GERİ DÖNEN

By matmazelin_perisi

430 263 222

"O, Aşkı İçin Ölmeye Değil, Ölmemeye Söz Verdi " Rose , New York'dan, çoğu kişinin hayalini süsleyen "Işıklar... More

┊❝ SOKAKLARIN SIRRI ❞┊
┊❝ ÖLÜMDEN DÖNMEK ❞┊
┊❝ RAYLARIN ÇIĞLIĞI ❞┊
┊ ❝ KANUN KAÇAĞI ❞┊
┊❝ GERÇEĞİN TOZLARI ❞┊
┊❝ OYUN BİTTİ ❞┊
┊❝ DAVETSİZ MİSAFİR ❞┊

┊❝ GİRİŞ ❞┊

136 58 46
By matmazelin_perisi

Bütün muhteşem hikayeler hikâyeler iki şekilde başlar ; ya biri bir yolculuğa çıkar yada şehre bir yabancı gelir. ❞

~Tolstoy~
━─━────༺༻────━─━

Yabancı bir şehirde yaşama hayali, tanıdığım çoğu on sekiz  yaşındaki gencin rüyalarını süslüyordu. Oysa annemle babamın ölümünden sonra New York'dan Paris’e taşınmak, bir rüyanın gerçekleşmesinden başka her şeye benziyordu; daha çok bir kâbus gibiydi.

Nerede olduğumun hiç önemi yoktu, gerçekten fark etmezdi; çevreme karşı tamamen kör olmuştum. Eski hayatımdan kalma en ufacık hatıra kırıntılarına bile çaresizce tutunarak geçmişte yaşıyordum. Nasıl olsa hep sürecek sandığım. kıymetini bilemediğim bir hayattı o.

Annemle babam, ben ehliyetimi aldıktan sadece on gün sonra bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. Bir hafta sonra Noel günü, ablam Jennifer babamın Fransa'daki anne babasının yanına taşınmak üzere ikimizin Amerika’dan ayrılmamıza karar verdi. Yaşadığım büyük şokun etkisiyle hâlâ öyle sersem gibiydim ki mücadele edip karşılık vermeye mecalim yoktu. Aslında direnmek istemememin asıl nedeni benimde New York'dan ayrılmak istemem. Anılar öyle üzerime geliyordu ki bazen nefes alamadığımı hissediyorum. Evin her köşesi bana acıdan başka bir şey vermeyen anılarla dolu. Her köşede annem ve babam var, her duvarda onlardan bir fotoğraf.

Ocak ayında taşındık. Kimse bizden hemen okula dönmemizi beklemiyordu. Bizde günlerimizi kendi bildiğimiz yolla, çaresizce bu durumun üstesinden gelmeye çalışarak geçirdik. Ablam, yaz tatili ziyaretleri sırasında edindiği arkadaşlarıyla tekrar buluşmuştu ve çılgınlar gibi her gece onlarla dışarı çıkarak üzüntüsünü bastırmayı çalışıyordu. Bense sokağa çıkmaya korkar olmuştum. Tam bir enkaz hâline gelmiştim.

Bazı günler evden dışarı adımımı attığım oluyordu, ama en fazla caddeye kadar yürüyebiliyordum. Sonra hemen kendimi, dönüp evimize sığınmak için son sürat koşarken buluyordum. Dışarısı öyle kasvetliydi ki bir an önce içeri kaçmak istiyordum, sanki gökyüzü üstüme üstüme kapanıyormuş gibi geliyordu. Diğer zamanlarda ise kahvaltı masasına kadar yürümeye bile zar zor yetecek bir enerjiyle uyanıp sonra da günün geri kalınını acı ve hüzünle karışık bir baygınlık hâliyle yatakta geçiriyordum.

öyle ki sonunda babaannem ve dedem, yazlık evlerine gidip orada birkaç ay geçirmenin bizim için iyi olacağında karar kılmışlardı. "Hava değişikliği iyi gelir” diyordu babaannem, ben de buna karşılık hiçbir hava değişikliği New York ile Paris arasındaki kadar dramatik olamaz diye söylenmeden edememiştim.

Ama her zamanki gibi babaannem haklıydı. İlkbaharı dışarda, açık havada geçirmek bize çok iyi gelmişti; artık o eski cıvıl cıvıl hâlimizden eser kalmamış olsa bile haziran sonu itibarıyla Paris’e ve “gerçek hayata" dönebilecek kadar ayakta durur hâle gelmiştik. Tabii o saatten sonra bir daha hayata “gerçek” denebilirse... En azından, her şeye yeni baştan başlayacağım yer, sevdiğim bir yerdi.

Haziranda Paris’ten başka bulunmak isteyeceğim bir yer olamaz. Bebekliğimden beri her yazı burada geçirmiş olmama rağmen, hâlâ ne zaman yaz mevsiminde Paris sokaklarında yürüsem şehrin o canlı ve hareketli görüntüsü beni her seferinde etkisi altına almıştır. Bu şehirde ışık diğer her yerdekinden farklıdır. Tıpkı peri masallarından öylece çekilip alınmış sihirli bir değneğin ucundan dökülen pınltılar gibi size pekâlâ her an her şeyin olabileceği ve buna hiç de şaşırmayacağınız hissini verir.

Oysa bu kez farklıydı. Paris her zaman olduğu gibiydi, ama ben değişmiştim. Şehrin ışıl ışıl parlayan havası bile, tenime sanki zamkla yapıştırılmış gibi nüfuz ettiğini hissettiğim o karanlık örtüyü delip geçemiyordu. Paris'in bir diğer adı da “Işıklar Şehri'dir". Benim içinse Paris, âdeta bir “karanlıklar şehri" olup çıkmıştı.

Kendimi çabucak kasvetli bir rutine kıptırarak yaz mevsiminin büyük kısmını yalnız başıma geçirmiştim. Dedemle babaannemin antikalarla dolu karanlık evinde kahvaltı ettikten sonra bütün bir sabahı, yirmi dört saat kesintisiz klasik filmler gösteren küçük, loş Paris sinemalarından veya en çok sevdiğim müzelerden birinde geçirmek âdetim haline gelmişti. Sonrasında eve dön,günün geri kalanı boyunca kitap oku,akşam yemeği ye, yatakta uzanarak tavanı seyret, nadiren uykuya dal. o da kâbuslarla dolup taşsın. Sabah kalk, aynı şeyleri tekrar yaşa.

İnzivamı bozan tek davetsiz misafirlerim, New York’taki arkadaşlarımdan gelen e-postalardı. “Fransa’da hayat nasıl?" diye başlıyordu hepsi.

Ne söyleyebilirdim ki? İç karartıcı? Anlamsız? Annemle babamı geri istiyorum? Onun yerine yalan söylüyordum. Onlara Paris’te yaşamaktan dolayı çok mutlu olduğumu anlatıyordum. Jennifer'ın  ve benim Fransızcamızın akıcı olmasının büyük şans olduğunu, çünkü bir sürü yeni insanla tanıştığımızı... Yeni okuluma başlamak için sabırsızlandığımı...

Söylediğim yalanların amacı onları etkilemek değildi. Benim için üzüldüklerini biliyordum, sadece onları iyi olduğuma ikna etmek istiyordum. Ama ne zaman “gönder" tuşuna bassam ve sonra dönüp kendi yazdığım e-postayı okusam, gerçek hayatımla onlar
için yarattığım kurmaca hayat arasındaki uçurumun ne kadar büyük olduğunu fark ediyordum. ki bu beni daha da dibe çekiyordu.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de başıma  Robert belası çıktı. Robert, okulda benden hoşlanan çocuklardan biri. Tek fark diğer çocukların Robert kadar inatçı ve yapışan olmamaları. Robert tam bir baş belasıydı. Okulda çıkmadığı kız kalmamasına rağmen benim peşimde neden bu kadar dolandığını hala anlamıyorum. Kabul ediyorum ortalamanın üzerinde yakışıklı bir çocuk okuldaki basket takımında olduğu için kızların yarısı peşinde koşardı. Ama bu her yakışıklı çocukla çıkacağım anlamına gelmez. New York'dan taşınmama rağmen her gün neredeyse aralıksız e-posta atıyor. Cevap vermememe rağmen ısrarla yazmaya devam ediyor.

En sonunda. aslında hiç kimseyle konuşmak istemediğimi anladım. Bir gece arkadaşım Claudia’ya yaracak biraz olsun olumlu bir şeyler bulabilmek için on beş dakika boyunca ellerim klavyenin üzerinde hazır şekilde çaresizce oturup kalakalmıştım. Sonra mesajı kapattım, derin bir nefes aldım ve e-posta adresimi tamamen iptal ettim. Gmail emin olup olmadığımı sordu. Kırmızı butona basarken. “Kesinlikle evet” dedim kendi kendime. Omuzlarımdan koca bir yük kalkmıştı. O günden sonra dizüstü bilgisayarımı çekmecenin birine kaldırdım ve okul başlayana kadar da bir daha açmadım.

Babaannem ile Jennifer dışarı çıkıp biraz insanlarla kaynaşmam için beni teşvik etmeye uğraşıyorlardı. Ablam, beni, kendisi ve arkadaş grubu ile birlikte nehrin yanı başına kurulmuş suni plajda güneşlenmeye, barlarda canlı müzik dinlemeye ya da hafta sonları sabahlara kadar dans ettikleri kulüplere davet ediyordu. Bir müddet sonra, beni çağırmaktan vazgeçtiler.

“Olanlardan sonra hâlâ nasıl dans edebiliyorsun?” diye sordum bir gece ablama; odasında yerde oturmuş, duvardan alıp kitaplığa dayadığı süslü, yaldızlı aynasının karşısında makyajını yapıyordu.

Jennifer ve benim neredeyse hiç ortak özeliğimiz yok. Hatta insanlar bizim kardeş olduğumuzu duyduklarında baya şaşırırlar. Onun kısa kahverengi hafif kızıla çalan  saçları, esmer tenine serpilmiş ufak ve seyrek çilleri ve koyu kahve çekik gözleriyle tamamen babama benziyor. Bense bunların tam tersiyim. Sarı, uzun ve her zaman düz duran saçlarım mavi-yeşil tam olarak hangi renk olduğunu anlayamadığı gözlerim ve sanki yıllardır güneşe çıkmıyormuşum gibi duran beyaz ve soluk bir tenim var . sanırım bende annemin kopyasıyım. O da benim gibi uzun boyluydu. Jennifer neredeyse her zaman beni ne kadar kıskandığını dile getirir. Bendeki kıvrımların onda olması için her şeyini verirmiş. Aslında etrafımdaki herkes çok güzel olduğuma dair sürekli beni över ama güzellik pek de benim önemsediğim bir şey değil. Bu tamamen Jennifer'ın ilgi alanı. Sırf bu yüzden gittiğimiz her yerde beni bir arkadaşıyla tanıştırır ve çöpçatanlık yapmaya çalışırdı. Bende kibar bir şekilde onu uyarırım. Tabi ne kadar kibar olabilirsem.

Bazen onu fazlasıyla kırıyorum ama başkalarının benim hayatıma karışmasından nefret ediyordum. Hele konu Jennifer'ın arkadaşlarıysa. Jennifer'ın arkadaşlarından hiç hoşlandığım söylenemez. Hepsi zengin züpesi dediğimiz insanlardan ve çok yapmacıklar. Tek dertleri para saçmak ve etraftaki insanlara ne kadar zengin olduklarını göstermek. Ama Jennifer bu durumdan hiç rahatsız değil aksine bu durum onun çok hoşuna gidiyor.

Bana doğru döndü. Rimelinden bir kat daha sürerken. “Unutmama yardımcı oluyor,” dedi. “Hayatta olduğumu hissetmeme yardımı oluyor. Ben de en az senin kadar üzgünüm tatlı Rose'cik. Ama bununla baş etmek için bildiğim tek yol bu."

Dürüst davrandığını biliyordum. Evde olduğu geceler yatak odasından, âdeta yüreği ezilip parçalanıyormuşçasına hıçkırıklara boğulduğunu duyuyordum.

“Gamlanıp dertlenmenin sana hiçbir faydası yok” diye devam etti yumuşak yumuşak. “İnsanlarla daha fazla vakit geçirmelisin. Kafanı dağıtman gerek. Şu hâline bak," dedi; rimelini yere bırakıp beni kendine doğru çekti. Beni  kendi yanına yanaştırıp aynaya doğru çevirdi.
Üzerimde bej rengi bir gecelik vardı. Boyum uzun olduğu için gecelik epey kısa duruyordu. Ablam keskin gözlerini beni süzerek üzerimde dolaştırdı. Gözlerinde bariz bir beyeni vardı. İnsanlar genelde dışarıdan baktıkları ve gördükleri şeylere inanırlar. Beni dışarıda biri görse vay canına ne kadar güzel der ablamın şu anki bakışlarını taklit ederdi. Ama kimse bu görüntünün altındaki acılardan haberdar değil.

" Fıstık gibisin Rose. Cidden bunun farkında değilmisin? Seni görüpte arkandan köpek yavrusu gibi gezmiyecek tek bir erkek olamaz. Şahsen ben erkek olsam bende arkandan köpek yavrusu gibi dolaşırdım. Orası ayrı konu."

" Şu köpek yavrusu muhabbetini bir kenara bırakabilirmisin Jennifer. "

" Ne var ? Köpek yavrusu çok doğru bir benzetmeyidi. "

Ona attığım bakışların farkına varınca derin bir iç çekti.

“ Pekala , demek istediğimin ne olduğunu biliyorsun Rose... Sen göz kamaştırıcısın . Gerçekten göz kamaştırıyorsun ve ben kız kardeşimin hak ettiği ilgiyi görmesini istiyorum." diye son noktayı koydu Jennifer.

Ekşimiş bir suratla, ‘Tabii tabii, sen onu kapının önünde kuyruk olmuş bekleyen oğlanlara söyle." dedim. Kendimi elinden kurtarıp aynadan uzaklaştım.

“Şu kadarını söyleyeyim, bütün zamanını yalnız başına geçirerek erkek arkadaş bulamayacağın kesin. Ayrıca müzelerde ve sinemalarda takılmayı da bırakmazsan, kitaplarındaki o hep  sonunda tüberkülozdan, tümörden ya da öyle bir şeylerden ölen on dokuzuncu yüzyıl kadınlarından biri gibi görünmeye başlayacaksın. Ve bu güzelliği heba ediceksin. " Bana doğru döndü. “Dinle, eğer tek bir dileğimi yerine getirirsen, illa benimle dışarı çık diye bir daha başının etini yemeyeceğim."

“İyilik periniz emrinizde," dedim sırıtmaya çalışarak.

“O kahrolasıca kitaplarını al ve dışarı çık, bir kafede otur; gün ışığında ya da ay ışığında, hangisi olduğu umurumda değil. Sadece sokağa çık ve o ziyan olmuş zavallı on dokuzuncu yüzyıl ciğerlerine şehrin kirli havasını iyice çek. Etrafını insanlarla çevir, Allah aşkına!"

“Ama benim etrafımda insanlar var,” diye söze girdim.

“Leanardo da Vinci ve Franz Kafka  sayılmaz," diyerek lafımı böldü.

Sesimi kestim.

Jennifer ayağa kalktı ve minik, şık çantasının askısını koluna geçirdi. “ölen sen değilsin," dedi. “Annem ve babam öldü. Onlar senin yaşamanı isterdi."

Beni orada öylece bırakıp giderken arkasında nasıl bir enkaz bıraktığından hiç haberi olmadı. Kendimi odama attığım gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Göz kapaklarım ağrımaya başlayınca kendimi yatağın üstüne atıp uyumaya çalıştım. Hatırladığım son şey üzerimi ince bir pikeyle örten bir çift el oldu.

━─━────༺༻────━─━

Ben sokak kapısını açarken babaannem de  mutfaktan kafasını uzatıp “Nereye gidiyorsun?" diye seslendi.

“Jennifer, akciğerlerimin biraz Paris’in kirli havasına ihtiyacı olduğunu söyledi," diye cevap verdim ve çantamı omzuma ıstım.

“Haklı,” diyerek gelip önümde dikildi. Alnı çenemin hizasına ancak geliyordu, ama mükemmel duruşu ve yedi santimlik kalın topukluları onu olduğundan çok daha uzun boylu gösteriyordu. Babaannem, aslında yetmişine merdiven dayamış olmasına rağmen taze ve dinç görüntüsü sayesinde en az on yaş genç duruyordu.

Güzel sanatlarda öğrenciyken çok başarılı bir antikacı olan dedemle tanışmış ve dedem de onun etrafında, sanki o da paha biçilemez kadim heykellerinden biriymişçesine deli divane olmuştu. Şimdi ise babaannem günlerini apartmanlarının en üst katındaki cam çatılı stüdyosunda eski tabloların bozulmuş yerlerini onararak geçiriyordu.

"Ma siréne (deniz kızım)" dedi bütün o derli toplu, çıtı pıtı ihtişamıyla önümde dikilerek. Babaannem bana genelde deniz kızım der . Küçüklüğümden beri bana deniz kızım diye sesleniyor. Ona göre bir insandan çok bir deniz kızına benziyormuşum. Kusursuz Fransızcasıyla öyle güzel söylüyor ki bana böyle seslenmesi çok hoşuma gidiyor. “Haydi yürü! Bu şehir azıcık Rose  görsün de canlansın, aydınlansın.”

Babaannemin gül kokan yumuşacık yanağına bir öpücük kondurduktan sonra holdeki sehpadan anahtarlarımı kaptığım gibi ağır tahta kapılardan geçerek mermer döner merdivenlerden aşağı doğru caddenin yolunu tuttum. Hafif esen rüzgar uzun Sarı saçlarımı ben yürüdükçe omuzundan geriye doğru savuruyor, giydiğim mini eteğin altında hafif ürperen bacaklarım bana mini etek için yanlış bir zaman olabilir sinyallerini veriyordu.

Paris yirmi bölgeye ayrılmıştır ve her bölgeye bir numara verilmiştir. Bizim bölgemiz, yedinci bölge, köklü ve varlıklı bir muhit . Eğer Paris'in en revaçta olan kısmında yaşamak istiyorsanız, taşınacağınız yer kesinlikle yedinci bölge değildir. Ama babaannemler, kafelerle, dükkânlarla dolu Saint-Germain Bulvarı’na yürüme mesafesinde ve Seine Nehri'nin kıyısına da sadece on beş dakikalık bir gezinti uzaklığında oturdukları için benim hiçbir şikâyetim yoktu.

Kapıdan dışarı, parlak gün ışığına çıktım, babaannemlerin binasının önündeki parkı kenarından dolaşarak geçtim. Park asırlık ağaçlarla doluydu ve her yanına yeşil, tahtadan banklar serpiştirilmişti; etrafından yürümek sadece birkaç saniye aldığı için sanki Paris Fransa’nın başkenti değilmiş de küçük bir kasabaymış izlenimi yaratıyordu insanda.

Yol boyunca yürürken, haddinden fazla pahalı üç beş giysi, iç dekorasyon ve antika mağazasının önünden geçtim. Dedemin kafesinin oradan geçerken duraksamadım bile: bebekliğimizden beri bizi hep götürdüğü kafeydi bu; orada dedem, etrafta hareket eden hemen hemen ne varsa hepsi ile sohbet ederken biz de oturup nane aromalı mineralli sularımızı içerdik. Dedemin arkadaş gruplarından biriyle veya kendisiyle yan yana olmak şöyle dursun, terasın öbür ucundan bile olsa karşılıklı oturmak, istediğim en son şey. Kendime yeni bir kafe bulmak zorundayım.

Civarda bulunan iki farklı yer daha vardı kafamda tarttığım. Birincisi iç tarafı karanlık, dışında da binayı çevreleyen kaldırıma sıra sıra dizilmiş masaları olan tam köşede bir mekândı. Burası diğer seçeneğime göre muhtemelen daha sessiz, sakin bir yerdi. Ama içeri adımımı attığımda, tek gördüğüm bardaki taburelere dizilmiş bir grup yaşlı adam oldu; önlerinde kırmızı şarap kadehleri, sessiz sessiz öylece oturuyorlardı. İçeri giren kim diye bakmak için kafalarını yavaşça yana döndürüp beni görünce, âdeta üzerime dev bir tavuk kostümü giymişim de ortalıkta öyle dolaşıyormuşum gibi şaşkına döndüler. Kapıya da “Sadece İhtiyar Erkekler Girebilir " yazan bir tabela koysalardı keşke , diye düşündüm ve  aceleyle oradan çıkarak ikinci alternatifime doğru yola koyuldum: Cadde üzerinde birkaç blok ötede kıpır kıpır, hareketli bir kafeydi bu.

Ön cephesi camdan olduğu için gün ışığıyla dolan iç kısım insana ferahlık veriyordu. Dış taraftaki güneşli terası, en azından yirmi beş masa alıyordu ki hepsi de genelde dolu oluyordu. Uzak bir köşede bulduğum boş masaya doğru yönelirken burasının benim mekânım olduğunu içten içe biliyordum. Daha şimdiden buraya ait olduğumu hissediyordum. Kitap çantamı masanın altına sokuşturduktan sonra sırtımı binaya doğru vererek bütün terasın yanı sıra caddeyi ve ötedeki kaldırımı da görüş alanım içine alacak şekilde oturdum. Yerime yerleşince garsonu çağırıp bir limonata istedim ve çantamdan Masumiyet Çağının ciltsiz kopyasını çekip çıkardım; bu kitabı, eylülde başlayacağım okulun verdiği yaz dönemi okuma listesinden seçmiştim. Her yandan burnuma gelen güçlü kahve kokusu ile çepeçevre sarılmış bir hâlde kitabımın uzak evrenine doğru sürüklenmeye başladım.

“Bir limonata daha ister misiniz?” Zihnimde canlanmış on dokuzuncu yüzyıl New York sokaklarından çıkagelen bu Fransız sesi, beni gayet kaba bir şekilde yerimden sıçratarak pat diye Paris’teki kafeye geri getiriverdi. Masama bakan garson yanımda dikilmiş, elindeki yuvarlak tepsiyi  omzunun üstünde tutuyor ve bana çapkın bakışlar atmakla meşkuldü. Kumral sarı saçlarını diğer eliyle karıştırıp dağınık bir hava verdi ve ela gözlerini üzerimde dolaştırmaya başladı. Erkeklerin bu flört çabasını gerçekten anlamıyorum. Her girdiğim ortamda mutlaka bunlardan bir tanesiyle karşılaşıyor ve bu beceriksiz flört tavırlarına maruz kalıyorum.

“Ah, elbette. Hımm... Aslında ben, bir fincan çay alayım,” dedim, öyle davetsizce yanıma sokulmasının sebebini anlamıştım, neredeyse bir saattir kitap okuyordum. Fransız kalelerinde geçerli, hiç dile getirilmemiş de olsa bir kural vardır; insanlar her saat başı bir içecek ısmarladıkları sürece masalarında isterlerse bütün gün oturabilirler. Bir nevi masayı kiralamak gibi. Hafif bir tebessüm edip çapkın bakışlarını da alıp arka tarafa doğru gitti.

Gönülsüzce şöyle bir etrafa göz attıktan sonra kaldığım sayfaya geri dönmemle terasın öbür tarafından birinin güzlerini dikmiş bana baktığını fark edip tekrar kafamı kaldırmam bir oldu. Ve gözlerimiz birbiriyle buluştuğu an benim için dünya durdu.

Garip bir şekilde, bu çocuğu tanıyormuşum gibi hissettim. Daha öncede yabancılara karşı böyle hissettiğim olmuştu; sanki o kişiyle birlikte saatler, haftalar, hatta yıllar geçirebilirmişim gibi. Fakat tecrübelerimde bu olağanüstülük hep tek taraflıydı.

Bu seferki ise bambaşkaydı. Onun da aynı şeyleri hissettiğine yemin edebilirdim.

Bana uzun uzun, hiç gözünü ayırmadan bakışından bir süredir beni seyretmekte olduğunu anlayabiliyordum. Geniş alnından yukarı ve geriye doğru dalgalanan uzunca siyah saçlarıyla nefes kesiciydi. Zeytuni rengi yanık tenine bakılırsa ya dışarıda epeyce vakit geçirmişti ya da Paris’ten daha güneyde ve güneşin daha yakıcı olduğu bir yerlerden geliyordu. Dosdoğru gözlerimin içine bakan o deniz kadar mavi gözler, gür, siyah kirpiklerle çerçevelenmişti. Kalbim göğüs kafesimin içinde yalpaladı, birisi sanki akciğerlerimden bütün havayı çekip almış gibi hissettim. Kendime rağmen, gözlerimi gözlerinden alamadım. Bakışları her bir ayrıntıyı ezberlemek istiyormuşçasına üzerimde usul usul hiç acele etmeden dolaştı. Önüme konulan çayla birlikte bakışları garsona ve sırıtan suratına kaydı. Ve saniyesinde kaşlarını çatıp koyu mavi gözlerini kısarak yakışıklı suratına korkutucu bir hava verdi.

Birkaç saniye geçti, sonra arkadaşlarına doğru döndü; yarındaki iki arkadaşı da o sırada  kahkahalarla gülüyorlardı. Üçü de gençti, güzeldi ve öyle bir karizmayla ışıldıyorlardı ki, hani o an o mekânda bulunan her bir kadının tek tek onların büyüsü altına girmiş olduğu su götürmez bir gerçekti. Şayet bunu fark etliyseler de hiç bozuntuya vermediler.

İlk gördüğüm çocuğun yanında oturanın da çarpıcı bir yakışıklılığı vardı; teni koyu, çikolata rengiydi ve saç tıraşı kısacıktı, yerinden kopup gelmiş iri bir kaya parçası gibi yapılıydı. Ona bakmaktan kendimi alamadığımı hissetmiş gibi bana doğru döndü ve yüzünde manalı bir gülümseme yanıp söndü. Silkinerek röntgenci trans hâlinden çıktım ve anında gözlerimi aşağı indirip birkaç saniyeliğine kitabıma diktim, tekrar gözetlemeye yeltendiğimde ise artık bakışlarını çevirmişti.

Onun yanında da yüzü tam bana dönük olmayan, kıvırcık kahverengi saçlı,  hafif yanık tenli, sırım gibi bir çocuk oturuyordu ve canlandırmalar eşliğinde, diğer ikisini kahkaha tufanına boğan bir hikâye anlatıyordu.

İlk başta dikkatimi çeken çocuğu incelemeye koyuldum. Muhtemelen benden birkaç yaş büyüktü, yine de yirmiden fazla olmadığını tahmin ediyordum. Hani şu bilindik hoş, kibar Fransız erkeği tavırlarıyla sandalyesinde arkaya doğru kaykıldı. Ama suratının hâlinde, duruşunda belli belirsiz soğuk, sert öyle bir şey vardı ki bana bu rahat pozun aslında sadece yanıltıcı bir görüntüden ibaret olduğunu söylüyordu, öyle zalim ya da insaniyetsiz gözüküyor falan değildi. Daha çok, tehlikeli görünüyordu. Sert , soğuk ve taviz vermez.

Her ne kadar merakımı uyandırmış olsa da siyah saçlı cocuğun yüzünü bilinçli olarak aklımdan silip attım; çünkü benim kanaatime göre, büyük ihtimalle mükemmel görüntü artı tehlike eşittir kötü haber demekti. Kitabımı aldım ve dikkatimi tekrar kitabımın çok daha emniyetli olan cazibesine çevirdim. Ama siyah saçlı çocuğun bakışlarını hala üzerimde hissedebiliyordum. Ve bu artık gerçekten sinir bozucu bir hale gelmişti.

Yarım saat sonra, çocuğun masası ayaklanınca dikkatim tekrar o yöne kaydı. Üç erkek terastan yürüyerek geçerken siyah saçlı çocuğun bakışlarını tekrar üzerimde hissettim. Sanki yarım saattir bakan o değilmiş gibi bana soğuk ve anlaşılmaz bakışlar atmaya devam etti. Diğer çocuklarda bunu hissetmiş gibi dönüp benim masama baktılar ve kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. Bir kendi arkadaşlarına bir bana bakıp yüzlerindeki o şapşal ifadeyle  arkalarını dönüp uzaklaşlmaya başladılar. Neden bu kadar şaşırdıklarını anlamadım. Siyah saçlı çocuğun bana bakmasına neden bu kadar şaşırdılar ki ?
Gerçi öyle soğuk bir tipin birine bu kadar uzun süre dik dik bakması şaşırtıcı bir durum.

Teorimi kanıtlarmışçasına ansızın siyah saçlı çocuk döndü ve o da bana baktı; onu izlediğimi onaylarcasına kendini beğenmiş bir havayla soğuk bir bakış fırlattı. Yanaklarıma kanın hücum edişini hissettim, kızardığımı görme tatminini ona yaşatmamak için de yüzümü kitabımın arkasına sakladım.

Sayfadaki sözcükleri okumaya çabaladıysam da birkaç dakika sonra baktım olmayacak, pes ettim. Konsantrasyonum dağılmıştı bir kere; içeceklerimin parasını ödedim, masaya bahşiş bıraktım, kalktım eve doğru yola koyuldum.

Continue Reading

You'll Also Like

670K 38.3K 63
4: Balım Hanım biz mi sizi aldırtalım, siz mi kendi ayaklarınızla paşa paşa gidersiniz? Keşke anlasaydım ne olduğunu. 6: Bacım neyi anlamadın acaba...
18.8K 151 9
+18 küçük bir kız kaçıralarak 2 erkekle zorla ageplay oynamışlardır NOT; Gerisi ageplay değildir maalesef arkadaşlar görüşür...
27.3K 1.3K 22
Almanya'da yaşayan genç bir kız, 15 yaşındayken, abisinin aşiretin kızını kaçırması nedeniyle, berdel töresi gereği 33 yaşındaki bir adamla evlenmek...
245K 13.8K 43
aile kurgusudur klasik bir şey yazıyorum umarım beğenirsiniz