SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.5M 439K 409K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

LIX- "siyah gül ve beyaz gül"

44.2K 5.8K 3.4K
By bosverdilan

Yorum yapmadığınız her an bir yerlerde bir Dilan ölüyormuş. (Abartma diyenler duygusuzdur.)

Siyah, süet, topuklu botun fermuarını ayakta kapatmaya çalıştığım her an düşme tehlikesi atlatıyordum. İnadım sonunda kırıldı ve oturdum öyle çektim fermuarı. İçeriden gelen sesi duyabiliyordum. Hiç durmadan tekrar ediyordu.

"Aşkım." diyordu.

"Aşkım!" diye sesleniyordu.

"Aşkım..." diye bağırıyordu.

"Geliyorum!" dedim. Üzerimde siyah dar bir etek ve üstünde siyah bir kazak, altımda siyah opak bir çorap vardı ve birazdan arabaya binerken geçecek olan birkaç dakika beni çok üşütecekti.

Ben çok şeyi öğrenmiştim ama bu şehrin soğuğuna göre davranmayı asla.

Bordo rujumu aynada saniyeler içinde sürdüm, çantama attım ve odadan ayrıldım. "Aşkım!" diye bu kez ben seslendim. Küçük evde mutfakla salonun bir olduğu yere, kaldığım odadan ulaşmam çok kısa sürmüştü. "Günaydın!" dedim, sesim yeni uykudan uyanmamış, saatlerdir uyanık ve çoktan açılmış gibi dinçti.

Süslü, beyaz tüllü kafesin ağzını açtım. "Günaydın Karabaş'ım," dedim şefkatle. "günaydın canımın içi." parmaklarımı kafesin içine uzattığımda hemen üzerine atladı. Kafesinden aldım ve hızla küçük ağzını öptüm, karşılık verdi. Ben öptüm o karşılık verdi, ben öptüm o karşılık verdi.

"Aşkım aşkım." dedi yine. Karabaş bir petshopun camından gördüğüm, yapayalnız, zayıf ve kötü şartlarda kalan, bakışlarından neredeyse ölmeyi beklediğini anladığım sapsarı bir muhabbet kuşuydu. Onu ilk gördüğümde bu kadar sarı olduğunu bilmiyordum. Tüyleri kirlenmişti ve temizleyen yoktu. Çok mutsuzduk. İkimiz de ve o gün dün gibi aklımdaydı.

12-7

13-7

13-8

12-7

Zafer'in attığı mesajlar bir sayı grubundan çok daha fazlasıydı. Fetih'in gün gün ölçülen tansiyonuydu. Tam on iki mesaj vardı. Ve ben sanırım hepsini ezbere biliyordum. Gözlerimi kapatsam hepsini sırayla sayabilirdim. Üç gün önce gittiğim acilde adımı soran doktora bomboş bakmıştım saniyelerce ama şimdi on iki tansiyon ölçüsünü sayabilirdim tekte.

Annemi anlıyordum. Birini sevmekle birine âşık olmak bir değildi. Ben bunu bir kez daha şimdi kimsesiz bir çocuk parkında otururken anlıyordum.

Günlerdir olduğu gibi elim yine bir anlık cesaretle arama kısmına gitti ve numarasını tuşladım. Yeşil tuşun üzerinde durdu baş parmağım. Birkaç gündür edindiğim telefonda kimsenin numarası kayıtlı değildi Fatma Hanım hariç. Zafer'in bile. Kaydetmiyordum ararım diye ama bazı numaralar ezberimdeydi işte. Unutmak istiyordum. Hafızamdan silmek istiyordum. Fetih'in numarasını ezberimden silmek istiyordum. Bildiğim bir şey olmazsa arayamazdım da. Bildiğimle baş edemiyordum.

Gözyaşlarım soğuk havayla yüzümde donuyordu. Başım çok ağrıyordu. Üç gündür hastanedeydim. Kanımda çıkan yüksek seviyedeki enfeksiyon doktorların çıkışımı vermesini engellemişti. Üç gündür tüm ilaçları damar yolundan alıyordum. Bugün yeniden bakılmıştı kan değerlerime ve en azından evden devam edebileceğime karar verilmişti. Oturduğum bankın boşluğunda bir poşet dolusu ilaç vardı. Hepsinin de üzerinde tok karnıyla yazıyordu. Bu çok canımı yakıyordu.

Ben yemek yemek istemiyordum.

Ben ilaç da kullanmak da istemiyordum.

Ben Fetih'i istiyordum.

Göz yaşım ekranıma damlarken aynı anda üstten tek kayıtlı numaranın araması da gözüktü. Dudaklarım büküldü başımı geriye attım. 'Ooooff!' diye ağrılı bir ses döküldü ağzımdan.

Telefonu da açmak istemiyordum.

Ben Fetih'i istiyordum.

Ben sadece Fetih'i istiyordum.

Kapandı kapanacak ancak öyle yanıtladım aramayı. Burnumu çektim ve cevap verdim o konuşmadan. "Söz yarın geleceğim." dedim. "Hastayım yemin ederim. Hastaneden bugün çıktım. Söz yarın geleceğim. Yemin ederim çok kötüydüm, o yüzden gelemed..."

"Efsun." diye böldü beni. "Sakin ol, iyi misin?" dedi. İki gündür açmıyordum telefonunu. İlk geldiğim zamanlar tuttuğum evde yardımcı olmuştu ve biraz zaman istemiştim. Vermişti de ama hastaneye gittiğim günden beri açmıyordum telefonunu.

"İyiyim." dedim, gözlerimi yumdum dudaklarım bir bebek gibi aşağı doğru büzüldü. "Değilim." diye düzelttim. Daha sıkı yumdum gözlerimi başımı iki yana salladım. "Değilim iyi! Bıraktım Fetih'i! Ne halde bilmiyorum?!" sesim yükseliyordu ama titrekliği öfkesini gizliyordu. Göğsüm sıkıştı.

Bu nasıl bir kalp ağrısıydı, öldürecekti beni.

"Doktor arkadaşı..."

"Sadece fiziki bilgi veriyor!" dedim. Çok hiddetliydim. Bunu bizzat ben söylemiştim halbuki. Zafer'i tembihlemiştim. Sorsam bile söyleme. Hatta gerekirse telefonu yüzüme kapat ama söyleme.

"İyi mi fiziken, tansiyonunda endişeleneceğin bir şey var mı?"

"Fiziken iyi olması neyi değiştiriyor?" diye bağırdım. Bacaklarımı ahşap banka vurdum. "Bıraktım onu! Bıraktım geldim! Bir başına bıraktım geldim onu!" sesim yok olacak kadar kısıldı. Yüzüm taş kesildi. Gözlerim karardı. "Yatağın diğer ucunda yatmama bile tahammül edemeyen bir adamı bıraktım geldim!" dedim. Yaşlar sele neden olacağı belli olan kuvvetli bir yağmur gibi akıyordu gözlerimden. Sel olacaktı, ben boğulacaktım. Kendi gözyaşımda. "Ne hissediyor, ne yapıyor, ne düşünüyor, ne yiyor ne içiyor bilmiyorum! Ben onu terk ettim! Bıraktım! Bencilim ben!"

"Efsun sen fiziken de iyi değilsin farkında mısın?" dedi hiç çekinmeden.

"Bana ne?!" dedim hırçınca. "Bana ne bundan?" sanki bir başkasından bahsediyordum. "Bıraktım Fetih'i! Beni hiç affetmeyecek, nefret edecek benden. O beni hiç bırakmadı ben onu bıraktım! Nefret ediyor benden artı..."

"Efsun," dedi yine. "Kendine karşı hissettiğin duyguları Fetih'e yüklüyorsun, lütfen sakin ol."

Omuzlarım sarsıldı hıçkırıklarım kimsesiz parkta duyuluyordu. "Çok özledim." dedim. "Yemin ederim. Bu kadar olmamalıydı. Bu değildi. Çok fazla. Katlanamıyorum ben. Fatma abla nefes alamıyorum! Bir şey yap nefes alamıyorum! Bu," dedim nefes nefese, seksen yıllık bir ömrün altmış yılına sigara sığdırmış kadar sancı içindeydi ciğerlerim. "bu dayanılabilecek gibi değil! Çok özledim. Bıraktım ben onu! Bir mektupla bir başına bıraktım! O beni ölse bırakmazdı ben nasıl bıraktım onu?!"

Günlerce sessiz de kalsam, az ileride olan Saraçlar Caddesi'nin tam ortasına da gitsem ve avazım çıktığı kadar da bağırsam yetmeyecekti. Anlatamayacaktım.

Dizlerimi kendime çektim alnımı yasladım. Telefon düştü düşecekti elimden zaten düştü de kucağıma. Kollarımı bacaklarıma sardım. Bir şey söylediyse de duyamıyordum. Fetih yoktu. Fetih için Efsun yoktu. Benim Fetihsizliği öğrendiğim bir an yoktu. Hayatıma girdiği ilk andan beri bedeninin olmadığı zaman bile gölgesiyle varlığını hissederdim. Yokluğu bile varlık içindeydi. Şimdi derin bir yokluk vardı. O kadar yoktu ki gölgesini bile hissedemiyordum. Fetih'in gölgesi bile yoktu. Fetih yoktu. Fetih hiç mi hiç yoktu. Hiçlik zihnimde anlam kazanmıştı. Hiçlik vardı Fetih yoktu.

"Konum atar mısın bana?" dedi. Kaçıncı kez kurulduğunda anladım bu cümleyi bilmiyordum. Başımı zorla kaldırdım. Telefonu aldım.

"Hayır." dedim.

"Efsun lütfen konum at bana."

"Hayır yarın geleceğim. Şimdi sadece uyumak istiyorum."

"Efsun."

"Fatma abla tamam. Şimdi kalkıp eve gideceğim. Yemin ederim. Yarın da geleceğim. Şimdi kapatıyorum. Başım ağrıyor. Görüşürüz yarın." daha fazla cevap beklemeden kapattım. Telefon kucağıma düştü yine, yaşlarımı sildim. Kaç dakika daha durdum o halde boş parkı izleyerek bilmiyordum. Hava iyice soğudu. Mayıs ayına yaklaşmıştık, nasıl bir şehirdi aklım almıyordu. Sıcak bilmiyordu. Urfa'ya soğuk dediğim her an için lanet ediyordum.

Titreye titreye kalktım yerimden. Cebime koydum telefonu, ilaç poşetimi koluma taktım. Cadde boyunca yavaş adımlarla yürümeye başladım. O kadar yavaş yürüyordum ki insanlar bana bakıyordu zaman zaman. Kimsenin beni durdurup iyi olup olmadığımı sormasını istemiyordum. Başka bir insanla konuşmak içimden gelmiyordu ve Edirne buna uygun bir şehir değildi.

Gelişimin ilk günü evin kapısı çalınmıştı. Üst kat komşu elinde yemekle gelmişti. Yatağın içinde cenin pozisyonu almış ağlıyordum ben. Kapıyı bile başta açmamıştım. Her kimse çalsın çalsın gitsin istemiştim ama o kadar ısrarla çalmıştı ki tabiri caizse sürünerek kapıya gitmiştim. Yaşlarımı silmiş öyle açmıştım kapıyı. Benim yaşımdaki bir kadının annesi yaşında bir kadınla göz göze gelir gelmez ağladığım anlaşılsa da renk vermemişti.

Hoş geldin kızım demişti. Yeni taşındın yemek hazırlayamamışsındır, dolma getirdim sana. Bir dolma kelimesi bile burnumu da dudaklarımı da titretmiş, gözlerimi doldurmuştu. Amacım teşekkür edip bir an önce kapıyı kapatmaktı çünkü bir yabancının karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. Ama başaramamıştım. Nereden geldiğimi sormuştu. Urfa demenin bu kadar canımı yakacağını hiç düşünmemiştim. Mesleğimi sormuştu. İşsiz doktor demiştim. O diğerlerine nazaran daha az canımı yakmıştı. Sonra sanırım parmağımdaki yüzüğü gördüğünden evli misin diye sormuştu. Eşinle mi taşındın demişti. Bu sanırım çizgime basılan noktaydı. Başımı sallarken ağlamaya da başlamıştım. Ne yapacağını şaşırdığını hatırlıyordum. Geçiştirip kapatmıştım telaşla kapıyı.

Sırtım kapanan kapıya yaslı çökmüştüm betonun üzerine. Bir dolmaya bakarak ne kadar ağlanabilirse o kadar ağlamıştım. Kapının önünde bıraktığım kadın birkaç kez daha tıklatmıştı kapıyı ama açmayınca gitmişti. O betonun üzerinden kalktığım vücudum kaskatı kesilmişti.

O günden beri evin kapısı her gün aksatılmadan çalıyordu. Herkes sırayla yemek getiriyordu bana. En çok ilk gün gelen kadın iletişime geçmeye çalışıyordu ama olmuyordu. Kimseyle konuşmak istemiyordum. İnsanları cana yakın, yardımseverdi ve ben yanlış bir şehir tercih etmiş gibiydim. Bu samimiyete de insanlara da tahammül edemiyordum.

"Ölme Karabaş!"

Ve çocukların sesine de tahammül edemiyordum.

"Dayan Karabaş!" o kadar bağırarak koşturuyorlardı ki gözlerimi tahammülsüzce yumdum. Sesler arttıkça oraya bakmam kaçınılmaz oldu. Bir petshopun camına vuruyorlardı. Dükkânın içinden yaşlı bir adam çıktı. Elindeki uzun ince sopayla çocuklara doğru atıldığında hepsi camın etrafında kaçıştı. Camın önü tamamen açıldığında görebildim bu ilgilerinin neye olduğunu. İlgi de denemezdi gerçi zorbalık gibi geldi gözüme. Minicik bir muhabbet kuşu gördüm. O kadar küçüktü ki gözlerim zar zor seçti. Camın önünde tek başınaydı. Burnumu çektim ve adımlarımın camın önüne gittiğini vardığımda fark ettim.

Çok zayıf, cılız, tüyleri kirli bir muhabbet kuşuydu. Tek başınaydı. Bir an göz göze geldik. O kadar mutsuz baktı ki bana konuşmadı, ötmedi bile ama anlatabilirdim ne söylediğini. İçim sızladı bakışlarıyla. Aramızdaki cam fazla geldiği an içeri girdim. "Hoş geldiniz." dedi az önce çocukları kovan adam. Selamını almadım ya da ona bakmadım direkt kafesin önünde eğildim. Çocukların söylediği dayan seslenişi anlam kazandı, çok kötü durumdaydı.

"Bakmıyor musun, niye bu kadar zayıf?" dedim. Mamasını suyunu kontrol ettim. Vardı hatta dolu doluydu.

"Bakıyoruz niye bakmayalım? Onun bir arkadaşı vardı, o satılınca yemeden içmeden kesildi. İntihar etmek istiyor resmen. Çok uğraştık başta ama olmuyor. Ölüp gidecek yakında. Toparlamıyor."

En yakın arkadaşı mı gitmişti?

İnsanın en yakın arkadaşı gidince yemeden içmeden mi kesilirdi?

Gözlerim doldu, dudaklarım büzüldü.

"Ne oldu sana böyle?" elimden kaçıp uçmak için bile direnmiyordu. Kafesin ağzını yavaşça açtım ve avucumun içine aldım.

"Alacak mısınız? Yoksa kafese koyun, uçup gider kaşla göz arasında."


Onu orada bırakıp gitmek göz yaşlarım akarken mümkün değildi. O esaretten kurtardığım gün getirip güzelce yıkamıştım. Güzel tüylerinin rengi öyle ortaya çıkmıştı ve o zamandan beri benimleydi.

Aylardır.

İyileşiyorduk.

Hatta öyle ki o benden daha hızlı iyileşmiş bu aşamayı tamamlamıştı. Ben evdeyken çoğunlukla kafese koymazdım. Kafesinin kapağı açık olurdu isterse girer isterse çıkardı. Oradan oraya uçar, gelir omzuma konar, en çok kullandığım kelimeleri tekrarlardı. Aşkım deyişi o yüzdendi çünkü ben ona öyle sesleniyordum. Omuzlarıma bıraktım onu ve mutfak tezgahına doğru gittim. Dünden yıkadığım ıspanağı blendera aldım ve diğer ürünleri de ekledim. İki üç kez bızlattıktan sonra bardağa boşaltmak gelmedi içimden. Şimdi içmek istemiyordum. Hatta bir an tamamen içim çekildi ve dökecek gibi oldum ve gözüm buzdolabının üzerine kaydı.

Bir fotoğraf vardı.

Beni alıkoydu.

Suluğumun içine boşalttım ve ağzını sıkıca kapattım. Dün tartıda artan bir rakamın mutluluğunu kısa kesmemeli boğazıma dizmemeliydim. Bir kiloyu almak haftalarımı ama vermek günlerimi alıyordu.

Çantamın içine koydum ve buzdolabının önüne geçtim. Beni alıkoyan fotoğrafa baktım. "Günaydın." dedim baktığım yüze. Uyanmış mıydı acaba? Sen bile uyandıysan Efsun... Kahvaltı etmiş miydi? Sen bile hazırladıysan Efsun...

"Aşkım aşkım!" dedi Karabaş omzumdan. Minik minik kıkırdadım. Haklıydı.

"Evet, aşkım." dedim kendi kendime. Karabaş'ı son kez öperken kafesine koydum ve evin bahçesine. Arabanın anahtarını çıkardım çantamdan. Yalnızca birkaç gündür benimleydi.

Çok uzun bir süredir toplu taşıma kullanıyordum. Taksi değil toplu taşıma. İnsanların da içinde olduğu, zaman zaman kalabalıklaşan, bazen gürültünün arttığı, bazen hızlanan toplu taşımaları bir görevmiş gibi kullanmıştım. Fatma ablanın verdiği bir ödev gibi bir şeydi bu. Kaçtığım ve bana korkunç gelen her şeyin bir bir üzerine gidiyordum. İnsanlardan kaçmıyordum, yeniden insanlarla yaşamayı öğrenmiştim. Bu belki de en ağır ikinci şeydi.

Yeniden insanlarla yaşamayı öğrenmek.

Bir süre yapmayı reddettiğim o eylem ama artık öğrendiğim ve alıştığım şey. Bir insana selam vermek korkunç gelmiyordu. Sabah uyandığımda gördüğüm tüm komşulara günaydın demek, hâl hatır sormak zor gelmiyordu. O ilk geldiğimde yaşadığım evden taşınmıştım. Apartman dairesinde yaşamak bana göre değildi. Balkonu küçücüktü nefes almak için çıktığımda başım dönüyor düşecek gibi hissediyordum ve ben çok fazla nefes almak için çıkıyordum. Bir bahçesi yoktu doğum yapacak kediye yer ayarlayamıyordum. Hasta bir hayvanı himayem altına alamıyordum. Yine aynı çevrede ama müstakil bir evdeydim. Ufak da olsa bahçesi de vardı. O ilk gün gelen komşum hâlâ gelip gidiyordu evime. Yemek getiriyordu. Kahve içiyorduk. Oldukça başarısız şekilde kahve falı bakıyordu ve dedikodu yapıyorduk.

İnsanlarla iç içeydim ve bu rahatsız etmiyordu. Beslenmeme dikkat ediyordum. Bedenime elimden geldiğinde iyi bakıyordum ve en önemlisi çalışıyordum. Birden fazla yerde. Birden farklı şekilde. Tam olarak kırılmalarım, kendime ulaşmam da oralarda olmuştu. Bir toplu taşıma ödeviyle başlamış birden fazla konumda insanların içine yeniden karışmıştım.

Savaşıyordum.

Önce savaşmak için uğraşmıştım sonra iyi bir savaşçı olmak için.

Savaşıyordum ve iyi bir savaşçıydım.

Evin kapısını kilitledikten sonra yeni doğum yapmış anneye doğru ilerledim. Çevresinde üç tane sıcak su torbası vardı ve keyfi yerindeydi. Yavrulara baktım yeniden ve dördüncü yavru tıpkı sabahki gibi dikkatimi çekti. "Yapma bunu ya." dedim kendi kendime. Erken müdahale edip anneyi tedirgin etmek istemiyordum ama anne yavrulardan birini reddediyordu. Bir süre daha gözlemledim. Sanırım akşam gelirken laktozsuz süt almam gerekiyordu. Yanlış anlamıyordum.

"Şeftali de sizin gibi minicikti." dedim yavrulara bakıp. "En son gördüğümde de küçücüktü." son halini canlandırmaya çalıştım gözümün önünde ve hiç de zorlanmadım zaten. Telefonumu açtım galerime girdim, zaten açıktı. Annesinin koynunda, evet tam olarak koynunda, uyuyordu. "Kocaman olmuştur şimdi."

Çöktüğüm yerde birkaç dakika resme baktım. Elimde başka resim yoktu. Bunu da gitmeden önce mailden atmıştım. Kulübenin önündeki bezi indirip yerimden doğruldum ve arabaya geçtim. Emniyet kemerimi bağladım ve aynaları kontrol ettim. Üzerime yeniden düşen durgunlukla aracı çalıştırdım ve yola koyuldum. Aynadan birkaç kez kendimle göz göze gelsem de kaçmam kısa sürüyordu.

Şarkı açacak gibi oldum elim gitmedi. Aylardır aynı şarkıların peşinden gidiyordum ve her biri bana başka bir geceyi hatırlatıyordu. Hepsinin anımsattığı anlar birbirinden kötüydü, en iyiyim dediğin anı bir şarkıyla kolayca bozabilirdim. Ve gerçekten iyi hissetmeye başladığım dönemden beri, bu son döneme tekâmül ediyordu, şarkı dinlemekten kaçıyordum. 12 farklı plak genişlemiş onlarca şarkı olmuş ve ben onları kusana kadar dinlemiştim. İyi hissettiren neredeyse yoktu. Açtığımda acıyla kıvrandığım o ana ya da geceye gitmem saniyelerimi alıyordu.

"Yeniden şarkı dinlemeyi de öğrenmen lazım Efsun." dedim kendi kendime. Sesli konuşuyordum artık, içimden çok az söylüyordum bir şeyleri. Söylüyor, duyuyor ve uyguluyordum. "Bazı şarkılarla barışman ve yeni şarkılar dinlemen de gerekiyor. Tamam mı?"

Her şarkıyla barış imzalamam gerekmiyordu ama bazıları lazımdı işte. Feda edemeyeceğim birkaç parça vardı.

"Tamam. Hepsini tek tek yapacağım."

Sakin ve sessiz giden yolda öylece ilerlerken caddenin ilerisinde iki kızın otostop çektiğini fark ettim. Önümdeki hiçbir araç durmadı, ekrandan hava durumuna baktım.

Üç dereceydi.

Aynı işaret durmam için bana da kalkarken yavaşça yaklaştım ve durdurdum arabayı. Camı açarken başımı eğdim. İki taraf da aynı anda 'Nereye gidiyorsunuz?' diye sordu.

"Ayşekadın." dedi kızlardan biri. Zeliha'nın yaşlarındaydı ikisi de ve tahmin ettiğim gibi üniversite öğrencileriydi.

"Tamam gelin bırakayım." dedim. İkisi de hızla arka koltuklara yerleşirken arasından biri "Dondum, yemin ederim parmaklarımı hissetmiyorum. Dondum." dedi.

"Merhaba." dedi bir diğeri. "Çok teşekkür ederiz gerçekten. Bir saattir otobüs bekledik ama gelmedi. Derse de geç kalırsak hoca sınıfa almıyor."

"Tahmin edeyim devamsızlığınız sınırda." dedim aynadan onlara bakarken. Elimden geldiğince hızlandım ama ilerisi trafikti.

"Çok mu belli oluyor?" dedi az önce üşüdüğünden şikâyet eden kız.

"Hayır sadece devamsızlığı sıkıntılı bir okul olduğunu duydum. En azından tıpçılar için. Bölüm bazında değişiklik var mı bilmiyorum ama." ellerinin içine nefesini üflerken biri diğeri cevap verdi.

"Namı yürümek bu demek herhalde. Evet biz işletme okuyoruz bizde de var aynı şe..."

"Aaaa," cümlesi arkadaşından dökülen şaşkınlık nidasıyla bölündü. Aynadan baktım ben de elindeki telefona bakıyordu. "Ne oldu?"

"Şu herkesin övdüğü Leyla'daki solist bu gece sen kez çıkıyormuş sahneye, hikâye atmışlar bak."

Hikâye mi atmışlar?

"Biz daha hiç gidemedik! Ne demek son ya?" sesim soluğum çıkmadı sessiz sessiz dinliyordum.

"Parada mı anlaşamadılar acaba ya? Çok ilgi vardı nasıl elinden kaçırdılar? Dehşet iyi demişti Melis."

"O kadar iyiyse başka bir yerle anlaşmıştır o zaman. Bu akşam gelemem ben, ödevimi bitirmem lazım. Haberini alırız anlaştığı yerin. Kimse kaçırmaz zaten o sesi."

"Anlaşmamış!" dedim dayanamadan. Müdahale etmem gerekiyordu. Bir şarkıcıdan bahsediyor gibi konuşuyorlardı ama şarkıcı değildi.

"Tanıyor musunuz?" diye sordu sarışın olan.

Yakinen...

"Kısmen. Mesleği şarkıcılık değil, doktor bildiğim kadarıyla. Ondan önce çıkan kadının yerine geçici süreliğine devam etti. Haftada bir çıkıyor zaten kısa zamandır. Anlaşmadı yani başka bir yerle, eskiden gelen kişi devam edecek."

"Gidiyoruz o zaman."

"Hayır gitmiyoruz, o ödevi de vermezsem kalacağım bak dersten."

"Ya tamam dönünce yaparsın."

"Yapamam on ikiye kadar sisteme yükleyeceğim."

Zaten kısa kalan yolu bu konuyu tartışarak bitirdiler. Araba durduğunda anca fark edebildiler geldiğimizi. Teşekkür edip araçtan indiklerinde elime telefonu alıp bahsi geçen hikâyeye baktım. Öylesine açtığım profili bile olmayan, Fetih'in hesabına baktığım boş bir hesaptı. Tam da dedikleri gibi hikâye paylaşılmıştı. Göz devirdim telefonu yan koltuğa fırlattım.

Fatma ablaya giden yolu hızla bitirdim ve aylardır hayatımda değişmeyen nadir adreslerden biri olan yere vardım. Saate baktım daha yarım saat vardı. Her ne kadar emekliye ayrılsa da tamamen mesleği bırakmamıştı. Bazı, işin içine hatır giren hastaları vardı. Sayısı oldukça azdı ve onlarla ilgileniyordu. Benim gibi. Küçük bir ofisi vardı ve içeride bir çalışanı. Beni gördüğünde yerinden kalktı.

"Günaydın, hoş geldiniz." dediğinde gülümsedim.

"Günaydın, biraz erken geldim sanırım."

"Hiç önemli değil. İsterseniz burada ya da içeride bekleyebilirsiniz. Ben hocamı bilgilendireceğim." dedi. Orta yaşlarda nahif bir kadındı.

"Ben içeride bekliyorum o zaman." tam odaya yönelmiştim ki yüzüm aklıma gelen şeyle buruştu. Tek topuğum üzerinde ona döndüm. "Ben size kurabiye getirecektim. Kaba bile koydum ama unuttum."

Bu cümle bile yetti yüzünde sıcacık bir gülümseme yarattı. "Düşünmeniz yeter. Yemiş kadar oldum."

"Bir sonrakine söz. Akşamdan çantama koyacağım." karşılıklı gülümsedik ve ben boş odaya geçtim. Her zamanki koltuğuma otururken, bu koltuk iyelik ekimi hak edecek kadar benimle ahbaplık kurmuştu, geriye doğru yaslandım. Şarkılar kadar bana kötü hissettirmiyordu ama. Çünkü nefessiz kadar ağladığım olduğu gibi yavaş yavaş yine tam da bu noktada iyi hissetmeye başlamıştım.

Şarkılar dedim yine kendi kendime. Sabah kendime verdiğim ödev için erken olup olmadığını ölçüp tarttım dakikalarca ama bekletmemeliydim. Son dakikaya bırakılan ödevler hep tehlikeliydi ve huzur kaçırırdı.

Kulaklığımı çıkardım ve telefona taktım. Başımı koltuğun başlığına bastırdım ve listeye girdim. Sezen'den kaçındım, Sertab'a uğramadım, Çelik'e cesaret edemedim ve geriye kalanlardan birine rastgele birine bastım. Tavana baktım önce, başım geriye yatıktı zaten. Sonra gözlerimi kapattım.

Bir bilsen ne hallerdeyim

Öldüm de gömülmelerdeyim

Avuç içlerimi karnıma bastırdım. Çok geçmedi beni alıp savurması.

Tek çizgi çift çizgi.

"Lütfen böyle bir şey olmasın. Yalvarıyorum şimdi değil." titreyen ellerimi yüzüme kapattım. Midemin bulanması strestendi biliyordum. Bedenimdeki yorgunluğun sebebi, devamlı uyumamın sebebi. Her şey belliydi. Her şeyin sebebi çok açıktı. Şu an böyle bir anın içinde olmam bile çok anlamsızdı. Ben doktordum neyin ne olduğunu biliyordum.

Niye gitmiştim eczaneye?

Niye almıştım bunu?

Niye yapmıştım?

Strese ve üzüntüye bağlı yaygın gastrointestinal semptomlar vardı. Onları yaşıyordum. Çok kusmam da bununla alakalıydı. Bunun çok daha altı bir stresle baş ederken bile reglim gecikiyordu. Şimdi gecikmesi miydi tuhaf olan? Kafamın içindeki sesler daha çok arttı. Baş edememeye başladım. Başından beri bir tekrarda olan şarkıyı bile bastırıyordu. Evden çıkıp bu testi almadan önce bu şarkı çalıyordu. Eve dönüp bu testin sonucunu bekliyordum değişmemişti.

Ayaklandım ve şarkının sesini daha çok arttırdım. Kafamın içi susmuyordu. Herhangi bir beklenmedik sonuçta ne yapacağımı nasıl yapacağımı anlatıyordu bana sesler. Bu şekilde olmamalıydı. Bu haberi böyle bir zamanda almamalıydım. İçimde bir çocuk istemiyordum. Şimdi değildi. Ben kendime bile zor bakıyordum, içimde bir can istemiyordum. Sesi arttırdım.

Bir şehri ilk kez görür gibi

Saklayacak bir mezar var mı beni?

Bu kadar uzağımdayken o, bu haberi almak istemiyordum. Ülkenin iki ucundayken onsuz öğrenmek istemiyordum. Ona bu haberi bu kadar uzakken vermek istemiyordum. Ben kendime bakamıyordum ona nasıl bakacaktım? Şimdi değildi. Alnımı dizlerime yasladım şarkıyı dinlemek için çabaladım sadece. Birkaç dakika boyunca hiçbir şey düşünmek istemedim daha fazla.

"Bu sana son seslenişim

Bunca yıl beklemişim

Bundandır vazgeçmişim"

Bir yerden sonra dinlemek yetmedi mırıldanmaya da başladım.

"Bak gölgen yansıyor dağlara

İnancım kalmadı güllere

Ben nereden başlasam ölmeye?"

Bir ileri bir geri sallanıyor, gözlerim kapalı şarkıyı mırıldanıyordum. Yaşlarım aktıkça burnum da akıyordu durmadan. Silmiyordum hiçbirini. Gereken dakikanın fazlası bile geçti. Sonuçtan kaçmak için açmadım gözlerimi sadece şarkıyı söyledim durdum. Nefessiz kalana kadar sürdü bu. Yaşlı gözlerimi araladığımda korkarak baktım elime. Avucumun içi sıktığım çubuğun rengini almıştı.

Tek.

Tek çizgi.

İçimde hiç taşımadığım bebeğin yükü kalktı. "Aptal." dedim. "Geri zekalı!" elimi yüzüme örttüm kaldım saniyelerce. "Korunmadan seviştiğiniz mi oldu? Aptal bir de gidip test almış aptal!" ayaklandım kutusunu da toplayıp çöpe gittim ve hepsini attım.

"Bunlar hep Fetih'i aramak için bahane! Anlamıyor muyum ben? Aptal!" sabah midemi bulandıran yumurtayı ocaktan aldım. "Aptal!" dedim yeniden. Çatala bana bana ağzıma atmaya başladım.

"Efsun."

"Bu sana son seslenişim

Bunca yıl beklemişim

Bundandır vazgeçişim."

Müziğin etkisi aniden azaldı çünkü kulaklığım çıkarıldı kulağımdan. Gözlerimi hışımla açarken Fatma ablanın gülümseyen yüzüyle karşılaşmak korkuttu beni. Ay diye bağırdım biraz.

"Korkma benim. İyi misin?"

Elimi kalbime bastırdım kulaklığı çıkardım telefondan. Bir an konuşamadım, kelimeleri geveleyip durdum. "Dalmışım, geldin mi sen?"

Üzerindeki kabanı çıkardı ve masasına doğru ilerledi. "Evet. Ben de erkenciyim bugün. Sen sanırım bu şarkı söyleme işini fazlasıyla benimsedin." dedi. Bir bardak su önüme koydu ve masasına yerleşti.

"Ondan değil ya," dedim gözlerimi kısarken. "Bana kötü anları hatırlatan şarkılarla aramı düzeltmeye çalışıyorum." dudakları aşağı doğru büzüldü.

"Bu çok güzel bir adım, tebrik ederim ve ufak bir taktik verebilirim. Sana kötü şeyleri anımsatan şarkıları yeniden sevmenin en güzel yolu o şarkının iyi bir anıyla yer değiştirmesidir." dedi. İyi anılar... Onu nasıl yapacaktım ki? Gülümseyerek bana baktı. "Nasılsın görüşmeyeli?" yine bir psikiyatrist duruşuyla tamamen yerleşmişti yerine. Derin bir nefes aldım hatta önümdeki sudan da bir yudum su.

Aylardır içime sığmayan bir cümle vardı. Benden ilk duyuşu da değildi ama yine de söyledim. Sinem yükseldi gözlerim küçüldü. Sesimde özlemin tazyiki vardı ve gırtlağımı yakıyordu.

"Ben Fetih'i çok özledim."

Bazen bazı insanların gülüşü seçtikleri meslekten ötürü çok kırıcı oluyordu. Yapılan bir şakayı not almak gibi, oldukça duygusal bir cümle karşısında kahkaha atmak gibi kırıcı davranışları vardı bu insanların. Mesela psikiyatristlerin. Omuzlarım düştü. Bir sanatçı şu cümleyi hangi ses tonuyla kurduğumu duysa sanatını icra ederdi. Abartmıyordum. Yemin ederim yapardı bunu ama bilim bazen çok acımasız oluyordu.

Sadece izledim. Komik değildi. Gerçekten. Hem de hiç komik değildi.

"Âh Efsun!" dedi başını iki yana sallarken. "Buraya ilk geldiğin ve şu koltuğa ilk oturduğun günü hatırlıyor musun?" demişti. Üzerinden elle tutulur bir zaman geçmişti ama hatırlıyordum. Kasımın sonundaydık. Yedi ay olmuştu ama ben hatırlıyordum.

"Defalarca kez saçların değişti," dedi. Bir uzun bir kısa. Bir siyah, bir sarı. Şu an her ne kadar kendi rengine döndürüyor olsak da hayatımın başka bir döneminde bir daha yapmak istemeyeceğim renkleri deneyimlemiştim. Efsun gibi değildim o renklerle. Saç rengim değişince o kelime grubunu hak edişimin büyük bir payı saç rengime ait olduğunu fark etmiştim. Bunu Fetih de düşünüyor muydu acaba? Beni başka bir renk saçla görse Efsun gibi değil der miydi?

"giyim tarzın değişti," bir spor, bir salaş hatta bir dönem vintage. Kıyafet dolabı karman çorbandı. Şu an ise resmi. Her an bir iş yemeğine gidecek gibi. Gidiyordum da. Zaman zaman. Resmi yerlerde bulunuyordum.

"bakışların değişti," bu yorum yapabileceğim bir şey değildi. Dışarıdan göremiyordum kendimi. Sadece göz yaşlarım azalmıştı onu biliyordum. "makyajın değişti. Kilon değişti." dokuz kilo vermiştim. Korkunçtu. Tamı tamına dokuz kilo. 41 kilograma kadar düşmüştüm, yüzüme bakmaktan korkuyordum aynadan. Kemiklerim sayılıyordu zaman zaman insanlar hasta olduğumu düşünüyordu. Verdiğim kilonun dördünü geri almıştım. Daha iyi haldeydim. Hatta dün gece bir kilo aldığımı öğrenmiştim. Bu benim için çok kıymetliydi. Biraz daha zorlarsam kendimi en azından eskiye yaklaşacaktım.

"Neredeyse her şeyin değişti ama bir şey hariç." Dedi ve bunları söylerken mutluydu. Bugün fazladan mı keyifliydi yoksa benim mi zoruma gidiyordu bu hali bilmiyordum. Ben üzerimden o ölü toprağını attıkça onun bana yönelik profesyonelliği mi azalıyordu? Ya da ben çok abartıyordum. Emin olamıyordum.

"O zaman da bu koltuğa oturur oturmaz aynı cümleyi kurmuştun. Gözlerin yaşlıydı tabi o zaman, sesin kısılmıştı." nefes de alamıyordum. Sağlam bir sigara içicinin yokuş çıkarken düştüğü hale benziyordu alamadığım nefesler. Fetih'ten önce varlığına alıştığım yalnızlık öyle bir yok olmuştu ki, onu yeniden tatmak korkunçtu o zaman. En başa dönmüştüm. Yapayalnızdım. İnsanlar midemi bulandırıyordu, durmaksızın ağlıyor, yazdığım satırların aksine Fetih'i terk ettiğimi düşünüp kendime çok zehirli bir öfke kusuyordum.

"Bakıp demiştin ki yine 'Ben Fetih'i çok özledim.'" Bu an dün gibi değildi. Zaman kavramı o kadar basit değildi benim için. Derin bir iç çekti ve oturduğu koltuktan geriye doğru yaslandı, parlayan gözleriyle bana baktı. "Bazı şeyler hiç değişmiyor değil mi?" diye sordu. Buruk bir tebessüm peydah oldu. Gözlerim yüzüne daldı.

Haklıydı.

Her şeyin değişmesi mümkün değildi benim için zira tek bir değişmeyen his her şey kavramını alaşağı ediyordu. O hissin adı özlemdi.

"Hiç." dedim. "Hatta daha da büyüyor. Bir kez Fetih'le iş çıkışı kahve içecektik. Bu evliliğimizin ortasında yaptığımız ilk date'ti." date değil ilk buluşma. "O gün onu beklediğim kafeye girdiğinde onu o kadar özlemiştim ki... Özlemim dindi o an ve kendi kendine şey demiştim; yaşayan birini özlemek dünyanın en güzel ve hatta kolay şeyi."

"Değişti mi fikrin?"

"Tepetaklak oldu." dedim açıkça. "Yaşayan birini özlemek en zor ve en kötü şey. Ölen birini özlemek bir kabullenişi de getiriyor beraberinde. O artık yok biliyorsun. Özlem tek başına var. Onu bir daha görmeyeceğini bilerek özlüyorsun. Beklentin yok. Ama yaşayan birini özlemek katlanılmaz. Öyle biri var ve şartlar uygun olsaydı bu özlem dinebilir. Gidebilirsin gidemiyorsun. Aramak istiyorsun arayamıyorsun. O var ama o yok. Katlanılmaz bir acı çektiriyor insana. Özleyecek kadar sevdiğin biri yaşıyorsa, özleyeceğin kadar uzağında olmamalı. Aksi çok zoruna gidiyor insanın."

Elini çenesinin altına yerleştirdi. "Ve sen artık buna katlanamıyorsun, öyle mi?"

"Ben buna en başından beri katlanamıyorum ama bir şeyler değişti sanki. Bu katlanılmazlığın boyutu değişti. Anlatamıyorum nasıl bir şey olduğunu..." doğru kelimeleri bir türlü seçemedim. İfade edemedim ama belki de benim baktığım ama adını koyamadığım şeyleri söyledi.

"Özlemin de senin gibi iyileşmiş ve sağlıklı bir hale gelmiş olabilir mi?"

Anlayamadım başta. Özlem tek bir bütündü kafamda. Çeşitleri yoktu. Benzetemedim ilk duyduğumda. "Nasıl yani?"

"Madem ilk günlere dem vurduk biraz daha derinleştirelim. Yanıma ilk geldiğinde hissettiğin özlem çok sağlıksızdı. Özlemden öleceğini hissediyordun ve bana bunu açık açık söylemiştin. Halbuki bu mümkün değil. Farkında değildin, Fetih'i o kadar kontrolsüz ve sağlıksız özlüyordun ki asıl sorundan uzaklaşmıştık. Aslında senin tedavin tam anlamıyla bu özlemi kontrol altına aldığımızda başladı. Biz kabaca ilk gündeki duyguya da bugünkü duyguya da özlem diyoruz. Ama daha dikkatli baktığımızda senin adını koyamadığın, aradaki farkı bulamadığın bu şey artık sağlıklı bir özlem hissetmen."

Karşımda tek bakışta aynı diyebileceğim iki resim aralarındaki farkları bulmaya çalışıyordum ama çok minikti. Bulamıyordum. O anlattıkça biraz biraz fark etmeye başladım. Fetih'i özlerken kendimi hırpalıyordum. Bunu çok iyi hatırlıyordum. Açıkça kendimi hırpalıyor, yerden yere vuruyordum ruhumu. Şimdi bu değildi.

"Bu iyi bir şey mi?" dedim karışmış kafamla.

"Bu çok iyi bir şey. En ufak bir duygunun bile sağlıksız hali bize çok büyük zararlar verebilir. Sadece sen değil duyguların da sağlıklı. Onlarla bir bütünüz biliyorsun. Zor ve meşakkatliydi, aylar sürdü evet ama sonuç muazzam." ellerimi karnımın üzerinde birleştirdim bir süre boşluğu izledim. Sessiz sedasız bir zaman yarattım ve düşündüm sadece. Duyguların bile sağlıklı oluşu. Sağlıklı sevmek. Sağlıklı özlemek. Sağlık. Her şeyin başı.

"Sınav için sipariş verdiğim son kitap ulaştı dün bana."

"O zaman çalışmalara başlıyorsun?"

Yeniden ona baktım. Bunun anlamı bu değildi bilmiyordu. "Fetih meyve tabağı hazırlamadan çalışamam ki?"

Ben komik bir şey mi söylüyordum?

"Yeni sınav şartı eş tarafından hazırlanan bir meyve tabağı mı yoksa?"

"Fatma Hanım sizi profesyonelliğe davet ediyorum."

Mesleğini bazen o kadar hakkıyla yapıyordu ki imreniyordum bazen de tam olarak Fatma ablaya dönüşüyordu.

"Tamam Efsun Hanım elbette ki meyve tabağı önemli. Ben sizin ne demek istediğini tabi ki anlıyorum." dedi. Son cümlenin anlamını da ben biliyordum. Gözlerimi kaçırdım.

"Önceki görüşmemizde sana bazı sorular sormuştum. Düşünmeye fırsatın oldu mu?" gecelerimi ayırdığım sorulardan bahsediyordu. Başımı salladım.

"Neredeyse her gün." dedim. Bir süredir içimden geçenleri anladığını farkındaydım zaten. Sorduğu sorular da ona yönelikti. Bu özlem bitmeliydi artık, Fetih'i yanımda isteyeceğim noktaya geldiğimi hissediyordum. Yüreğim titredi. Yolum tamamlanmamıştı belki ama yola yol arkadaşımla devam edeceğim konumdaydım. Bunu hissediyordum. Bunu bir gün hissedememekten korktuğum geceler vardı. Her günüm önceki günü aratıyordu bazen. Ama hissediyordum artık.

"Fetih'le yeniden yan yana olduğumuzda kimlerle karşılaşabileceğimi ve o insanlar hakkında ne düşünüp ne hissettiğimi ölçtüm tarttım." dudaklarımı ıslattım. "Hatta açık konuşayım Zühre Karadere'yi düşündüm." dedim. Bir zamanlar ismini duyunca ne yapacağımı şaşırdığım kişinin ismi kolayca dökülüyordu artık ağzımdan.

Bir ad travma sebebi olmamalıydı. Bir ismin tesiri bu kadar büyümemeliydi.

"Dünya üzerindeki herkesin kötü olması mümkün değilse iyi olması nasıl mümkün olsun ki? Ve kimse iyi diye ya da kötü diye yok olmuyor. Veya dünyayı kimse ikiye bölmüyor. Burada iyiler var burada kötüler diye. Değil mi?"

Başını salladı. "Elbette. İyiler kötülerle, kötüler iyilerle yaşamayı öğreniyor mevcut dünyada."

Tam olarak bu dedim kendi kendime. Aynı dünyayı paylaşmayı öğreniyorduk çünkü ikinci bir dünya yoktu. "Dünyaları ayırmak mümkün değil. İyi olan insanların kendisi için yapabileceği en iyi şey kötülerle savaşmak ya da korkmak değil onları elinden geldiğinde hayatlarından uzak tutmak. Dünyadaki tek kötü insan da Zühre değil son kötü insan da. Gerçi o kadına kötüden önce hasta demek en doğrusu. Hasta ve hasta kalmayı kabullenmiş bir kadın. Yaptığı şeyler hastalıktan. Hastalık kötülüğün etkisini azaltabilir ama hasta kalmayı kabullenmek o azalmışlığı yeniden arttırır."

Dilimin ucunu ısırdım ve görüntüsü önüme geldi yine. Boşluk. Hissettiğim tek şey koca bir boşluktu. "O kadın eşimi doğurdu ve büyüttü. O kadın Zeliha'yı doğurdu. Ve o kadın Kürşat'ı da doğurup büyüttü. Bunlar dünya üzerinden silemeyeceğim gerçekler. Kabullendim. Ölene kadar hatta öldükten sonra mezarıyla da hayatımızın bir yerinde olacak. Eskiden, ilk zamanlar ölmesini istiyordum. Şimdi düşününce kötü hissettiriyor ama o zaman ölmesini istiyordum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum ve öyle bir isteğim de yok."

Şimdi ne haldeydi bilmiyordum. Ne hissediyor ne düşünüyor bilmiyordum. Benim o evden gitmemi çok istiyordu. Gitmiştim ve onu son görüşümde yıkılmıştı. Bana meydan okumayı bırakmasa da yıkılmıştı. Benim o şehirden de gitmemi istiyordu. Gitmiştim. Peki şimdi ne haldeydi? Ben gidersem oğlunu kazanacağını düşünüyordu. Fetih'i tamamen kaybettiğini hissediyordum ama ben. Zaten onu bu kadar zıvanadan çıkaran da kontrolünü kaybettiren de buydu. Fetih'i kaybedişi.

"Ama anne kavramı daima hayatımın merkezindeyken benim, o daima koca hayatın ucunda olacak. Kötülerden kurtulamayız ama onları uzak tutabiliriz. Günlerdir düşünüyorum. Ona karşı içimde öfke kalmadı. Nefret kalmadı. İntikam zaten hiç olmadı." dedim. Bazı geceler yaşadıklarımı düşünürken onu yok etmek istediğimi hatırlıyordum.

"Bunlar zaten çok ağır duygular. Çok yer işgal eder, nefret edilenden çok nefret edenin hayat kalitesini düşürür." dedi. Gerçekten öyleydi. Ben ondan nefret edeceğime açılan yerle bir başkasını daha çok severdim. İnsanları hayvanları. Çok şeyi.

"Öyle. Yeniden karşılaştığımız o anı defalarca kez düşündüm. Hepsinde daha sakindim. Bu yaşanacak. Soracağım bir hesap bile yok. Kabullendim. Öyle biri var ve hayatımın ucunda da olsa varlığını koruyacak. Defalarca kez karşılaşacağız. Belki iyi olacak, biraz da olsa zamanla düzelecek ama yaşadıklarımı değiştiremeyecek bu. Denk geleceğimiz yerler bayramlar, düğünler, ölümler ve doğumlar ancak olacak. Ondan intikam almayacağım, nefret de kusmayacağım ama mahrum kalacağı şeyler onu hep rahatsız edecek. Bana baktıkça bunu hissedecek ben de bunu göreceğim. Zevk almayacağım bundan ama üzüntü de duymayacağım. Onun elindeydi Fatma abla. Yemin ederim çok güzel şeyleri gerçekleştirmek onun elindeydi. Ben kalabalık aileleri, ben akrabalık bağlarını çok severim." dedim. Bu değişmemişti. Sevgim azalmamıştı ama o bunların içinde değildi.

"Misafir ağırlamayı severim, misafir olmayı severim. Kalabalık sofraları severim. O bu kadar kötü olmayı başarmasa ben onu da o masalarda ağırlardım günün birinde. Zeliha'ya karşı düzelseydi ben onu da kabullenirdim. Ben bir doktorum, benden başka kimse bir hastanın halinden bu kadar iyi anlamaz. Ama kaybetti o şansını. Günün birinde soframa oturunca onu kovmayacağım ama onu o sofraya çağırmayacağım da. Günün birinde çocuğumun ona giden adımlarının önüne geçmeyeceğim ama hiçbir zaman hadi babaannene git diye yönlendirmeyeceğim de onu. Benden nefret bekleyecek ama ben ona bunu bile vermeyeceğim."

Hak etmiyordu çünkü. Ne eşinin dostunun bu denli sevgisini ne benim nefretimi. Zühre Karadere ne nefreti de ne öfkeyi hak ediyordu.

"Fetih'e de Kürşat'a da Zeliha'ya da saygım var. Onların anneleri. Onların annelerini hep çok sevdiği ihtimalleri de düşündüm bunu da kabullendim. Hani demiştin ya sendeki anne kavramıyla onlardaki bir değil diye. Haklısın. Bendeki anne kavramından vazgeçilmiyor diye bu ihtimali de düşündüm ve buna da alıştırdım kendimi. Zühre benim kafamda küçülmüş Fatma abla. Başarmışım bunu. Senin sayende. O canavar küçüldü, iki gözü iki kulağı olan bir insana dönüştü. Baş edebiliyorum. Hayaliyle baş edebiliyorum. Teşekkür ederim. Bunu tek başına yapamazdım. Kürşat'ın ağzından duyduğum anne kelimesi bile kafamı duvardan duvara isteğiyle dolduruyordu beni. Teşekkür ederim."

"Ben sana sadece eşlik ettim. Bunu sen başardın Efsun. Sen istemesen bir arpa boy katetemezdik. O halde artık bazı sorulara cevap verdiysek yeni bir soru sorabilirim. Bu özlem artık dinmeli mi?" dudaklarımı birbirine bastırdım. Başımı salladım.

"Dinmeli. Yani ben bir süre daha yanına geleceğim."

"Tabi ki."

"Ama artık iyiyim diyebiliyorum. Bu sürecin onun için zararsız olacağı kısmındayım. Gelsin artık yolun sonunu onunla görebilirim. Ders çalışmam gerekiyor. Meyve tabağı hazırlaması lazım. Her şey yoluna giriyor desem bile çok önemli bir kısım oturmuyor. Fetih yok çünkü. Her şey parça parça iyi ama bütün oluşmuyor. İnsanlara da alıştım. Kalabalığa. Her şeye. Hatta biraz karanlığa bile. Sene öncesine dönmüşüm gibi ama yanıma Fetih'i de alarak." gözlerinde kaçırmanın mümkün olmadığı bir gurur ve mutluluk gördüm.

"Ne zaman o halde bu kutlu kavuşma?"

Kutlu kavuşma.

Çok hoşuma gitti bu. Elmacık kemiklerim belirginleşti.

"Bir işaret." dedim kendi kendime. "Bilmiyorum ne ama bir işaret. Öyle söyledim mektupta. Sana bir işaret vereceğim ve sen anlayacaksın bu sürecin bittiğini demiştim. Bu dümdüz bir arama olmamalı." yanlıştı belki bu. Düşünülerek geçirilen bir gün bile kayıp olabilirdi. Ama öyle istiyordum.

"En güzelini bulacağını biliyorum." dedi önce. "Peki sınav sürecini de başlatmak üzere olduğuna göre sahneyle olan bağını kesecek misin?"

"Kestim bile." dedim. "Biliyorsun zaten başlangıcını. O kız için o geceyi kurtarmak adına yaptığım bir şeydi. Devamı biraz senin sayende geldi." tamamen tesadüfi olarak kulak kabarttığım bir anda duymuştum Tuğçe'yi. Burada okuyan öğrencilerden biriydi, geçimini de canlı müzik olan kafelerde şarkı söyleyerek kazanıyordu ama sorunu okurken çalışmak değildi zaten. Kanser hastası annesi ve anlayışsız patronuydu. Geceyi bırakıp annesinin yanına giderse bir daha işi olmayacaktı. Sahnede kalırsa ağrıyla kıvranan annesinin yanına gitmeyecekti. Dışarıdan bakıldığında annesini tercih etmek için düşünüyor mu bir de denilebilirdi ama hiçbir şey o kadar da kolay değildi.

Kendimi çok tutmuştum müdahale etmeyip karışmamak için ama dayanamamıştım. Çok direnmiştim. İstifa ederken bana söylenilen her şeye burnumu soktuğuma dair cümleleri düşünmüştüm ama olmuyordu işte. Yapamıyordum. Kız resmen yalvarıyordu o koca kafalı adamı ikna etmek için. Müdahale ettiğimde yerde geceki zararı karşılamayı bile teklif etmiştim. İlk olmadığını bunu bir kez daha tolere edemeyeceğini söyleyip duruyordu. Bu gecelik yerine birini bul diye bir açık bıraktığında, ekibiyle benim masamda konservatuar okuyan ve diğer yerlerde sahne alan insanları aramıştı.

Benim o gece oraya gitmemdeki tek amaç bilgisayardan işimi hallederken canlı müzik başlamadan kahvemi içip kalkmaktı. Gerçekten. Daha önce sahneye çıkıp bir iki şarkıya eşlik etmişliğim vardı üniversite yıllarında ama seneler önceydi. O zaman iyiydim üstelik. İnsanlar ve kalabalık beni rahatsız etmiyordu ama nasıl olduğunu şimdi bile hatırlamadığım şekilde repertuarı incelerken bulmuştum kendimi. Ben ne yapıyorum ya kendimi kontrol edemezsem ya kötü olursam ya bırakıp gidersem diye hesap etmemiştim. Etseydim yapmazdım. Yapabileceğimi de hiç görmezdim.

Sorunsuz bir gecenin ardından yine bu koltukta oturup anlatıyordum. O kalabalığın, loş ışığın bendeki etkilerini. Zaman zaman kalkıp gidecek kadar kötü olduğumu ama kendimi sakinleştirdiğimi. İstanbul'daki metro olayında yapamadığım her şeyi. İkinci bir ödev gibi olmuştu bana sahne. Işık zaman zaman kısılabiliyor, kalabalık bazen katlanılmaz bir sese dönüşüyordu.

Tuğçe'nin yerine bir iki aylık birini aramasıyla şimdiye kadar yedi gece ben devam etmiştim. Tuğçe'nin tek beklentisi diğer yerlere göre iyi para aldığı işini dönene kadar kaybetmemekti ama maddi bir kaybı da olmamıştı. Para direkt onun hesabına geçiyordu, maddi bir beklentim yoktu zaten manevi olarak bana iyi geliyordu. Acil durumları kontrol almayı bana öğretmişti, müzik bana iyi geliyordu. En azından gece yatağın içinde cenin pozisyonu alıp aynı şarkıların etrafında ağlayarak dinlediğim bir olgudan uzaklaşıyordu. İki saatlik. İnsanların içine karışmıştım. Haftada bir, iki saatlik başka bir terapiydi sanki.

Tek sorun bu işin çığırından çıkmasıydı. O koca kafalı adamın bana neredeyse iki katı bir sahne ücretiyle devam etmem için teklif etmesi, aniden öğrenciler arasında yayılan anlamsız namımın diğer mekanların da kulağına giderek bana iş teklif etmeleri ve daha fazlası... Her yeri asıl mesleğimin bu olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağından bahsederek reddediyordum. Geçen hafta çıktığım gece sondu ama kimseyi haberdar etmemiştim çünkü zaten Tuğçe gelmişti. Zaten geçiciydim. Zaten tüm manevi katkıyı almıştım. Aşılmayacak şeyim kalmamıştı. Oraya ait değildim. Gençlerle iç içe olmak sanki çok yaşlıymışım gibi iyi hissettirmişti ama bir yere kadardı. Ferhat Göçer olmak gibi bir isteğim yoktu.

Lakin son olduğunu haberdar etmemek büyük bir infiale neden olmuştu. Bugün son olduğunu bildirerek son kez çıkacaktım. Ve bu defteri sonsuza kadar kapatacaktım.

"Mutluydun ama sahnede. Çok iyi geldi sana."

Yadsınamaz bir gerçekti. Yaşanan şeyler özgüvenimi de kırmıştı. O kırığı da onarmıştım. Elde ettiğim başardığım şeyler duruşumu bile düzeltmişti. Dimdik yürümek çok kıymetliydi. Bunu kambur durduğunuzu anlamadan fark etmiyordunuz.

"Yani ama yine de tamam artık diyorum. Mesleğime dönmek için hazırlanacağım."

"Senin açtığın yer peki?"

"O başka," dedim hemen. O bambaşka. "Günün birinde ben emekli olacağım, doktorluk yapmayacağım, hatta öleceğim ama o yine devam edecek. Hâlâ aynı fikirdeyim, bir gün bütün dünya bilecek. Kültüre dönüşecek o isim. Yaşadığım sürece bir ucundan tutacağım." içim kıpır kıpırdı. Göğsüm kabarıyordu her bahsettiğimde. "Günün birinde o kadar büyüyecek ki benim tuttuğum uç, iğne deliği kadar gözükecek. Orası sadece benim değil, tek bir sahibi yok. Bu dünya üzerinde en fazla ortağı olan restoran orası. Ama her ortağı arttığında diğer ortaklarının sermayesinin arttığı da tek yer." dedim. Kimine göre hayal görüyordum belki kimine göre abartıyordum ama inanıyordum. Her söylediğim tek tek olacaktı.

"Ve bence tüm ortaklarının kadın olduğu da tek yer. Adının hakkını da veriyor." dedi.

Zena.

Kadın.

Üstelik tek bir dilde de değil.

"O konuda iddialı değilim ve tabi şu an olmasa bile ileride belki değişir bu durum. Diğer ortakların da fikrinin değişmesi lazım önce."

"Gözlerinin içi parlıyor bahsedince." dedi.

"Nasıl parlamaz Fatma abla? Orası olmasa biz şu an belki de ikinci yılımızda olacaktık bu odada. O günleri hatırlıyorum, her günüm öncekinden kötüydü. Buraya senin için gelmiştim ama sana gelmek bile istemiyordum. Kendime bir şey yapmayı içimden geçirmeyi düşünmedim ama bu bile mümkündü. O gece o kaldırımda çöküp ağlamasam, Ayşen'le karşılaşmasam her şey benim için çok daha uzayacaktı. Bir tokat gibi çarptı onun hayatı benim suratıma. Beni bekleyen bir eşim, kız kardeşim, mesleğim vardı ama ben yaşamak istemiyordum. O gece o tokadı yemesem devam edecekti bu uzunca bir süre daha." Fetih'e en anlatmak için sabırsızlandığım konuydu bu. Hatta öyle ki o süreçte bazen içim içime sığmamış sonra ona dinletmek için ses kayıtları bile almıştım. Duruyordu öylece telefonda.

"Suna annemin bana vasiyeti öyle etkili ki hayatımın çoğu kırılma noktalarını kadınlar oluşturuyor. Bazen hep mi benim karşıma çıkıyor bu tarz durumlar diye sorguluyorum ama bu böyle değil. Bir arkadaşım vardı benden daha çok sever hayvanları. Karşısına hep hasta hayvanlar çıkardı. Bir kez demişti ki hep benim karşıma çıkmıyor sadece siz bakıyorsunuz ben görüyorum. Her yerde varlar. Anlıyorum şimdi onu. Aslında benim gördüğüme on kişi daha bakıyor belki ama ben görüyorum. Bunun sebebi annem. Belki de bambaşka bir hayatın içinde olsaydım hem Zeliha'ya hem de Ayşen'e de diğer Ayşen'lere de sadece bakardım. Gördüm ve bugün buradayız." dedim ve ellerimi iki yana açtım.

"Resmen iş kadını gibi o toplantıdan bu toplantıya gidiyorum galiba. Gerçi toplantı denir mi onu bile bilmiyorum. Ders çalışıyorum sunum hazırlamak için. Üniversite hocalarıyla konuşuyorum. Orası beni ayağa kaldırdı. Zeliha gibi. Bir kendine gel, bu dünyadaki en kötü hayat senin değil, tüm kötü şeyler sadece senin başına gelmiyor, tek acı çeken sen değilsin, sadece sana kötülük yapılmıyor dedim. Elimin altındaki imkanları hatırladım. O imkânın yokluğu kadınları nelere mecbur ediyor kafama vura vura izledim. Güç kavramını hatırladım ben. Orası sayesinde. Sadece param ve inancım vardı. Bir de çok yetenekli beş kadın." durdum ekledim. "Şimdilik beş. Bak gör. Önce şehir şehir sonra ülke ülke." ellerimi birbirine çarparak vurdum. Yine uçuyordum farkındaydım. Ama bu bile güzeldi. Yeniden hayal kurmak güzeldi. Uçacak kadar hayal kurmak zaten...

"Yani şu bürokrasi ve network işini sağlayabilirsem olacak son dediğim. Fetih olsaydı," dedim dudaklarımı büzüp. "Ona fikir sorardım. Çok ikilemde kaldığım konula..." cümlem karşımdaki kadının gülmemek için kendini zorlarken daha çok gülmesiyle kesildi.

Psikiyatristler ve psikologların gülmesi yasaklanabilir miyim?

"Neee?" dedim uzatarak.

"Devam edebilirsin, çok pardon. Fetih diyordun en son."

"Hayır komik olan ne? Yani Fetih diyorum evet. Arada sırada geçiriyorum adını. Olabilir. Şu an da konuyla çok alakalı diye geçirdim."

"Tabi ki!" dedi coşkuyla.

"Evet alakalı. Fetih çok yönlü bir adam. Ticari zekâsı kuvvetli. Mesleğinden dolayı mı bilmiyorum ama öyle. Şu an da benim ticari, işletmeci bir zekaya ihtiyacım var fikir almak için. Fetih tam buna uygun biri. Sen onu tanımıyorsun a..." inledim ve başımı geriye attım. "Ya gülme!" komik değildi ya. İş dünyasının içindeydi ileriki hamleleri daha iyi tahmin edebiliyordu.

"Tanıyınca anlayacaksın ne demek istediğimi. Bak gör. Yapamadığı tek şey musluk tamiri. Onun dışında çok yönlü bir adam." gülüşünü durduramıyordu, yerinden kalktı ve bana doğru gelmeye başladı. Bizim psikoterapilerimiz gerçekten bitmişti sanırım ya. İki hafta önce gördüğüm kadınla bu kadın aynı kişi değildi.

Daha yakınıma ama yine de karşıma oturdu ve yüzüme baktı ve birazcık ciddileşti. Kızgın suratımdan dolayı sandım başta.

"Sen Fetih'i karşılamaya sahiden hazırsın."

Omuzlarım öne doğru çöktü öne doğru eğdim bedenimi. Suratım ağrılı bir ifade aldı kısa zamanda. "Çok özledim." dedim. Titredi sesim. Çok çabuk bir duygu değişimiydi bu. "Fatma abla çok özledim." diye isyan ettim. "Acı azalıyor, mutluluk azalıyor, öfke azalıyor ama bu azalmıyor. Bir insan bir insanı bu kadar özler mi?" gözlerim sulandığı an hemen yelledim. Makyajım akmasın istiyordum.

"Özler. Hatta özlediği insan da onu bu kadar özler."

"Özlemiştir değil mi?"

"Tabi ki."

"Çok mu kızgındır bana?"

"Sabırla bekleyen bir adamın kızgınlığı ne kadar kötü olabilir ki? Yedi ay oldu. Nasıl güzel anlayış gösterdi sana, nasıl büyük bir saygı. Sevgiden bile fazla belki." bilekliğimi okşadım, biraz ağlak bir halde gülümsedim.

Nasıl büyük bir saygı, sevgiden bile fazla.

Benim güzel sevgilim. Bir başkası değil, sen. Daima. Her anlamda.

Elimdeki kutuyu kolumun altına sıkıştırırken, açılışına bir saat kalmış restorandın, belki bu tabir için küçük kalıyordu bu hali için ama benim için öyleydi, cam kapısını araladığımda herkes o kadar hazırlık telaşı içindeydi ki ben bağırmasam fark etmeyeceklerdi bile içeri birinin girdiğini. Buram buram pişen şeylerin kokusu sarmıştı etrafı.

"BEN ÇALIŞMAYAN ELAMANI SEVMEM!" sesim yankılandı ortamda.

"Ben işe yaramayan elemanı da sevmem! Gelip saat doldurur gibi mesaisini dolduran elemanıysa hiç sevmem!" dedim. Sesim o kadar keyifli çıkıyordu ki ben bile şaşırdım bir an. Bu kadar değildi öncekiler. Dördü durup bana döndüğünde elimde silah varmış gibi hepsini tek tek vurdum. Bunu niye yaptım onu ben de bilmiyordum. Keyfim yerindeydi.

"-de diyebilirdim. Eğer ki cins, gıcık bir patron olsaydım böyle girerdim içeri. Ben geldim, benim güzel ekibim! Günaydın!"

Hep bir ağızdan günaydın denildi ama Nurten öne çıktı. "Ne bu neşe?" dedi bana doğru yürürken. Gizleyememiştim. Fark edilmişti ilk andan.

"Beni deli ne bu tavır?" bana vardı yanak yanağa tokalaştık. "Seni her gören kıskanır." Serdar Ortaç'tan girdi ama yine de arada kaynamasın diye yeniledi sorusunu.

"Ne bu neşe gerçekten?" dedi.

Şehnaz arkadan bana doğru uzattı elini. "Yoksa anlaştın mı biriyle?"

"Görüşmeler devam ediyor." dedim ve üzerimdeki kabanı çıkardım kutuyu masalardan birine bıraktım.

"O zaman başka bir şey." dedi Zerrin. Sıkıştırılacaktım, kaçmam lazımdı.

"Başka bir şey mi?" dedi Raziye. Sesinden bile anladım olayı çözdüğünü. "Yoksa Fetih mi?.."

"Hanımlar! Sakin yahu! Enerjik uyandım sadece." dedim. Bu saklamak değildi. Bu zamanını beklemekti. Önce olsun sonra söyleyeyim istiyordum. Çok dillendirmek istemiyordum. Hepsi dua ederdi, güzel enerji gönderirdi ama benim ağzımda bakla ıslanması gerekiyordu.

"Ayşen nerede?" dedim. Etrafa göz gezdirdim. Mutfaktan sesler geliyordu. "Ayşen ben geldim. Bırak da gel elindeki işi."

"Yetiştirmeye çalışıyorum elimdekini, siz devam edin." dedi. Sesindeki negatif enerji yılan gibi süzüldü ve bana kadar ulaştı. Diğerlerine baktım.

"Bir şey mi oldu?" dedim. Sıla neredeydi acaba? Gelmemiş olamazdı bugün cumartesiydi. Kreşi yoktu. En çok onun için gelmiştim.

"Gergin." dedi Şehnaz. "Bize de anlatmadı. Hatta yanına bile yaklaşmıyoruz o kadar gergin." kaşlarım çatıldı. Dün iyiydi halbuki.

"Bekleyin biz geleceğiz birazdan." dedim ve mutfağa doğru ilerledim. Profesyonel bir mutfaktı. Tek farkı diğerlerine göre daha küçüktü. İlk masanın üzerine oturmuş önündeki kurabiyeleri yiyen Sıla'yı gördüm. Altın sarısı saçlarını annesi salmıştı bugün. Tam ona güzel bir sesleniş yapacakken annesinin bağırışıyla oturduğu yerden sıçradı bedeni.

"SILA YEMEYECEKSEN OYNAMA NİMETLE!" oynamıyordu halbuki sadece biraz yavaş yiyordu. Minicikti zaten. Ağzı da öyleydi. Yavaş yemesi çok normaldi. O korkan hali beni de korkuttu. Ayşen'in bağırmasını bastırmak için ben girdim hemen araya.

"Burada bir prenses varmış, nerede?" dedim. Annesinin gazabını daha atlatamadığından allak bullak baktı etrafa. Onu görmemiş gibi yaptım başta "Neredesin prenses?" dedim. Başka zaman olsa buradayım diye şakırdı ama yapmadı bu kez. Başımı tesadüfen ona çevirdim ve onu gördüm. "Aaaa buradaymış!" hızlı hızlı ona doğru yürüdüm. Bu ortamdan çıkarmak için hemen kucakladım. Bacaklarını belime sardım. "Buradaymış buradaymış! Dünyanın en güzel prensesi buradaymış!" henüz dört buçuk yaşındaydı. Minicikti, boyu, yüzü.

"Efsun ablası ona hediye getirmiş!" ve sanırım onu can damarından vurdum.

"Hediye mi getirmiş Efsun ablası?" dedi.

"Hediye getirmiş ya! Şimdi sen kurubiklerini alıp ablaların yanına gidiyorsun ben de meyve suyu alıp geliyorum. Tamam mı?" boynuna gömdüm yüzümü ardı ardına öptüm. Onu bırakmadım diz çöktüm, öyle indirdim.

"Kurubikleri de alayım." dedi ve tabağını da aldı. Uslu uslu mutfaktan çıkışını bekledim. Tamamen ayrıldığında mutfaktan çöktüğüm yerden kalktı.

"Ne oluyor Ayşen?" dedim. 22 yaşındaydı henüz ama beş yaşında çocuğu vardı. Çocuk gelindi. Artık gelin değildi gerçi. Kapı gibi bir boşanma davamız vardı.

"Bir şey yok Efsun. Hoş geldin."

"Bir şey var. Neden Sıla'ya bağırıyorsun? Ödü koptu çocuğun. Yerinde titredi."

"Sinir ediyor çünkü beni! Ona elli kere önündeki yemekle oynama d..."

"Ayşen her ne olduysa Sıla'nın hiçbir suçu yok." yüksek sesiyle kurduğu cümleleri tamamlamasına izin vermedi. "O sadece bir çocuk ve kurabiye yiyordu. Uslu uslu. Yavaş da yiyebilir hızlı da. Dökedebilir, oynayadabilir ama ne olduysa onun bir suçu yok. Bu tartışmaya açık değil."

"Benim de bir suçum yok ama!" diye bağırdı ve elinden bıçağı tezgâha vurdu ellerini mermere yasladı. Sessizce onu izledim. Kendinden nefret ettiğini hissediyordum. Bu ilk zamanlarda daha fazlaydı ama şimdi de tamamen geçmiş sayılmazdı.

"Dün abim aradı." dedi. "Şerefsiz köpek demediğini bırakmadı. Ya kocamın evine dönecekmişim ya da sike sike babamın evine. Babamın evine dönerken de Sıla'yı getirmeyecekmişim. Orospuluk yapıyormuşum burada. Ben daha on sekiz yaşındayken başımdan aşağı kaynar su döküldü, kocamın evinde diye namusluydum. Şimdi orospuyum. Ben zaten hep orospuyum." dedi. Bıçağı aldı tekrar vurdu tezgâha. "Amcam küçükken her bulduğu yerde taciz ederken de ben orospuydum. Benim annem de zaten orospuydu, ensest çocuğuyum ben. Burada da yemek yapmıyorum orospuluk yapıyorum. Erkek orospusu kendisi çok şerefli namuslu ya." elindeki bıçağı yeniden almak istediğinde tezgâhın içine ittim.

"Otur biraz şöyle sakinleş, konuşalım."

"Zamanım yok." dedi nefes nefese. "Son gaz orospuluğa devam etmem lazım. Şunları fırına göndermem lazım."

"Ayşen otur dedim. Hadi." Kolundan tuttum masaya kadar kendim götürdüm. Yüzü kıpkırmızı olmuştu ama ağlamıyordu. İki fincan kahve koydum karşısına oturdum. Sessiz sessiz biraz dursak da yine dayanamadı devam etti. Gırtlağından patlayacaktı sanki.

"Ya ben çabalıyorum! Çabalıyorum Efsun. Ev kiramı çıkarmaya çalışıyorum, çocuğuma bakıyorum. Her gün buraya benim yaşımdaki kaç genç geliyor. Öğrenciler Efsun! Öğrenci hepsi. Ben insanlara imrene imrene çabalıyorum. Halime şükrediyorum! Allah'ım diyorum iyi ki o gece benim kafamı yardı da o pezevenk Efsun karşıma çıktı." dedi. Burnundan soluyordu. Nefesini zorlayana kadar hiç ara vermeden konuşuyordu.

"Okul desen yok. İlkokul mezunuyum kim beni işe alırdı? Beni bir küçük çocukla kim kabul ederdi? Bulaşık bile bana yıkatmazlardı. Ailemin sandığı gibi pavyon bile almazdı beni. Orospuluk da yapamazdım. Kazanacağım bir asgari ücretle bu şehirde ne yapardım? Ev kirası mı, çocuk mu, fatura mı? Elim kolum bağlıydı benim. Dışarıda bana bulaşık bile yıkatmayacakları için elim kolum bağlıydı. O şimdi gel dedikleri babamın kapısı bana hiç açılmadı, al piçini de git derlerdi iki güne." dedi. Şimdi açık alanda olsan sigara içeceğine neredeyse emindim. "Hamileyken annemi aradım ben ağzım burnum kan içindeydi. Öleceksen de kocanın evinde öl dediler bana! Orospu değildim ama o zaman! Kimse dün gibi arayıp gel demedi o zaman!" dedi. Gözünden bir yaş akıp gitti.

"Çocuğum için katlanıyordum ben ya! Ben sokakta kalırdım da o ne yapardı Efsun? Kendi ayaklarım üzerinde duramadığım için o eziyeti çekerken namusluydum. Sen karşıma çıktığında benim kafamdan oluk oluk kan akıyordu. O zaman da namusluydum ama şimdi alın terimle çalışıyorum diye orospu oldum. Bana diyor ki oraya gelirsem hayatımı yakarım senin beynini dağıtırım. Ulan benim hayatım yanmış zaten, sen bana ne anlatıyorsun şerefsiz? Allah erkeklerin belasını versin." dedi. Bu cümleyi çok sık tekrar ediyordu ve ben içimden düzeltiyordum. Sadece kötü olanların.

"Yerim de yurdum da belli gel, dedin mi? Buyursun gelsin bakalım ne yapabiliyor."

"Ya o pembe götlü hiçbir bok yapamaz." diye çıkıştı. "Ancak konuşur. Hayatını yakarmış. Onun çok hayatını yakacağı varsa gelip o kocam olacak şerefsizin beynini dağıtırdı. O ancak caka satar."

Ona bir bardak su koydum. İçi yanıyormuş gibi bütün hepsini tek seferde içti. Elini tuttum sıktım. Artık onun hayatında o kadar rutin şeylerdi ki bunlar... Hatta hafiflemiş haliydi.

"Şu an çok sinirlisin diye müdahale etmedim ama kendine çirkin şeyleri yakıştırma bir daha. Sen bir kadınsın." dedim. O çirkin kelimeyi çok sık kullanıyordu kendine. "Bak sen bir annesin demiyorum. Sen bir kadınsın. Kendini biliyorsun. Neyin ne olduğunu biliyorsun. Sırf üç r'li erkek diye pisliğin biri sana hakaret ediyor. Errrkekliğini tek hamlede yok ederim onun. Buyursun çıksın gelsin. Yok ederim onu. Sudan çıkmış balığa döner insan içine çıkamaz. Sen bir kadınsın ve savaşıyorsun. Onun gibi işe yaramızın tek değilsin. Onun gibi üç r'li atar gider yapmıyorsun. Benim sayemde de değil bu. Ben seni kolundan sürüklemedim kendi yeteneğinle buradasın sen."

"Ben sayemde değil deme sana patlayacağım."

"Değil." dedim ısrarla. Kendini değersiz hissetmesin istiyordum. "Kısa sürede Zena'nın namı nasıl yayıldı, insanlar sizin o tatlılarınızı yemek için oturacak yer bulamıyor bazen. Benim sayemde mi sence?"

"Sermayen olmasa bizden bir bok olmazdı."

"Siz olmasaydınız benim sermayemden bir halt olmazdı. Bunca senedir duruyor öyle ne işe yaradı?"

"Sen olmasaydın bize bulaşık bile yıkatmazlardı. Beni dul çocuklu diye adam yerine koymazlardı. Şehnaz'ın geçmişi zaten pavyon, kapısının önünden geçirmezlerdi ahlak bekçileri. Zerri..."

"İyi halt ederlerdi." dedim. Herkese bir kılıf uydursun istemiyordum. Ben kimseye torpil geçmemiştim. Bunu artık anlasın istiyordum. "Eğitimini almadan şu mutfakta mucizeler yaratıyorsunuz. Şu şehrin en iyi tatlıcısını bir akşam güneşiyle maziye gömdük biz. Senin o limonlu kekinin tarifini çıkarmak için gizli müşteri geliyor buraya. Sen ister inan ister inanma bir gün bu ülkenin dışına çıkacak bu mutfağın reçeteleri. Ne sermayesi? Köşedeydi kullandım. Kârın yarısı benim zaten. E bu ne demek oluyor ben de kazançlıyım."

"Yapma Efsuuun! Sıla'nın kreş parasını burs diye sen veriyorsun. Kazancını da buraya harcıyorsun ayrıca buradaki üniversite öğrencilerinden burs verdiklerin var. Kulağıma geldi. Bu mütevaziliğin benim canımı sıkıyor artık." dedi. Çok sertti. Hayat ona yumuşak yüzünü göstermemişti. Taş gibiydi. Taş değildi ama. Yüzünün biraz gülmesi bile içimi rahatlattı.

"Ben mi mütevaziyim? Zenginim ben, zengin. O yüzden bu yaptıklarım. Ne mütevaziliği?"

"Kes palavrayı."

"Fakirlik senin ruhuna işlemiş. Zengin olduğuma bile inanamıyorsun."

"Palavra!"

"Ay ben seninle uğraşamayacağım. Sıla'mın yanına gidiyorum. Hediyeleşeceğiz." ağzını açıp bununla alakalı bir şey söyleyeceğini biliyordum. "Lütfen buna karışma artık. Benimle Sıla arasında, girme araya kara çalı gibi. Hadi. Ver şunları fırına da gel sen de." kahve fincanımı aldım ve mutfaktan çıktım. Uslu uslu oturmuş kurabiyelerini yiyordu. Hızlıca. Masasına otururken onun arkasında kalan Zerrin'e kutuyu işaret ettim.

"Yedin mi kurubiklerini?" ağzındaki kırıntıları sildi başını salladı. Tam da o sıra büyük kutuyu masanın orta yerine koydu Zerrin. İri gözlerini kutuya dikti hemen.

"Prensesler ne giyer Sıla?" dedim. Daha da büyüdü gözleri.

"Böyle böyle böyle," diye kollarını iki yana açtı. "elbiseler giyer."

"Bence de." dedim. "O yüzden prenseslere öyle hediyeler alınmalı. Bu bir kuraldır." dedim ve kapaktaki ipleri çözdüm. "Aç bakalım." Sandalyenin üzerinde dizlerinden yükseldi ve kutuyu açtı. İçinde ne olduğunu anlasa da gözleri de ağzı da o kadar açıldı ki şaşkınlıkla, bir video olsaydı bu tepkisi defalarca kez başa sarıp izlerdim. Öyle bir andı.

"Prenses elbisesiiii!"

"Eveeet! Çünkü prensesler prenses elbisesi giyer." küçük bedeniyle masanın üzerine çıkmaya çalıştı ama ayağa kalkıp kucağıma aldım. Elbiseyi de o aldı eline. Pembe tüllü kabarık bir prenses elbisesiydi. O kadar güzel ve büyük gülücükler saçıyordu ki hepimiz onu izliyorduk.

"Giyelim mi?" dedim. Başını salladı hemen. Elbisesini sıkıca tutarken giyinme odasına götürdüm onu kucağımda. Önce ayakları üşümesin diye beyaz külotlu çoraplarını giydirdim sonra elbisesini. Saçlarını güzelce düzelttim saçımdaki kurdeleli tokayı ona taktım. Barbie bebek gibiydi yüzü. Annesinden bile güzeldi. Omuzlarındaki fırfırları düzelttim çekmecedeki kirazlı dudak nemlendiricisi çıkardım. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Rengine kanıp daha da çok gülümsedi hemen dudaklarını balık gibi öne büzdü.

Annesi bana özendiğini söylüyordu.

Nemlendirici sürdüm, papağan gibi açtı kapattı dudaklarını. Elinden tuttum bir tur çevirdim etrafında. "Tam bir prenses oldun." bir masal dünyasından fırlamış gibiydi. Aylar önceki o kâbusu hiç hatırlamasın kendini bir masalın en nadide parçası olarak hissetsin istiyordum.

"Vallahi prenses oldum ben." dedi.

"Oldun vallahi." dedim. Aynaya döndü. O kadar uzun ve inanamayarak kendini izledi, türlü türlü cilveler yaptı ki... Dünya üzerindeki en cilveli prensesti. Hangi prenses aynaya öpücük konduruyordu ki?

"Şimdi bu prenses gelsin bana bir öpücük kondursun." dedim. Hemen geldi. Gelirken de cilve yapmayı bırakmadı. Saçlarını savurdu, elbisesinin eteğini tuttu da geldi. Sözde o beni öpecekti ama geldiği gibi kamaşan dişlerimi hemen yanaklarına sürttüm aldım onu kucağıma oturduğum yerden.

"Bu ne naz? Bu ne cilve? Oh!" o beni ben onu sevdi bir süre. Sonra ben dayanamadım. İçim içime sığmıyordu, her boşlukta taşıyordu.

"Sıla sana bir şey söyleyeceğim ama kimseye söyleme tamam mı?" diye fısıldadım.

"Tamam." dedi o da fısır fısır.

"Anneye de söylemek yok tamam mı?"

"Anneye de söylemek yok."

"Ağzından kaçırmak yok bak!"

"Hiç yok hiç yok."

Nefesimi tuttum ve söyledim. "Fetih gelecek." dedim heyecanla. O da biliyordu Fetih'i. İsmini tam olarak telaffuz edemiyordu ama fotoğraflarını burada en çok gören kişiydi.

"Hiiii!" dedi ve elini ağzına kapattı. "Vallahi?" dedi.

"Vallahi."

"Feti geliyor." dedi. H harfini yiyordu.

"Evet geliyor. Gelecek."

"Gidecek misin?" dedi. Bunu soracağını bilseydim önceden düşünürdüm. Kaldım öyle.

"Yani şey," dedim. Giderim desem olmazdı. "Hani seninle bir kere biraz uzun bir yolculuk yaptık ya. Belki oraya ama sen istediğin zaman gelirsin evimize. Kalırsın hatta, olmaz mı?"

"Annem izin vermez ki."

"Kaçırırım seni."

"Feti ister mi ki?"

"Fetih prensesleri çok sever ki."

"Vallahi."

"Vallahi. Seni çok sevecek. Efsun Efsun diyecek, hayatımda gördüğüm en tatlı prenses. Gör bak. Fetih prensesleri çoook sever." severdi. Sahiden. Hem prensesleri hem de Sıla'yı.

"Sen de mi prensessin?" dedi meraklı meraklı. Yakaladığı anlam o kadar güzeldi ki, sıcacık oldu içim.

"Yani senin kadar olmayayım. Aramızda bak bunlar. Hiç kimseye söylemezsen Fetih de sana bu elbiselerden alır. Benden söylemesi. Vallahi."

"Ben size 'bu gece son kez' diye hikâye atın dedim mi?" yediğim makarnanın içindeki doğru baharatı seçmeye çalışıyordum. Elindeki kadehleri silen Tuana çaktırmadan arkadaki koca kafalı adamı gösterdi. Tekte anladım zaten olanı tahmin edebiliyordum.

"Bir an önce şu okulu bitirip buradan kurtulmaya bak." dedim açık açık. Başını salladı. Duyar diye konuşmuyordu bile. Ağzımı sildim ve bulamayınca kendim sormayı tercih ettim. "Kim yapıyor bu makarnayı?"

"Ne oldu tarif mi aşıracaksın?" dedi, koca kafalı adam. Diğerlerini bilmem ama bunu duydu.

"Ben bu tarifi deneme amaçlı mutfağıma bile almam Vedat. Saçmalama istersen." dedim. Makarna makinesi almak istiyordum. Pahalıydı, alacaksam elle tutulur şeyler yapılmalıydı. Sağlam bir reçete gerekiyordu en başta. Her yerde bulunan bir tarif için o makineye o kadar para vermenin bir anlamı yoktu.

Pişkin pişkin güldü. "Öyle olsun bakalım." dedi. Yanımdaki tabureye oturdu. "Bak Efsun burayı bırakıp başka bir yerle anlaşırsın cidden bozuşuruz."

"Niye sözleşmemiz mi var?"

"Hayır hukukumuz var."

"Yok. Ben olduğunu düşünmüyorum." sesli bir nefes aldı ve yine güldü. Kırklı yaşlarında gözüme inanılmaz çirkin gelen bir adamdı. Ve bunun karakteriyle epey bağlantısı vardı. "Bari gideceğin gün yıldızımız barışsın."

"Cık." dedim, çatala doladım makarnayı ve ağzıma aldım. Yüzüne baka baka çiğnedim. "Ben kötü patronları sevmem."

"Ben kötü bir patron muyum Tuana?" sanki bu ortamda aksi bir cevabı alması mümkünmüş gibi soruyordu.

"Estağfurullah Vedat abi."

"Aldın mı cevabını?" dediğinde makarna tabağını önümden ittim ve taburenin üzerinden kalktım.

"Muhabbetin çok doyurdu beni. Benim bir küçük işim var, ben dönene kadar çocuklar gelir. Başlamadan bir geçeriz sahneye. Sonra da saat on olur zaten. Geldiklerinde en geç yarım saate burada olacağımı söylersin Tuana." dedim. Zena'ya uğrayacaktım. Kapanış saatine az kalmıştı. Tam da söylediğim gibi yarım saat içinde gidip geldim. Edirne'nin en güzel ikinci özelliğiydi. Bir yerden başka bir yere çok rahat gidebiliyordum. Toplu taşımı kullanmıyorsam tabi.

En güzel birinci özelliğiyse şoförlerin yayalara her halükârda yol vermesiydi. İzmir'de de yaşamıştım, Şanlıurfa'da da, İstanbul'u da biliyordum. Trakya bölgesi bu konudaki en medeni yerdi. Sürücüler çok nazikti ve geçme hakkı daima yayadaydı.

Hazırlıklar bitmeden mekân doldu taştı. "Özleyeceğiz seni Efsun abla." dedi Tuna. Bir saate kalmadan kıvırcık saçları terden alnına yapışacaktı. Baterinin arkasından bana bakıyordu.

"Zena'ya gelirsiniz görüşürüz, belki ben gelirim sizi dinlemeye. Ayrılık değil ki bu." hepsinin yaşı benden küçüktü. Yirmi olan da vardı yirmi dört olan da. Ama neredeyse hepsi bana abla diyordu. Bakıştılar ve burukça gülümsediler sadece. Başka bir şey denmeden yüksek taburenin üzerine oturdum ve içeceklerin olduğu minik masada suyumu hazırladım.

"İyi akşamlar." dediğimde tüm dikkatler üzerime toplandı. "Vedaları sevmediğim için geçen sefer herhangi bir şey söyleme gereği duymamıştım. Kısa bir süre Tuğçe'nin yerini doldurdum ve artık o devam edecekti ama sanırım hiçbir şey söylememem hoş olmadı. O yüzden bu sefer son kez olduğunu belirterek başlıyorum geceye. Benim için çok kıymetli bir deneyimdi. Hoş geldiniz." her aldığımda utana utana teşekkür ettiğim alkışı son kez aldım. "Bilenler vardır elbet 'Bir gece bir Sezen' kuralımızı. Bilmeyenler için her gecemize sadece bir Sezen Aksu şarkısı sığdırıyoruz. Son kez başlayalım o zaman." dedim ve noktamı koyar koymaz arkamdaki ekip girişi yaptı.

Ayağımla ritim tuttum kulaklığımı kontrol ettim.

"N'olur sormasınlar bana
N'olur söyletmesinler derdimi."
yumuşak sesim duyuldu gülümsedim.

"Saklarım ben onu kendime
Yerim kendi kendimi."

"İzninizle bir on beş dakika ara verip son yarım saat daha devam edeceğiz." herkes yavaş yavaş yerinden kalkarken telefonu sehpadan aldım ve oturduğum yerden doğruldum. Yavaşça sahneden ayrılırken arka tarafa geçtik kısa zamanda. Son bir kez ekipçe fotoğraf çektik, ben hariç hikayeler paylaşıldı. Daha erken olsa da veda konuşmaları yapıldı. Tuğçe yanımıza geldi, onun vedalaşmasını hiç izin vermedim zaten ayrı olarak konuşacaktım. Annesinin durumunu öğrenecektim. Bir doktor olarak yapabileceğim bir şey varsa elimden geleni yapacaktım.

Başlamamıza iki dakika kala çıktık bulunduğumuz yerden, yeniden sahneye yerleşecektik. Son yarım saati tamamlayacaktık. Amacım buydu. Son kez suyumu doldurmak için, çok susuyordum, sehpaya eğildim ve elim küçük bir vazoya çarptı. Bu kadar seri olmasam düşecekti.

İçinde bir adet gül olan vazo düşecekti.

Hayır hayır.

İçinde bir adet siyah gül olan vazo düşecekti.

Tıpkı aylar önce, buradaki ilk sahnemde gelen siyah gül gibi yine bir taneydi. Kalbim hızlanabileceği en kısa sürede hızlandı.

"Kim koydu bunu buraya?" dedim donuk bir sesle, gözüm etrafı aradı.

Herkes birbirine bakıp başını iki yana salladığında içeriye doğru uzattım başımı. "Tuana kim koydu bu gülü buraya, gören var mı?"

Tıpkı aylar önceki gibi, kimse kimin koyduğunu bilmiyordu. İnsanlar birbirine sordu ve kimse de bir cevap vermedi.

Masalar üzerinde dolandı gözlerim. Sonra dışarıya baktım. Camdı zaten boylu boyunca her yer. Kimse yoktu.

Almamıştım. Geçen sefer gülü almamıştım. Bu bir işaretti çünkü. Kendimi hazır hissetmediğim için almamıştım. Erkendi. Tam olarak bir işaret vermem için erkendi ve o gülü almamın bir anlamı vardı.

"Aranızdan biri mi koydu bu gülü?" diye sordum gelenlere. Bu dünya üzerinde bana gül verecek tek bir kişi yoktu ama bana bu dünya üzerinde siyah gül verebilecek tek bir adam vardı. Kimseden ses soluk çıkmadığında "Geliyorum ben." dedim. Kalbim göğüs kafesine her atışında baskı uygulamıyor sanki darbe indiriyordu. Kırılacak sandım. O kadar sertti darbeleri. Merdivenleri koşarak çıktım "Ne oldu?" cümlelerini duymadan dışarı çıktım.

Sert rüzgar saçlarımı birbirine dolaştırsa da defalarca kez kendi etrafımda döndüm durdum. Bazı araçlara yaklaştım içinde biri var sanarak. Sokak aralarına baktım, karşıdaki mekanların gözüken yerlerine. "Fetih." derken buldum kendimi. İsmini söylediğim an onu aradığımı fark ettim.

Fetih'i arıyordum.

Bu hayret verici geldi o an.

Birinci gülün bana veremediği kuvveti ikinci gül bacaklarıma vermişti. Sokak sokak Fetih'i arıyordum.

Buradaydı, hissediyordum.

Kanıtım yoktu ama buradaydı. Yağmur çiseliyordu ama benim hızlı adımlarıma yetişemiyordu. Birkaç ince damla ancak yüzüme temas etmişti. Topuklularımın üzerinde bir oraya bir buraya giderken nefes nefese kaldım. Avuç içlerimi dizlerime bastırdım ve eğildim. Nefesimi kontrol altına almak için içimden saysam da başım dönüyordu.

"Fetih." dedim yine.

Arkamdan biri "Efsun." dedi.

Fetih değildi. Beş yüz metre uzağımda kalmış mekândan bana sesleniyorlardı. Çevredeki insanlar bana bakıyordu öylece. Elimi kaldırdım gelmemesi için. Buradaydı. Hissediyordum buradaydı. Olduğu yerden bir adım bile yaklaşsa bana kokusunu bile alırdım. Yemin ederim sadece bir adım bile yeterdi. Hızlı nefesler yavaş adımlarla mekâna doğru geri yürüdüm. Kapısının önünde avucumu duvara yasladım.

"Ne oluyor ya?" dedi Vedat.

Başım öne eğikti soluklarımı düzene koymak için çabalıyordum. "Gülü kimin koyduğunu gören çıktı mı?"

"Hayır da ne oluyor? İyi misin? Bak insanlar seni bekliyor." başım yere eğikti gözlerimi kapattım. Enseme yağmur damlaları düşüyordu.

Buradaydı. Hissediyordum.

"Siyah gül. Dünyada bir tek Şanlıurfa'da yetişiyor. Dedim ki Efsun'la çok ortak noktaları var. O bir tek Şanlıurfa Halfeti'de. Efsun bir tek Şanlıurfa'da benim yanımda. Hiçbir farkınız yok."

Buradaydı.

Bir işaret.

Buradaydı.

"Görünce aklıma sen geldin. İşin doğrusu aldığın günler. Dedim ki; asabi adam Fetih'in yanına neşeli mi neşeli Efsun, siyahın yanına da en çok beyaz yakışır. Al."

Buradaydı.

O gün gelecek ve ben sana bir işaret bırakacağım.

"Beyaz gül." dedim kendi kendime. Bir yıldız kaydı kafamın içinde. Bir ışıltı oluştu. Heyecanla konuştum.

"Anlamıyorum ne diyorsun?"

Başımı kaldırdım gözlerimi açtım. "Yarım saatin var. Bana beyaz gül bul."

"Ne?"

"Bana yarım saat içinde beyaz gül bul."

"Saat kaç olmuş açık çiçekçi mi kaldı, ne beyaz gülü?" Vedat'ın yanı başında olan Mert'e de baktım.

"Gerekirse kapalı olan yerin camını kırın ve o gülü bana getirin. Emniyete gelirim zararı karşılarım ve özür dilerim dükkân sahibinden. Yarım saatte bana o beyaz gülü getirin."

"Sen iyice kafayı yedin artık yeter, kendine ge..."

"Bir saatlik çalışan için bile sigorta yapman gerekiyor, çalışan hiçbir öğrencinin sigortası yok seni şikâyet ederim."

İkisinin de gözleri iri iri oldu.

"NE?!" diye bağırdı. "Hepsi kendi isteğiyle çalış..."

"Vedat onu polise anlatırsın. Seni kanıtlarıyla şikâyet ederim. Yarım saatiniz var. O beyaz gülü buraya getireceksiniz." dedim ve yanlarından geçtim gittim. Ne yapıp edip getirecekti, biliyordum. Burayı bırakıp gidemezdim. O gülü almadım sanardı.

Bana uzatılan suyu içtim, sarsak adımlarla sahneye geri döndüm. "Kusura bakmayın, hemen devam ediyoruz." dedim demesine ama bitmedi. Tuana elindeki kağıtla bana doğru yaklaştı.

"İstek şarkı." dedi.

"Tuana repertuvarda olmayan şarkıyı ne zaman okuduk şimdiye kadar?"

"Ya biliyorum." dedi kulağıma doğru. "Ama çok ısrar etmiş. Gerçekten çok ısrar edildi. Beni de bir üst sıkıştırıyor. Ne yap ne et ikna et dediler."

Gözlerimi kıstım seyircilere baktım. Gerçekten derdim başımdan aşkındı bitsin istiyordum artık bu iş. "Hangi şarkı?" dedim ve elindeki kâğıdı aldım.

Sezen Aksu. İki Gözüm.

Şüphe kâğıttan elime bulaştı, seyircilere baktım. "Kim istedi bunu?" dedim Tuana'ya.

"Bilmiyorum ki." elimdeki kâğıdı kaldırdım.

"Hangi masa istedi bu şarkıyı?" diye sordum. Gözüm tüm masalarda dolandı.

Kimseden ses soluk çıkmıyordu. Gözüm dışarıya kaydı. Kimse yoktu. Buradaydı ama yoktu. Tuana merdivenlerin dibinde duran kişiye doğru gitti ve birkaç saniye içinde yanıma geri geldi.

"Gizli kalmasını istiyormuş ama çok ısrar ediyor. Tepeme çökmüş durumdalar seni ikna etmem için. Hadi Efsun abla, bitirelim de gidelim ya."

Tekrardan kâğıda baktım. Fetih'in yazısı değildi. Kuruyor muydum yoksa o muydu? Ensemde bir nefes hissediyordum ama dönsem de göremiyordum.

İki gözüm seneler geçiyor.

Bir kez kâğıda bir kez seyircilere baktım durdum.

Gel barışalım artık.

Tesadüf müydü?

Siyah güle baktım.

"Şu an burada mı bari onu söyleyin." dedim ısrarla.

"Yemin ederim bilmiyorum."

Sinem aldığım sıkıntılı nefesle şişti. Gelenlere baktım. Neredeyse hepsi öğrenciydi. Hızlı düşünmem lazımdı herkes bizi bekliyordu. Tuana'nın cebindeki kalemi aldım ve kâğıdın altına bir not düştüm. "Şu sayfanın sahibi bağışlarla sokak hayvanlarını besliyor. Elle tutulur miktarda mama bağışlasın. Bir kilo kuru iki de yaş mama değil, elle tutulur. Yoksa okumam. Kimse gelip ısrar etmesin." buradan biriyse öğrenci bütçesiyle en fazla ne bağışlayabilirdi? Bin lira ya da bir eksiği bir fazlası? Öğrenmem lazımdı. O muydu yoksa bir denk geliş miydi anlamam lazımdı. Gerçekten burada mıydı anlamam lazımdı.

Tuana yanımdan geçti gitti. İlk şarkıyı okudum, ikinci şarkının ortasında telefonum yanına bir dekont konuldu. Kâğıdı elime aldım nakarat kısmına girildiği an başımı eğip okudum. İsmin üzeri siyah bir kalemle karalanmıştı ve hemen üzerine Efsun Karadere yazılmıştı.

Hesabınızdan 50.000 TL (Yalnız ELLİBİN) çekilmiştir.

Fetih buradaydı.

Nefesim tıkandı.

Fetih buradaydı...

Ellerim titredi.

Fetih buradaydı!

Elimdeki kâğıdı tek bir an bile bırakmadan, vücudum bir kuş gibi titrerken göremeyeceğimi bile bile etrafa bakarak devam ettim. Başımı çevirmekten dönüyordu. Kaç şarkı daha geçti gitti böyle.

"İki gözüm, son." dedim arkamda kalanlara.

Fetih buradaydı.

Şu sahneye ilk çıktığım gün bende olmayan heyecan dolandı boğazıma. Bir yudum su almak istedim ama ellerim titriyordu. Bardağı tutamamaktan korkuyordum.

Fetih buradaydı. Ben izliyor beni dinliyordu. Bu bir çağrıydı.

Beyaz güllerin yola çıkmış bana geliyor olması lazımdı aksini düşünemiyordum.

Tanıdık ama hiç bu ortamda söylemediğim şarkının ritmini duydum. Detone olacaktım, söyleyemeyecektim belki. Kulaklarım uğulduyordu. Fetih buradaydı. Başlayamadım bile. Defalarca kez beni kurtarıp başa sardılar hiç belli etmeden. Fetih buradaydı ve bu açık seçik bir çağrıydı. Gözlerimi kapattım. Kendi sesimi değil onun sitemini duyuyordum sanki.

"Yok mu, senin insafın yok mu?"

Sesim titredi. Tepemdeki ışık azalmıştı. Daha az ışık altındaydım.

"Bir güler yüzün çok mu?

Dağ mısın taş mısın?"

Dudaklarım aşağı doğru büzüldü. Bir kıymık içimi oyuyordu. Ben söylemiyordum bunları bana söyleniyordu bunlar. Göz pınarlarımda birikinti hissettim.

"Uzak mı, bu eda bu hal tuzak mı?

Hak mısın bana yasak mı?

Dost musun düşman mısın?"

'En iyi arkadaşımsın sen benim.'

"İki gözüm seneler geçiyor."

Yedi ay on yedi gün olmuştu. Kasımın sonundaydık. Mevsimler değişmişti.

"Gönül ektiğini biçiyor.

Bir selam lütfet bu ne çok hasret

Gel barışalım artık."

Kayboldum gittim şarkının içinde. Çevremdekiler benim sesimi, ben Fetih'in sesini duydum.

"Yedi kat eller yakınım oldu

Gel kavuşalım artık."

Şarkı bitti, burnum bile akıyordu. Teşekkür ettim, iki kısa veda cümlesi kurdum. Herkes yavaş yavaş toplanmaya başladı. Elimdeki kâğıdı bırakmadan bir peçete aldım gözlerime bastırdım. Akan makyajımla simsiyah oldu peçete. Kıymık batmıyordu ama oyduğu yer acıyordu. Fetih buradaydı. Elimdeki kâğıdı izledim. Bu yazı tanıdıktı.

Efsun Karadere.

Fetih'in el yazısıyla yazılmıştı.

Elimde kâğıt ve telefonla kalktım. Neredeyse kalan tüm çalışanlar bana iyi olup olmadığımı sordu. Başımı sallamakla yetindim. Kapanış için hazırlıklar başlamıştı.

"Güle dokunmayın alacağım." dedim. Camları gösterdim. "Oraları da kapatmayın ben çıkana kadar olur mu?" Vedat'ın numarasını çevirdim canlı müziğin yapıldığı yerden çıktım.

"Efendim."

"Buldunuz mu?"

"Evet başımızın belası. Bulduk geliyoruz."

"Acele edin." dedim sadece. Birkaç dakika öylece volta attım. Bir defter vardı kasanın yanındaki boşlukta. Müşteriler içine cümleler yazıyordu. Geçen haftaların birinde, geldiğimde yenisi indirilmişti. İlk sayfasında benim cümlem yazıyordu hatta tıpkı bir önceki defter gibi. Açtım o sayfaya baktım.

"N'erde Efsun'da o yürek, Fetih'ten cayacak?" yazmıştım. Duruyordu, bu defter değiştiğinde yeniden, bu kez yazmayacaktım. Altına bugünün tarihini ve saatini attım. O zaman aklıma gelmemişti. Diğer sayfalara bakmak istedim. Boşta sayfa olduğu sürece kimse başka sayfanın arkasına yazmazdı ama benim yazdığım sayfanın arkası doluydu.

"Öyle bir anda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın."

Tarihe baktım. Tam net emin olmasam da tarihler çakışıyordu. Tesadüf müydü yoksa ben kafayı mı yiyordum? Her şeyi üstüme mi alıyordum? Fetiih sızlanışı döküldü ağzımdan daha fazla bekleyemedim orada kapının önüne geçtim. Gözüm yolda beyaz gülü bekliyordum. Dakikalar geçti tir tir titriyordum soğuktan. Bacaklarım çok üşüyordu. Kollarımı birbirine sardım.

Bir işaret. Siyahın yanına beyaz, Fetih'in yanına Efsun.

Müzik yasağından ötürü cadde çok sakindi. Saat gece on ikiyi geçmişti. Bir tek elemanlar kalmış toparlıyorlardı masaları. Zaten ceza yemek istemeyen kimse şarkı açmazdı hele de bu kadar yüksek sesli bir müziği hiç açmazdı. Çıktığım mekânın içine baktım beni irkilten yüksek sesle.

"Yüze düşmüş zülüf
Nası' geleyim dönüp?
Gece resmimi öpüp
Vazgeçmişsin benden."

Umursamadım. Açıkçası hiç de umurumda değildi ceza yiyip yemeyecekleri. Çok geçmeden "Kapatsanıza şu müziği." sesini duydum. Bu cümleyi bağıra bağıra defalarca kez kurdular ama birinin de aklına gelmedi kapatmak. Hatta bir yerden sonra bilgisayarın başına üşüştü hepsi. Bacağımı sallayarak caddeye bakmayı sürdürdüm.

"Kara yolları bozuk
Kanadım yine kırık
Bana mektubu yazıp
Vazgeçmişsin benden"

Vedat'ı yeniden aradım ama beni meşgule attı aptal adam. Şarkı kapanmazken bir türlü artık fark etmeden ben de söylemeye başladım. Kendi kendime mırıldanıyordum.

"Yangın düşmüş kor, kor
Yanmış gönlüm yer, yer
Duydum sağdan, soldan
Vazgeçmişsin benden"

"Vazgeçmişsin benden." dedim nakaratını her seferinde söylerken.

"Doldur, bardak dolsun
Yanmış gönlüm, yansın
Sana da aşk olsun
Vazgeçmişsin benden"

"Vazgeçmi..." duraksadım. Dalıp gittiğim yolda kelimeler cirit attı. Anlamayarak okuduğum bir kitapta farkındalık yakaladım sanki.

"Tamam, gönlün olsun
Bu rüzgâr durulsun
Söyler eşim, dostum
Vazgeçmişsin benden."

"Hayır vazgeçmedim." dedim. Başımı hâlâ şarkıyı kapatmayı becerememiş kişilere çevirdim. "Kapatsanıza şarkıyı." diye bağırdım. Duymazlardı yoksa.

Hep bir ağızdan bağırdılar. "Kapanmıyor!"

"Belediyenin tüm hoparlörlerinden
Müzeyyen çalınsın
Vazgeçmişsin benden."

Koşar adım onlara doğru gittiğimde hemen bilgisayarın önünü açtılar. Hoparlörler buraya bağlı bile değildi. "Kim açtı bu şarkıyı?"

"Kara yolları bozuk
Kanadım yine kırık
Bana mektubu yazıp
Vazgeçmişsin benden"

"Ya biz cinlendik mi noluyor burada ya?!" Tuana korkuyla etrafa baktı bunu söylerken.

"Hayır vazgeçmedim." dedim yine. Nereden kapatacaktım ben bu şarkıyı?

"Yangın düşmüş kor, kor
Yanmış gönlüm yer, yer
Duydum sağdan, soldan
Vazgeçmişsin benden" telaşla sesi çıkış noktasından kapatmaya çalıştım ama yapamazdım. Hoparlörü kırmam gerekiyordu ancak.

Ondan vazgeçtiğimi düşünüyordu.

"Hayır vazgeçmedim." dedim defalarca kez. Yer ayaklarımın altında kayıyor, insanlar gözümde sabit durmuyordu. Yanaklarım ve kulaklarıma kor düştü sanki.

Ondan vazgeçtiğimi düşünüyordu.

Saçlarımı arkaya doğru çekiştirdim başımı iki yana salladım. Vazgeçmemiştim. Beyaz güllerim geliyordu. Camın arkasından motoru görür görmez kapıya koştum. Vedat'ın tam bir bela olduğumu söylemlerine kulak asmadım. Mert'in elindeki beyaz gülleri aldım. Ayağımdaki topuklularla tam iki kez düşecek gibi oldum. Düşsem ağzım burnum kırılırdı ama şarkı sonlanmamalıydı. Beyaz kâğıda sarılı gülleri çıkardım sehpanın önünde diz çöktüm.

Siyah gülü aldım, yerine beyaz güllerimden koydum ve şarkı o saniye kesildi.

Bitmedi. Siyah gül benim elime, beyaz güller vazoya düştüğü an orta yerden bir bıçak gibi kesildi. Siyah gülümle çöktüğüm yerde kaldım. Sessizlik oluştu. Çıt çıkmadı. Gülüme baktım. Yorgunlukla herkes bana bakarken delirdiğimi düşünüyorlardı.


Sanırım üçüncüye başlayacaktım. İçimizdeki Şeytan'a. Bu süreçte iki kez okuduğum kitabın üçüncüsünü görecektim galiba. Anlıyordum. Fetih'in neden bu kitabı bu kadar çok sevdiğini anlıyordum. Her okuduğum seferde de her okuduğum alıntı da anlıyordum.

Onun tüm altını çizdikleri ezberimdeydi.

Bazı yerler vardı benden önce o çizmişti bazı yerleriyse ben. Gözüm masanın üzerindeki siyah gülüme takıldı. Oradan çıkalı eve geleli neredeyse bir saat olmuştu. Uykum şaşırtıcı şekilde yoktu. Pijamalarımı giymemiştim. Yavruları ve anneyi eve almak istesem de anne yaklaşınca huysuzlanmıştı ben de evini yağmur almayan bir yere çekmiş, etrafına taze sıcak su torbalarını koymuştum.

Oturmuş bekliyordum.

Neyi?

Zil sesini.

Bir telefonu. Ya da başka bir şeyi.

Belki bu gece gelmeyecekti. Belki de gelecekti. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Başım dönüyordu. Ellerim buz gibiydi ve sanırım tansiyonum düşmüştü kalkıp tuzlu ayran içmem lazımdı. Kitabı gülün yanına bıraktım ve yerimden zorla da olsa kalktım. Kalp atışlarımı duyuyordum ve bu bir süreden sonra çok kötü hissettiriyordu. Mutfağa gittim yoğurdu çıkardım. Tezgâha tutundum ve elimi kalbime bastırdım.

Sakin olmalıydım.

Zil çaldı.

Sakin olmamalıydım.

Karabaş'la göz göze geldim.

Gelmiş miydi? O muydu?

İçinde bulunduğum yerin havası ağırlaştı, uçağa bindiğimde hissettiğim basıncı hissediyordum.

Kapı bir kez daha çaldı. Gök gürüldedi.

Ürkek adımlarla kapıya gittim ve kapı kolunu tuttum. Kapı deliğinden bakmadım. Oydu. Kapıya yaklaştıkça o his oturdu bende, emindim. Onu ilk görüşümün küçük bir delikten olmasını istemiyordum. Kapı kolu elimin içiyle bir bütün olurken gözlerim kararıyordu. Onu son bir kez göremeden kalbime yenileceğim sandım. Bedenim verdiği tepki bana ölümü anımsatıyordu. Biraz da sanırım o yüzden daha hızlı açtım kapıyı.

Bir makas aldığım nefesleri, ilkokul çocuğunun elinde gibi parça parça kesip biçiyordu.

Fetih Karadere.

Beyaz gömleğiyle karşımdaydı.

İçimde onlarca farklı dilden bir ağıt yükseldi. Biri öldü sandım.

Fetih tam karşımdaydı. Tek avuç içini kapının pervazına bastırırken yere bakıyordu. Bakışları yavaşça yükseldi ve aylar önce verdiği sözü tuttu.

Fetih Karadere kapıma geldi.

Kapına geleceğim.

Onu içeri çağıracaktım.

Sen de beni içeri buyur edeceksin.

Göz göze geldik ve sesini duydum. Aylar sonra. İçimdeki ağıtın sebebini sesini duyunca anladım. Ağıtlar sadece ölümlere yazılmazdı. Özlemlere de yazılırdı.

"Kurşun kek var mı?"  

Oy vermediysek verelim mi?

Instagram: serceyioldurmekofficial
Twitter: bosverdilaan

Continue Reading

You'll Also Like

9.2M 108K 25
Şarkılar yalan söylüyormuş Baran, kimse kimseyi öldürmüyormuş sevdadan... Şayet öyle olsaydı, girmez miydim benim için kazdığın mezara? Düşmez miydi...
2.9M 147K 64
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
4.4K 324 23
SAGOPA KAJMER VE KOLERANIN SEVİLEN PARÇALARINDAN SEVİLEN KESİTLERİ PAYLAŞMAK AMACIYLA OLUŞTURMUŞ OLDUĞUM BİR HİKAYEDİR
653K 22.6K 63
"Anlıyorum çok iyi anlıyorum ben sizi, orda ne duygular içinde olduğunuzu anlıyorum." "Anlayamazsın öğretmen yaşamadan anlayamazsın en yakınını kaybe...