┊❝ GERÇEĞİN TOZLARI ❞┊

25 20 33
                                    

O gün yaşananları sonraki bir kaç hafta boyunca kafamda bozuk plak gibi tekrar tekrar canlandırmayı bir türlü bırakamadım. Büyük ihtimalle dışarıdan bakılınca her zamanki gibi görünüyordum. Sabahları kalkıyor, başka bir kafede okumalarımı yapıyordum, ara sıra sinemaya gidiyor, akşamları da Jennifer ile babaannemin yemek masasındaki sohbetlerine katılmaya çalışıyordum. Gene de benim bir sıkıntım olduğunun farkında gibiydiler. Ama bu karamsar ruh hâlimi atfedecekleri yeni bir şey yoktu ellerinde.

Vincent ne zaman zihnime hücum etse, onu hemen geri püskürtüp aklımdan çıkarmaya çalışıyordum. Nasıl bu kadar yanılmış olabilirdim? Nehir kenarındaki o geceyi tekrar düşününce, onun bir çeşit suç ağının parçası olması ihtimali şimdi daha anlamlı geliyordu. O gece orada bir tür yeraltı çete savaşı dönüyor olmalıydı. Kötü bir adam olsa bile, en azından o kızın hayatını kurtardı; vicdanım dırdır ediyordu.

Ama geçmişinde her ne olursa olsun, Jules'a tren çarptıktan sonraki o duygusuz, kayıtsız tavrını mazur göremiyordum. Bir insan nasıl sırf kânundan paçayı sıyırıp kendisini emniyete alacak diye arkadaşının ölüm anında arkasına bakmadan olay yerini terk edip gidebilirdi ki? Olan biten her şey, iliklerime kadar içime işlemişti, özelikle de çoktan onun için bir şeyler hissetmeye başladığımı bilmek...

Picasso Müzesinde flört edercesine tavırlarla beni muzipçe kızdırışı, Jules'un evinin avlusunda elimi kavrayıp avcunun içine alırken ki keskin yüz ifadesi. Takside elini alıp benimkinin üstüne koyduğu zaman hissettiğim rahatlama. Bu anlar, hafızamda yanıp sönmeye devam ettikçe bana ondan neden hoşlanmış olduğumu bir bir hatırlatıyordu. Hepsini tekrar tekrar zihnimden kovdum, o derece naif olabildiğim için kendimden nefret ediyordum.

Bunların yanında en ilginç olanı ise, gözetlenme hissi. Hani olur ya ortada hiç bir şey yoktur herşey çok normaldir ama sen sürekli sanki biri seni izliyormuş gibi hissedersin. O kadar berbat bir durum ki...( Sanırım ciddi anlamda deliriyorum. )

"Anlamadan, dinlemeden iş yaparsan olacağı bu Rose . Sen daha çok delirirsin."

Tanrı , iç seslerin belasını versin.

Sonunda bir gece Jennifer beni odamda köşeye sıkıştırdı. Her zamanki usta hassasiyeti ve nabza göre şerbet verebilme yeteneği ile sordu, "Senin neyin var?" Kendini yere halımın üzerine atarak kulplarını kırarım korkusuyla daha hiç kullanmadığım, paha biçilmez, orijinal imparatorluk tarzı şifonyere pat diye yaslandı.

"Ne demek istiyorsun?" Gözlerimi kaçırarak cevap verdim.

'Demek istiyorum ki, senin ne derdin var böyle? Ben senin ablanım. Bir derdin varsa ben hemen anlarım."

Jennifer ile konuşmaya hasretle can atıyordum, ama nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Köprüden atlarken gördüğümüz çocuğun aslında benim birlikte takıldığım; daha doğrusu, arkadaşının ölümüne tek bir gözyaşı dahi dökmeden arkasını dönüp gittiğine tanık oluncaya kadar birlikte takıldığım, bir kanun kaçağı olduğunu ona nasıl söylerdim?

'Peki, konuşmak istemiyorsan ben de tahmin yürütmeye başlarım, ama bil ki önünde sonunda ağzındaki baklayı çıkaracağım. Yeni bir okula başlayacağın için mi kaygılanıyorsun?"

"Hayır."

"Arkadaşlarınla ilgili bir şey mi?"

"Hangi arkadaşlarım?"

"Ya işte, aynen."

"Hayır."

"Erkekler?"

Yüzümdeki bir şey beni ele vermiş olmalıydı ki derhal bana doğru dönüp eğildi, bağdaş kurarak "haydi anlat" pozisyonunu aldı. "Rose. durum bu noktaya gelmeden niye bana ondan; her kimse bahsetmedin?"

GERİ DÖNEN Where stories live. Discover now