz. Aylarca yaşadığım şeyi özetler nitelikte ama benim hiç aklıma gelmeyecek basitlikte.

Efsun'un kalbi mutsuzdu.

"Yüzü gülebilir herkes onu mutlu sanabilir, hatta biz de öyle görebilirdik ama Efsun'un kalbi çok mutsuzdu Zeliha, demişti. Kalp insanın her şeyi değil midir? İçinde onu yaşatan organ müthiş bir mutsuzlukla kıvranıyor, demişti. Bir kitaptan okuyor sanmıştım ama kendi cümleleriydi. Bizim en mutlu olan parçamız kalbimiz olmazsa yaşantımız ne kadar güzel olabilir ki, demişti. Efsun'un kalbi mutsuzdu."

Kapalı olan gözlerinden bir damla süzüldü ne o sildi ne de ben.

"Anlıyorum yanında olsun istiyorsun ama mutsuz bir kalple yanında olması bizden başka kime iyilik ki, demişti. Biz onu bencilce mi seviyoruz, diye sormuştu."

Bu cümleler Zeliha'dan değil Fetih'ten duyuluyordu. Sanki o evde kapının eşiğinde arkadan kardeşine sarılmış Fetih'in bu cümlelerini duyuyor onları izliyordum.

"Acı diğer duyguların rahatlıkla önüne geçer Zeliha bunu sen çok iyi biliyorsun, demişti." sesi titredi, bir yaş daha aktı. "Doğru söylüyordu. Hatırlasana dedi, birinci sınıfa başladığın ilk günü. Yanında sadece ben vardım. Herkesin annesi vardı ama senin yanında sadece ben vardım. Sen o güne dönünce, bu yaşında bile ilk okul heyecanını mı hatırlıyorsun yoksa annenin yokluğuyla nasıl acı çektiğini mi hatırlıyorsun? Kalbin nasıl mutsuzdu, tek hatırladığın bu değil mi, demişti. Gerçekten tek hatırladığım o mutsuzluktu. On sekiz yaşımda bile buydu." kızarmış minik burnunu çekti.

"Efsun da bu anlarında yanında olsa, kaç yaşına gelirse gelsin kalbindeki mutsuzluğu hatırlayacak. Senin sınav gününü değil, o gün çektiği acıyı hatırlayacaktı Zeliha, demişti. Çünkü o bizimle anı biriktirmeyi yavaş yavaş bırakıyordu," son cümle gözlerimi yumdurdu, başımı hızla eğdim. "Sadece acı çekmeye başlamıştı. Kalbinin mutsuzluğundan başka bir şey düşünemez olmuştu. Yalnız kalmak istedi, çünkü o mutsuzluğu bize de vermeye başlamıştı. Ben Efsun'un kalbinin içinde olduğumuzu düşünüyorum hep. Bunu bizden hiç gizledi mi, dedi bana." kafamı iki yana salladım Zeliha hiç görmedi belki ama cevabını biliyordu.

"Hayır dedim. İşte demişti, düşünsene bizim içinde olduğumuz yer mutsuzlukla kıvranıyor. Onun için ne kadar zor. Kaldı ki bunun sorumlusu biz olmasak bile bize çok yakın biriydi. Belki de gitmeyi, bizi o kalpten kovmaya tercih etmiştir, ne dersin demişti. Bu o kadar hoşuma gitmişti ki Efsun abla..." gözlerimi tavana diktim, gözyaşlarımı sildim.

"Bizi mutsuz bir yerde yaşatmak istemiyorsun ama bizi kalbinden kapı dışarı da etmek istemiyorsun. Gitmeyi bizi kalbinden kovmaya tercih ettin değil mi?" ıslak kirpiklerini araladı ve gülümseyerek bana baktı. Aylardır bir kâğıt kalem alıp içimdekileri dökmeyi çok istemiştim ama doğru kelimeleri bulamıyordum. Neyin ne olduğunu seçemiyordum. Oldukça ilkel bir şekilde acı çektiğimi söylüyordum ama bir yerlerde Fetih, beni hiç görmeden o kâğıda yazılması gereken şeyleri söylemişti.

Başımı salladım. Salladıkça birer cambaz gibi ipten düştü yaşlarım. Onlara rağmen defalarca kez onayladım bu cümleleri. Zeliha'nın yüzündeki gülümseme büyüdü. Bana o kadar düşkün bakıyordu ki, onun doğurmamış olmam hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Yemin ederim ne bende ne de onda hiçbir şeyi değiştirmiyordu.

***

"Rahat konuşabilirsin Zeliha." dedim fırının başından. "Annenden bahsederken anne kelimesini kullanmamak için kendini boşuna zorlama." dedim. Fetih içinde sardığı etli yaprak sarmalarının başında duyduğu cümleyle hareketleri kamçılandı. Karşımda didiniyordu görüyordum ama gerek yoktu.

"Öyle işte." diye geveledi. "Ne konuşuyoruz ne de küsüz. Şimdiye kadar iki kez evime geldi. Ki bence onlar da Kürşat içindi. Kürşat benimle kaldı bir dönem. Babam daha sık geliyor. Yani sanırım o Kürşat için gelmiyor. Kürşat yokken de gelmişliği var. Annem kışlık bir şeyler yapıp göndermiş, geçen onlar geldi işte. Bazen arıyor."

"Sen aramıyor musun hiç?" diye sordum dikkatle ona bakarken. Bu cümleler can yakabilirdi ama Zeliha canı yanıyormuş gibi konuşmuyordu.

"Canım hiç aramak istemiyor Efsun abla." dedi. Tencerenin kapağını kapattı ve altını kıstı. "Ben annem olmadan yaşayamam sanıyordum biliyor musun? Bunu kimseye söylememiştim şimdiye kadar ama hissettiğim tam olarak böyle bir şeydi. Annem olmasa ölürüm sanıyordum."

Söylememişti ama ben biliyordum böyle hissettiğini. Zeliha stechcol sendromunu dibine kadar yaşıyordu zannımca. Celladına aşıktı.

"Aptallık halbuki. Ben bebekken ölmemişim, bir insanın annesine en ihtiyaç duyduğu dönem bebeklik değil mi? Anne sütü alması gereken en önemli besin, anne şefkati, anneyle olan temas... Ben bunların hiçbirini almadan büyümüşüm ama ölmemişim on sekiz yaşımda annemden ayrılınca öleceğim öyle mi? Safi aptallık."

Raftan tabakları çıkardı, yüzünde mayhoş bir tebessüm vardı. Canı yanmıyordu, müthiş bir boş vermişlik vardı. "Hiç aramadım. Abimin yanına taşındığımda aynı şehirdeyiz diye bu böyle sanıyordum ama İzmir'e taşınınca da hissetmedim. Bir şeyin yokluğunu hissetmek için onun hayatında olması gerekiyormuş. Gece uyuyacağım bir boşluk yok içimde çünkü orası hiç dolu olmadı. Annem bana uyumadan önce hiç iyi geceler demedi ki? Odama bile uğramazdı. Yemek yiyeceğim yine boşluk. Annemle aynı sofraya oturmak meğerse eziyetmiş. Hareketlerim o kadar kısıtlıydı ki, bir şeye elim çarparsa, bir şeyi dökersem diye hep korkuyordum. Bunları yapsaydım bana vurur muydu, bağırır mıydı? Hayır ama öyle bir bakardı ki..." göz göze geldik. O bakışları benim de bildiğimi, biliyormuş gibi empati dilendi. Anlıyordum.

Zühre Karadere'nin o korkutucu gözleri. Tek kelime etmesine gerek yoktu sizi o sofraya gömmek için.

"Bu örnekler gittikçe çoğalır. Nasıl bir şey biliyor musun Efsun abla bir zindanın içindeymişim ama kapıyı kapalı tutan da benmişim. Beni oraya kapatan kişi daima kovuyormuş da ben kalmak için senelerce yalvarmışım gibi. Hayat o zindandan ibaret sanmışım. Dışarı adım atarsam hayat biter sanmışım. Halbuki gökyüzü varmış." dedi ve pencereden dışarı baktı.

"Ve kimse annesiz ölmezmiş. Annesiz doğanlar hiç ölmezmiş. Ona öfkeli değilim, ondan nefret etmiyorum, kızgın bile değilim. Boşluk hissediyorum. Benim için yaptığı en kıymetli şey dokuz ay taşımak ve oğlu ölmüşken bile son bir kuvvetle beni doğurmak ama ben bunları hatırlamayacak kadar küçüktüm. Hatırladığım anlar da hiç güzel değil o yüzden düşünmüyorum. Bazı şeylere, bu anne evlat ilişkisi bile olsa, çok büyük anlamlar sanırım yüklememek lazım. Bir anne doğurdu diye illaki sevecek diye bir şey yok, bir evlat da sadece onu doğurdu diye bir ömür annesinden kopmayacak diye bir şey yok. Bazen beni gece yarısından sonra arıyor. Hiç olmadık saatler. Uyanıksam açıyorum ama ne dediğini anlamıyorum. Niye aradığını o bile farkında değil sanki. Bir şeyler geveliyor duruyor."

Zeliha senden bir gün öyle bir gidecek ki, onun kıymetini tam olarak o zaman anlayacaksın. O şimdi ne yaparsa yapsın senin dizinin dibinde diye hiç gitmeyecek sanıyorsun. Yanılıyorsun.

Bu ve buna benzer cümleleri defalarca kez kurmuştum ben ona. İçimden bir ses söylüyordu ki o gece telefonlarının en büyük sebebi cümlelerimin haklı çıkışıydı. Zeliha gitmişti ve Zühre Karadere boşlukta sallanıyordu. Zeliha ondan ona rağmen vazgeçmeyen evladıydı halbuki.

"Aman neyse boş ver. Annem yine annem. Kendi saltanatında yaşıyor işte. Ne mutlu ona. O evden gitmem için elinden geleni yaptı. Eninde sonunda gittim ben de. Onun deyişiyle abime de bela olmadım. Bak onunla aynı şehirde değilim. Umarım çok mutludur içi rahatlamıştır artık. Gel bak sarmanın tadına. Köşedekiler etsizdi senin için."

Bahsettiği kısımdan iki ince uzun sarmayı çıkardı ve üfleye üfleye bana doğru geldi. "Bence abimle barışmak için her şeyi yaptım." dedi. Evet yapmıştı, bu tencerenin tamamın kendisi sarmıştı. Umarım Fetih de eli boş gelmiyordu. Sarmalardan birini ikiye böldü ve ağzıma uzatmadan önce iyice üfledi ama ben yiyemeden telefonum çaldı.

Fetih arıyordu.

Zeliha ismi görünce kendi ağzına aldı sarmayı. "Efendim Fetih."

"Balkona çıksana."

"Balkona mı çıkayım?" Zeliha ocağın altını kapatıp benimle beraber çıkarken balkona aşağıya doğru sarktık. Bir adam vardı, bir kamyon ve yavaş yavaş indirilmeye başlanan bitkiler.

"Geldiler mi?!" heyecanıma ilk sesim yenik düştü ve adeta bağırdım. Eve bin bir çeşit bitki almaya karar verdikten sonra bir çiçekçiye gitmiş, istediğim bitkilerin bazıları olmayınca sipariş vermiş ve toptan gelmesini beklemiştik. Hem öncesinde gelenin yerini değiştirmemek için hem de ev beşinci katta olunca toplu getirmek için.

"Sarkma Efsun, düşeceksin şimdi."

"Dur dur hemen geliyorum!"

"Gelme..." dese de seke seke balkondan içeri girdim, bana bakan Karabaş ve Şeftali'ye "Çiçeklerim geldi, çiçeklerim geldi!" diye müjdeyi verdim. Sonuçta evimizin yeni üyesi onlardı, bilsinler istedim. Sonra da panduflarımı bile çıkarmadan beş katı en kısa zamanda aşağı indim. Apartmanın kapısını açarken kapının önünde dikilen iki adam, biri eşimdi, baştan aşağı beni süzdü. Çünkü ben pijamalarımı çıkarmamıştım. Sabah uyandığım gibiydim.

"Hoş geldiniz!" dedim, üstlerine alındılar ama ben bitkilerime söyledim.

Kocaman aracın içinden başka bir adam indirirken ben önden çıkardıklarına baktım. "Dua çiçeği mi bu?" dedim en öndekine.

"Evet Efsun Hanım." dedi adam. Adımı unutmamıştı, geçen sefer de çok konuştuğum için olabilirdi. Dua çiçeğimin önünde çöktüm ve yapraklarını okşadım. Daha minicikti.

"Adını Dua Lipa koyacağım."

Günlerdir aklımda olan şeyi söylerken. Arkamı döndüm ve bu fikrime bayılan Fetih'e bakmak istedim ama ikisi de bana oldukça garip bakıyordu. Çöktüğüm yerden kalktım ve paçalarımı düzelttim.

"Dini şaka yapınca kızıyorsun diye ben de başka bir şey düşündüm." dedim açıkça. Bir diğer saksıya baktım. "Bu da yelken çiçeği mi?"

"Evet, yelken çiçeği."

"Ben bunu kucağımda götüreyim çok hassas duruyor." saksıyı kucağıma alırken yukarıya doğru ev eşyalarını taşımak için kullanılan aletin içine yerleştiriliyordu. Fetih'in elinde bir torba vardı.

"Ben bunların saksılarını ne zaman değiştirmeliyim?"

"Bir bir kitapçık verdik Fetih Bey'e. Kaç günde bir sulanacağı, saksısının değişimi, bakılacağı ortamı hakkında tüm bilgiler yazıyor. Yine de bir şey aklınıza takılırsa kartımız sizde var ararsınız." dedi.

Fetih bana elini uzattı, "Gel bir çıkalım yukarıya, onlar da yavaş yavaş yüklesinler."

"Lavantayı da mı alsak? O da çok hassas duruy..."

"Merak etmeyin Efsun Hanım biz halledeceğiz." dediler ama. Fetih'in bana uzattığı elinden tuttum kolay gelsin dedik ve apartmana girdim.

"Ver sen bana saksıyı, bu torbayı al." dedi ve yelken çiçeğini kaptı elimden.

"Bu ne ki?"

"Ekler," dedi el ele merdivenleri çıkarken. Belli etmiyordum ama inerken nefes nefese kalmıştım. "Zeliha'nın sevdiği bir yer var, oraya gittim bugün." dedi. Zeliha'da sana etli yaprak sarması yaptı... Demedim tabi. Yanağımı koluna yaslarken torbanın içinden adamın dediği kitapçığı aldım ve kurcalaya kurcalaya yürüdüm. Çok işimiz vardı çok...

***

Gözlerim artık konuşana değil evin dört bir yanına konulan bitkilere kayıyordu. Fetih bunu fark ettiği andan beri sesini dikkatimi çekmek için yükseltiyordu zaman zaman.

"Sıla için aldığımız hediyeleri de açılış günü veririz diyorum." dedi. Başımı salladım. "Çok mantıklı. Zaten birkaç güne Ayşen gelir İstanbul'a."

"Şimdi ben anlayamadım, Ayşen denen kişi yeni açılan İstanbul şubesinde mi çalışacak?"

"Bir süreliğine. Bana kalsa temelli buradaki şubeye gelse daha iyi, çok otoriter bir kadın çünkü. Gözüm kapalı emanet ederim ona ama hayır istemiyor. Edirne'de mutlu. Sadece hatırım için gelecek bir süreliğine. Limonlu keki ve dondurmalı simit tarifinin menüde olmasını istiyorum. Bir de Fransız şefle tanıştırmak istiyorum."

Fetih kendi önünde sarma yokmuş gibi Zeliha'nın tabağına musallat oldu. Bu onun dilinde sevgi hareketiydi. İkisi bitkileri yerleştirdikten sonra bakışmışlardı ve anlaşmadan aynı anda konuşmuşlardı.

'Etli yaprak sarması yaptım sana.'

'O sevdiğin yerden ekler aldım sana.'

Evet tam da tahmin ettiğim gibi özür bile dilenmemişti. "Dondurmalı simit."

"Müthiş. En son gittiğimizde Fetih de yedi. Nasıldı Fetih?"

"Çok yaratıcı. En başta daha neler diyorsun ama yiyince lezzeti daha çok şaşırtıyor adamı."

Keşke o gün Ayşen'e de böyle tatlı tatlı övseydi... O kadar ketumdu ki burnunu ısırarak koparacaktım, görecekti gününü.

"Ama işin daha garip yanı limonlu kekinin yanında hiçbir şey kalıyor. Edirne'de bu kadar tutulmamızın sebebi o kek. Bir limonlu kek en fazla ne kadar iyi olabilir diyorsun ama her yediğinde mest ediyor insanı. Ayşen akıl almaz bir yetenek. Bak gör bir gün ülke dışına çıkacak. İnanmıyor ama olacak bu, ben ona çok inanıyorum."

"Çok merak ettim." dedi Zeliha. Ayşen herkesle pek anlaşmazdı ama Zeliha'yla uyuşacaklarını düşünüyordum. "Peki burası için seçtiğiniz çalışanlar?"

Fetih'le göz göze geldik. Sanırım her birinin hikayesi için verdiğimiz ortak bir söz vardı. Gizlilik ilkesine saygı duyacaktık. Herkese karşı. "Onlar da birbirinden yetenekli." dedim sadece. Zeliha sessizce devamını bekledi. Bir bana bir Fetih'e baktı.

"Sanırım daha fazlasını anlatmayacaksınız." dedi usulca.

"Önceliği kimlere verdiğimizi biliyorsun zaten." dedim ve Fetih ekledi. "Gerisi onların özeli. Bizi ilgilendirmiyor." anlayışla başını salladı.

"Elimden bir şey gelir mi bilmiyorum ama ne olursa olsun elimden geleni yaparım."

Yanağından makas aldı Fetih. "İyi bir öğretmen olman bu ülke için yeterince büyük bir şey. Sadece senden bunu istiyoruz biz." Zeliha omuzlarını keyifle kaldırıp indirdi ve içinde su olsa da kadehini kaldırdı. "O zaman on ikinci yirmi ikinci şubelere!" dedi. Fetih burnunu iki parmağının arasına kıstırırken "Bak kadeh kaldırmayı da öğrenmiş." dedi.

"Burcu ablam sağ olsun." derken göz göze geldik. Burcu, Burcu... Açılışa gelecekti ve orada öğrenecekti döndüğümü. Hâlâ kimseye söylememiştim. Çünkü çok yoğundu, arada kaynasın istemiyordum. Telefonda önemsiz bir şeymiş gibi konuşulsun da istemiyordum. Hakkıyla vermek istiyordum bu haberi. Üstelik önümüzdeki birkaç gün eve bile çok az girmiştik çünkü Edirne'de bir yer açmakla İstanbul'un göbeğinde buna kalkışmak hiç kolay değildi.

***

"Sıla'nın hediyesini aldık mı?"

"Aldık."

"Topuklu ayakkabılarımı?"

"Aldık."

"Makyaj çantam?"

"Aldık."

"Sen dediğim kravatı taktın mı?"

"Taktım."

"Emin misin?"

"Renk körü değilim Efsun."

"Telefonumu aldık mı?"

"Burada."

"Zeliha'yı aradık mı?"

"Emir getirecek onu."

"Başkaaa..." gözlerimi kapatıp eksik bulmaya çalışırken "Biraz daha arabaya binmezsen ben inip bindireceğim." diye seslendi arabanın camından. Biraz eğilip ciddiyetini ölçtüm. Çok ciddiydi. Dudaklarım öne doğru büzüldü ve daha fazla durmadan bindim arabaya ve kemerimi bağladım. Kravatına baktım, tamam gerçekten renk körü değildi.

"Hazırım galiba." dedim. Sanırım ikinci kelime huylandırdı onu, yandan bir bakış attı.

"Sen çok kızıyorsun bugün bana." dedim ellerimi önüme koyup hüzünlü bir halde yola bakarak.

"Efsun." dedi sabırsızca. Tamam istemiyorsa ben taksiyle giderdim. Kızmasaydı daha fazla. Ama eşyalar onun arabasında kalmalıydı taşıyamazdım ben. "Beni on sene sonra asansörsüz bir evi aldığıma pişman ettin. Kaç kez inip çıktık haberin var mı?"

"On sene bunu fark etmen için çok geç bir süre. Ayaklarım ağrıyor merdiven in çık yapa yapa. Yani ben haklıyım. Haksızsam söyle Fetih. Hadi de Efsun haksızsın de." diyebilirdi. Gerçekten anlayışla karşılayacaktım. Arabadan inip taksiyle gidecektim.

"Estağfurullah." dedi ama o. Haksız değildim işte zaten, biliyordum. "Haksız olduğun dava yok." dedi. Su şişesini kafama dikerken başımı salladım. Biliyordum. Trafiği kıl payı takılmadan bitirdik yolu. Fetih'in yardımıyla topuklu ayakkabılarımı giydim, rujumu tazeledim ve indik arabadan.

Eğik bir el yazısıyla göz alıcı duruyordu Zena yazısı. O kadar havalıydı ki, durdum ve sadece onu izledim. Maddi ve manevi olarak riske girmiş sayılırdım ama o kadar olacağına emindim ki her şeyin, ne olacak diye merak etmiyordum. Her şey olmuş gibi düşünüyordum zaten. İçerideki her kadına ayrı ayrı güveniyordum. Hepsinin hikayesi ben ve Fetih arasında bir sırdı ama buradaki hikayeleri sır olarak kalmayacaktı. Elimi kalbimin üzerine bastırdım ve gözlerimi kapattım. Suna annemin bilekliğine dokundum.

Lütfen hissediyor ol. Her şeyin altında senin vasiyetin yatıyor. Çok çabalıyorum. Kendim için değil ama çok çabalıyorum. Elimde avucumda ne varsa her şeyi yaptım. Lütfen görüyor ol anne bunları, lütfen. Senelerdir senin bana verdiklerini bin yapıp dağıtmaya çalışıyorum, lütfen görüyor ol bunları. İkinci bir ev, ikinci bir araba için değil hiçbiri. Yemin ederim biraz bile kendim için değil. Senin bende kalan elini daha çok kişi tutsun diye. Ne olur görüyor ol anne bunları. Dünya gözüyle hiç kimse görmese de olur yeter ki sen gör anne. Bunun bir sevabı varsa birazını bile ben almayayım. Yattığın yer kaldığın yer güzelleşsin. Tüm sevapları senin olsun. Bütün güzellikleri sana getirsin, minicik bile pay istemiyorum. Tüm günahları bana tüm sevapları sana olsun güzel annem.

"Efsun." aracın diğer ucundan bana seslenen Fetih'le araladım gözlerimi. Görüntüsü bulanıktı, niye böyleydi hiç anlamıyorum ama ellerime baktı. Annemin ve onun aldığı bileklikler aynı kolumdaydı. Sanırım anladı bilekliği tuttuğumu. Ne diyecek diye beklerken yüzünde mahcup bir ifade geçti, birkaç kez konuşacak sandım ama sesini duyamadım önce.

"Fotoğrafını çekmemi ister misin?" diye sordu sonra.

Ne ben bir şey söyledim ne de o sordu ama anlaştığım. Anlaştığımız yerde yaşlarımı dağıtacak beni heyecanla oradan oraya koşturacak teklifi yaptı.

"Çeker misin?" dedim ve hemencecik tabelanın önüne doğru koştum. Fetih aramıza beni boydan çekeceği kadar bir aralık bıraktı ve telefonunu çıkardı. Birkaç poz çekti ama çok geçmeden söylendim.

"Ama Fetih sen öyle çekersen benim boyum kısa çıkar."

Şu an muhtemelen o açıdan olduğumdan da kısa çıkıyordum.

"Ama Efsun elimizdeki malzeme b..."

"Fetih!" dedim hayretle. Bana kısa mı demek istiyordu? Kesinlikle yanlış duymuş olmalıydım! Derin bir nefes aldı, beyaz gömleğinin altında yükseldi sinesi. Etrafa baktı bir an sonra beklemediğim şekilde yere doğru çöktü. Bir dizini yere bastırmışken telefonu da neredeyse yere sıfır yapmıştı.

"Poz ver hadi." dedi kadraja bakarken. Yeri geldi kameraya baktım, yeri geldi çekildiğimden haberim yokmuş gibi davrandım. Yüzlerce fotoğrafım çekildi, daha fazla yere yatmasın diye "Tamam." dedim ve ona doğru geldim. Varana kadar da çekmeye devam etti.

Telefonunu elime alırken kendi resimlerime bakarım sandı ama Fetih'e sarılıp ön kamerayı açtım. Bütün fotoğraflarda gülümseyen Fetih yapmışlardı çok da güzel olmuştu. Dudaklarını saçlarıma bastırırken bile yakınlaştırıp gülümsediğini görebilirdim. İzin verse dudaklarından öpüp de çekecektim ama mahrem perileri izin vermedi. Yapamadık. Sıla'nın hediyelerini alıp içeriye doğru girerken her yeri ilk kez görmüşüm gibi bakıyordum.

"Akşam çok güzel duracak." dedi Fetih tam da benim düşündüğümü dillendirerek. Açılış dediğim büyük şatafatlı, oynamalı bir şey değildi. İş hayatına başlayışıydı. Oldukça nezih bir ortamdı zaten, inceden inceye klasik müzik sesini bile alıyordum.

İki kişi arasında mantığımla tercih yaptığım ortağımız bizden önce gelmişti. El sıkıştık, şu an içeride bulunan misafirlerimizden bahsetti. Mutfağın durumundan ve daha fazlasından. Cam kenarındaki tüm masalar şimdiden dolmuştu halbuki asıl başlangıç akşam olacaktı. Akşam için eve gidip süslenip püslenip gelmiştik. Yoksa sabah zaten buradaydık.

"Her şey yolunda değil mi?"

"Fazlasıyla. İlk günün azizliği diyecek bir şey bile yaşamadık ve misafirlerimiz yemeklerden çok memnun." dedi. Arzu Hanım zaten restoran zincirinin sahibiydi. Her şeye karşı benim yanımda çok daha sakin ve heyecansızdı. Olağandı onun için tüm bu olanlar.

"O zaman biz bir mutfağa girelim sonra gelip misafirlerimize hoş geldiniz diyeyim."

Başını salladı "Sen nasıl istersen." dedi ve Fetih'e başıyla selam verdi. Her göz göze geldiğim kişiye gülümserken ben önden Fetih arkadan ilerliyorduk. Elinde Sıla'ya aldığı prenses elbise vardı ama asıl hediye arabadaydı. O kadar büyüktü ki onu getiremezdik. Kapının girişinde kafamıza ve ayaklarımıza gerekli ekipmanları taktık. Herkes delicesine çalışırken sadece çok kısa durup selam veriyorlardı.

Bir köşede oturmuş önündeki resim defterini boyuyordu. Onun için mutfağın en sakin ve uzak yerine minik bir masa koymuştuk. Orasının onun yeriydi.

Fetih'e elimle işaret ettiğimde gösterdiğim yere baktı ve ilk an tatlı bir gülümseme oluştu yüzünde. Mutfakta yine hızır gibi dolanan Ayşen bizi gördüğünde önce tırnak kontrolü yapar gibi saçlarımızı ve ayaklarımızı kontrol etti. Sabah bu konuda zorbalayınca önlem almıştık zaten.

Bize doğru yürüdü ve ellerini havluyla sildi. "Hoş geldiniz." dedi.

"Hoş bulduk. Nasıl, iyiler mi? Bir sorun var mı?"

Gelişigüzel etrafa baktı. "Arada tembeller var ama halledeceğim." dedi yüksek sesle. "Sizin bir işiniz yoksa alanı daraltmayın." dedi Fetih'e bakarak. Utanmasan Ayşen Fetih'e baktığında kendimi siper edecektim.

"Tamam tamam bizim Sıla'yla işimiz var zaten. Biz onu alıp çıkalım."

"Ne işiniz var?" şüpheli gözleri Fetih'in eline kaydı. İşin doğrusu torbaya.

"İşinin başına dön Ayşen." dedim. Patronluksa patronluktu. Arabadaki kocaman evi görünce baygınlık geçirecekti zaten. Şimdiden maruz kalmak istemiyordum ona.

"Sıla!" diye seslendim masaya doğru. O kadar çok dalmıştı ki ikinci seslenişimde ancak duydu. Dudaklarından okudum önce Efsun sonra Feti deyişini. Başka bir çocuk olsa koştura koştura bize doğru gelirdi ama o kalktı, kalemlerini topladı, resim defterini kapattı, portakal suyunu bitirdi ve bardağını ablalarından birine verdi.

Fetih'e bakmadan Fetih'in yüzündeki hayranlığı hayal edebiliyordum.

İşlerini hallettikten sonra koştuğunda eğildim ve kucağıma geldiği an ayaklandım. Kollarını sıkıca boynuma, ben de beline sardım.

"Bu prenseslik gerçek mi?" çıldırmışım gibi ona baktım. "Gerçek mi bu prenseslik?!" yüzümü küçük ellerinin arasına alırken burnumdan öptü.

"Efsun abla Efsun abla." diye ikiledi.

"Efsun abla sana ölsün." burnunun ucunu kıtlatırken.

Kırmızı rujuma dokundu ve "Hiiiii," gözleri ağzı kocaman açılmıştı. Fetih Karadere bile benim kırmızı rujuma daha az tepki gösteriyordu.

"Sana da sürelim mi?" dedim.

Gizli saklı başını salladı. "Bak sana kimi getirdim."

İkimiz de aynı anda Fetih'e baktık. "Feti." dedi. Evet Feti. Topukluların üzerinde ayağımdaki bu poşetlerle yürüyemediğim için Fetih'in kucağına verdim Sıla'yı. Annesinin psikolojik şiddetinden kurtulduğum gibi ayağımdakileri ve başımdakileri çıkardım, Fetih'in kucağında Sıla olduğu için onunkileri de. Sessiz sakin bir masaya otururken Fetih Sıla'nın çekilen dişine baktı.

"Bu iyileşmiş." dedi. Geçen sefer her lokmasında kanıyor mu diye kontrol ediyordu. Sıla başını salladı ve elini o boşluğa bastırmaya çalıştığında Fetih izin vermedi.

"Dün gece uyurken bir şey hissettin mi?" diye sordu Fetih. Sıla'nın tüm aklı yine dişinin yarattığı boşlukta olduğu için konuşmuyor başıyla tepki veriyordu. İki yana salladı.

"Ben gelip yastığının altından dişini aldım ama sen hiç uyanmadın." ve ancak böyle bir şey onun dikkatini çekebilirdi. Yine abartılı bir tonlamayla "Hiiii!" diye bir nida kopardı ve bana baktı. Başımla onayladım hemen. Fetih sürpriz yumurtadan çıkarır gibi paketi aldı ve Sıla'nın önüne koydu. Her hediye aldığında değişmez bir hareketi vardı. Sandalyede dizlerinin üzerine yükselmek. Paketi Fetih'in yardımıyla açtı ve içinden mor tüllü bir prenses elbisesi çıktı. Bu aldığı tek kıyafet değildi ama bu paket elbiseye özeldi. Tüllerine ince ince dokundu, hayranlıkla bakındı. Ne yapacağını olduğu yere nasıl sığacağını bilemedi.

"Ama asıl hediye arabada." dedi.

Sanki daha fazlası mümkün değilmiş gibi, hayal gücü daha fazlasını ona vermiyormuş gibi inananmadı. "Vallahi?" dedi bana bakarak.

"Vallahi. Hadi gel gidip bakalım." dedim ve ilk ben kalktım. Bir elinden ben, bir elinden Fetih tuttuk, yer yer yürümesini izin vermedik havalandırdık bedenini. Bu o kadar hoşuna gitti ki şen gülüşleri duyuldu. Babası daha önce elinden tutmuş muydu onu bile bilmiyordum.

Aracın önüne gelince Fetih bagajı açtı. O kadar büyüktü ki bagaja zor sığmıştı zaten. Sıla'nın yüzündeki her bir mimiği ikimiz de yakalamaya çalışıyorduk. Kendi çocuğunu herkes severdi. Her baba her anne severdi kendi doğurduğunu. Herkes kendi çocuğunu mutlu ederdi. Herkes çocuğunun önüne dünyaları sermek isterdi. Belki de iyi bir insanın şartıydı. Fetih'in her şeyden önce çok iyi bir insan olduğunun kanıtıydı. İkimiz de hayranlıkla izledik tepkisini. Dakikalarca hiç dokunmadık. Bagajın içine girmek istedi Fetih yardımcı oldu sadece. Çok istiyordu bu evden. Belki daha küçüğünü.

Onu zar zor koparıp içeri girdiğimizde misafirlerin masasını tek tek dolaştım. Hoş geldiniz diyerek selamladım hepsini. Bir isteklerinin ya da şikayetlerinin olup olmadığını sordum. Hatta bir masa şefimizi görmek istedi. O anlar biraz gergindi çünkü Ayşen'i Yıldız Tilbe'ye benzetirdim. Yıldız Tilbe'yle canlı yayın yapmak nasıl riskliyse Ayşen'le de öyleydi.

Bütün güzel geri dönüşlerden sonra en başta elleri cebinde beni izleyen Fetih'e doğru yürüdüm. Dip dibe durduk ve insanları izledik. Sanki bir masada annem ve babam da vardı ve o masayı Suna Annem ve Levent amcayla paylaşıp beni izliyorlardı.

"Doktor Hanım." dedi aniden Fetih.

"Hı?"

Elini belime yasladı beni kendine çekti. Çenesini saçlarıma sürterken devam etti sözlerine. "Sınav için ihtiyacınız olan bütün kitaplar tamamlandı değil mi?"

Konumuzla ne ilgisi vardı?

"Evet."

"Güzel. Her şeyi buranın açılışından sonraya erteledin. Ben de sana saygı duydum, destek oldum, elimden ne geliyorsa yaptım. Seninle gurur duyuyorum çok güzel bir iş başardın. Devamı da gelecek biliyorum."

Fetih'in gurur duyduğu olmak. Saçlarımı çenesine sürttüm.

"Ama buraya kadar, senin yerin burası da bu sektör de değil. Doktor Efsun Karadere." dedi ve Zorlu'yu yedi. Kol saatini kaldırdı ve saate baktık.

"Sınavına tam yüz on yedi gün yirmi iki saat var. Düğünümüze de sen on beş gün ben on gün ekleyeyim." dedi. Yüz on yedi gün yirmi iki saat mi?

"Ben çalışılmadığı için elde edilen başarısızlıktan nefret ederim Efsun anlıyor musun ne demek istediğimi?"

Kocam değil hocam konuşuyordu sanki.

"Ben disiplinsiz, hovarda, dikkatini başka şeylere veren öğrenciye de hiç tahammül edemem. Anlıyor musun Efsun beni?"

Başımı salladım.

"Ben sana bu resmi giyimi de yakıştırıyorum ama beyaz önlüğünün önüne geçemez hiçbir şey, bunu sakın unutma tamam mı? Ben senin o önlüğünü ütülerken bile zevk alan bir adamım, seni başka bir meslekte hayal bile edemiyorum. Çok ara verdin. Bitirmen lazım artık bunu. Burası için her şeyi yaptın. En iyileri getirdik her yere. Artık dönmen lazım özüne. Anlıyorsun değil mi beni?"

Beyaz önlüklü Efsun. Hastane yorgunluğu. Hastalar. İçimden tiz bir özlem geçti. Aylar sonra ilk kez. Yeniden başımı salladım.

"Dört ayımız var, sana her gün o meyve tabağını hazırlayacağım. Sırtının ağrıdığı yerde masaj da yapacağım. Bu işin altından kalktıktan sonra da o çıkmadığımız tatile de çıkacağız düğünün ardından. Yeni evimizi de kuracağız ama dört ay boyunca dişimizi tırnağımıza takacağız. Geç başladık ama geç değil. Anlıyor musun beni?"

Bir kez daha başımla onayladım. Başka ekleyeceğim bir şey yoktu sanki. Saçlarıma bastırdı dudaklarını.

"Benim güzel karım." dedi. "Doktor Efsun," durdu ve gönlümü tamamen aldı. "Zorlu Karadere. Sana o unvan çok yakışıyor. Dönelim en başa çok özledim ben seni hastane kapılarında beklemeyi."

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

600K 47.1K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
6K 622 21
Biz, farklı olanlardık. Çıt çıkmayan, ciddi bir ortamdaki kıkırdamaydık. Biz, tüm renklerin kontrast yaratanıydık. Cennetten kovulan meleğin kanatla...
1M 66.9K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
782K 101K 25
Yasemin, kendine ait dünyasında ona bu dünyayı veren birçok dostuyla beraber yaşayan, kalbi yaralı ama yaralarından en güzel çiçekler inşa eden bir k...