NUMUNE ŞAHIS

By Fatma_Zehra446

7K 1.6K 284

Her şey eski taş binaya adımını atmasıyla başladı. İşini çok seven bir gazeteci Numune Şahıs. Çalışmak için b... More

NUMUNE ŞAHIS-1
SEYYAR SATICI-2
KARANLIKTA AÇIK IŞIKLAR-3
FESLEĞENLER VE SİNEKLER-4
SAYGIN BİR BEY-5
KAYIP İLAN-6
İNŞAAT ÖNCESİ ÖDÜL MERASİMİ-7
İKİ SEÇENEK-8
KARMAŞIK İLAÇLAR- 9
KAZA SONRASI NORMALLİK-10
DÖNEN FENOMEN-11
VATOZ FELSEFESİ-12
İNCİR Mİ ADASI-13
ANTİKA MI PIRLANTA-14
KAĞIT KALİTESİ-15
ÇORAP SÖKÜĞÜ-16
MEMURA HAP-17
ÇİÇEK KAPISI-18
YÜKSEK VE KORKAK-19
İYİ ÇOCUK AMA KORKUT-20
KÖTÜ İZLER-21
MAHZENDE DENGESİZLİK-22
ŞAHIS AİLESİ-23
ALIŞMAK HEM DE ÇABUK-24
İMAMI KAÇIRMIŞLAR-25
BEKLENEN İHTİMAL-26
HESABI KAPATALIM-27
GELENLER-28
KANLI SİLAH-29
YEŞİL LAZER-30
VEDA ÖDÜLÜ-31
GEÇMİŞE YOLCULUK-32
FİNALDEN SONRA OLMAZSA OLMAZ KONUŞMA
NUMUNE ŞAHIS - 2. KISIM
DENİZANASI KUCAĞI- 2
KAPTANIN OYUNU- 3
GÜVERTEDE AKŞAM YEMEĞİ- 4
KONUM; ZAGAZİG- 5
YILAN VE HAMSTER -6
DÜRBÜNLERE KAST - 7
GÖKYÜZÜNDEKİ KUBBE - 8
TAZE LİMON - 9
UZAYLI AYİNİ - 10
MANYETİK MAKARALAR - 11
ALTIN TOZLU ÇORBA -12
KİMYA SİHİRBAZI - 13
KİLİMLERE ÖZGÜRLÜK -14
KARANLIK ESARET -15
NUMUNE ORMANI - 16
İHANET KELEPÇESİ - 17

ZAMANE KORSANLARI - 1

102 19 3
By Fatma_Zehra446

Tuz, nem ve ıslaklık burnumu, minerallerin sarkıtlara dönüştüğü mağaralara çevirdiğinde kesik kesik öksürdüm. Biraz temiz hava isteyen ciğerlerim, vücudumda en çok sesini duyuran organımdı. Susuzluğa bile katlanılıyordu ama bu koku, sarsıntıyla birleşince insanda sağlam mide bırakmıyordu. Bulunduğum yerin, halısına su dökülmüş buram buram acı rutubet kokan bir odada oturmaktan tek farkı şu anda oturmuyor oluşumdu. Ellerim arkadan bağlı, gözlerimde etrafı görmemi engelleyen bir bez parçasıyla yarı baygın yatıyordum.

Nemli saçlarım, çamur olmasını umduğum ve yüzümde kurumaya başlayan lekeler beni çileden çıkartan başka unsurlardı. Hiçbir uzvumu kullanamıyordum, başımı eğip yüzümü omzuma sürterek ara sıra uğrayan kaşıntıyı geçirmeye çalışıyordum sadece, o kadar. Dizlerimi aynı anda açıp kapatarak kendimi bir nebze de olsa sürüklemiştim ama nereye gidebilirdim ki? Sarsılıyordum, durmadan. Sabaha kadar karanlıkta bilgisayara bakıp, geçmek bilmez bir baş dönmesine yakalanmış gibiydim. Sanki beşikteydim; sağa sola, yukarıya aşağıya ki en berbat olanı da buydu, sallanıyordum.

Yukarıdan gür sesli adamların konuştuğu işitiliyordu fakat ne konuştuklarını anlamam mümkün değildi. Enseme yediğim sağlam darbeden sonrasını hatırlamak maharet işiydi. Üstelik elim ayağım bağlı, bir karanlığa uyanmam planlanmışken varlığımı algılamam bile zaman almıştı! Ne kadardır baygındım, neredeydim, bana bunu yapan kimdi, sonrasında ne olacaktı, nereye gidiyorduk? Bunca cevaplanması gereken soru varken çamaşır makinesinde günlerce beklemiş ıslak kıyafet kokulu bu yerde sürünüyordum.

Bir buhranın, korkunun, duygusal karmaşanın içine girebilirdim. Kalbim de bedenim de buna çok meyilliydi. Ama kafamın içinde belirgin bir ses yankılanıyordu. "Bir sakin ol Numune, sorularının cevabını elbet alacaksın. Önce hatırla, en başından beri neler olduğunu, sana bunu yapanı hatırla!" Bu uyarı, beni kendime getirmekle uğraşıyordu dakikalardır. Yardım istemeye çalışmanın, bağırıp çağırmanın bir anlamı yoktu, şu sersem halimle bunu biliyordum. Çünkü gemideydim, bir geminin konumunu bilmediğim yerinde, kaptan rotayı nereye çevirirse oraya sürükleniyordum.

Peki buraya nasıl geldim? Nigar'ın ve ekibinin yaptığı operasyonu seyrediyordum. Limandaydık, uzakta renkli konteynırların dibindeydim. Onlar bir grup çocuğu kaçıran çetenin gemiye binip gitmesini engelleyecekti ben de söz verdiğim gibi hiç sesimi çıkartmadan kendi işimi yapacaktım. Normalde Nigar operasyonların gizliliği konusunda aynı titizliğini koruyordu ve elinde olsa orada olmama izin vermezdi. Fakat parklarda, okullarda balon satma bahanesiyle çocukları kaçıran adamları yakalamalarında çok büyük payım vardı. Pastadan bana düşen dilimi isteme hakkımı kullandığımda, demiri oksitlenmiş bir konteynıra yaslanmış kameramı kontrol ediyordum.

O sıra olan olmuştu işte. Dikkatimi dağıtan ayak sesleri, polisleri görmekten rahatsız olan başkalarının olduğunun habercisiydi. Sessiz kalmaya çalışsalar da epey söylendiler, yakalanmaktan bahsettiler. Ben göremeyecekleri bir konumdaydım. Arkama uzağımdaki Nigar ve ekibini almış, dikkatimi koşuşturan gruba vermiştim. Konteynırları geçtiler hızlıca, acele etmekten bahsediyorlardı. Neyin acelesiydi bu? Merakıma yenilip peşlerine düştüm.

"Uyan!" Kaba ve sert bir erkek sesi duymamla, beynimin düşünmem üzere verdiği talimatı unutup irkildim. Gelenin ayak sesi bile erişmemişti kulağıma. Ne zaman geldiğini fark edemediğim adamın varlığı, ona hiç söylemeyecek olsam da kalbimde korku dalgalarının oluşmasına yol açıyordu. Görmüyordum, bana ne yapacağını bilmiyordum. Bu sersemlik bedenimi terk etmiyordu. Dizlerime değen sert ayakkabıları hissetmemle, karaya atılmış bir balık gibi çırpındım. Amacım arkamda, biraz uzağımda olduğunu bildiğim duvara sırtımı yaslamaktı.

"Gözümü açarsan" dedim bilinmezliğin verdiği sinirle "zaten uyanmış olduğumu görürsün." Kaçırılmış birine göre fazla cesur muydu bu ses tonu? Yüzümde, sert ve kocaman bir el hissedince "tamam" dedim "burada beni boğacak." Çenemi, yanaklarımı kavrayan parmaklar bir an hareketsiz kaldıysa da gözlerimdeki bağı çözmek için kıpırdandılar. Zaman kavramını kaybetmiştim, ne kadardır gözlerim ve ben burada kapalıydık? Görebilmek için ufak yuvarlak iki camdan süzülen gün ışığına alışmam gerekiyordu önce. Bunun için de nerden geldiğini bilmediğim ve gözlerime batan iğnelerin kendilerini denize atmaları ve gözlerimin önünde uçuşan denizanalarının geldikleri okyanusa dönmeleri lazımdı.

"Açtık işte gözünü. Bilmişlik yapma!" Karşımda kocaman cüsseli, sakallı, esmer bir adam duruyordu. Karayip'lerde miydik? Korsanlar tarafından kaçırılmak için çok yanlış bir yıl seçmedin mi Numune? Yer yer yırtılmış, salaş bir kısa kollu giyiyordu. Eski atletlerin toz bezi yapılıp, defalarca kullanıldıktan sonra yıkandığı renkteydi üstündeki. Pantolonu da yer yer lekeli, dalga dalga tuzların biriktiği bir mesken haline gelmişti. Halatların atıldığı, ıslak kolilerin üst üste yığıldığı, sarı çizmelerin, yığınla denizci kıyafetinin istiflendiği bir yerde tutuluyor olmasam tüm kokunun bu adamdan geldiğini söyleyebilirdim.

Uyanır uyanmaz böyle birini görmek, hele de denizin ortasındayken kabustan farksızdı. Dehşetle bakıyordum ama adamdan gözlerimi de çekmiyordum. Dizlerinin üstüne çökmüş, çatık kaşlarıyla yapması gerekeni düşünüyor gibi duruyordu. Beni kaçırırken, buraya kilitlerken düşünmediği şeyleri şimdi düşünmesi garip değil mi? Ne yapmalı diye sorulacak olursa, ben cevabımı beni en yakın limana bırakmaları yönünde kullanırdım. Ah gerçi, ben en başından beni hiç kaçırmazdım!

"Kimsin, anlat bakalım!" Kim olduğumu bilmiyorken, beni niye alıkoydunuz zamane korsanları?

"Numune ben" dedim aklıma ilk geleni söylemekten son anda vaz geçip. Adamın yüzü değişti bir anda.

"Dalga geçme, çarparım bir tane!" Koca elini kaldırınca yutkunup, ötesine geçebilirmişim gibi metal duvara bastırdım başımı.

"Dalga geçmiyorum" dedim ağzım gözüm yerinde kalsın diye. Bir garip konuşan bu adamın nereli olduğunu kestirmeye çalışmayı sonraya bıraksam da Numune'nin adım olduğunu söylesem, uzuvlarımın güvenliğini sağlamış olurdum zaten. Kurumuş dudaklarımı ıslatmaya çalıştım hızlıca. "Benim adım Numune, Numune Şahıs."

"Çattık ya!" Ciddi olup olmadığımı kestirmeye çalışırken sinirle söylendi. Türk müydü, dilimizi sonradan öğrenmiş bir yabancı mı? Belki de üst azı dişlerinden üç tanesinin eksik oluşu yüzünden kelimeleri yuvarlıyordu. "Polissin değil mi?" Bir soluk verip sakalını sıvazladı. O an bir daha düşünmemek üzere adamın konuşmasına dikkat etmemeye karar verdim. Beni polis zannettikleri için mi kaçırmışlardı yani?

"Nereden çıktı bu? Bu yüzden mi buradayım ben? Bir yanlış anlaşılma var!" Başımı sallıyordum hızlıca bir yandan da, ikna çabalarımın bir faydası olacakmış gibi.

"Liman polis kaynıyordu, tesadüfe bakın ki bu küçük kafalı kız da bizim geminin yanında bizi seyrediyordu. Aptal mı sandın sen bizi!"

"Esas küçük kafalı sensin, ıslak çizme kokulu adam seni!" Geçen zaman içerisinde biraz daha kendime laf kondurmayan, bu konuda alınganlık yapabilecek bir kıvama gelmiştim. Çünkü artık Numune bir oyunun peşinden koşuyor, aşamasını geçmiştik. Numune oyunu kazanmıştı, istediği yerde, sevdiği insanlarlaydı. İnanılmasında bir beis olmayan hayallerin gerçek oluşuna her geçen gün şahitlik ederken kimseden hakaret işitecek değildi.

Yine de biraz ders alsam, tuz yüzünden kaşınan burnumu her belaya sokmasam iyi olurdu. Kızdığım kadar kızmıştı koca korsan. Devasa elini yüzümü sıkmak için bana doğru uzatmıştı ki bir kahkaha duyuldu metal merdivenlerin üstünde açılan ve biraz rüzgarın içeriye girmesine müsaade edilen kapıdan. Aynı anda dönüp gelene baktık. Dışarıda bir gökyüzü ve temiz hava vardı. Bu metal oda kirli pencereleriyle, güzel maviyi lekeliyordu. Birkaç adım ötemdeki kapıdan çıkıp, oksijeni ciğerlerime çekebilmeyi isterdim. Maalesef içeriye süzülen rüzgarla yetinmeliydim.

Yüzünü net göremediğim adam hızlıca merdivenleri inip yanımıza geldi. Benim alıştığım parlaklık seviyesindeydi artık. Eğer bir kişi daha kapıdan görünüp ağır adımlarla bize yaklaşıyor olmasaydı dikkatim dağılmadan baştan aşağıya süzebilirdim bu yabancıyı. Gülmeye devam ediyordu, sebebi her neyse? Sinirlerim ve korsan bu işten memnun değildi.

"Kalk bakalım ıslak çizme kokulu adam seni." Söylediğime güldüğünü anladığımda tiksinmiş gibi yüzümü buruşturdum. Buradaysa, onun da korsandan bir farkı olmazdı değil mi? Yine de görüşüm netlik kazandığında kıyafetlerinin temiz, yüzünün sakallarla kaplanmamış olduğunu gördüm. Uzun boylu ve zayıftı. Bir de küpesi vardı kulağında, yüzük büyüklüğünde bir halkaydı. Çok daha güzel bir tercih yapabilirdi bence.

"Dili pabuç kadar, bizi fazla zorlamaz" Ayağa kalkan koca cüsseli adam, ki isimlerini bilmediğim için ona korsan diye hitap ediyordum, ağzının içinde lafı gevelediyse de ne dediğini anlamayan yoktu.

"Tamam, sen çıkabilirsin." Bu tok ve tekdüze sesin sahibi en son gelendi. Hareketsizlikten ağrıyan boynumu önemsemeden, karşımda durana kadar ağır adımlar atışını seyrettim. Krem rengi bir pantolon giyiyordu, üstünde de açık kahverengi bir tişört vardı. Saçları kulaklarına kadar uzamış, sakalları ise kavruk tenini kapatmaya uğraşmıştı. Güneşe fazla maruz kaldıkları belliydi, esmerlik çok başka bir şeydi çünkü. Bu ortamda bile fark ediliyordu. Küpelinin sırıtıyor oluşunu umursamadan dizlerinin üstüne çöküp, göz hizama geldi.

İnsanların duygularını anlayabilmek için, gözlerine dikkatlice bakmak işe yarardı çoğu zaman. Fakat çatık kaşlarının gölgelediği bu gözlerden geçen ifadeleri çözebilmek zordu. Bırakın ifadeyi, göz rengini bile seçemiyordum. Burnundan bir nefes verdi, kısa bir an iğrenir gibi duvarlara baktı. Biliyordum, burası birkaç dakika durulur gibi değildi. Güvertede bir kahve teklifi beklemediğimden sorduğu soruya da şaşırmadım.

"Kimin adamısın?"

"Kimsenin adamı değilim."

"Kim gönderdi seni?" Aynı soruyu farklı bir biçimde sorunca, cevabımda değişim olacağını mı zannediyordu?

"Anlatamadım galiba, kimsenin adamı değilim. Sizi tanımıyorum, ne yaptığınızdan haberim yok."

"O yüzden mi gizlice bizi seyredip fotoğraflarımızı çekiyordun?" Küpeli konuşunca dik bakışlarımı ona çevirdim. Bu adamlar, yaptıkları her neyse benim birinin adamı olduğuma inanıyorlardı ve ben her gelene aksini söylesem de doğruyu ispatlayamayacaktım. Hayatlarında ne tür aksiyonlar varsa, orada bulunmamın tamamen merak olduğuna inanmalarını imkansız hale getiriyordu.

"Dedim ya" omzumu silktim umursamaz ve cesur görünmeye çalışarak "ne yaptığınızdan haberim yoktu, merak ettim ve seyrettim."

"Bir yalan uyduracak kadar kafanı çalıştırırsın sanmıştım" dedi hayal kırıklığına uğramış gibi. Dalga geçiyordu benimle.

"Sizi eğlendirecek hikayelerim olmadığı için özür mü dilemeliyim?" İçimde diş bileyen bir taraf vardı ve kaçırılmış olmamı umursamıyordu. Korkuyordum, yolun sonunu göremiyordum orası ayrı. Ama madem ciddi bir konu üzerine konuşuyorduk, halimin dalga konusu olmasını istemiyordum.

"Sen de çık Doğu." Hala önümde duran adam tek düze bir tonda adını öğrendiğim küpeliyi kovdu. Bir teşekkürü hak ediyordu bu sebeple.

"Of tamam" diye huysuzca arkasına bakmadan metal merdivenlerden çıkıp gidişini seyrettim. Şimdi en sessiz ve ciddi olanıyla baş başa kalmıştım. Umarım problemimizi bu adamla çözebilirdik. Aksini düşünmek canımı sıkıyordu. Ne kadar süredir bu halde olduğumu bilmiyordum, yalnızca daha fazla böyle kalamazdım.

"Şimdi" Ellerini dizlerine bastırarak aniden ayaklandı. Karşı duvara yürüdü, başparmağını duvara sürtüp kontrol edince temizliğinden emin olmuş olacak ki sırtını yasladı. Madem bu kadar temiz ve titizsiniz beyefendi, ben neden ağa takılmış denizatı gibi burada yatıyorum onca zamandır? "Bir gemideyiz, limanlardan epey uzakta, kimsenin seni duyamayacağı bir konumdayız." Klasik kimse seni duyamaz konuşmasını dinlemeye niyetli değildim. Belki susar diye alayla güldüm. Ben kaçırılmanın, silahların ve bıçakların tadına bakmış biriydim. Tamamen korkmadığım söylenemezdi, korku hayat kurtarırdı neticede. Ama eğer konuşma bu seyirde ilerleyecekse, beni şaşırtmayan tehditleri pek ciddiye alamazdım.

"Niye gülüyorsun?" İstifini bozmadan ve sesini hiç yükseltmeden sordu sorusunu. Omuz silktim, arkamda bağlı ellerim çoktan uyuşmuştu. "Ne diyordum? Evet, sorularımıza cevap vermekten başka şansın yok. Uzun uzadıya tüm kontrolün bizde olduğunu anlatmama gerek duymayacak kadar akıllısın sanırım. Şimdi en başından seni buraya göndereni, bizi ne zamandır takip ettiğini ve ne kadarını seni kullananlara aktardığını, anlat Numune Şahıs!" Dakikalar içinde beni ajan yerine koyduğu bir senaryo yazmasına mı şaşırsam, yoksa adımı biliyor oluşuna mı? Hayretle baktım yüzüne. Kaba ama en uygun tarifle bön bön...

Yaslandığı duvardan ayrılıp yanıma doğru yaklaşmaya başladı. Dudaklarında alaycı bir tebessüm mü vardı ben mi hayal görüyordum? Tanımadığım insanlara pat diye isimlerini söylemek benim huyumdu. Şimdi hissettiklerinden çok daha fazlasını hissediyordum. Bu adamlar beni nereden tanıyorsa, onların peşinde olduğumu zannediyorlardı. Tamam, peşlerine düşmüştüm ama koşturmacaları merakımı harekete geçirdiğindendi bu. Bilinçli bir takip değildi.

"Çantanı karıştırdığımı düşünme. Saatlerdir uyuyan misafirimizin kim olduğunu merak ettik sadece." Ah tabi ya çantam! Kimliğim, basın kartım, telefonum, boynuma astığım kameram hepsini almışlardı. Nigar yokluğumu ne zaman fark etmişti acaba? Fark ettiğinden emindim ama ne zaman? Saatlerdir uyuyorsam... Bayıldığımda da gündüzdü, şimdi de güneş var. Bir gün geçmiş olabilir miydi acaba? Bir günde gemiyle ne kadar uzağa gidebilirdik ki? "Ama öğrendiklerimiz bizi pek de memnun etmedi Numune. Numune." Adımı ikince kez söyleyişinde sesinde bir şüphe sezdim. "Madem sahte kimlik çıkartacaksın, bulamadın mı şöyle düzgün bir isim ha? Numune Şahıs! İnsanın sinirini bozan bir mahlas."

"Hey hey! Yeter ama artık, senaryolarının sonu gelmiyor. Hasta mısın be adam? Kimliğin sahte falan olduğu yok. Üstelik adım hakkında çeneni kapalı tutmanı öneririm!"

"Yoksa?" Ah, saçlarım! Korsana nispeten küçük sinirli bir avucun arasında dökülmeyi hak etmeyen saçlarım. Kaçırılan insanların öfkelenmeye hakları yok mu? Tek taraf bağırır, çağırır ve kaçırılan sadece bekler, öyle mi? Eli kolu bağlı olduğu için korkuya iteklenir. "Ne yaparsın?" Bağırmadan, tek düze sesiyle insanı ürküten bu adama şimdilik yapabileceğim bir şey yoktu. Ama onun istediğini de yapıp sorularına cevap veremezdim. Çünkü paranoyak senaryolarına ortak olmanın bana ölüm ve işkence getireceğini kestirecek kadar kafam çalışıyordu. Saçlarımı bırakıp derin bir soluk verdi.

"Kafanızdan ne geçiyor, ne yaparsınız ne edersiniz bilmiyorum. Ama bak son kez söylüyorum, kimse tarafından buraya gönderilmedim ve sandığınız gibi sahte bir kimlikle dolaşmıyorum!" Gözlerim dolmaya başlamıştı artık. Kendimi kaybedip bağıra çağıra ağlamak ve tutulduğum yerden, deli zihinlerden uzaklaşmak için yalvarmak üzereydim.

"İspatla!"

"Neyi?" dedim titremesini engelleyemediğim sesimle.

"Sahte bir gazeteci olmadığını ispatla!" Sahi mi? Saatlerdir baygın halde beni denizde sürükleyene kadar kimliğimin sahte olup olmadığını araştırsaydınız ya!

"Ne... ne yapabilirim? Gir internete bak işte. Telefonumda internet sitesi var, sosyal medya hesaplarım..."

"Niye bu kadar tedirginsin?" Az önce saçlarıma yapışan o değilmiş gibi konuşması yok muydu?

"Kaçırılıyorum" diye çıkıştım "kahkaha mı atmalıyım?"

"Diyelim ki kimliğin gerçek. Limanda ne işin vardı?" Ya sabır!

"Hemen arka tarafınızdaki konteynırların ötesinde, bir grup çocuğu kaçırıyorlardı. Operasyon vardı ve ben de, gazeteciyim ya, bu yüzden oradaydım." Mesleğimi üstüne basa basa söyledim, dikkatini çekmek için. Sakalını sıvazladı.

"Bu hala bizim peşimize düşmeni açıklamıyor." Aslında açıklıyorum her şeyi ama inanamamak için elinizden geleni yapıyorsunuz.

"Koşturan birkaç adam vardı, polislerin varlığından rahatsızdılar. Neyden kaçtıklarını merak edip peşlerine düştüm. Geminin önünde telaşlı bir kalabalık vardı." Daha net hatırlamak ister gibi gözlerimi kıstım. Sanki gemiye büyükçe bir kutu yerleştirmeye çalışıyorlardı. Belki de kutu değildi, silikti görüntüler.

"Sonra?" diye sordu sabırsızca. Bu ondan aldığım farklı ve dinlenildiğime dair bir tepki olduğundan kendimi biraz rahatlamış hissettim. Sanırım bana inanıyordu.

"Sonra, işte ne olduğunu anlayamadan ensemde bir acı hissettim. Uyandığımda buradaydım."

"Bu kadar mı?" Çığlık atma isteğimi bastırarak kendimi sakinleştirip tüm doğruluğumla başımı salladım. "Söylediklerinin gerçekliğini kontrol edeceğim. Yine de benim gibi bir adamı, rastlantı denilen şeye inandırmaya çalışarak kendini yormamanı tavsiye ederim." Ellerini cebine koyup yürümeye başladı. Zemin sarsılıyordu ama o dimdik duruyordu. Kuvvetli de gözüküyordu. Nasıl bir adam olduğunu bilmiyordum ama artık tanıştığımıza göre peşini bırakmayacağımdan emindim. Eğer serbest kalma imkanım varsa tabi. "Ha bu arada" aklına geleni söylemek için merdivenin birinci basamağına çıkmışken durdu. "İster dürüst ol ister yalancı, görmemen gereken çok fazla şey gördün. Gerçekten gazeteciysen, robot resimlerimizi boy boy haberlerde görürüm. Ama bir yalancı ve casussan... O zaman yaşamayı hak etmiyorsun zaten." Uzağımdaydı ama öyle bir kin vardı ki sesinde, insanın tüyleri ürperiyordu. Hak ettiklerimize diğer insanların karışabildiğini bilmiyordum.

"Öldürecek misin beni?" Cevabını bildiğim bir soruyu sormamın sebebi, kalbimin gümbürtüsünü bastırmaktı.

"Evet, eğer bir yalancıysan."

"Doğruyu söylüyorum ama" diye atıldım.

"O zaman hiçbir şeyi bilmemen gerekir. Gördüklerin yaşanmamış birer rüyadan ibaret kalır." Ne demekti bu? Uyandığımda bana düşünme telkini veren beynimi, safsatalarıyla öyle yormuşlardı ki sağlıklı düşünemiyordum artık. Ve sonra beni uzun fikir karmaşalarına sevk edecek o cümleyi söyleyip gitti. "En yakın kara parçasında, sevdiklerin seni bulana kadar kendini ararsın."

***

Biz geldik...

Continue Reading

You'll Also Like

929K 55.3K 71
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
991K 54.2K 41
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
53.1K 886 38
En yakın arkadaşımın abisi mi? Beni gerçekten seviyor muydu? Peki ben ona karşı birşeyler hissediyor muydum? Uyarı: küfürlü ve +18 sahneler vardır.
73.4K 3.3K 36
Klâsik gerçek aile kurgusuna benzer ama daha olası bir kurgudur; Kızımız eski ailesinden gördüğü baskılar sonucu 18 yaşında ayrı bir eve taşınır ora...