Kanıkara

By alraganinsahibesi

297K 24.1K 7.1K

Yarkıyısı'ndan tanıdığımız Memed'in hikâyesidir 🌿 Kara Memed'di o, bileği bir kütük kadar kuvvetli, bakışı b... More

Bir
İki
Üç
Dört
Beş
Altı
Yedi
Sekiz
Dokuz
On
On Bir
On İki
On Üç
On Dört
On Beş
On Altı
On Yedi
On Sekiz
On Dokuz
Yirmi
Yirmi Bir
Yirmi İki
Yirmi Üç
Yirmi Dört
Yirmi Altı
Yirmi Yedi
Yirmi Sekiz
Yirmi Dokuz
Otuz - Final
Veda 🌱

Yirmi Beş

8.2K 679 173
By alraganinsahibesi

Selammmlar!

Uzun bir aradan sonra buradayım. Bizimkileri çok özlemişim. Biliyorum siz de öyle. Beklediğimizin oranında uzun ve bence güzel bir bölüm oldu. İnşaAllah bundan sonra bizi daha güzel bölümler bekliyor.

Bölüme geçmedeen bir Çağla klasiği olarak hepinizden (dua etmek isteyen hepinizden) finallerim ve hazırladığım kpss sınavı için dua istiyorum. Çok az kaldı çok. Üç buçuk atmaya başlayacağım sanırım. Onun dışında canınız nasıl istiyorsa o şekilde de dua gönderebilirsiniz bana :) siz de benim dualarımdasınız.

Huh. Evet. Efendim karşınızda,

KANIKARA, 25
Ve, gün gelip çatmıştır.
Artık resmen yaz saltanat sürmektedir Karaköy'de. Çalışma zamanı başladı başlayacaktır. Tarlalar sürülmüştür. Parası bol olanlar traktör çağırmış, para vermek istemeyenler öküzleri sabana koşmuştur. Kadınlar fındık toplarken, mısır ekip biçerken yemek için yufkalar açmışlar, turşular kurmuşlardır.

Herkes mutlu, herkes umutludur.

Yazın düğünler birbiri üstüne yaslanır buralarda. Şimdi, bugün, bu düğünlerden biri vardır. Yıllardır en merak edileni. 'Bu yiğit acep kime gönül düşürecek, bu ailenin düğünü acep nasıl olacak'  diye kurup kurup bozdukları... Kara Memed'in düğünü işte başlamıştır. Bugün kız evine kına, erkek evinde gece düğünü vardır. Yarın da iki sevdalı muratlarına kavuşmak için uyanacaklardır.

Karaköy'de cümbüş had safhadadır. Memed'in sade Karaköy'e değil, kendi köyü Gürpınar'dan tut civardaki tüm meskenlerdeki insanlara bir sürü faydası dokunmuştur yıllardır. İşleri olmuş koşmuş, çıkmazları olmuş akıl vermiş, hayvanları hasta olmuş bu işlerden anlayan Memed yetmiş, borca sıkışmışlar Memed elinde avucunda ne varsa vermiştir. Bu yaşı yirmi altı yirmi yedi, lâkin yüreği uçsuz bucaksız büyük olan damada şimdi herkes gönül borçlarını ödeme peşindedir. Kimi evinin etrafını temizlenmesine yardım eder, kimi kazanlarla aş pişirenlere yardım eder, kimi 'şu şöyle olsun' diye fikir verir. Memed'i bu en mutlu ve en heyecanlı gününde kimse yalnız bırakmamaktadır.

Kuşluk vakti köyün üzerine çöken ince ve sıcak tül, hâlâ daha kalkmamış, giderek artmaktadır. Hava bugün güzel olacak gibi durmaktadır. Yağmur yağış olmaması düğün evi için en iyisidir. Sabah namazıyla kalkılmıştır, etrafta dönülüp durmaktadır herkes.

Memed, uzun boyu, sapsarı saçları, deniz deniz mavi gözleri, heybetiyle beyaz gömleğini, siyah pontulunu giymiştir. Baba yadigarı köstekli saatini yemeğine takmıştır. Yüzü güneş gibi ışıldamakta, etrafını da ışıldatmaktadır.

Karısını kız evi olarak tayin edilen Albaran evine götürmüşlerdir. Oğlan da, kız da onlarındır. O sebeple en çok yük belki de Albaran ailesinin, bilhassa Gazâl ile Aldemir’indir. Yakın olan iki ev arasında mekik dokumaktadırlar. İki evin de sahibi sayılmakta, misafir ağırlamaktadırlar.

Sağdıç, Karaköy'ün en oturaklı ve zeki adamı Fırat'tır. Baba olmaya artık sayılı günü kalan ve an be an saniyeleri sayan adam, bu ağır ve zor görevi bu heyecanlı zamanında bile olsa Memed için yüklenmekten çekinmemiştir.

Taze nişanlı, parmağındaki gümüş yüzüğe bakıp bakıp sırıtan Halil de hazırlıklarda başı çekmektedir. Her bir şeye o da koşmaktadır. Kendisi damat takımının demirbaşlarındandır.

Vakit iyice ilerlemiştir, ikindi ezanı okunmak üzeredir. Şimdi erkek evinde alay toplanacak ve kız evine güle oynaya kına götürülecektir. Biraz orada durup geri dönülecek, gelin eline kına yakıldıktan sonra da kız evinden erkek evine gelen, bayrak getiren misafirleri ağırlayacaklardır.

Fakat işte imtihan dünyası... Her mutlu günde muhakkak bir çıtırım iş çıkar, burnunun dibinde biter durur.

Memed, misafirleri ortasında toplanmış hep birlikte laflarken, karşıdan kendisine esmer tenine rağmen bembeyaz olmuş bir yüzle kaş göz eden Aldemir’i görür görmez, aha dedi. Geldi yine başıma çıtırım iş. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.

  Bir şekilde, adabıyla etrafındaki misafirleri atlatıp eniştesinin yanına adımlayana kadar akla karayı seçmişti. Kafasında bin tane felaket senaryosu dönüp duruyordu. Aldemir’in yanına varıp ne var manasında başını salladığı vakit, adam onu koluna yapışarak tenha bir yere sürükledi ve Memed'in paniği daha da büyüdü. Arka taraftaki duvar dibinde hep biriktiler. Fırat çökmüş sıkıntıyla ensesini sıvazlıyor, Deli Halil bile muzipliği bir kenara bırakmış, duvara yaslanmış ciddi ciddi düşünüyordu.

Vay geldi bana diye düşündü Memed. Aldemir onu çekti tam karşısına ve:

"Çok acil bi' durum var."  dedi tek solukta. "Çok acil."

Memed zaten çoktan dizgini boşlamıştı.
"Ne? Ney?"  dedi artıp duran panikle. "Ney ney? Noldu?"  Fırat da, Aldemir de bir şey demiyordu. Halil’e döndü bu kez. "Halil ney diyom n'oldu!!"

Doğru kişiye sormuştu. Konuşamayan diğer ikisinin görevini de Halil üstlendi ve, ne edelim der gibi omuzlarını kaldırarak, kısık bir sesle, hızlıca söyledi:
"Koç kaçtı."

Kara Memed bir an durakladı. Şükür ki beklediği kadar ağır bir şey duymamıştı. Fakat duyduğunu da tam olarak idrak edememişti.
"Hangi koç?"  diye soruşu karşısında, Halil ve Fırat birbirlerine bakarak eyvahlar olsun gibisinden yüzlerini buruşturdular.

Aldemir, arkadan söylendi:
"Kına koçu."

Memed biraz daha durdu aynı şekilde. Kına koçu. Hani buralarda adet gereği olarak kız evine kına alayıyla götürülen koç. Hani olmazsa kız evinin erkek tarafını içeri almadığı, gerisin geri yolladığı...

Memed,
"Kına koçu?"  dedi sakince. "Benim kınamın koçu? Karımın kınasının koçu?" Haaaahh. Kazasız belasız olup bitmesi için her türlü tanıdığı tanımadığı seferber ettiği düğünün başı belaya girmişti işte. Sabır... Sabır, ALLAH için sabır!

"Kına koçu."  dedi Aldemir tekrar.

Memed o sıra ceketini sıyırmış, bir elini belindeki kemere koymuş, diğer elini de alnında, tam burnunun bittiği yerde yumruk yapmış durmaktaydı. Aldemir’in tekrarıyla elinden bir kazadır koptu çıktı; iki kolunu kenara açarak arkadaşlarının hepsini güzelce bir payladı:
"Lan on beş tane adam bi koça sahip çıkarmadınız mı?! Bi koça?! Koça!! Benim koçuma, kına koçuma!" Duvara doğru yumruk atmak için bir hamle yaptı, son anda kendini tutup dişleri arasından bir, "Aağğrrr..."  sesi çıkararak zapteyledi.

Halil, Fırat ve Aldemir birbirlerine baktılar. Aldemir bile sakin ve ciddiydi. Yoksa başka zaman olsa, 'ses etme la bi denecik eniştene' diyip üstüne atılırdı Memed'in ya; şimdi gerçekten başında dert vardı. Canım anam, görenin maaşAllah demeden geçemediği koçu taaa Taşlıkaya dağlarının ardındaki köye gidip almıştı Memed. Methini duyup da almıştı. Sağlam para verip de almıştı. Üstelik bu koç şimdi ona lazımdı. Gelenek göreneklerine bağlı Karaköy; eğer bir damat gelin evine koçsuz kına alayı gönderirse, bu damat Kara Memed olsa bile seksen sene konuşur, dırdır eder dururdu... Sonra seyreyle Memed'in torba niyetine ağız büzmesini.

Halil, ortamı yumuşatmak için araya girecek oldu.. Sakince koluna dokundu arkadaşının.
"Sakin ol Karam yav... Telaşa mahal yok. Ben şimdi gidip birinden bi koç bulup gelirim. Ne tasa ediyon ha böyle..."

Memed başını salladı.
"Başka koç mu, başka koç olmaaazz, Hüseyin emminin eline kaç kağıt para saydım Halil, git bana o koçu bul bak çoluğumun çocuğumun rızkını zayi etme gözünün yağını yiyeyim..."

Sözünün sonlarına doğru Halil’in kollarına dokunmuş, hafiften sarsa sarsa konuşmuştu. Sinirler iyice gerilmek üzereydi. Aldemir yere bakarak söylendi, belli ki o da koça biraz gönül koymuştu:

"Koçun da senin gibi manyak. Yularını koparmış. At bağlasam koparamazdı yuları, daha geçen hafta pazardan aldım, yeniydi. Çeke çeke koparmış hayvan. Kara Memed'in kara koçu. Deli gücü var herifte şaka değil."

Memed ona, ciddi misin der gibi bakarken Fırat da elini alnına vurdu.
"Heh. Kaçan balık büyük olur gibisinden övdü de övdü bu da."

Memed bu sefer Fırat'a yönelerek tabiri caiz ise yakasına yapıştı.
"Saat dört. İkindi namazından sonra kına gitmesi lazım. Koç ortada yok?
Fırat!! Bir şey akıl et gardaşım ocağına düştüm ALLAH aşkına."

Fırat, kendisi ilk kez sağdıçlık gibi ehemmiyetli bir görevi üstlendiği için, zaten yeterince gerindi. Bir de koçun kaybolması tuz biber olmuştu. Koskoca Karaköy, dağ bayır otlak çok, ipini koparmış bir koç kolay bulunabilir miydi? Fırat buna pek ihtimal vermemekle beraber ALLAH'tan ümit kesmiyordu.

İhtimal vermeyişini elbette Memed'e belli etmedi. İşini bilir takımdan adamlara has olan o rahatmış gibi ve rahatkatan tavrıyla:
"Halit'len Aslan'ı etrafa saldım."  dedi Memed'in ellerini yakasından kurtarırken. "Heer bir tarafı arıyorlar. Bulacaklar evvelAllah."

"Rabbim Sen yardım et..." diyerek usulca çömeldi yere Memed. Eliyle saçlarını karıştırıp duruyordu. Başını yukarı kaldırdı, ikindi güneşinin vurduğu gözleri mavi mavi yaldızlanıyordu. "Bulamazlarsa?"

Fırat ciddi bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
"Bulamazlarsa memlekette koçun köküne kıran girmedi ya. Benim ağılda bile var iki tane. Birini süsler götürürüz."

Memed yanaklarını şişirdi. Evet istendi mi koç bulunurdu fakat gerçekten yörenin en güzel koçunu almıştı ve gerçekten çok para vermişti. Bulunamazsa içi yanardı yani.

"Yav size koça kaç para saydım diyom-"  birden aklına gelen şeyle durakladı. Gözleri önce büyüdü, sonra kısıldı, ayağa fırlayarak bir "İiihhhh!"  nidası kopardı. Şaşkın bir halde, "Ağğzına davun çıksııın..."  deyişi de kendini tutamayışındandı. Diğer üç adam yine birbirlerine baktılar. Ne olduğunu anlamıyorlardı fakat kesin olan bir şey vardı ki Memed'i bir telaşedir almıştı. İki üç adım öte beri attı, sonra, "Mustafa!"  diye seslendi. Mustafa misafirleri hoşlayıp ağırlamakla meşguldü, onlar da şu an meydandan çok uzakta bir duvar dibindelerdi, çocuğun tabii ki ruhu bile duymadı. Memed tekrar bağırdı, tam bağırırken de oradan geçmekte olan ufak bir oğlanı gördü: "Mustafa- len!"  eliyle çağırdı hemencecik uşağı. "Git Mustafa'yı çağır bana koş yeğenim haydi. Haydi koş!"

Bir dakika sonra beyaz gömleği lacivert pantolonu, uzun boyu şimdiden genişlemiş omuzlarıyla temiz yüzüyle Mustafa, yanlarında bitti. Kaşları, bu dört adamın vasiyetine yaklaştıkça daha da çatıldı. Gelip babası bildiği ağabeyinin tam önünde durdu ve sordu:

"He ağabey?!"

"Ablan nerede?"

"Ahmet'im huysuzlandı da, az onu oyalamaya gitti kız evine ağabey. Ne oldu?"

Memed yutkundu.
"Sen bana demin ne dediydin?"

Mustafa, az kalsın gözlerini devirecekti. Ne var ki terbiyesi buna tam vaktinde mani oldu.
"Ağabey ben sana sabahtan beri boyna bir şey diyom. Hangi birini soruyon, hangi birini hatırlatayım?"

"Hani ben Muzaffer Emmimgili hoşlarken,"  diye yanıt verdi Memed. "O zaman ablan nerede diye sordumduydu da ne dediydin?"

Mustafa hatırladığını belli ederek:
"Haaa..."  dedi sakin sakin. "Ablam bilezikleri koçun boyunuzuna bağlıyo dedim. Niye n'oldu?"

Bilezik lafını duyan Aldemir, Halil hatta Fırat'ta bile birden başlar dikildi, eller ağızlara kapatıldı, dudaklar ısırıldı. Takının yarısını koçun boyunuzuna bağlamak için Gazâl biraz erken davranmıştı. Bu, koçun bulunamaması halinde Memed'in zayiatını iki kat daha artırıyodu.

Arkada dostları halden hale girer olsun, Memed delirmiş gibi masum masum sırıtıyordu. Amma gözleri alev alevdi ve Mustafa, bu alev alev bakışları çok iyi tanıyordu.

"Hiiç,"  dedi Memed kardeşinin sorusuna karşılık. "aha bu eniştenler koçu kaçırmış ne olsun."

Bunu duyan Mustafa'nın tepkisi, dakikalar önce abisinin verdiği tepkinin aynıydı. Memed'inki gibi mavi gözleri önce yerinden fırlayacakmış gibi büyüdü, sonra kısıldı, ellerini başının üstüne koydu ve, taa ciğerden gelen bir şekilde:

"Hiiihh!!"ledi.

Aldemir arkadan atıldı, bu sırf, bir dalaşma çıkarırsa Memed'i biraz olsun oyalar amaçlı bir atılmaktı:
"La saa biz kaçırmadık diyom-"

Memed hızla arkasını dönerek Aldemir’in sözünü kesti:
"La tamın kapısı aralık mı bırakılır bu kalabalıkta!"

"Niye bırakmayayım karakış ayı mı sıcaktı işte!"

Kızışan ortalık, hiç beklenmeyen bir kişiden çıkan hiç beklenmedik bir sesle bölündü.

"Ağam! Enişte!"  Mustafa'nın o saygılı, edepli, hürmetli ve bundan dolayı hep kararında, ölçülü çıkan sesi birden coşmuş, orada bulunan dört adamın da, 'ulan bu çocuğun sesi ne ara böyle kalınlaştı, maaşAllah' dedirtecek derecede yükselmişti. Memed de, Aldemir de, diğerleri de duraksayıp ona döndüler. Mustafa, ortalığı bu yöntemle de olsa yatıştırmıştı. Boğazını temizledi az önceki anın özrü niteliğinde önce. Sonra da zamanla yarıştıklarının altını çizer vaziyette eliyle bileğini işaret ederek söyledi:  "Fuzuli yere kavga etmen de şu hayvanı tezden bulalım ne olursunuz. Hadi koçun kendisini kayırmıyom da, aşağı yukarı elli gram bilezik var boynuzunda."

Başta Fırat, hepsi şiddetle hak verir gibi başlarını salladılar.

"Doğru diyon benim akıllı gardaşım..."  dedi Memed. "Ağzına dillerine sağlık, doğru diyon da... Nerede bulalım?!"

Bu düğün, her şeyi geçtim, Süreyya'nın idi. Bu kına gecesi onundu. Hiçbir şey içinde ukde kalmasın istiyordu Memed. Seneler sonra bile, 'kız ne güzel düğünün olmuş idi'  desinler, mutlu olsun istiyordu. Aslında asıl paniği bundandı. Yine ve yine, ekseri yolun ona çıktığı gibi, Süreyya kızın, o güzel yıldızın sevdasındandı.

Hüzün, damarlarını talan etti edecekti. Tam o sırada, artık iyice bildik tanıdık olan bir ses daha duydular Mustafa oğlanın arkasından.

"Neyi nerede bulalım?!"

Bakışı bu sesin sahibini bulan, neşeyle karışık bir rahatlama haykırışı koyveriyordu. Memed de onlar gibi, boynundan koçu tutup getirmekte olan, gri takım elbiseli, fiyakalı Seymen'i gördü.

Gördüğü gibi de yüzü ışıldadı.

Bey oğlu... Koçu bulmuştu!

Arkasını dönüp de manzarayı gören Mustafa, sevinçle ve şükürle Seymen'in üstüne atıldı.

"Aha! Seymen Ağam! Seymen Ağam!!"  Seymen tam bir samimiyet ve içtenlikle kendisine sarılan çocuğun sırtına kollarını doladı, babacan bir tavırla, sırıtarak hafifçe vurdu. "Hay ALLAH senden razı olsun Seymen Ağam, ipini koparmış kaçmış, nerede buldun?!"

Memed, Mustafa'nın bu adama ağzı dolu dolu ağam demesine bile aldıramadan, bir tuhaf olmuş içiyle onlara bakıyordu.

"Gezeliyordum az..."  dedi Seymen. "Şu karşıda bir tarla var orada yayılırken gördüm."

Mustafa, yine coşkusundan gram eksiltmeden,
"Var olasın, var!"  diye çağıldadı. Sonra durulup, usulca ve okşayarak koçun boynuzuna yapıştı. "Ben alayım şunu. Çift düğümle bağlayayım da bir kaza bela çıkmasın."

Kardeşi uzaklaşırken, Memed bu sefer Seymen'e daha bir dikkatle baktı. Birkaç gündür iyice sofralarına oturmuş, hallerine yardım etmiş, işlerine yetmişti. Bugün, bu an yaptığı da cabası. Memed, bu bir zamanlar ağız burun dümdüz girmek istediği ama ALLAH korkusundan dolayı yapmadığı adama, şimdi yüreğinin ne denli ısınmış olduğuna bakıp şaşırdı.

Ve,
"Sağ ol Seymen."   dedi.

Adam genişçe sırıttı. Bu sırıtış, bir sinir edici laf geliyor demekti.
"Ne demek damat..."

Memed'in yüzündeki munis ifade kütür patır solarken, arkadaki Aldemir kısıkça güldü ve yanındaki Fırat'ın kolunu dürttü
"Ulan ha bu adamı seviyom ya. Vakti zamanında kayınçomun bana edileni şimdi kayınçoma bu ediyo."

Seymen, bir baş selamı vererek adamlara, ardını döndü o sıra.
"Neyyyse ben kız evine gideyim."  diyordu hızlı hızlı adımlarken de.

Nihayetinde, koç bulunmuştu. Sahibinin eline sayılan para boşa gitmemiş, bilezikler zayi olmamıştı; üstelik bu toprakların görüp görebileceği en güzel gelinin - e tabii Memed'e göre - kınası da sorunsuz bir şekilde olup bitecekti evvelAllah. Herkes rahat bir nefes vermişti. Meclislerinde kaldıkları yerden koşturmaya, gülmeye oynamaya hazırlanıyorlardı kaldıkları yerden.

Halil, eli cebinde, Seymen'in ardından bakan damadın yanına ilişti usul usul.
"Geri dönecek mi bu düğünden sonra?"

Memed istifini bozmadan cevap verdi:
"Burada yurt tutacak değil ya."

Amma tutsa da fena olmazdı yani. Neyse. Bu duygusunu elbette belki etmeyecekti. O hangi duygusunu ulu orta belli etmişti ki zaten?!

"Tutsun ne var,"  dedi Halil. "yer mi yok sanki.."

"Herkes de bi Seymen aşıklısı oldu bakıyom."

"Sen bizden farklısın sanki! Adamı ilk dakkadan kayınçom diye tayfamıza soktun."  Halil, şöyle bir başını yana yatırarak Memed'e doğru eğildi
"E iyi de ettin... Yalan değil ben de seviyom herifi. Hiç erinmeden bizimle koşturuyo."

Memed bir an ona kulak verse de, sonra başı gökyüzüne, iyice dönmüş güneşe baktı ve, aklından hiç çıkmayan Süreyya'sı, ve onun kınası, ve düğünü, ve güzelliği, ve yıldız yıldız parıldayan çehresi, kahkülü, sesi, nefesi, sözü ve suskunluğu ve bunların hepsinin güzelliği; yani aşk, iyiden iyiye başına vurdu.

"Bey oğlunu övmelerimize daha sonra devam ederiz."   dedi, Halil'i ve Aldemir’i yavaşça sırtından itelerken. "Şimdi herkes abdest almaya gitsin. Hoca ezanı okur okumaz namazları kılıp yola revan olmanız gerek, ona göre... Kınamı anlı şanlı götürün bak. Yengenize yaraşır olsun!"

•••

Albaran ocağında genişçe bir oda, tam bir gelin odası gibi dayanmış, döşenmişti. Gazâl'in kısa zamanda her bir yerden derleyip topladıkları, Feride Kadın'ın oğullarının kızının sandıklarından çıkarıp verdikleri, Emine'nin ve Fadik'in de kısa zamanda gece gündüz demeden yapıp işledikleri, en son olarak da kasabaya gidip bir manifaturacıdan her bir şeyi en incesine kadar sırf Süreyya'nın içinde ukde kalmasın diye alan Seymen'in getirdikleriyle bir çeyiz sergisi gibiydi. Duvarlara asılı, yatakta serili yazmalar, havlular, kanaviçe örtüler, danteller, örme yelekler, battaniyeler... Süreyya hepsine nasıl mahçup ve minnettar olmuştu, nasıl dua etmişti, böyle güzel bir aile nasip ettiği için Rabbine ne kadar şükretmişti hesabını bilmiyordu. İçindeki kanat çırpıp duran bal gibi tatlı heyecan, ellerindeki nazlı titreme, sesindeki güzel tını vakit geçtikçe artıyordu.

Çünkü Süreyya, gelin oluyordu.

Hem mutluluktan, hem anasıyla babasına duyduğu hasretten, hem Memed'e olan sevdasından, hem heyecanından, hem nahifliğinden, hem telaşından sabah birazcık ağlamıştı. Emine, Fadik, Feride Kadın, Gazâl bir olup onu nazlamışlar, teselli etmişlerdi. Sonra sakinleşmiş, dikilen gelinliğinin, Memed'in istediği ve kendisinin de düşlediği gibi olan, ak gelinliğinin yanında duran bindallısını giymişti.

  O kadar güzel olmuştu ki.. Işıl ışıllığı bir kat daha artmıştı. Öyle ki Emine,

"Memed ağam tevekkeli Yıldız demiyor sana yenge..."  demiş, odada bir 'maaşAllah' seli almış yürümüştü.

Saçları dalga dalga omuzlarına sarkıyordu, başında kırmızı bir başlık ve kırmızı bir tül vardı. Çok beğenmişti kendini genç kız. Rüyada gibiydi.

Acaba Memed de yarın onu böyle beğenir miydi? Yanaklarını al basıyor, arkadan görümcesi konuşup durdukça, iyiden iyiye utanıyordu:

"Ayy.. Bayılcam şimdi, ben mest oldum güzelliğinden, ağamı düşünemiyom!"

"Ya Hu, Gazâl..."

"Tamam tamam utandırmayayım daha fazla..."  Gazâl sonra odada birikmiş genç kızlara, yeni gelinlere dönüp, "Kız!" diyordu, "Odadakilerin hepsi bi adet Felak Nas okusun bakayım haydi hep birlikte."  kucağında duran, elbisesinin kumaşını minik elinde sıkan Ahmet’in yanağından cup diye öpüyordu sonra, "Oğul yavrum, ben senin yerine de okurum şimdilik dur..."

Böyle böyle saat epey ilerledi. Kına getirilme vakti geldi çattı. Kapı çaldı, Gazâl tahta beşikte uyuyan çocuğunun yanından kalkıp kapıyı açtı. Birkaç kız girip gelini görmek istiyordu, en arkada da taze nişanlı Alçin vardı.

Feracesini giymiş, örtüsünü takmıştı. Mavi gözlerinde çiçek deryası gibi bir o yana bir bu yana salınan bir mutluluk gözüküyordu. O da inşaAllah yakında gönül alıp gönül verdiği sevdiğine kavuşacaktı. Elinde nişan yüzüğü, yüreğinde şükür ve umut vardı.

"Buyurun... Hoş geldiniz."  diyerek onları içeri aldı Gazâl.

Süreyya, nişanlıyı görür görmez bir güzel nida kopardı:
"Alçin!"

"Süreyya."

İki kız sarıldılar. Alçin için Süreyya bambaşka bir değer taşıyordu çünkü Halil’in, senelerce beklediği adamın haberini ona ilk getiren oydu. Süreyya'nın ağzından 'Deli Halil seni ister' sözlerini duyduğunda yaşadıklarının tarifi yoktu. Çekmişlerdi Halil ile birlikte, yalan yok... Amma sabretmişlerdi ve elhamdülillah yoldaki taşları aşmışlardı. Şimdi Alçin, kendisi için ettiği mutluluk dualarını bu gelin kız için de ediyordu.

"Hoş geldin." dedi geri çekildiğinde Süreyya. "Ne iyi ettin.."

Gazâl aldı lafı:
"Hoş geldin bacım..."

"Hoş bulduk. Hayırlı olsun."

Alçin güzelliğiyle, hanım hanımcıklığıyla, samimiyetiyle daha Karaköy'e gelin gelmeden her birinin yüreğini çalmıştı. Aralarının hemen ve gittikçe daha çok kaynaşmasını isteyen Gazâl, kızın koluna yapışarak gülümsedi:
"Bak hiç çekinmeyesin... Bu odadakiler hep bizim deli tayfanın eşi, dostu, bacısı. Biliyon zaten nişanda tanıştık."

Alçin de genç kadının gülümsemesine tam bir içtenlikle karşılık verdi.
"Var olasınız.."  dedi, ardından sordu: "Yardım edilecek bir şey var mı?"

Gazâl’in kaşları havalandı ve bir şeyin ayrımına varmış gibi:
"Heee.."  diye söylendi. "Doğru dedin. Gel. Olmasa da bir boy mutfakta salındırıp gösterelim seni."

Şimdi mutfağa köyün orta yaşlı ve ihtiyar kadınları dizilmiş olmalıydı. Hiç olmazsa bir sini yıkayacak, bir ekmek doğrayacak, sobaya bir odun sürecekti ki Alçin; elinde Halil’in nişan yüzüğü, bileğinde bilezikleriyle meydanda müstakbel gelin olarak salınacaktı. Bu tatlı heyecanı yaşamak ihtimali onun da çok hoşuna gitmişti. Geride kalanların gülüp söylemeleri eşliğinde tahta kapıya doğru ilerlediler. Kapıyı aldıklarında, tam karşılarında Alçin'in hala kızı Billur duruyordu.

Göz rengi, ten rengi ve saç rengi Alçin'in aynısı olmasın rağmen ona hiç de benzemeyen, fakat güzellikte pek tabii onunla denk olan Billur; biraz havai, atılgan, fakat yerine göre kendini kontrol etmesini bilen zeki bir kızdı. Şöyle bir saçlarını omuzu ardına atıp,

"Selamunaleyküm."  dedi karşıda dikilen Gazâl ve kuzenine.

"Aleykümselam."

"Nişanda görmüştüm seni, Gazâl değil mi? Heh. Nereye götürüyon bakayım dayımın kızını?"

Gazâl Alçin'in kolunu okşadı hafifçe.
"Yeni gelinimizi dosta düşmana bir gösterelim dedimdi."

Billur sırıttı. Çok sevdiği dayı kızı için ne badireler atlatmış, gençliğinin baharında ağaçtan düşüp ölme tehlikesine bile başvurmuş, hatta dayısına bile saygısını bozmadan itiraz etmişti. Tabii ki bunların çoğunu kimse bilmiyordu ve bilmelerine de gerek yoktu, Billur karşılıksız yapmıştı. Helal yoldan kavuşmak isteyene iki sevdalının arasını bulduğu için sevap aldığını umuyordu bir tek. Bir de, Alçin'in mavi mavi gözleri böyle aşk ile yanıyor, gülüyordu ya Billur'un keyfine diyecek yoktu.

"Hııı.. Eyi gösterin bakayım."  dedikten sonra Alçin'e döndü. "Ben gelin odasında duracağım ama. Şimdi sen öyle yeni gelinlik yaparken ben seni ağlamadan izleyemem... Pek duygulanırım kız."

  Tam bir köy düğünü meraklısı olarak, heyecan içinde gelin odasına geçti Billur; Alçin ve Gazâl ise kol kola mutfağa doğru ilerledi.

Gazâl, kafayı Billur'a da taktığını belirtir biçimde, fısıltıyla Alçin'e soruyordu:
"Bu da tam bizim kafadan he. Var mı yavuklusu bilmem neyi?.."

Vakit yine ilerledi. Süreyya heyecanından yerinde duramadığını belli etmemeye çalışıyordu ama ne çare.. Olmuyordu. Gelin odasında bir o tarafa bir bu tarafa seğirtiyor, Billur ve diğerleriyle sohbet ediyor, gülüyor eğleniyordu fakat içinde çırpınıp duran, sanki boğazına tırmanan yüreği bir an gelecek atmayı kesecek diye çok korkuyordu.

Kına evinin önündeki kalabalık gittikçe arttı... Süreyya, kalın perdeyi açıp gizliden evin önüne bakmaya başladı. Sonra gözleri, uzaklara daldı gitti.

Seymen ağası ona, adamı bulması için, 'Kara Memed şöyle, Kara Memed böyle' diye anlatırken içinde beliren hissi anımsadı. Ne tuhaftı... Aynısını şimdi yaşıyordu. Sevdası yüreğine kondurulacak olan adamın, alnına yazılış anı mıydı o vakit acaba? Gözleri doldu. Bu sefer, fazlaca aşktan. Atın üstünde dörtnala yol koştuğu, koşarken, 'Kara Memed ama namına bakma.. Sarışın. Gözleri mavi. Boyu uzun. Kaşında incecik bir yara izi var. Kilolu değil ama zayıf hiç değil.'  diye kendi kendine tekrarladığı zamanı hatırladı sonra. Tek tek görmüş, bilmiş, tanımış ve ezberlemiş, canına kazımıştı Memed'in dış görünüşü, huyu suyu, içi yüreğiyle ilgili her bir şeyi. Ah Memed gibi adama vakıf olmak.. Onun karısı olmak ne güzel şeydi. Masalcı bilemeden en güzel masalı yaşamıştı. Masalcı bu kez bir masalın içine düşmüştü.

Aklına ve yüreğine doğan şeyle birden perdeden elini çekti. Bir saniye bile karşı koyamayacağı bir istekti bu. Nicedir kendini saklayan, ara ara Memed'in aldığı kuşlu deftere bir şeyler karalayan ama yine de tam manasıyla kendini belli etmeyen Masalcılığı gün yüzüne çıkmıştı işte.

"Emine!"  diye çığırdı.

Emine o sırada kolundaki ipli bilekliği sıkıştırmakla meşguldü. Başını kaldırıp baktı,
"He yenge?"

"Kâğıt kalem getirir misin bana?"

Emine, bütünüyle gelin yıldıza dönerek bir an şaşkınlıkla, doğru mu duydum der gibi baktı. Kara Memed gibi aykırı adama, Süreyya gibi aykırı gelin işte. Tencere kapak olmuşlardı. Hatta tencere kapak fazla kaba bir tabirdi; bir elmanın iki yarısı, gece ile gündüz, ay ile yıldız...

"Kâğıt.. kalemi ne edecen şimdi yenge?"

"Lazım oldu Emine. Çok lazım oldu."  Süreyya utanmasa yerinde çocuk gibi zıp zıp zıplayacaktı. "Haydi gökçek Eminem, bir koşu getir gel sana zahmet..."

Genç kız içinden tövbe tövbe dese de dışından belli etmedi, kapıya doğru meylederken;
"Tamam. Aslan'ınkilerden getireyim. Az bekle yenge."   diye söylendi.

O çıktığında, sedirde oturmuş uslu uslu etrafı gözleyen Billur, lafı gediğine koydu:
"Sizin mektuplaşma çağlarınız geçmedi mi gelin hanım?"

Süreyya sadece Billur'a kocaman tebessüm edip başını yere eğmekle yetindi. Billur bilmiyordu ki Kara Memed ile Masalcı Süreyya hiç normal sevdalılar gibi mektuplaşmamışlardı. Onlar masallaşmış, sonra bir masala kavuşmuş, sonra bir masal olmuşlardı...

Ezan okunduktan, gelin damat dahil herkes düğünü müğünü koyverip hayatlarındaki en önemli şeyi yerine getirdikten, namaz ile Rablerinin huzuruna gönül hoşluğuyla divan durduktan sonra; yirmi dakikalığına duran dünya yeniden akmaya başladı. Telaş yeniden canlandı. Artık herkes yerini almıştı. Aldemir ve Seymen ile Albaran ailesi kız tarafı olarak kına alayını karşılayacaktı. Fadik de Süreyya'nın yanındaydı. Zaten koca kanıyla alayla gelmesi düşünülemezdi. Halil, Fırat, Gazâl, Mustafa kına getiren taraftı. Memed damat olarak evini bekleyecek, kına gecesi gelmeyecekti. Aslında Aldemir’in Gazâl’e sonra yaptığı düğünde olduğu gibi o da kına gecesine gelmek istemişti amma Kara Memed'leri evlenen köy erkek evine toplanmıştı. Misafirlerini bırakıp da gidemedi. Amma yarın, zannınca bu geleneği delecekti. Bu geleneği bari delsindi, çünkü o zaten aylar öncesinden evliydi, resmi olarak taze damat değildi.

Alayı uğurladı. Davul zurnayla, altınlarla bezenmiş koçla, üzeri tülle örtülmüş süslenmiş kına tepsisiyle birlikte alay geldi. Kadınlar pencerelere doluştular, neneler dışarıya sandalyeler attılar. Erkekler evin harmanına dizildiler. Kızlar perdeleri siper ederek camlara çıktılar. Süreyya'nın içi içine sığmıyordu.

Genç kızlardan çıkan;
"Kına geliyo!"

"Kına geliyooo!"

  sesleri, gelin odasını çınlatıyordu. Sedirde yaslanmış oturan Billur ve yanında ellerini kucaklarında birleştirmiş sakin gözükmeye çabalasa da hop oturup hop kalkan Süreyya dışında herkes penceredeydi.

Emine, dönüp Billur'a baktı bir an.
"Pencereye çıksana Billur abla."

"Niye kız?"

"Belki er beğenirsin kendine."

Billur bir şey demeye kalmadan, kenardan kızın biri lafı aldı:
"Şehirli o; buralardan er mi beğenirmiş!"

Billur,
"Bayılırım bile!"  diye çığırdı, kızların hepsi gülüştüğü vakit de gafını anladı. Öyle demek istememişti. O, bunaldığı, kendini ait hissetmediği şehirden ata toprağına dönmek istiyordu hep. Fakat anası, seni köye vermem, edemezsin sen orada, ben malımı bilirim diyip duruyordu. "Yani, ere değil köye..."  diye açıklama yaptı mahcup mahcup. "Amma şimdi vakti değil be Emine. Hiç o işlerle uğraşacak havada görmüyom kendimi."

Ortalık bir an duruldu. Fadik, elini karnına koymuş, evin avlusunda üzerinde takım elbisesi, elinde kına tepsisi halayda başı çeken; heybetli ve yakışıklı Fırat'a bakıp iç çekti. Aşka gelmişti.
"Heey maaşAllah kocama bakın gıııı, nasıl da heybetli sağdıçlık yapıyo!"  bir an duraklayıp hızla devam etti, "Bakın dediysem lafın gelişi yani, bakmayın bakmayın..."

Amma kızlar elbette evli barklı, karısı hamile Fırat'a değil başkalarına bakıyorlardı. En birinci sıradaki, muhakkak Aldemir’in yanında duran gri takım elbiseli, kumral, güzel yüzlü adamdı.

"Şu yiğit kim?" diye sordu biri kendini tutamayarak.

"Hangisi?"

Başka bir kız elini uzattı heyecanla,
"Şu, şu, şuradaki!"

Bacısı olacak, bir başka kız hızla elini uzatanın koluna yapışıp indirdi.
"Kız elinle işaret etme! Dellendin mi, ağam görürse aşağıdan köpsütür bizi!"

"Gri takım elbiseli olan mı?" diye sordu Emine.

"He, he o! Ay... Fotoromandaki adamlar gibi pek yakışıklı."

Emine sırıtarak kulak kesilmiş Süreyya'ya bakıp döndü:
"Süreyya yengemin teyzesinin oğlu. Ağasıdır..."

Kızlar şimdi Süreyya'ya odaklanmıştı.
"Sizin oradan mı?" diye soruyorlardı bir ağızdan.

Süreyya gülerek başını salladı,
" Bizim oradan."

"Oy..."  diyerek şöyle bir beline destek verip, kızlara laf attı Fadik:  "Size bir şey daha söyleyeyim de gönlünüz daha bi aksın.. Bu adam bey oğlu bey."

Odada gene bir cümbüştür koptu:

"Nee?!"

"Bey mi?!"

"Beymiş bu!"

"Köye araba getiren bey buymuş demek!"

Sonra duruldular. Hepsinin kafasında aynı soru vardı ama sormaya çekiniyorlardı. En sonunda en cesur olanı, usturupla Süreyya'ya döndü tekrar:
"ALLAH sahibine bağışlasın."  dedi önce, sonra da başını öne ata ata sordu, "Sahibi var mı?"

Süreyya daha da güldü. Seymen hem varlıklı, hem sözü geçen, hem de yakışıklı bir adam olduğu için her yerde böyle onlarca taliplisi çıkması elbette çok olağandı. Fakat o, Seymen'in neyin peşinde olduğunu biliyordu. Seymen; mal çar çur olur, diyordu. Söz çiğnenir. Yaşlanır insan, yüzü gözü çöker. Bana beyliğimden sebep varmak isteyecek kız, evinde otursun. Gerçekten, beni ben olduğum için sevecek olan varsa; kim olursa olsun, gelsin baş köşeme, gönül tahtıma kurulsun. Amma ben onun beyliğe değil de, sade Seymen'e geldiğini nereden bileceğim?

"En son yoktu..."  diye cevap verdi Süreyya. "Şimdi bilmem. Hayırlısı..."

Billur, hiç yerinden kıpırdamamıştı. Birden yorumda bulundu sakince:
"Delirdiniz mi kız? Bey ile ömür mü geçer?"

Tüm başlar bu sefer ona döndü. Süreyya da dahil.

"Ya ney ile geçer?" diye sordu bir kız.

Billur omuz silkti. Düşündüğü gibi sıralamaya koydu gerekçelerini:
"Beyler kibarcık olur. El bebek gül bebek yetişmiştir. Halden anlasa dahi gereğini yapamaz. Eli orak tutmaz, topraktan anlamaz, şöyle bir kavradığı tuttuğu otu kuvvetli bir çekti mi kökünden koparamaz... Tabi sizi bilmem de, ben güçlü kuvvetli, iş nedir, çalışmak ne demek bilen adam isterim."

Billur'un konuşmasından sonra herkes, yeniden pencere tarafına döndü. Süreyya hariç. O tuhaf bir bakışla, dudakları çok minik aralanmış, Billur'a bakıyordu. Billur'un ise gözleri uzattığı ayaklarının çoraplarındaydı. Bir an sonra bir tuhaflık olduğunu fark etti ve başını çevirip Süreyya'ya baktı. Kız neden ona öyle tuhaf bakıyordu, anlam veremedi. Veremedi ya, yine de ne var gibisinden soramadı. Süreyya kendisi söyledi onun yerine:

"Benim ağam tam da senin tarif ettiğin gibidir..." diye.

Billur, tamam o zaman der gibi başını sallayıp gülümsedi. Süreyya da sonuna döndü. Fakat Billur Süreyya'nın zihninde dönüp durmaya başlayan düşüncelerden elbette habersizdi.

'ne güzel kız böyle'
'pek de zeki'
'gökte ararken yerde buldum'
'Seymen ağam kimseye güvenemem diyordu.. Amasya'da onu herkes biliyor, cümle kızlar. Ama burada Billur bilmiyordu ki. Bilmediği halde de, bey istemem dedi'
'gözü beylikte değil demek ki'
'Seymen ağabeyimden yaşı biraz küçüktür ama.. Seymen ağabeyim de büyükle büyük, küçükle küçük olmayı bilir.'
'hem sevda yaşta değil, yürektedir'
'bakayım bir daha... şöyle yan yana hayal edeyim.. hiiihh pek de yakışıyorlar pek dee!'

Süreyya daha fazla duramadı yoksa kız ikide birde ona bakmasından işkillenecekti. Ayağa kalkıp işlemeli eteklerini tutarak o da pencerenin önüne ilerledi. Fadik'in yanında durup Seymen'e baktı. Mutlu olmasını çok istediği Seymen'e.

Fırat tepsiyi vermiyor, o da cebine para sıkıştırıyordu.

"Kız buna kim öğretti bu adetleri?"  diye sordu Fadik. Bu kına götürme, bahşişle tepsi alma, bayrak götürme, bayrak alma adetleri buraya özgüydü. Amasyalı ne bilecekti.

Süreyya,
"Aldemir ağam kenara çekmişti bir ara bugün... O olacak muhakkak."  diye yanıtladı.

Fadik yerinde zıp zıp zıpladı. Bunun bir de erkek tarafına bayrak götürmesi vardı. O zaman da sağdıç, Seymen'den almaya çalışacaktı. Bey oğlunun gözü doyurulur muydu?

"Ayyy.. Erkek tarafında çok uğraştıracak yârimi gibi duruyo. Ah bey oğlu ah!"

Gece ilerlemişti. Kız tarafına gidenler, erkek evine geri dönmüştü. Sıra sıra tellere dizili ışıklar yanmış, Memed Balamir'in ocağı kandil kandil olmuştu. Yemek ikramları ediliyor, sohbetler yapılıyor, adabıyla ve ahlakla eğleniliyordu. Memed hediyeleri, tebrikleri, cebine sıkıştırılan paraları kabul ediyordu. Davulcuya, zurnacıya, yemekçiye, kazancıya bahşiş dağıtıyordu. Yüzünden güller eksilmiyordu. Bir ara, bir iş için eve girecek oldu. Ufaktan bir oğlan çocuğu koşarak bacaklarına gümleyince, yolu yarıda kesildi.

"Hoop!!" dedi çocuğun omuzlarından tutup yüzüne eğilirken. "Yavaş len! Nereye koşuyon böyle, atlı mı kovalıyor?"

Çocuk, kimi düşmüş, kimi düşmek üzere olan süt dişleriyle sırıttı.
"Sana emanetim var damat ağam!"  Memed kaşlarını kaldırdı. Çocuk devam etti, "Amma önce bahşiş isterim."

Kısık bir kahkaha patlattı genç adam. Tam da ulaklık yapacak, emanet getirip götürecek herifti karşısındaki. Daha süt dişleri duran çocuk! Ama bura Karaköy ya... Masallardan fırlamışa benzer bir yönü daima bulunmaktadır. Buranın süt dişli çocukları bile bazı bazı yaşlarından cüsselerinden çok görevler üstlenmektedir.

Memed bunları düşündükten sonra doğrulup elini cebine attı, çıkardığı hatırı sayılır bir parayı uzattı velede doğru.
"Al bakayım. Şşh sıkı tut ha düşürme bir yerde az para değil. Heh. Tamam." Göreyim şimdi şu emanetini."  çocuk parayı aldı, sonra hırkasının cebinden bir zarf bulup ciddi ciddi Memed'e uzattı. Memed bekliyordu da bu kadarını da beklemiyordu. Essahtan da emanet getirmişti uşak. Şu işe bak sen... Hemencecik kavradı zarfı. O sırada Memed'in önünden sıyrılan çocuk, var gücüyle koştu, kalabalığa yöneldi.

"Bu ne lan?"  diye kendi kendine mırıldanan Memed, kolunu kaldırarak bağırdı çocuğun arkasından:  "Şşh! Heey! Hey! Kim yolladı ula bunu?!"

Çocuk, kalabalığa karışmadan hemen önce, arkasını dönüp haykırdı masum masum:

"Masalcı yolladı!!!"

Memed, elinde zarf, kendi düğün evinin önünde durdu kaldı. Dudakları aralandı, iki elinin parmaklarıyla istemsizce sımsıkarak tuttu zarfı.
"Masalcı mı..?"  diye söylendi. Yüreğine bir şimşek gümlemişti sanki.

Elindeki zarfa indirdi bakışlarını. Bir çırpıda yırtıp açtı. Zarfın kalanını ceketinin cebine koydu, katlanmış kağıdın katını çözdü. Gözlerinin önünde o her bir harfini ezbere bildiği, tanıdığı, geceler boyu bakıp bakıp gülümsediği yazı döşendi. Memed biraz güldü, sonra dudaklarını sımsıkı birbirine bastırdı. Kalabalıktan uzaklaşmalıydı. Ev doluydu. Koşa koşa bu sabah koç meclisinin toplandığı yere, arkadaki duvar dibine geçti. Orada birkaç genç oğlan vardı. Onu görünce, evliliği için hayır duaları ederek dağıldılar. Var olasınız diyerek birer birer omuzlarına dokundu Memed. Sonra geçti, ay ışığının vurduğu duvar dibine çöktü, mektubu tekrar açtı, okumaya koyuldu.

Okudukça deniz gözleri doldu, taştı, sevisinin yağmurları tıraşlı yanaklarına, boynuna, çenesine aktı.

Masalcı, ona son masalını göndermişti. Bu sefer başkasının eliyle ve bihaber olarak değil, bile, isteye, seve seve.

“Denize Düşen Masalcı Kız ile Cihânın En Güzel Denizinin Masalı

Bu masal, taa eski nenelerimizden bize gelen, kulağımıza küpe olan o bildik tekerlemelerle başlamadı. Bu masal uzaklarda Kaf Dağı'nın ardına peri padişahının diyarında olup bitmedi, orada geçmedi. Bu masal bambaşka türlü, bambaşka bir yerde, bambaşka bir şekilde başladı. Masalcı'yım, anlatmaktır tüm ahvalim. Anlatıyorum.

  Yeşilırmak'ın nazlı nazlı, arada bir köpüre köpüre aktığı, kayaların dik dik sıralandığı, tarlaların uçsuz bucaksız uzandığı bir diyarda yaşarmış Masalcı Kız. Çok küçükken anasıyla babası ölmüş. Bir saraya götürmüşler onu. Ona sorsalar halbuki, anasıyla babasının o üç göz evinde kalmayı yeğlermiş. Ama dinlememişler, götürmüşler. Orada pamuklara bezemişler Masalcı'yı. Önüne yağ ile bal koymuşlar. Bez bebeklerden oyuncaklar sermişler, renk renk kurdelelerle tokalarla bezemişler saçlarını. Her kumaştan fistan dikmişler ona. Ama Masalcı kız orada rahat değilmiş. Masalcı kız, orada rahat rahat büyüyememiş. Sokağa çıkıp ip atlayamamış. Çamura bulanıp eve öyle gelememiş. Orası saraymış ya, nihayetinde el kapısıymış. Masalcı kız anasıyla babası göçtüğünden beri yuva nedir bilememiş. Sonra yavaş yavaş büyümüş Masalcı. Serpilmiş. Bir gün sarayın hanımı onu karşısına alıp, şehzadeyle evlendireceğini söylemiş. Masalcı şehzadeye ağabey dermiş, şehzade de Masalcı'ya bacı..! Kızın dünyası başına yıkılmış. Yediği içtiği ağu olmuş. Kendinden, herkesten uzaklaşmış. Onu o vakitler Rabbine ettiği tevekkül ayakta tutmuş.
Gel zaman git zaman, Masalcı bu saray kabuklu zindandan kaçmayı kafasında kurmuş. Kurduğuna ulaşmak için düşünmüş durmuş. Amma bunu sezen sarayın hanımıyla beyi her tarafa gözcü koymuş. Kuş uçurtmazlarmış. Masalcı, dünyanın en kötü zindanında gün geçtikçe eriyip bitmeye başlamış. Sonra bir gün bir çocuğa masal anlatmış. Sevmiş bunu. Sonra başka çocuklara da. Başkalarına da. Masalcı anlatmış durmuş.. Anlattıkça rahatlamış. Yüreğindeki boran durulmuş. Bunlar, Masalcı gibi sıkışan, ve Masalcı gibi direnen kızların masallarıymış. Masalcı kurtulamıyormuş amma kurtulan kızların masallarını, destanlarını anlatıyormuş. Masalcı o sarayın surlarını, dışarıdaki gözcüleri aşamıyormuş ama masallarındaki kızlar kurtuluyor, özgürlüğe uçuyormuş.

  Masalcının ağabey dediği şehzade uzaklara gitmiş. Masalcı ondan yana umutluymuş. Biiznillah, onu ve kendini kurtarmak için her yola gireceğini biliyormuş. Hanımla bey, şehzadeye mektup yazması için diretmiş durmuş. Masalcı da çeneleri dursun diye vakit vakit, otuz tane masal, bir tane de not yazmış, yollamış. Şehzade o masalları hiç unutmamış. O masallar başka bir yere konmuş. Birer sevda kuşu gibi.

  Az daha zaman geçmiş... Şehzade saraya, gittiği yâd ellerden geri dönmüş. Masalcı acıdan, tiksintiden tir tir titriyor; titremesi her geçen gün artıyormuş. Bir gece şehzade çalmış kapısını. Hazırlan demiş Masalcı'ya. Gidiyorsun.

Masalcı'ya bir denizi tarif etmiş. Masmavi, engin, uçsuz bucaksız gibi gözüken, merhameti, mertliği, yiğitliği ve güzelliği dalga dalga, kocaman olan bir denizi. Ona git demiş şehzade Masalcı'ya. O denizin kıyısına var. Ben oradan alacağım seni.
Masalcı, denizden çok korkar...
Irmaktan, dereden..
Bir selde kaybetmiştir anasıyla babasını. Takdir ALLAH'tan.
Masalcı, çok korkar öyle büyük sudan.
Hele ki bu bir deniz..!
Bilinmedik, uzak, yabancı bir deniz!
Amma Masalcı yola çıkmış denize doğru. Çünkü başka fırsatı yokmuş. Ya karada yanacak, ya denize varacak..

Çok zorlu bir yolculuk geçirmiş denize varana kadar. Pes etmek geçmiş aklından. Yavaşça uyumak tutulduğu fırtınada, karların arasında. Masalcı uyumamış. Yüce Rahman uyutmamış. Nasip, kısmet ve lütfu varmış Masalcı'ya.. Çok zor da olsa, Masalcı son bir gayret etmiş; ömrümce şükür, o gayretle de denizin kıyısına varmış..

Bir tipili gece, bir kapıyı çalmış.
Bir adam açmış kapıyı.

İşte deniz.

Masalcı, o denize, daha o vakit, o adamın gözlerini ilk gördüğü vakit düşmüş.

Derinine... en dibine.

Masalcı maviye, o denize demirlemiş. Orası, dünyanın en güzel deniziymiş.

O deniz, Masalcı'nın korkularının son bulduğu yermiş. Yuvasız yetim öksüz Masalcı'ya yuva olmuş. Aş olmuş. Eş olmuş. Rızık olmuş. Kurtuluş olmuş. Dayanak olmuş. Sevda olmuş.

Ve Masalcı'nın en güzel masalı başlamış; ama bu sefer Masalcı anlatmıyor, yaşıyormuş.

Deniz Masalcı'yı sarmış, Masalcı masal olmuş. Masalcı, denize atlayan Masalcı Kız ; dünyanın en güzel deniziyle bir olmuş, sır olmuş, sevda olmuş...

Masal burada bitti Kara Memed.

Ben senin denizine düştüm, sen beni sardın. Bir olduk, sır olduk, sevda olduk.

Bu masal burada bitti ama seninle bizim masalımız; ALLAH'ın izniyle bu iki yürek durana kadar sürecek. Ve inşaAllah, cennet bağlarında da...

Masalcı'nın sana kendi elinden ilk, ve son mektubu, masalıdır. Masalcı'nın masalları dinmiş, susmuştur çünkü masal söylemek Masalcı için bir kurtuluştu ve Masalcı artık kurtulmuştur. Masalcı artık masal anlatamayacak. Masalcı, Deniziyle birlikte inşaAllah masalı yaşayacak...

Yuvamıza yarın birlikte gireceğimiz güne kadar; seni Rabbime emanet ederim...”

Koca dağ gibi adam, gözlerinin önüne gelen yaşlardan mektubun sonunu zor getirmişti. Diktiği dizlerine tek kolunu, kolunun bileğine de başını yasladı. Ne tuhaf şey.! Ağlamasını durduramıyordu. Ufak bir çocuk gibi hıçkırıkları birbiri ardına diziliyordu. Bu kızı çok...çok.. Çok seviyordu!

Aylar, yıllar önce otuz masal ve bir not ile tanışmıştı bu yazıyla. Bu masalların ardındaki güzel dimağ, güzel sine ile. Düşünmüş durmuştu. Kurmuş da kurmuştu. Bir gün kavuşacaklarından, kavuşmayı bırak karşı karşıya geleceklerinden ne ümit kesmiş, ama ne de bel bağlamıştı. Sonra bir gün bir yıldız, karların göğü kapattığı bir gecede gökte değil, yerde doğmuştu. Memed Masalcı'ya duyduğunun hayranlık olduğunu anlamıştı. Çünkü gerçek sevdayı Süreyya'da satır satır okumuştu. Meğersem; daha önce de dediği gibi, hayran olduğu da, sevdalandığı da aynı kişiydi. Yüreği oldu olalı tek bir kadına prangalanmıştı. ALLAH onu nasibinden başkasıyla yormamıştı. Bunun şükrünü aciz bir kul olarak nasıl eda edebilirdi?! Ama yine de bunu için şükretmekten asla vazgeçmeyecekti...

Masalcı... Süreyya.. Yıldız Kız. Müjde yıldızı, nisan yağmuru, bereketi, nimeti, ziyneti, süsü, gelincik çiçeği...

Memed, öylece onu düşündü, ona saplandı kaldı.

Dakikalar sonra, sarsılarak kendine geldi. Uzaktan uzaktan vardı Mustafa'nın sesi önce kulağına, sonda iyice netlendi. Kafasını kaldırıp baktı, çocuk yanına çömelmiş, telaşla ve korkuyla,

"N'oldu?"  diye soruyordu. "Ne oldu, ne oldu, kime ağlıyon?! Niye ağlıyon ağam?!"

Memed yutkundu. Bir an bakıştılar iki kardeş. Sonra Memed tuttu, Mustafa'nın başını göğsüne yasladı, birbirlerine erce sarıldılar.

"Çok..."  dedi içli içli soluk alıp vererek. "Çok güzel bir masal okudum oğlum... Onun güzelliğinden.. güzelliğinden ağlıyom..."

Mustafa rahatlamıştı. Abisini öyle ağlarken görünce aklı başından gitmişti. Fakat nedenini duyunca anlam veremedi. Daha toy, cahil olan yüreğinde oturtamadı.
"Ağam..."  diye sordu hayretler içinde. "bir masal adamı... hele, senin gibi adamı böyle ağlatır mı?"

Memed, babacan bir tavırla iki kere vurdu çocuğun omuzuna.
"Ağlatır oğlum!"  sesi yükseldi. "Ağlatır!" coşkusu, yavaşça kesildi. Şimdi yalnızca ikisinin soluk alış verişi duyuluyordu.

"Dilerim.."  dedi Memed. "Yüce Rabbimden niyaz ederim; sen de böyle bir masal yaşarsın Mustafam.. Benim arslan Mustafam!"

O sırada kız evinde eline kına yakılan Süreyya da, yazılarını Memed'in okuduğunu düşünüyor, o da tıpkı yâri gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Önüne çöküp örtüsü altından yüzüne bakan,

"Niye bu kadar ağlıyon benim güzel yengem? Biz senin hep yanındayız. Bundan sonra inşaAllah hep yanında olacağız. Birlikte inşaAllah nice güzel günler göreceğiz... Ağlama.." diye teselli veren Gazâl’e:

"Güzellikten ağlıyom Gazâl'im..."  diyordu. "Sabahki hasrettendi. Bu seferki güzellikten."

•••

Gece inip kalkmış, gün doğmuştu. Sabah, tekrar evlerde koşuşturma başlamıştı. Kazanlar yine kurulmuş, ışıklar yine çekilmiş, masalar sandalyeler dizilmişti.

Kız evinde Süreyya'ya Memed'in istediği, Süreyya'nın düşlediği, Gazâl’in de özene bezene diktirdiği ak, bol, uzun gelinliği geline giydirdiler. Süsleyip püslediler, saçına gelin telini iliştirdiler, bileklerine boynuna altınları dizdiler.

Erkek evinde damat giydirme denen adeti gerçekleştirdiler. Arkadaşlarının, köy ağalarının, yaşlıların, orta yaşlıların arasında Kara Memed fanilası ve pantolonuyla meydana çıktı. Köyün en yaşlısı tarafından gömleği giydirildi, kemeri takıldı, ceketi giydirildi düğmeleri iliklendi.

Millet sıraya dizildi, dualarla gelin almaya yola çıkıldı. Memed bu sefer düğün alayının ortasındaydı. Davul zurna çalıyor, Halil, Halit, Mustafa davul zurnanın önünde naralar atarak, güle oynaya ilerliyordu.

Kız evine yaklaştıkça Memed'in yüzünü bir ak basıyordu

"Rabbim... Sen yardım et."   diye fısıldadı. Elbette kolunda, dinindeki Fırat bunu duymuştu. Gülerek eğildi kulağına:

"Memed sen titriyon mu?"

Yan yan baktı Memed. Uslu usturuplu olmalıydı. Damatlığı er gibi yapmalı, heyecanına hakim olmalıydı.
"Fırat az sus sağdıcım."

Fırat daha da yüklendi:
"Bu ne heyecan Kara Memed? Senin gibi erde bu heyecan ne gezer?"

Memed deriiin derin soludu. Başını masmavi göklere dikti, umut ve sevinçle konuştu:
"Yârime kavuşmaktayım, şimdi heyecan gezmesin de ne zaman gezsin? Sevda erlik mi dinler, vurur yiğitliğimizin boynunu."

Fırat, onun üstüne gitmesine rağmen öfkelenmemesini, Süreyya'ya duyduğu sevda ve heyecan ile sakin sakin, aşk telaşıyla yanar vaziyette yol yürümesini gördü mü, yüzü ışıdı. İnşaAllah Memed'e dur, sus, sakin deme zamanları geride kalmıştı.

"Sen adam oldun Kara Memed."  dedi sırtını sıvazlayarak. "Gayrı gözüm arkada değil."

Memed'in yüzü birden düştü.
"Önceden adam değil miydim ulan?!"  diye çıkıştığında, Fırat da suratını toplayarak önüne döndü.

"Neyse neyse.. Yürü."

Kapıya varmışlardı. Aldemir, avlu kapısının dışındaydı. Halil ve Mustafa karşılıklı oyun oynayarak nara atıp duruyordu.

"Hey heey! Hey heey! Hey heeeeeyyy!"

Mustafa kollarını havaya kaldırarak haykırdı:
"Kara damat olur, sıra Deli'de heeey!"

Haykırışı Halil aldı:
"Rabbim senin de damatlığını göstersin koçyiğidim!"

Memed, durduğu yerden kuvvetle,
"Amiiiin!"  diye bağırdı.

Mustafa utanır bir halde ağabeyinr bakıp başını eğdi.

"Ay amin..."  dedi Memed'in bir yanındaki Gazâl.

"Amin, amin.."  diye Aldemir de duaya katıldı.

Sağdıç ortalığı derledi toparladı:
"Eeee gelini alma vakti yanaşır, durun bakalım kapının önüne!"

Albaran evinin avlu içinde, büyük kapının tam ardına Seymen Bey durmuştu. İki tarafında sıralı kalabalık, bu yabancı adamın kapı tutmasını merakla seyrediyordu. Nasıl olduysa Billur ve Alçin de, süt kardeşleri Mithat ile birlikte bu adamın yakınında durmuş bulunmuştu.

Nicedir beklediği köy düğününe nihayet kavuşan Billur, heyecanla, yüzüne pek dikkat etmediği, sırtı kendisine dönük adama seslendi:
"Ağam! Ağam az baksana!"  Seymen, bana mı sesleniliyor diye baktı. Baktığı gibi de gözleri mavi mavi, saçları ateş kızılı, benzi kardelen gibi kızı gördü. Namahremi fazla süzmeme düsturunu yeni yeni de olsa edinmiş, tövbesini etmişti çok şükür. Güç de olsa gözünü yere indirdi.

"Buyur?"

Billur da bu gözleri griye dönük, yakışıklı adamı görünce bir tuhaf olmuştu. Buraya az çok yabancı olduğundan kimseyi tanımıyordu. Bu adamı da Karaköy'ün yerlisi sanarak sordu:
"Para almadan mı kapıyı bırakacaksın?"

Seymen kaşlarını kaldırdı.
"Paraya ihtiyacım yok benim."

"Niye?"  diye sordu Billur. "Bey oğlu musun sen?"

Yanında bulunan Alçin'in kaş göz işaretine pek kulak vermedi.

Seymen kızın sorusu üzerine yere, kapıya, etrafa şöyle bir bakarak, olabildiğince tevazu ile, artık nasıl olabilirse,
"Öyleyimdir az buçuk."  diye yanıt verdi.

Billur kıs kıs güldü.
"Alçiin duydun mu. Bir deli orda.."  diyerek avlu kapısının ardındaki Halil’i kast etti, sonra eliyle evin önünde dikilen Tecir Kenan'ı. "Bir deli na'burda." en son önündeki Seymen'i işaret etti başıyla. "Bu gözünü sevdiğim de bey oğluymuş."

Seymen şöyle bir boynunu kütletti.
"Tövbe estağfurullah.. Çattık."

"Ağam n'olur," diye atıldı bu sefer Billur. Seymen'in içi bir gıcık gıcık oldu. Ağammış, dedi içinden. Tanımadığı etmediği adama ağam diyen kızlar da fazla oluyor artık. "Bak sen almayacaksan ben tutayım kapıyı. Senin ihtiyacın yoksa benim vardır. O çok istediğim fistanı alacağım daha. Haydi ağam."

"Yav sen başa bela mısın kızım?" dedi Seymen. Elinde olmadan göz göze geldiler yine, yine gıcık gıcık oldu içi, yine hızla çekti bakışlarını. "Başka bir yerden bul parayı."  dedi hafifçe şaşırmış bir şekilde kapıya dönerek. "Bu kapıyı ben tutacağım. Para mara almayacağım. Kara Memed'i de bir güzel öttüreceğim..."

Billur burnunu dikmişti. On sekiz yaşının verdiği taşkınlık yine kendini göstermişti. Elin adamıyla bu boş muhabbeti fazla uzattığını biliyordu ve kendini çekmek de istiyordu ama, elinde değildi, kendini dizinleyemiyordu, estağfurullah..
"Aman yemedik kapını vermezsen verme!"  dedi sinirli sinirli. Ardından ekledi: "Fazla naz aşık usandırır derler, bizim damadın da namı malum... kapıyla birlikte seni de dümdüz etsin de gör."

Alçin, kolunu dürtükledi bu kez. Ah sesi çıkararak koluna bastırırken, Seymen öfkeyle sırıttı.

"Sabıır sabır! Sen bana bir baksana! Bende öyle dümdüz edilecek kalıp var mı?"

Eliyle bedenini göstererek sorduğu soru üzerine, Billur kendine geldi. Öte çevirdi başını. Gerçekten el adamı ile bu kadar konuşması, hatta konuşmayı başlatması bile yanlıştı. Tövbe etti çarçabuk içinden. Artık muhabbeti kesmişti. Yine de, adamın duymayacağı bir sesle Alçin'e fısıldamasına engel olamadı:

"MaaşAllah demelik kalıp var. Ama onu söyleyecek değilim.. Hem haram, hem de şımarmasın."

Sonra da Alçin ile birlikte iyice kalabalıklaşan o taraftan çekilip gitti. Yüksek bir yere, Tecir Kenan'ın yanına çıktılar olanı biteni daha rahat görebilmek için. Kenan iki kızı da kollarının altına aldı, gerile gerile kurumla milletin ortasında durdu.

Seymen gerçekten de kapıdakileri biraz zorladı. Ama bahşiş de almadı. Damadı içeri sokmadan hemen önce, ateş gibi gözlerinin içine bakarak, bir sözlü anlaşma imzaladı:

"Ben Süreyya'nın ağasıyım. Seninle de gayrı kardaş olalım isterim. Sen mert adamsın. Sen benim taa askerden beri güvendiğimsin. Bacımı emanet yollayacak kadar güvendiğim! Gayrı husumetin h'si olmasın aramızda! Benim hakkım sana helaldir! Seninki de bana helal olsun!"

Memed'in bugün en mutlu günüydü. Seymen de zaten onun artık resmi ve gönülden dostuydu.

"Hakkım var ise helal olsun..." diye yanıtlayıp, boynuna sarıldı. İki adam birbirlerini kardeşçe kucaklayıp sırtlarına vurdular. "Mertlikte bir boyuz. Sana çektirdim bilirim, amma namım çıkmış bir kere... Hemi de ben, en çok kardaşlarıma çektirmekle meşhurumdur!"

Sonra düğünün en can alıcı kısmına gelindi. Gelin, merdivenlerden aşağı indi, güvey ona bakarken gözleri yine doldu amma, bu kalabalığın arasında ağlamamak için esaslı bir mücadele verdi. Memed'in Süreyya'yı tarif edip içinde hayal ettiği ak gelinliğiyle gördüğü andaki duygularını tarif etmeyi pek isterdim, lâkin korkarım buna lügatim el vermeyecek.

Gelin, kır atın üzerine damat tarafından bindirildi. Hayır duaları sürdü. Damat atın yularından tuttu, alay ile birlikte yuvalarına doğru zahirde yürüdüler, aslında ise uçtular. Balamir ocağının önünde gelini attan indirdiler. Eşikte testi kırdı. Gazâl eline Kur'an-ı Kerim verdi. Başında ekmek kırdı. İçeri girdiler, ondan önce, Memed karısına elini uzattı.

"Elini ver sevdiğim..."  diye fısıldadı kulağına. "Elini ver, gayrı iki yuvasızdık, artık biz birbirimizin yanında olanda, kara toprak üstü, yıldızlı gök altı bile bize yuva. Elini ver sevdiğim.. Ver ki evimize girelim."

Süreyya'nın ince, nazik eli; Memed'in büyük, damarlı avucuna kondu. Memed onu kavradı, canını tutar gibi tuttu. İçeri girdiler, misafirleri kaldıkları yerden biraz daha ağırladılar. Gece yine oldu, misafirler takılarını bırakıp yavaş yavaş çekildi, Memed dışarıda erlerin, Süreyya içeride kadınların elini öptü. Sonra kala kala kemik kadro kaldı içeride.

  Modern kültürdeki balayı kavramı dinimizde yoktur, fakat bal haftası vardır. Gelin ile damat bir hafta kadar yalnız bırakılır. O dönemlerde gelinler genelde kaynana kaynata evine gittiği için bu pek mümkün değildi amma Memed'ler için durum başkaydı. Aslan ile göbekleri bir kesilmiş gibi yapışık gezen Mustafa, bir hafta boyunca Aldemir'lerde kalacağı için havalara uçmaktaydı.
Gazâl çocuğu da alıp gitmeden önce,
"Hayırlı geceler ağam."  dedi.

"Hayırlı geceler gülüm."  diye yanıt verdi artık kalbini kusmak üzere olan Memed. "Ara ara bak Mustafa'ya, yorganı atıyor deli dana gibi yatıyor, belini açarsa üşütür."

Onlar uzaklaştı. Şimdi gri avuç adam kalmıştı evin avlusunda. Onlar da, son görevlerini yapmak için bulunuyorlardı, sonra gideceklerdi.

Memed, birden üzerine saldırıp sırtına yumruklarla vurmaya başlayanların arasından zor bela sıyrıldı. Sıyrılırken de Kara Memedliğini yapıp o da onlara yumruk, tekme, hatta omuz, dirsek, diz savurmaktan geri kalmadı.

Yatıp Süreyya'yı düşündüğü yatağın üzerinde şimdi karısı, yüzünde gelin örtüsü, üstünde gelinliği, loş ışıkta oturuyordu. Memed ilerledi. Tıpkı eve girerken olduğu gibi karısına elini uzattı, elinden tutup ayağa kaldırdı. Arkasına geçip cebineden çıkardığı gerdanlığı boynuna taktı.

"Yüz görümlüğün."  diye fısıldadı. "Hoş geldin yıldızım."

Kız, nazlı nazlı söyledi:
"Seni buldum, denizim..."

Yani diyordu ki... Senden hoş bulacağım var mıdır!

Memed, terleyen avuçlarıyla Süreyya'nın başından örtüsünü kaldırdı. Uçurum gözlerinden, yar kıyılarından aşağı son kez düştü. Çünkü artık Memed, hep bu vadilerin dibinde uyuyacaktı.

"Haneme, odama, gönlüme, gözüme, ömrü hayatıma yıldız gibi doğdun. Ben de dilerim masalımız hiç bitmesin. Rabbim bizi ne burada, ne cennetinde ayırmasın. Bilesin ki Kara Memed'in artık yalnız namı kara. Onun gecesi, senin ışığınla alazlanmıştır. Onun gündüzü güneşle değil, bir uçurum bakışlı yıldızla, bir daha geceye dönmemek üzere doğmuştur."

Süreyya,
"Memed..."  dedi kocasına sımsıkı sarılarak. "Memed! Sana dünyadaki tüm sevda sözlerini söylesem, saysam söylesem... Yine de... yine de içimdeki aşkına az gelir."

"Ben anlarım yıldızım.."  diye yardım etti Memed Süreyya'ya. "Gözlerine bakar, anlarım... Sen benim aynamsın, ben senin... Sen benimsin, ben senin..."

Masalcı ile Kara Memed, artık görülen en güzel sevda masalı olarak, bu topraklar sürdükçe anılacaklardı.




Bölüm sonu.

Ay bu kadar romantik şeyler yazmak hiç bana göre değil shajshs canım kan çekiyor gözyaşı çekiyor dram çekiyor kavga dövüş meydan muharebesi çekiyor sjsjkalzhzj

Şaka bir yana evlendik yav. Artık bir sonraki bölümde resmi olarak evli bir Süreyya&Memed göreceğiz inşaAllah ❤️

🌊Bölümü sevdiniz mi? En çok nereyi sevdiniz?
🌊Seymen ile Billur'un diyaloğu nasıldı? :)
🌊Bundan sonra ne olsun istersiniz, sizce ne görelim Kanıkara'da son beş bölümde?
🌊Son olaraaak buraya herkes bir kız ismi önersin dhwhhahshs  (bakın spoiler vermekte ben bir markayım, artık bu konuda sanırım hepimiz hemfikiriz sjhaha)

ALLAH'a emanet olunuz; hayırlı günler!


Continue Reading

You'll Also Like

1.6M 49.6K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
2.1M 91.4K 24
Yetişkin okurlar için uygundur! Bir Mahalle Hikâyesi... Çok daha fazlası... ✨ "Bak bana," diye fısıldadı. Dudaklarının arasından çıkan sıcak nefesi b...
596K 11.7K 21
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
108K 5.7K 20
❝ Konserdeki Sevgilim: Mine, üç ay. Konserdeki Sevgilim: Sadece üç ay çıkıyormuş gibi davranacağız. Konserdeki Sevgilim: O kadar. Siz: Üç ayın sonun...