┊❝ SOKAKLARIN SIRRI ❞┊

65 48 25
                                    

Her yerimin bir buz katmanıyla örtüldüğünü hissetmeye başlamıştım. İçim soğuktu. Ama bu soğuğa, can havliyle sıkı sıkıya tutunuyordum: Buzların erimesine izin verip gerçekten tekrar hissedince neler  olacağını kim bilebilirdi ki? Büyük ihtimalle eriyip biter ve annemle babamı kaybettiğim ilk aylardaki gibi zırıldayan bir geri zekâlıya dönüşür, yine fonksiyonlarımı tamamen yitirirdim.

Allan percy en ünlü aforizmalarından birinde şöyle der:" Acı kaçınılmazdır ancak acı çekmek bir seçimdir. Doğumdan ölüme kadar tüm hayatımız acıyla doludur ancak bu acıya kattığımız anlam bize bağlıdır. Tecrübemize trajik bir anlam yüklersek acı çekmeye başlarız. Yani acı dış kaynaklı bir olayken acı çekmek içsel bir durumdur. "

İçsel dünyamın berbat olduğuna dair bir kanıt daha.

Babamı özlüyordum. Onun hayatımdan yok olup gitmesi, benim için katlanılmazdı. O gülen yeşil gözlerinin içine baktıkları anda herkesin çok sevdiği yakışıklı Fransız adam... Beni gülümsettiği zaman yüzü öyle katıksız bir tapma ifadesiyle ışıldardı ki , hayatta ne kadar aptalca şey yaparsam yapayım bu dünyada bana her zaman saha kenarından alkış tutacak bir hayranım olacağını bilirdim.

Anneme gelince; onun ölümü, sanki o benden neşterle sökülüp kopartılmış fiziksel bir parçammış gibi kalbimi yırtıyordu. O bir ruh eşiydi, onun deyişiyle bir “kafadar”dı; gerçi her zaman çok iyi anlaştığımız söylenemezdi. Ama şimdi artık yoktu ve yokluğunun içimde açtığı büşük ateşten delikle yaşamayı öğrenmek zorundaydım.

Geceleri birkaç saatliğine de olsa gerçeklikten kaçabiliyor olsaydım belki uyanık geçirdiğim saatler daha dayanılır hâle gelecekti. Ama uyku artık benim kendi kişisel kâbusum olmuştu. Yatakta öylece uzanıp beklerken uykunun kadifemsi ellerini yüzümde gezdirmeye başladığını hissettiğim o uyuşukluk anı gelince; nihayet, diyordum içimden. Ama aradan yarım saat dahi geçmeden tekrar uyanmış oluyordum.

Bir anda  sabrımın son sınırına gelmiş, gözlerim açık, başım yastıkta ne yapacağımı bilmez hâlde tavana bakarken  çalar saatim biri gösteriyordu, önümdeki uzun geceyi düşündüm, yataktan sürünerek kalktım, o gün giymiş olduğum kıyafetlere bakındım, bulduklarımı üzerime geçirdim. Koridora çıkınca Jennifer'ın
kapılının altından sızan ışığı gördüm. Kapıyı tıklattım ve topuzu çevirdim.

“Selam’’ dedi Jennifer; baş aşağı duruyordu. Kafası yatağın ayak kısmına gelecek şekilde uzanmıştı, kıyafetleri hâlâ üstündeydi. “Eve yeni geldim," diye ekledi.

“Sen de uyuyamıyorsun,” dedim. Bu bir soru cümlesi değildi. Birbirimizi fazlasıyla iyi tanıyorduk. “Haydi benimle dışarı gel, yürüyüşe?” dedim, “Bütün gece odamda ayık vaziyette yatmaya tahammülüm kalmadı Daha temmuz ayındayız ve elimdeki bütün kitapları okudum. Hem de ikişer kere.”

Jennifer yüzükoyun dönerek “Delirdin mi?” dedi. “Vakit gecenin yarısı."

“Aslına bakarsan gece daha yeni başlıyor sayılır. Saat henüz bir. İnsanlar hâlâ sokaklarda. Hem ayrıca Paris, yeryüzündeki en güvenli şehir..." Cümlemi Jennifer tamamladı. “Dedemin meşhur lafı. Aslında turizm bakanlığında falan çalışmalıymış o. Tamam o zaman, gidelim. Nasıl olsa hemen uyuyacak değilim ben de.”

Antreye kadar parmak uçlarımızda yürüdük, küçük bir çıt sesiyle sokak kapısını açtık, sessizce dışarı çıkıp kapıyı arkamızdan kapattık. Binanın girişindeki hole inince ayakkabılarımızı giymek için durduk ve sonra gecenin içine doğru ilerledik.

Paris'in tepesinde dolunay  duruyordu ve bütün caddeleri parlak gümüşi bir renge boyuyordu. Jennifer ile tek kelime etmeden nehrin olduğu tarafa doğru yöneldik. Çocukken Paris’e gelmeye başladığımız ilk zamanlardan beri burası bütün aktivitelerimizin merkezi olmuştu; ayaklarımız yolu âdeta ezberlemişti.

GERİ DÖNEN Where stories live. Discover now