Sekiz

9.4K 849 214
                                    

Merhabalarr bu bölüm Süreyya hakkında birçok soruya cevap veriyor diye düşünüyorum. Ve de kurgu içinde %30'u oluşturmasını düşündüğüm Halil'in hikayesinin ilk kısmı geldi :)

Not : Av sahnesi umarım sizi üzmez, o zamanlarda yaygın olan bir şeydi ve oldukça yumuşatmaya çalıştım.. Elbette hiçbir canlıya keyfi zarar verilmesini desteklemiyorum, zaten kurgularımdaki 'av' bambaşka, düşünme, baş başa kalma demek bir manada... Okurken anlayacağınızı düşünüyorum.

Daha fazla uzatmayalım, efendim karşınızda

KANIKARA 8:

Amasya'nın birçok köyünün, kasabasının beyidir Seymen Bey'in babası. Sancak adı, namı duyuldu mu akan sular durur. Güçlülerdir. Zenginlerdir. Ve sözleri, çeliktir onların. Kesilmez. Bey sözü üstüne söz söylenmez. Söyledin mi, seni kimse dinlemez. Ahlaksız, terbiyesiz ilan ederler. Dokuz köyden kovarlar, onuncuya gitmeye de takat makat bırakmazlar...

Süreyya'nın teyzesi, Seymen'in babasıyla evliydi. Yani bey, onun eniştesi olurdu. Süreyya daha el kadar bebek iken, Takdiri İlahi gereği anasız babasız kaldığında, onu yanlarına almışlardı. Süreyya bey konağında, beyin oğlu Seymen ile, beyin kızı Selma'nın yanında büyümüştü. Bey kızıymış gibi davranırlardı ona. Konaktakiler, kasabadakiler, köylerdekiler. Gezmeye, düğüne derneğe, çarşıya pazara teyzesiyle birlikte çıkardı. Yediği yağ bal, yattığı ipek yatak. Süreyya'dan mutlu olmasını bekliyorlardı.

Oysa Süreyya mutlu değildi. Belki de, daha üç dört yaşlarındayken teyzesinin 'yeğenimi kendi elimle kendi istediğim gibi yetiştireceğim, oğluma eş yapacağım' sözü içine doğmuştu, bilinmez. Süreyya mutlu değildi. Çünkü bey konağında saçları mis kokulu sabunlarla yıkanır, taranır, örülürdü, uçları da kırmızı kurdelalarla bağlanırdı ama bir kere olsun okşanmazdı. Ona en güzel yemekler içecekler verilirdi ama bir kere olsun güzellikle içtenlikle afiyet olsun denmezdi, yemediğinde hasta olur diye umursanmazdı. Süreyya o evin bir çocuğu olmamıştı. Süreyya bir evin çocuğu, bir ananın kızı, bir babanın kıymetlisi olmak ne demek hiç bilmemişti. Süreyya o evin çocuğu değil, tutsağıydı. O yüzden oradan hep nefret etmişti.

Süreyya, onu nankör diye yaftalayacaklarını bildiği halde hep nefret etmişti o bey konağından... Yüzüne gülen arkasından konuşan samimiyetsiz çehrelerden... Emir buyruklarından... Yasaklardan... Süreyya oradan nefret etmişti... Sen başkasın diyerek sokakta oynamasına izin vermediklerinde, canı istediği zaman şalvar giymesine 'sen alelade bir kız mısın, bırak onu elinden' diye karşı çıktıklarında, okumasına müsaade etmeyerek onu okuldan aldıklarında... Ve en çok, daha on dört yaşında el kadar çocukken, daha gelin ne demek damat ne demek karı ne demek koca ne demek bilmezken; teyzesi karşısına geçip, 'sen yabancımız değilsin, ocağımıza el kızı değil de sen layıksın.. Oğlum askerden gelince seni ona alacağım' dediğinde.

Süreyya, o kadının yeğeni değilmiş meğerse.
O kadın, Süreyya'nın ana yarısı olduğu için onca sene bakıp büyütmemiş onu.
Meğer verdiği bir kap yemeği, bir yudum suyu, karşılıklı veriyormuş el kadar sabiye.

Süreyya bunu duymuş, bilmiş, zar zor da olsa hazmedebilmişti. Ortalığı ayağa kaldırması da bir olmuştu. Ne varsa yıkmış, kaldırmış atmıştı. Kulağına taktıkları altın küpeleri, koluna takıştırdıkları altın saati fırlatmıştı suratlarına. Ben demişti, satılık değilim. Ben demişti, köle de değilim. Abi dediğim, bana bacım diyen, beraber büyüdüğüm adamla nasıl evlenirim?

İlk ve son tokadını o zaman yemişti. Öz teyzesinden... Oğluyla evlenmeyi istemiyor diye. Nankör, yediği kaba pisleyen nankör diye hakaretler işite işite. Hayatında ilk defa, öksüzlüğüne yetimliğine, sahipsizliğine içi öyle yana yana.

KanıkaraWhere stories live. Discover now