Etkili Anlaşma

By sezgisalman

120K 13.8K 5.1K

Seçil'in son zamanlarda ihtiyacı olan çok şey vardı. Ama ihtiyacı olan şeyleri halledebilmesi için asıl tek b... More

2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
İleriden Bir Fragman
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
İleriden Bir Fragman 2
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm (Final)
34. Bölüm (Son Söz)

1. Bölüm

8.6K 450 137
By sezgisalman

Bahar çok güzel mevsimdi. Susmak bilmeyen kuş cıvıltıları, sabahları tatlı serin, öğleden sonraları ılık olan hava, bembeyaz pamuk gibi bulutlarla kaplı gökyüzü, yemyeşil ağaçlar, yeni açmış mis gibi kokan çiçekler, sokaklarda enerji dolu insanlar ve insanı şişman gösteren kalın montlarla kazakların dolapların en diplerine kaldırılması...

Seçil gökyüzüne bakarak temiz havayı derin derin soludu. Beyaz bulutların arasından görünen gökyüzünün mavisi çok güzeldi. Tıpkı çocukken sahip olduğu pastel boyalardaki açık mavi renk gibiydi.

"Geldim geldim! Çok bekletmedim değil mi?" Burcu elinde kahvesiyle koştururken bir yandan topuklularının azizliğine uğramamaya, bir yandan da almak için arkadaşını beklettiği kahvesini dökmemeye çalışıyordu. Seçil onun topuklularla can çekiştiğini görünce "Asla şu kurumsal görünme hevesini anlayamayacağım. Koskoca iş merkezinde kıyafet serbestisi olan sayılı şirketlerden birinde çalışıyoruz, senin şu haline bak! İlla şık şıkıdım giyineceksin. Olmuyor işteee! Kasma artııık!" dedi tane tane vurgulayarak.

Burcu iş arkadaşına gözlerini devirerek baktı. "Çok biliyorsun sen! Sana ne kızım! İyi hissetmeye çalışıyoruz burada. İnsanın giydikleri önce kendini mutlu etmeli diye boşuna demiyorlar. Beni mutlu ediyor giydiğim, seni etmiyorsa bana ne!"

Seçil bu konuda öğlene kadar Burcu'yu yeterince darladığını düşündüğünden, dönüp ofislerinin olduğu binaya doğru yürüdü. Burcu da çıt çıt çıt onun yanında hemen yerini aldı.

"Sen niye almadın kahve? Asla bol süt köpüklü bir kahveye hayır demezdin?" diye sordu Seçil'e.

Seçil omuzlarını silkti. Öğlen çok yediği için şu an tıka basa doluydu ve inanılmazdı ama tek lokma alacak yeri yoktu. "Daha sonra belki."

Burcu sırıttı. "Gel yukarı çıkmadan şurada iki dakika bir sigara içeyim."

Seçil buna da bıkkın bir nefes vermek dışında bir tepki vermedi. Burcu'yla beraber sigara içme alanının oraya geçip, arkadaşı bir sigara yakıp dumanını içine çekerken bekledi.

O sırada birçok kişinin dikkati tek bir noktaya kaydı. Şirketlerinin genel müdürleri, yanında bir genel müdür yardımcısı bir de departman yöneticisiyle beraber ofisin olduğu binaya giriyordu. Adamın ayak bastığı en az yüz metrekarelik alanın aurası değişiyordu. Kendi güzel gülüşüyle ışık saçtığı yetmezmiş gibi, yanındaki iş arkadaşlarını da güldürerek enerjisini onlara bile bulaştırıyordu.

Seçil'e sorsalar bu adamı 'yürüyen maskülenite' olarak tarif ederdi. Tamam, her erkek yürürdü zaten ama Seçil'in aklına başka hitap şekli de gelmiyordu. Yakışıklı maskülenite diyemezdi. Gayrimüslim maskülenite falan derse de biraz ırkçı bir tabir olurdu. Ondan tercih etmiyordu, prensiplerine tersti. Ama bu adamın erkeksiliğinin tartışmaya kapalı olduğu kesindi. Mesela bu adamı hiç naif şeylere ilgilenen biri olarak hayal edemiyordu. Spor yapıyorsa dümdüz koşmuyor, karate gibi, boks gibi sert sporlar yapıyor olmalıydı. Edebiyatla ilgileniyorsa kesin şiir miir bilmiyor, kanlı manlı cinayet romanları falan okuyor olmalıydı. Doğa yürüyüşü yapmıyor, dağcılık yapıyor olmalıydı. Aşk filmi izlemiyor—bunu çoğu erkek izlemiyordu gerçi—savaş filmi izliyor olmalıydı. Slow müzik dinlemiyor, heavy metal dinliyor olmalıydı. Kısacası bu adamdan sadece asi şeyler bekliyordu. Hem de adamla pek sohbeti olmamasına rağmen.

Bir de gizemliydi tabii. İş hayatı anlamında oldukça şeffaf görünen bir adam olsa da, söz konusu kişisel hayat oldu mu birkaç temel şey dışında bir şey bilemezdiniz.

Ama Seçil'in bu kısımda da bir fikri vardı. Tahminlerine göre, Aris Karayani kişisel hayatında da zor bir adamdı. Tabii bu da ailesinin ve ayrıl-barış sevgilisi Lena Kaplan'ın problemiydi. Seçil'in iş hayatında bir zorluğa neden olmasındı, başka da bir derdi yoktu.

"Yine ayrılmış bunlar Lena'yla, gördün mü sabah magazinfısıltısı'nda?" dedi Burcu sigarasının dumanını üflerken. "Bak nasıl da yüzü gülüyor ama! Erkeklerin hepsi aynı."

Seçil ona bakarak güldü. "Görmedim ben. Gönderiler arasında kaybolmuştur. Bu adamı niye paylaşıyorlar ki ya? Bu adam o kadar ünlü değil bence."

"Kız koskoca holdingin en yüksek cirolu şirketlerinden birinin CEO'su. Nasıl ünlü değil! Onu da geçtim, asıl Lena ünlü yani. Tamam, bu ülkedeki ünü tamamen ailesine dayanıyor ama kız pahalı global markaların yüzü oluyor mu, oluyor. Haliyle haberlerinin olması kadar doğal bir şey olabilemez!"

"Aman sanki bu onlar için yeni bir haber de! İki haftaya barışırlar. Onların düzeni öyle. Nasıl delirmiyorlar anlamıyorum. Ayrıl barış ayrıl barış... ben kafayı yerim."

Burcu arkadaşının sözlerine kıkır kıkır güldü. "Sen önce ayrılacak adamı bul da, sonra hayıflan... Altı sene oldu yalnızlıktan ağzın kokuyor artık!"

Seçil dışarıda olmasalar elindeki cüzdanıyla Burcu'ya vururdu. Gerçekten vururdu. Arkadaş arkadaşa bunu der miydi ya? Ayıp denen bir şey vardı. Öncelikle altı yıl olmamıştı. Seçil'in de arada ufak tefek flörtleri olmuştu ama tamamına ermemişti o ayrıydı. Tabii bu konu bir yana, Seçil'in ayrılacak adam bulmasına gerek yoktu. Onun asla ayrılmak istemediği bir adamı vardı zaten. Sadece adamın bundan haberi yoktu.

Ersin Sönmez... Seçil'in kalbindeki sönmeyen aşk...

O güzel yüzü yine aklına düşmüştü bak şimdi. Yine tüm dikkati dağılmıştı. Gerçi şimdi olmasa beş dakika sonra yukarı çıkınca olacaktı. Yine onun odasını gören masasına oturup, bütün gün ona bakacaktı. Ersin geleli sekiz ay olmuştu, Seçil hala onun varlığıyla yaşamaya alışamamıştı.

Dünyanın en tatlı, en sempatik, en muzip, en rahat, en mükemmel kısacası enlerin eni yöneticisiydi. Seçil'in yöneticisi değildi ama şirkette popüler biriydi. Seçil bazen 'Keşke benim yöneticim olsa' diye düşünüyordu ama hızla bu fikrinden vazgeçiyordu. Bu şekilde bile onunla bir beraberlik hayal etmesi zorken, bir de aynı departmanlarda olmaları işleri iyice zorlaştırırdı. Tabii beraber olabilmeleri için Ersin'in önce Seçil'in varlığından haberdar olması gerekiyordu ama o da elbet bir gün olurdu, değil mi? Şimdilik Seçil birincil önlemlerini alıyordu.

Aslında Ersin Seçil'in varlığından haberdardı. Ona güler yüzle hal hatır sorar, gördüğü yerde ufak sohbetler eder, işi düştüğünde ondan destek alırdı. Yani o kadar da birbirlerinden kopuk değillerdi. Fakat insanlar bir piramidin sınıflarında bulunuyorlarsa, ne yazık ki Seçil Ersin'in bulunduğu sınıfın birkaç alt grubunda yer alıyordu. Bu da Seçil'in onun önünde dikkatini çekebilmesi adına büyük bir engeldi. Tabii şu hayatta başka engeller de mevcuttu.

Seçil'in pek de güzel bir kız olmaması ve Ersin'in genelde güzel kızlarla flörtlü sohbetler etmesi gibi... Seçil bunun için onu suçlamıyordu. Seçil de Ersin kadar yakışıklı olsa sadece dikkat çekici, güzel kadınlarla sohbet ediyor olurdu.

Gel gör ki Seçil'in öyle bir süper gücü yoktu. O yüzden hep ortalama şeylere razı olmak zorunda kalmıştı. Şikâyeti olduğundan da değildi, sonuçta güzellik-yakışıklılık bunlar göreceli kavramlardı. Seçil hayatı boyunca hep ortalamaya maruz kalmıştı. Seçil kendi hayatını da bir şekilde tarif edecek olsa 'yürüyen ortalama' tabirini kullanabilirdi. Zira hayatı tam olarak buydu.

Çocukluğu boyunca ortalama bir çocuk olmuş, öğrenciliği boyunca ortalama bir öğrenci olmuş, çalışma hayatı boyunca ortalama bir çalışan olmuştu. Hiçbir şeyin en iyisi ya da en kötüsü olmamıştı. Gerçi kendini kötü olarak nitelendirebileceği şeyler vardı ama etrafındakiler Seçil'in o konularda kötü olduğunu düşünmüyorlardı. Yine dönüp 'normal' sıfatını kullanıyorlardı. Misal Seçil İngilizcede kötü olduğunu düşünüyordu. Fakat etrafı, yöneticileri, sınav sonuçları, hatta bazı yabancılar bile ona fena olmadığını, ortalama bir şekilde konuştuğunu söylüyorlardı.

Ortalama ve normal biri olarak nasıl Ersin'in dikkatini çekebilirdi acaba?

"Gel hadi çıkalım. Bugün sohbetine de doyum olmuyor zaten." Burcu'nun hayıflanan sözleri üzerine beraber ofise giderken dik dik arkadaşına baktı Seçil. "Yahu belki uykusuzum? Belki işler yoğun? Belki kafam dolu? Allah Allah!"

"Kızım aynı işi yapıyoruz. Ben biliyorum senin elinde ne iş var ne yok. Gayet de iyiyiz şu ara. Ben senin kafanın neyle dolu olduğunu biliyorum, başka bir şeyle dolu olmaz zaten."

Seçil bu sözlere yanıt vermedi. Adabıyla durup asansörü bekledi. Gelir gelmez içi zaten tıklım tıkış olan asansöre altı kişi daha bindiler.

Beşinci ve son olan, ofislerinin bulunduğu katta asansörden inip vedalaşarak yerlerine dağıldılar. Seçil son bir manevra ile önce tuvalete gitmeye karar verdi. Tuvalette işini görüp elini yüzünü yıkadıktan sonra bir de aynada kendine baktı. Elektriklenmiş saçlarını açıp tekrar atkuyruğu yaptı, gözlüğünü düzeltti.

"Yarın makyaj yapacağım, biraz makyaj yapıp geleceğim," dedi kendi kendine. Bunu sahiden yapması lazımdı. Burcu'ya laf atıyordu ama belki onun da güzel giyinmesi gerekiyordu.

İşinin başına dönmek için tuvaletten hızlı bir çıkış yaptı. Ve çıkışını yapar yapmaz hiç sakarlık yapmak istemeyeceği birine toslayarak bir sakarlık örneği sergiledi.

Ersin.

"P-pa-pardon Ersin Bey," diye kekeledi. Biraz bile nefes almıyordu.

Ersin'se gülümsüyordu. Geri seker sekmez elini Seçil'in koluna koymuş, "Sorun yok, sen iyi misin?" diye sordu. "Bu tuvaletlerin çıkışı gerçekten çok tehlikeli."

Ah o cümleden sonra gelen kıkırtısı... Dünyanın en güzel şarkısı gibiydi. Seçil ölmemeye gayret ederek gülümsedi. "Haklısınız. Ben de önüme bakmıyordum, kusura bakmayın tekrar."

"Tamam daha fazla özür dilemene gerek yok Seçilcim, hadi, kolay gelsin." Ersin iki kez Seçil'in kolunu pışpışladıktan sonra dönüp gitti.

Seçil'se kulaklarında çınlayan 'cım' ekiyle olduğu yerde kaldı.

***

Aris mail kutusuna bakarken biraz boğulduğunu hissediyordu. Normalde asla fazla işten gocunmayan ve şikâyet etmeyen biriydi. Hatta çoğu genel müdür, bu mail kutusuna gelen bazı mail başlıkları için asistanlarını kullanırken Aris bunu asla yapmazdı. En basit konularla bile bizzat ilgilenmeyi severdi. Aslında sevmek de denemezdi buna. Kendisi biraz kontrol manyağı olduğu için her şeyden haberdar olmak hoşuna gidiyordu.

Nedense son zamanlarda bu yoğunluklar onu yormaya başlamıştı. Yeni yeni kendini 'Keşke bugün daha az toplantı olsa, keşke bugün daha az işim olsa' diye dileklerde bulunurken yakalıyordu. Belki de sebebi yıllardır doğru düzgün tatil yapmamasıydı. İki üç günü aşan tatili neredeyse yok denecek kadar azdı. Onda da genelde pazartesi ve cumayı alıyor, hafta sonuyla birleştiriyordu. Yani olay tatil yapmak değildi, sorun Aris'in mola vermemesiydi.

İşte bu yüzden otuz altı yaşında genel müdürdü. Belki burası holdingin çok büyük ölçekli bir şirketi değildi ama yine de ciroları grup içi şirketlerde hatırı sayılır bir paya sahipti. Aris sadece bir buçuk yıl önce buraya transfer olmuştu. Bundan önce başka bir grup şirketinde genel müdür yardımcısıydı. Bu şirketin o zamanki genel müdürünün emekli olmasıyla, Aris de holdingden gelen teklif doğrultusunda buraya atanmıştı. Gelene kadar da, geldikten sonra da yaptıklarının etkisi hep çalıştığı yerlerde görülmüştü. Son bir yıldır burası katlanarak büyüyordu.

En son insan kaynakları tarafından kendisine iletilen izin mutabakatı mailini bulup açtı. Ocak ayında, sene başında iletmişlerdi. Şimdiye kadar hep grup içinde kaldığı için, geçiş yaptığı şirketler arasında izinleri devrederek gelmişti, o yüzden on dört yıldır aynı şirkette çalışıyormuş gibiydi.

"Ne?! Yüz seksen altı gün iznim mi birikmiş?!" dedi biraz yüksek sesle. Bu sayıyı gördüğünü hatırlamıyordu. Ocak ayında mail geldiğinde, izin konularıyla hiç ilgilenmediği için eki hiç açmadan geçmiş olmalıydı. Keşke açmış olsaydı. Lena'nın Lapland'de yaptığı ve kendisini de davet ettiği on günlük kış tatili teklifini reddetmezdi. Gerçi şu an Lena ile ayrı oldukları bir dönemdeydi ama o zamanlar beraberlerdi. Tabii o dönemde onunla tatile gitmiş olsaydı belki şu an ayrı olmamaları için bir etmenleri de olurdu.

Yok... Biraz abartıyordu. Lena ayrılmak istiyorsa her zaman kendine bir şekilde bahane bulurdu zaten.

Lena, Aris kendini bildi bileli onun hayatındaydı. Aris'in aksine Lena'nın hayatı Türkiye, çoğunlukla Yunanistan ve diğer ülkeler arasında mekik dokuyarak geçmişti. Onlar da aslen Türkiye Rumlarındandılar. Ama annesi ve babası Lena küçük yaştayken boşanmışlardı. Annesi Yunanistan'a dönmüş, babası tüm hayatı ve işi burada olduğu için kalmıştı. Haliyle Lena da gençliği boyunca iki ülke arasında helak olmuştu. Tabii artık bir yetişkin olduğu için ve kendi işi olduğu için böyle dertleri tasaları yoktu. İstediği zaman istediği yerde oluyordu. Mesela şu an Bali'deydi. Kim bilir ne zaman geri gelecekti? Ya da geldiğinde nereye dönecekti? Belki de buraya hiç gelmez, direkt Yunanistan'a giderdi.

Ne güzel istediği an, istediği şekilde tatil yapıyordu. Aris bunu hissettiğine inanamasa da, biraz ona özeniyordu. Artık değişmeye başlıyor olabilir miydi? Yoksa yaşlanıyor muydu?

Sesli olarak "Yok canııım!" derken güldü. O kadar da değildi. Sadece bir dönemden geçiyor olmalıydı. Bu da geçerdi.

"Bu sene adam gibi tatil yapacağım. Hatta baharda da gideceğim, yazın da en az iki, hatta üç tatil yapacağım. Sürelerine göre bakarım!" diye söz verdi kendi kendine. Ardından biraz daha şevkle maillerine döndü. O zaman sıradan beyaz yakalıların nasıl hissettiğini tam olarak anladı. Demek ki tatil planı yapmak böyle bir şeydi. Bir anda insana tüm işler pek hafif geliyordu.

Kapısı çalınana kadar kaç dakikadır aralıksız çalışıyor olduğuna bile bakmamıştı. Saatin üç buçuk olduğunu görünce, iki buçuk saattir kafasını bile kaldırmadığını ancak anladı. Hayret, nasıl bir toplantı denk gelmemişti o aralığa, o da ilginçti.

"Gel!" diye seslendi kapıya doğru. Asistanı Bengü kapıyı açıp vücudunun sadece yarısını içeri sokarak "Aris Bey müsait miydiniz?" diye sordu.

'Gel dediğime göre müsaidim değil mi Bengücüm?' dedi içinden Aris. Dışından sadece hafifçe gülerek "Evet Bengü, dinliyorum," dedi.

"Cihan Bey geldi de."

Aris derin bir nefes aldı. "Bengücüm, daha önce defalarca sana odamda kimse olmadığını ve toplantım olmadığını bildiğinde Cihan'ı direkt içeri alabilirsin demiştim."

Cihan Bengü'nün yanından kafasını uzatınca "Kendisi senin bütün takvimini gördüğü gibi ben de görüyorum, direkt gireyim diyorum ama hiçbir seferinde ikna edemedim bu kızı," dedi.

Bengü dik bakışlarını Cihan'a çevirdi. "Aris Bey'in takvimini sizin de görebilmeniz pek hoş değil Cihan Bey, ben de bunu her seferinde size söylüyorum."

Cihan karşısındaki komik tavır karşısında bir kahkaha attı. "Ya adam bizzat kendisi paylaştı benimle?! Ne yapayım? Ona göre iş dışı planlarımızı yapıyoruz biz, şimdi izninle kendisiyle biraz plan yapalım."

Bengü kenara çekilip 'buyurun' der gibi odayı gösterdi. Cihan içeri girdikten sonra Bengü kapıyı arkalarından kapatıp gitti. Aris ve Cihan iki saniye birbirlerine sessizce baktılar. Sonra ikisi de gülmeye başladı. Aris başını iki yana salladı.

"Bu kız olmasa sıkıntıdan ölürsün sen, bak diyorum. Sakın kaybetme bunu." Cihan gelip Aris'in önündeki üçlü geniş deri kanepeye kuruldu.

Aris de buna katılıyordu. "Öğle yemeğinde neredeydin?" diye sordu.

"N'oldu? Bensiz seni sıktılar mı?" Cihan hafifçe güldü.

"Asla!" dedi gülerek Aris. "Eda ve Atıf'la gayet keyifli bir yemek geçirdim."

Aris'in Eda'nın adını anmasıyla Cihan'ın gözlerinde her seferinde parlayan o kurnaz ışıltı belirdi. Aris anında buna göz devirdi. "Yapma şunu işte! Sinir ediyorsun beni."

"Yedi cihan şu durumun farkında, ben mi ima edince sorun oluyor?"

Aris kulağını tutup tahtaya vurdu. "Aman Allah korusun, senden yedi tane olması çok problem olurdu."

Cihan yüzünü buruşturarak gözlerini devirdi. "Hadi oturduğun koltuktan utanmıyorsun, yaşından başından da utanmıyorsun şu şakayı yaparken. Ben söyleyeceğimi söyleyip gidiyorum."

"Neymiş?" Aris'in dikkati bilgisayarının ekranına kayarken Cihan konuştu. "Holdingden bir tane yardım etkinliği için duyuru gelmiş. Sırayla tüm şirketlere detayları paylaşıyorlar. Her şirketten üst düzey yöneticiler için bir performans sergileme koşulu konmuş bu etkinlik için. Daha çok dikkat çekmesi ve ses getirmesi adına."

Aris bakışlarını tekrar Cihan'a çevirdi. "Anlamadım, sunum mu yapacağız? Basit bir konuşma neylerine yetmiyor? Ayrıca bütün üst düzey yöneticiler nasıl sunum yapacak?"

Cihan dudaklarını birbirine bastırarak tebessüm etti. "Sunum değil, konuşma da değil. Holding CEO'su yapar tabii ama o ayrı. Performans sergilemekten kastım bir yeteneğini sergilemek."

Aris garip garip baktı. "İyi de benim bir yeteneğim yok ki. Ne alaka şimdi bu? Bağış yapsak yetmiyor mu?"

"Nasıl bir yeteneğin yok ya? Seni de ailen proje çocuğu gibi her şeyin kursuna göndererek yetiştirmedi mi? Elbet yapabildiğin bir şeyler vardır. Dans, resim, müzik, tiyatro... Tiyatro sizin oraların bir sanat dalı sayılır. Yetenek genlerinde vardır en azından, hı?"

Aris arkadaşına öyle bir baktı ki, Cihan kendini tutamayıp güldü. Bu çocuğa sert bakmak çok yakışıyordu ama surat asmak asla yakışmıyordu.

"Öncelikle saçma teklifin için çok teşekkür ederim. Benim gerçekten hiçbir yeteneğim yok. Bildiğim tek şey çalışmak. Okuldayken ders çalışırdım, iş hayatında da iş... Gördüğün gibi. O yüzden sen kırk yaşında orada otururken, ben otuz altı yaşında burada oturuyorum."

Bu ağır söz karşısında Cihan kalbinden vurulmuş gibi kendini tutup ahladı. Yüzündeki oyuncu ifade çok iyiydi. Aris'in bunu hakaret amaçlı demediğini çok iyi bilecek kadar eski arkadaşlardı onlar.

"Ama bak sen şu oyunculuğunla bence çok iyi performans sergileyebilirsin. Hatta çıkıp stand-up yapsana sen? Güler eğleniriz biraz?" dedi Aris yangına körükle gider gibi.

Cihan güldü. "Baskı altında şaka yapamam. Yapabilsem olurdu... Hem ben çağırılacak mıyım, onu bile bilmiyorum. Bizim şirketten bir sen, bir de Özlem aday olarak gösterilebilir."

"Niye sadece ben ve o?"

"Eh bir şekilde sınırlı tutmaları gerekiyor. Her şirketten bütün üst yönetimi çıkarırlarsa gece bitmez."

"O zaman ben hakkımı başkasına devrediyorum. Çıkmayacağım ben."

"Aris saçmalama! Herkes hak devredebilir ama sen edemezsin. Bütün genel müdürler çıkacak."

Aris gözlerini kısarak baktı arkadaşına. "Lider Finansman'ın altmış iki yaşındaki genel müdürü de mi?"

Cihan gülümsedi. "O adam çok iyi tango yapıyor, onun işi kolay. Kendi şirketinden uygun bir hatun buldu mu, şov bile yapar."

Aris oflayarak ellerini saçlarından geçirdi. Bundan kurtuluş yoktu, resmen kapana kıstırılmıştı. Ama Aris de yalan söylemiyordu, onun sahiden bir yeteneği yoktu. Hobisi yoktu. Elinden gelen bir el işi yoktu. Çöp adam bile çizemezdi, tek başına bile dans edemezdi, sesinin bir oktav olduğu bile şüpheliydi, hikaye anlatamazdı, şiir okuyamazdı, bir nota bile bir şey çalamazdı...

Yoksa... çalabilir miydi? Düşüncelere dalarak gençliğini hatırlamaya gayret etti. Lisedeyken onlarca basket kursunun, dil kursunun bilmem neyin arasında annesine gitar alması için yalvardığını hatırlıyordu. Fakat annesi Aris'in bir enstrüman çalacaksa, bunun daha 'onlara yaraşır düzeyde' bir enstrüman olması gerektiğini söylemişti. Bunun akabinde de Aris'e piyano keman gibi müzik aletlerini önermişti. Aris de inadından eve kaval almayı bile düşünmüştü o sıralar. Sonra da bu konu büyümeden kapanmıştı. Okuduğu lisedeki müzik odasında bulunan gitarı gel zaman git zaman kurcalayıp kendi kendine gizlice bir şeyler öğrenmeye çalışmıştı ama buna yeterince vakit ayıramayınca bu sevda da yok olup gitmişti.

İşte bugün hiçbir şey bilmeden burada oturuyordu. Ve öğlen hissettiği gibi hissediyordu yine. Uzun süredir gerçekten tatil yapmadığını fark ettiğindeki gibi... Aslında çok eksik bir insandı lakin bunun farkında bile değildi. Kendini çok donanımlı, her şeye psikolojik ve fiziksel olarak çok hazırlıklı sanıyordu.

"Sahi, keşke dans etme konusunda iyi olsaydın, o seni kurtarırdı," dedi Cihan. Aris başını kaldırıp ona baktı. Olumsuz anlamda iki yana salladı. Amuda kalkıp elleri üstünde yürürdü daha iyiydi, daha az rezil olurdu.

"Bu saçmalığa şu an daha fazla kafa yoramayacağım. Mail bildirimi gelsin, detaylara bakıp bir şey düşünmeye çalışırım."

***

Seçil servise binerken kulaklıklarını takmıştı bile. Tek kişilik koltuklardan birine oturup direkt dışarıyı izlemeye başladı. Birkaç dakikaya servis kalkmış olurdu.

Instagram'ında gezerken, en önce çıkan hikaye baloncuklarının hep şirketten tanıdığı ya da bildiği insanlara ait olduğunu fark edince kendini biraz kötü hissetti. İş insanın hayatında o kadar büyük bir zaman alıyordu ki, insan asıl arkadaşlarından dostlarından uzak kalıyordu. Yapay zekalar da bunu böyle insanın yüzüne vuruyordu işte. Seçil'in en yakın arkadaşı diyebileceği çok fazla kimsesi yoktu ama eski bir İstanbul mahallesinde büyüdüğü için yeterince arkadaşı vardı. İlkokulu ve ortaokulu kendi mahallesinde okumuştu. O yüzden hemen hemen okul arkadaşlarıyla çocukluk arkadaşları aynıydı. Liseyi de yine aynı ilçenin başka bir semtindeki okulda okumuştu. Liseden kalma çok fazla arkadaşı yoktu ama olan birkaç tanesiyle hala konuşurdu.

Mesela ilk erkek arkadaşı lisede olmuştu. Hiç unutmazdı, lise üçüncü sınıftaydı. Şimdiki halinden daha fecaat göründüğü dönemlerdi Seçil'e göre. Ama lisede zaten insanlar genel olarak çirkin oluyorlardı. D şubesinden Ahmet diye bir çocukla konuşmaya başlamışlar, bu konuşmalar zamanla yerini flörtlere bırakmıştı. Birkaç görüşme, okul harici buluşma derken üç ay sonra Ahmet Seçil'i başka bir kız için bırakmıştı. Seçil daha o gün erkeklere güven olmayacağını öğrenmişti. Bunun hemen akabinde o yaz tatile gittiği Ayvalık'ta başka bir çocukla oldukça kısa süreli bir yaz aşkı yaşamıştı. O da İstanbul'a döndüklerinde onu hiç aramayınca Seçil birkaç ay önce aldığı 'erkeklere güven olmaz' kararını hatırlamıştı. Bu sefer tam kendinden emin hareket ediyordu ki, tam üniversite sınavı hazırlık döneminin göbeğinde bu kez de dershaneden Kaya adlı bir çocuğa tutulmuştu. Bu kez tam imkânsız aşk olmuştu çünkü Kaya, bugünkü Ersin'den beter onu görmemişti, fark etmemişti. Dershanedeki en havalı çocuklardan biriydi. Üstelik böyle tiplerdeki genel geçer durumun aksine Kaya çalışkandı da. En iyilerin olduğu sınıftaydı. Seçil'se tabii ki yedi sınıftan dördüncüsündeydi. Ve hiçbir seviye belirleme sınavında onun yanına erişmeyi başaramamıştı. Zaten çıktığı en fazla sınıf üçüncü sınıf olabilmişti. Böylelikle Kaya aşkı başlamadan tarihe gömülmüştü.

Üniversite zamanı ise çok daha kesat başlamıştı. İlk sene bir sürü arkadaş edinmişti, bir ton çocuğu beğenmişti ama hiçbirine o anlamda biraz bile yaklaşamamıştı. Çünkü herkes çok özgüvenliydi, çok güzeldi, çok mükemmeldi. İnanılamaz bir rekabet vardı ve Seçil onların arasında çocuk gibi kalmıştı. Ne yapacağını bilemeyen kafasız tavuklar gibi çırpınmıştı sadece. Başta kendine bakmak, güzelleşmek ve o insanlara ayak uydurmak istemişti. Bununla uğraşırken bu kez derslere eğilemediği için ortalaması geçer notun altında kalmış, bu kez de sınıfta kalmıştı. İkinci senesinden üstten ders alamamıştı. Haliyle ailesi ağzına sıçmıştı.

İkinci sınıfta bu kez bu işleri bırakmaya karar vermişti. İnsanlar arasında dikkat çekmeye çalışmanın anlamsız olduğuna kanaat getirmişti. Az ve öz insanla yoluna devam ederken, derslerine odaklanmıştı. Zaten bir an önce şu okul tantanasından kurtulmak istiyordu. Bir kez daha sınıfta kalamazdı o yüzden. Neyse ki kalmamıştı da. Üniversitedeki ancak dördüncü senesinde birileri onu fark etmişti. En gerçek ve en uzun ilişkisi olan Umut.

Umut'la tamı tamına iki yıl çıkmışlardı. Seçil dördüncü senesinde üçüncü sınıfı okurken, Umut'un o yıl ilk senesiydi ve birinci sınıftı. Ama aynı yaştalardı. Umut geç kazanmıştı üniversiteyi. Seçil'in o güne kadar tanıdığı en tatlı erkekti. Komikti, sakindi, naifti, güler yüzlüydü, romantikti... Seçil başlarda onun gerçekliğine inanamamıştı çünkü bu kadar iyi yürekli bir adam kendisinde ne bulur anlayamamıştı. Umut'sa daha gün birden beri onun gözünün içine bakmıştı. Seçil'in ellerini ilk tuttuğunda "Ben sana gördüğüm an aşık olmuştum," demişti. Seçil'se aval aval ona bakarken "Emin misin? Senin de benim gibi gözlerin bozuk olmasın? Baktırdın mı hiç?" demişti. Seçil'in tüm bu patavatsız çıkışlarına rağmen Umut onunla hep eğlenmiş, hep mutlu olmuştu. Seçil ilk zamanlarda bir türlü olan bitenin gerçekliğini kabullenemediği içi Umut'tan daha zor adapte olmuştu aralarındaki ilişki gerçeğine. Fakat Umut'un sahiden onu sevdiğini, ondan başka hiçbir beklentisi olmadığını, gönül eğlendirmediğini, meraktan ve doymazlıktan ona sarmadığını kabul ettiğinde hayatının en güzel zamanlarını yaşamıştı.

Ta ki Umut da ondan başkası için ayrılana kadar...

O gözünün içine bakan adam, ona ilk andan beri âşık olduğunu söyleyen adam iki yıl sonra bir gün pat diye 'başkası var' demişti. Seçil başta afallamış, Umut şaka yapıyor sanmış—çünkü genel olarak sık şakalaşan bir çiftlerdi—kabullenmek istememişti. Umut'un ciddi olduğunu anladığındaysa ilginç bir şekilde ona hiç kızmamıştı. Çünkü Umut utançla bakmıştı ona, onu aldatmadığına yemin etmişti. Kızın haberi bile olmadığını, sadece kendisinin ona karşı hisleri olduğunu belirtmişti. Bunca zamandır hep iyiliğini gördüğü Umut'a inanmıştı Seçil de. Zaten aldatmış olsa ne olacaktı? Adam ayrılmak istemişti, yapacak bir şey yoktu.

Medenice ayrılmışlardı o gün. Mesela hala Instagram'dan takipleşiyorlardı. Seçil onu çok zor unutmuştu ama zamanla unutmuştu işte. Ara ara başkalarından hoşlanmaya devam etmişti. Başka adamlar onu heyecanlandırmıştı. Ama Umut'la yaşadıklarını hep hatırlamıştı.

İşte bugün yine ümitsizce Ersin'in ardından bakıyordu işte. İş hayatına atılalı dört yıl olmuştu. Hala üniversitenin ilk senesindeki gibiydi. Bir türlü sıyrılamıyor, buradaki 'Umut'unu bulamıyordu. O kadar uzun süredir yalnızdı ki buna ihtiyacı vardı artık.

Servis hareket edip iş merkezinin bahçesinden çıkarken bir arabaya yol vermek için durdu. Gri renkli Volvo XC90 model bir araç Seçil'in olduğu taraftan geçerken, Seçil içindeki Aris'i görünce ona yol verdiklerini anladı. Aris daha kapıya yaklaşmadan bariyer kalktı ve adam hızını bile kesmeden bahçeden yola çıktı.

'Acaba dokuz yıl sonra ben de böyle bir şey kullanıyor olacak mıyım?' diye düşünmeden edemedi. Bu sorunun cevabını biliyordu. Tabii ki kullanamayacaktı. Seçil dokuz yıl sonra şirket arabası denen şeyi hak edecek seviyeye gelse bile, bu araç ancak bir Fiat Egea falan olacaktı. Ki onun bile ihtimali düşüktü. Zira Seçil Aris'in çeyreği kadar bile çalışkan değildi. İşimi yapam, zamanında çıkam, hemen eve gidem mantalitesinde bir insandı.

Tabii her şey bir yana, Seçil'in önce ehliyet alması gerekiyordu.

***

"Ben geldiiim!" diye seslendi içeri doğru her akşam yaptığı gibi. Ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa koyarken annesi "Hoş geldin, hemen ellerini yıka da gel!" dedi her zamanki gibi. Seçil de her zamanki gibi gözlerini devirdi. Evde iki tane daha çocuk vardı ama mutfakta Selma Hanım'a yardım etmesi gereken hep Seçil'di. Seçil'den üç yaş küçük erkek kardeşi Ilgaz ya da yedi yaş küçük kız kardeşi Yıldız asla değildi.

"Hoş geldin kızım!" Babası Dinçer Bey'in sesini duyunca da gülümsedi Seçil. Salon kapısının önüne gelir gelmez babasını beklediği gibi buldu. Televizyonun karşısında, camın yanındaki tekli kanepede oturmuş gazetesini okuyordu. Seçil yüz hatları anlamında babasına benzerdi. Normalde Dinçer Bey'in de Seçil gibi gözleri bozuktu. Ama üç yıl önce katarakt ameliyatı olduğundan beridir sadece okurken gözlük kullanıyordu. Ve bu gözlük taktığı anlarda Seçil'in yaşlı ve erkek versiyonuna dönüşüyordu resmen. İkisinin de köşeli yüz hatları vardı, burunları insanın sinirini bozacak kadar güzeldi, gözlerinin şeklinden elmacık kemiklerine, dudaklarının kalınlıklarından, koyu kahverengi göz rengine kadar her şeyleri benziyordu.

Seçil içten içe huylarının da benzediğini düşünüyordu. Rutinini hiç bozmadan önce babasının yanına gidip ona sarılarak öptü. Kolçağa oturup "Nasılsın baba?" diye sordu.

"İyiyim güzel kızım, sen nasılsın? Nasıldı bugün işler?"

"Sakindi. Bu aralar sakin gidiyoruz. Senin nasıldı?"

"Bizim yoğun, hep yoğun. Ama maşallah diyelim, ben memnunum."

"O zaman maşallah!"

Seçil tam eğilip babasını yanağından kocaman öperken annesi yine içeriden bağırdı. "Kızım neredesin, aaaa?!"

Seçil dudaklarını bastırarak babasına bakarken Dinçer Bey kıkırdadı. "Ben gideyim de anneme de bakayım."

"Tamam kızım."

Seçil mutfağa girer girmez lavabonun başına gidip ellerini yıkadı. Annesi bu hareketine hemen söylenecek bir şeyler bularak "Aman kızım ya! Şu ellerini tuvalette yıkasan olmuyor mu? Mutfak lavabosu bu iş için mi?" diye sitem etti.

Seçil içinden sabır dilenerek suyu kapattı ve ellerini havluya kuruladı. "Annecim ne fark eder? Burada akan da su, buradaki de sabun, buradaki de gider yani? İlle yemek yıkanacak diye bir kural mı var burada?" diye sordu.

"Seninle de konuşulmuyor yeminle!"

Seçil'in kaşları hayretle havalandı. Acaba kiminle konuşulmuyordu? "Evet, onu bunu bırakalım. Bak soyunmadan dökünmeden buraya geldim, ne istiyorsun?"

"Şu yemeğe bak, karıştır, yanmasın. Çorbanın da altını kıs."

Seçil ocağın başına geçerek verilen görevleri yerine getirdi. "Ilgaz'la Yıldız nerede? Her zamanki gibi bu işler bana kalıyor..."

Selma Hanım kızına sert bir bakış attı. "Her zaman yemek yapma işi de bana kalıyor! Sanki bu evde tek başıma yaşıyorum!"

Seçil bu kavgayı da kazanamayacağını baştan bildiği için sustu. Gerçekten artık evlenmesi gerekiyordu. Yani evlenmekten kastı bir eve çıkabilmekti aslında. Herhangi biriyle olurdu. İlle de evlenmesine gerek yoktu. Ama gerçi Ersin'le evlenebilirse hiç fena olmazdı.

Artık yaşı gereği kafası bu kadar kalabalık evi kaldırmıyordu. Babası nasıl delirmiyordu anlamıyordu. Annesi her gün her saat deliriyordu da...

"Şu zamlar açıklandı mı?" diye sordu Selma Hanım kızına sessizce.

Seçil'in yüzü asıldı. Neyse ki suratı ocağa dönüktü de annesi görmüyordu. "Henüz ses yok anne. Ama zaten sana çok ümitlenme demiştim, hatırlatırım."

"Olsun, bana aldığın fazla kısımdan versen benim botoks planıma yeter."

Selma Hanım'ın sesindeki heyecanlı tını biraz ürkütücüydü. Son zamanlarda da buna sarmıştı işte. Yaşlanıyordu ve estetik istiyordu. Dinçer Bey'den bu konuda para koparamayacağını bildiği için de Seçil'in başının etini yiyordu.

Selma Hanım elli bir yaşında olmasına rağmen hala bebek gibiydi aslında. Çok güzeldi. Ne yazık ki Seçil babasına çektiği için annesinin o güzel cildini, ela gözlerini, incecik vücudunu ve yüzünü alamamıştı. Bu nedenle Selma Hanım'ın pek fazla müdahaleye ihtiyacı yoktu lakin istiyordu işte ısrarla.

"Anne valla babamı kızdıracağız. Sakin adamı çileden çıkaracağız."

Selma Hanım Seçil'e döndü. "Aman karışmasın o! Otuz yılımı yedi otuz! Bir şey demeye hakkı yok onun. Benim bedenim benim kararım." Bir süre inceler gibi kızının yüzüne baktı. "Valla bence sen de bir düşünsen iyi edersin. Bak alnının haline. Kırış kırış olmuş bile."

Seçil panikle boştaki eliyle alnını tuttu. Sonra koşturup antredeki aynada alnına baktı. Kaşlarını indirip kaldırdı. Cidden kat kat oluyordu. "İyi de bunlar herkeste yok mu?" diye sordu annesine.

"Yok tabii! Eğer dolgunu botoksunu düzenli yaptırırsan kırışmıyor. Erken yaşlarda önlem almak lazım."

Seçil omuzları düşmüş bir biçimde ocağın başına döndü. Bir de bu çıkmıştı başına. Giyinmesi süslenmesi saçı başı makyajı halletmişti de, estetiği kalmıştı bi!

"Sen bir bak da işine anne, beni sonra düşünürüz," diyerek konuyu geçiştirdi.

"Eh, orası kesin. Sıranı bekleyeceksin!"

Yemeklerin tamamlanmasında ve sofranın hazırlanmasında annesine yardım ettikten sonra üstünü değiştirmek için odasına geçti. Odaya girer girmez Yıldız'ı kulağında kulaklıklarla, yatağında oturmuş yüksek sesle müzik dinleyerek telefona bakarken bulduğuna hiç şaşırmadı. Eskiden Yıldız ve Ilgaz aynı odalarda kalıyorlardı. Fakat Ilgaz lise ikinci sınıfa geçtikten sonra Ilgaz o odadan çıkmış, Seçil onun yanına taşınmıştı. Bu Seçil'in bu çatı altında en fazla mücadele verdiği konulardan biri olmuştu lakin kaybetmişti. Yaşlar kemale erince kızlar beraber bir odaya geçmiş, Ilgaz diğer odayı tek başına işgal etmişti. Beyefendi senelerdir oranın sefasını sürüyordu. Yirmi dört yaşına gelmişti ve daha yeni mezun olmuştu, bir çöp kadar eve faydası yoktu. İş bulma ihtimali yakınlarda görünmüyordu, üstelik bir de böyle yük oluyordu. Seçil annesinin babasının yerinde olsa Ilgaz'ı çoktan kapı dışarı etmişti. Tamam zamanında kendisi de sınıfta kalmıştı etmişti ama Ilgaz'ın durumu başka bir boyuttu artık. Bir insan bir aileye ne kadar sorun yaratabiliyorsa o kadar yaratıyordu maşallah!

Tabii bir de eve gelmeyişleri vardı. Malum evin tek genç erkeği olunca kafasına göre takılıyordu. Habire Dinçer Bey'den—ve maalesef bazen de Seçil'den—para alarak gidiyor, birkaç gün eve uğramıyordu. Öyle zamanlarda Seçil anne ve babasına yalvarıyordu diğer odaya geçmek için. Ilgaz Bey de geldiğinde salonda yatardı artık. Boşuna kızlar bir göz odaya tıkılıyorlardı. Hayır yani ikisinin de çok eşyası vardı. Belli bir yaştan sonra kızlar için çok zordu. Dolaplara sığmıyorlardı. Hele Yıldız! O kadar ama o kadar çok kıyafeti vardı ki Seçil inanamıyordu. Yirmi yaşında kırk yaşında bir insan kadar kıyafeti vardı resmen. Sırf bunlarla da kalmıyordu. Yüzlerce makyaj malzemesi vardı, tokası vardı, takısı vardı. Ve işin en kötü yanı, ikisi de dağınık yapıda kızlardı.

Odaya girer girmez kapıyı arkasından kapatarak çantasını yatağın ucuna bıraktı. Ardına kadar açık olan perdeleri kapadı. Yıldız o hareketinde başını kaldırıp ablasının ne yaptığına baktı. Sonra bir şey demeden tekrar önüne döndü.

Seçil üstündekileri çıkarıp yatağın üstüne attı ve yastığının kenarında duran pijamalarını giydi direkt. Annesi bu huyuna da kızıyordu ama Seçil bundan vazgeçemiyordu. Zaten hepi topu pijamayla üç dört saat geçiriyordu. O aralık için de başka kıyafet kirletemezdi.

Oldukça uzun ve gür olan koyu kahverengi saçlarını ev topuzu yaparak kafasının tepesinde topladı. Telefonunu pantolonunun cebinde bıraktığını hatırlayarak arka cepten onu da çıkardı. Gelen bildirimleri kontrol etti. Gitar çaldığı Reels'lere birkaç beğeni gelmişti. Seçil'in hayatındaki yegâne etkileşim de buydu işte. Boş vakitlerinde, çoğunlukla hafta sonu hem öğretici hem de ilgi çekici olan kısa gitar çalma videoları çeker, onları Instagram'ına ve Tiktok'una atardı. Eskiden, özellikle de üniversite zamanlarında birkaç kişiye başlangıç seviyesinde öğrenecekleri kadar ders vermişliği de vardı. Babası onu çocukken bir heves Halk Eğitim'de kursa vermişti. Durumları öyle aman aman olmadığı için pahalı hobi kurslarına gönderememişti belki ama kızı bir enstrüman çalsın istemişti. Yer bulunca da gitarı tercih etmişti. Seçil babasının hayatta verdiği en doğru kararlardan birinin de bu olduğunu düşünüyordu. Çünkü daha girdiği gün bu işi çok sevmiş, asla da bırakmamıştı. Hayatında hep bir hobi olarak kalmıştı ama belki bir gün bu eğitim işlerini büyütme şansı olurdu, kim bilir.

"Kızlaaar! Ilgaaaz! Hadi yemeğe!" Annesinin seslenmesini duyunca başını kaldırdı. Yıldız'a kaş göz etti. Yıldız hemen tek kulaklığını çıkarıp, annesininkinin aynısı olan ela gözleriyle ablasına baktı. "Ne?"

"Annem yemeğe çağırıyor."

"Tamam geliyorum şimdi, git sen."

Seçil ona 'seninle mi uğraşacağım' bakışı atarak ayaklandı ve içeri gitti. Salona girdiğinde yemek masasında sadece babasının oturduğunu, annesinin de yemek koyduğunu gördü. Ilgaz Bey de yoktu yine.

"Nerede bu çocuklar?" diye söylendi Selma Hanım.

"Yıldız gelecekmiş şimdi," dedi Seçil.

"Ilgaz nerede? Baksana bi şuna öldü mü kaldı mı saatlerdir sesi çıkmıyor yine."

Seçil tam yeni oturduğu sandalyeden kalkmıştı ki Ilgaz elinde ceketi koşarak salonun önünden pas geçip kapıya gitti. "Anne ben çıktım, bana koyma. Akşam geç gelirim."

Seçil gözlerini devirerek geri otururken Selma Hanım "Oğlum şimdi mi diyorsun bunu? Ayrıca şu an akşam zaten? Akşam geç gelirim ne demek?" diye sordu.

"Gece işte anne ya! Koyma bana hadi, görüşürüz." Ilgaz arkasında rüzgarını bırakarak evden çıktı. Selma Hanım cıklayarak söylendi. Yıldız'sa ancak onlar çorbalarını yarıladığında sofraya geldi.

Seçil'in sıradan bir akşamı tam olarak böyleydi işte.

***

Maçka'da, Hüsrev Gerede'nin oradaki rezidans dairesinin on birinci katındaki evinde ayaklarını uzatmış keyifle oturan Aris'in hali vakti Seçil'inkinin tam tersiydi. Evde alttan alttan gelen dinlendirici müziğin dışında bir ses yoktu. Eve gelir gelmez basitçe bir şeyler atıştırmış, hızlıca maillerini kontrol etmiş, şimdi de bir bardak viski almış koltuğunda oturuyordu Aris. Güneş neredeyse batmıştı. Boğaz'ın o ışıklı manzarası birazdan belirirdi.

Cihan'ın bugün bahsettiği etkinliğin haber maili akşamüstü gelmişti. Detayları uzun uzun bir kitapçıkta açıklamışlardı. En geç bu hafta sonuna kadar katılımı zorunlu olan kişilerden, yani belirlenen genel müdürler ve genel müdür yardımcılarından sergileyecekleri performansın alanı isteniyordu. Genel müdürlerin katılımı zorunluydu. Genel müdür yardımcılarında ise seçilen hobiye göre çakışma durumunda başkası tercih edilecekti.

Aris öyle bir hobi seçmek istiyordu ki herkesle çakışıp saf dışı bırakılmak istiyordu. Ama unvanı yüzünden bundan kaçış yoktu. Maili gördüğünden beri kara kara ne yapacağını düşünüyordu.

Cihan'dan mesaj gelince Google'da gezinmeyi bırakarak Whatsapp'ını açtı. Cihan'a akşamüstü kahve içerlerken belki olabilir diye gitar muhabbetini söylemişti. Cihan buna hemen yükselmişti. Temelde biraz bile biliyorsa iki üç dakikalık performans için bir şeyler yapabileceğini düşünmüştü. Üstelik bunu çok havalı da bulmuştu. Sonra da tabii ki şakalarını yapıp "Caddelerde Rüzgar çalarsın işte tertemiz, olur biter," diye dalga geçmişti. Aris ona ters ters bakınca da "İstersen Akdeniz Akşamları da olur. Onlar basit şarkılar diye biliyorum," diye devam etmişti. Sonra da Aris kalkıp onun yanından gitmişti.

'Bir şey diyeceğim, şu kıza desene, bu kız ders veriyor galiba. Birkaç tane öyle yorum gördüm videolarında. Yardımcı olur sana hayrına'

Cihan mesajından sonra birinin Instagram profilini atmıştı. Aris profili açtığı an Seçil'i tanımıştı. Pazarlama departmanındaki kızlardan biriydi onun için Seçil. Adını tam ezbere hatırlamıyordu. Fakat şimdi tipini görünce parçalar birleşmişti.

Kızın hesabında biraz gezindi. Cidden güzel gitar videoları vardı. Her türden şarkı çalıyordu. Kimisi basit, kimisi zor şarkılardı. Kimisinde daha öğretici tekniklerle çalıyor gibi duruyordu, kimisinde de sadece kendi keyfi için çalıp yüklemiş gibi duruyordu. Apaçık bir gerçek vardı ki, çok çok iyi çalıyordu.

"Ya ben şirkette çalışan adamdan nasıl yardım isteyeyim. Olay baştan sona utanç verici zaten," diye geveledi ağzında. Yine de Seçil'in videolarından çıkamadı. Devam ede ede iki sene öncesinin videolarına kadar geldi. Dönüp Cihan'a 'Ne diyeceğim benden on-on beş yaş küçük kıza? Pardon benim bu yaşta gitar öğrenmem gerekiyor, yardımcı olur musun mu diyeceğim' yazdı.

Cihan'dan hızlı bir yanıt geldi. 'Evet, ne var bunda? Öğrenmenin yaşı mı olurmuş?'

Aris öfleyerek Whatsapp'ını kapattı. Cihan'ın haklı olduğu anlardan nefret ediyordu. O olmasa başkası olmak zorundaydı. Bu kendi kendine öğrenebileceği bir şey değildi. O kadar insanın önüne çıkıp çalacaktı. Rezil olmamak için profesyonel bir destek alması gerekiyordu.

Bu kız şu açıdan mantıklı olabilirdi. Öğle aralarında ya da akşam çıkışlarda direkt yardımcı olabilirdi. Dışarıdan birisindense daha hızlı ulaşabileceği biri olması mantıklıydı. Üstelik pek de etliye sütlüye karışacak, yorumda bulunacak bir tip de değildi. Ofisin dedikodu makinesi grubu belliydi zaten. Onlardan olmayan sakin bir tiple çalışmak mantıklı olabilirdi. Tabii tek bir ayrıntı vardı, acaba o bunu kabul edecek miydi?


Herkeslere merhaba! Ben hızlı bir şekilde geri döndüm gibi bir şey oldu :) Yaz hikayesi gibi olan hikayemi yaza yetiştireyim dedim, haziranın ilk haftasına yettim vallahi :D Yine başlarını yazarken daha kendimden emin olduğum, sonlara geldikçe içime sinmeyen şeyler yazdığım bir hikaye oldu ama olsun! Önemli olan okurken eğlenmek, hep diyorum :) Umarım ilk bölümü beğenmişsinizdir. Haftada iki-üç gün bölüm ekleme niyetindeyim bir aksilik olmazsa. Herkese çok sevgiler <3 

Continue Reading

You'll Also Like

484K 8.9K 20
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
610K 22.9K 86
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
135K 4.4K 30
Şu ana kadar yaşadığını sanan Scarlett, Londra'ya taşındığında aslında hayatının daha yeni başladığını bir süre sonra anlar. Ve elbette ki bu hayatın...
3.1M 125K 53
"Ben harama bakamam. Sen bana haramsın. Gözlerine bakmak, ateşe düşmek demek. 'Saçlarına dokunmak istiyorum' diyorsun lakin o dokunuşların benim içi...