SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.5M 440K 410K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"

66.7K 4.9K 2.8K
By bosverdilan

    Oy verelim mi? Hatta unuttuysak önceki bölüme de. 

Yorumlarınıza ihtiyacım var. En çok bu bölümde hatta. 

Keyifle okuyun! 





"Serçe mi yapmaya çalışıyorsunuz?"

Tüm ilgimi, alakamı ve dikkatimi elimdeki kâğıda vermişken yakınımdan duyduğum ses tüm bunları dağıttı ama ne duyduğumu tam olarak anlayamadım.

"Efendim?" diye sordum oturduğum yerde yaklaşık yarım saattir başhekimi beklerken. Kırklı yaşlarında, saçlarını neredeyse dün boyattığını anlayabildiğim asistan kadın ellerime bakıyordu.

"Serçe mi yapmaya çalışıyorsunuz?" dedi yeniden. Kıvırıp şekil verdiğim kâğıda baktım. Bilmiyordum, bir amacım olmadan almıştım elime ve eğip büküyordum.

"Bilmem benzedi mi?" dedim ona doğru tutarken. Çok garip bir şey olmuştu baktığım tarafı değiştirince başka bir kuşa benziyordu her seferinde.

"Baktığımda ilk aklıma serçe geldiğine göre benzemiş olmalı." masadaki kalemlerden birini aldım ve ağzını, burnunu ve gözlerini de çizdim. Çizemedim işin doğrusu. Fotoğrafını çektim, akşam belki Fetih'e gösterirdim. Benimle çok alay etmeyeceğimi hissedersem eğer.

"Sizin olsun mu?" masada fazlalık olarak hiçbir şey yoktu ama isterse verebilirdim. Çünkü muhtemelen bu birbirimizi son görüşümüzdü.

"Mutluluk duyarım, şuraya koyabilirsiniz." işaret ettiği yere koydum ve son kez kuşuma baktım. Başhekimin gelişini karşımdaki kadının ayağa kalkmasıyla fark ettim başta. "Hoş geldiniz hocam." dediğinde ben de doğruldum yerimden.

"Günaydın Hatice Hanım." gözü bir an bana kaydı üzerimde beyaz önlük olmadığından ya da yüzümü sahiden hatırlamadığından selam bile vermeden yoluna devam edecekti ki "Doktor Hanım sizi bekliyordu." dedi ve ilgiyi bana çekti. Başhekimin gözleri beni buldu ve baştan aşağı süzdü.

"Günaydın hocam, uygunsanız bir şey konuşmak istiyorum sizinle." kol saatine baktı çatık çatlarıyla ve odasının kapısını açtı.

"Günaydın, gel bakalım." dedi. İzin günümde olduğumu düşündü belki o an, çünkü mesai saatindeydik ve üzerimde üniformam yoktu. Kadına son kez gülümserken içinde dilekçemi de taşıdığım çantayı alıp peşinden gitti. Odası havalandırılmış stor perdesi açılmıştı. Üzerindeki kabanı çıkarıp astı, bilgisayar çantasını bıraktı.

"Seni dinliyorum." dedi ayakta yerleşmeye devam ederken. Yanaklarımın ısındığını hissettim. Stresle ellerimi birbirine sürttüm. Hiç hoş karşılanmayacaktım. Çantamdan kâğıdı çıkardım ve sessizce masasına koydum, iki adım geriye çekildim. Ayak üstü masanın önünden geçecekken kâğıda baktı, göz attı ve ona boş bir broşür vermişim gibi rastgele bir kitabının altına koydu.

"Tamam işinin başına geri dönebilirsin. Bakacağım ben bir ara ona."

Dudaklarım büzüldü, gözlerimi kıstım. Tahminimden daha zor olacaktı her şey.

"Hocam o istifa dilekçesi." dedim bildiğini bilerek.

"Efsun şu an bir doktoru istifasından caydırmakla uğraşacak vaktim yok sonra yaparız bunu. Tamam mı? Hadi işinin başına." dedi. Zafer'i de ikna etmişti evet. Başka ikna ettiği var mıydı bilmiyordum.

"Caymayacağım ama ben. İstifa ediyorum. Lütfen gerekeni yapar mısınız?" gözlüğünü beziyle silerken çatık kaşlarıyla beni süzdü.

"Sizi bu hastaneye seçerek mi gönderiyorlar? İşinin başına dön dedim."

"İstifa ediyorum hocam. Gerekeni lütfen yapar mısınız? Dilekçemi yazdım artık çalışmak istemiyorum. İşim yok başına da dönememem." dün geceden beri kendimi bu duruma saatlerce hazırlamış, bunun olması gereken olduğuna ikna etmiş, eninde sonunda başıma bunlar gelmese bile uzmanlık için istifa edeceğimi anlatmıştım kendime. Kendimi bile ikna etmiştim ama şimdi başhekimi ikna etmek vardı sırada.

"Benim bu dilekçeyi iki ay içinde işleme alma hakkım. Bu hakkımı da kullanacağım. Bana mı kural nizam öğretiyorsun? İşin var şimdi başına geç."

"Öyle bir şey yapacaksanız kâğıt kaleminizi kullanmayı rica edeceğim sizden."

"Sebep?" dedi sertçe.

"Usulsüz istifa dilekçemi yazacağım." dedim bu kez. Kabul etmezse yazacaktım. Kararlılığımı görsün diye gözlerinin içine bakıyordum.

"Bir sene mesleğe dönmemeyi göze aldın yani."

"Evet aldım." dedim. Eğer bu odadan uzlaşarak çıkmazsak da çıkıp gidecektim. On gün işe gelmemem devlet için yeterli bir sebepti zaten. O bana, ben ona baktık durduk bir süre. Sonra sabır diledi ve karşısındaki koltuğu işaret etti. "Otur bakalım şuraya." dedi. Topuklu botlarımın sesi odada duyuldu ve işaret ettiği yere oturdum.

"TUS'a mı hazırlanmaya karar verdin?" dedi. Camlarını parlattığı gözlüklerini taktı ve geriye yaslandı.

"Evet." dedim. Günün birinde en azından evetti bunun cevabı.

"Hamdın piştin oldun, bu kadar yani. Ben tam iki buçuk yıl hizmet vermiştim de senin gibi oldum diye yine düşünememiştim." gözlüklerinin üstünden bana bakıyordu ve işaret parmağını sallıyordu zaman zaman.

"Onun da payı var ama tek sebebi bu değil. Kendimi olmuş olarak da görmüyorum. Bir doktor hiçbir zaman pişmiş olmaz, biliyorum bunu." parmaklarını birbirine geçirdi ve masanın üzerine koydu. Gözlüklerinin üzerinden bana bakıyordu ve bakışları kötü hissettiriyordu. Hem de çok. Kötü bir doktor olduğumu dillendirmesini istemezdim. Yani en azından hastanenin en üstünden bu hastanedeki son iş günümde bunu duymak zoruma giderdi.

"Eşin hastaymış, kulağıma geldi. Bundan dolayı mı? Ona mı vakit ayırmak istiyorsun?" dedi bu kez.

"Onun da payı var ama tek sebebi bu da değil." dedim yeniden. Tek bir neden sunmayacaktım ona. Yoktu zaten ama olsaydı da sunmazdım. O sebebin üzerine giderdi. Bunu istemiyordum.

"Çok geçmiş olsun, anlıyorum endişelendin ama iyiymiş eşin. Gereken gerekmeyen her şeye bakmışsın. Bunlar olası şeyler Efsun. Her gün baktığımız hastalar da birilerinin eşi. Yarın hasta konumunda bizzat bizler de olabilir. Kim işi bırakıyor ki bunun için? Ki eşinin neyse ki önemli bir sorunu çıkmadı. Amirinle konuşabiliriz nöbet durumunu belli bir süre ileride telafi edilecek şekilde ayarlayalım. Benim de çoluğum çocuğum hasta oldu ama ben bırakmadım işimi gücümü. Çünkü başkalarının çoluğunun çocuğunun, eşinin bize ihtiyacı var öyle değil mi?"

"Haklısınız." diyebildim. Haklıydı çünkü. Bu mesleğe de böyle girmiştim. İnsanlığın sonuna kadar biz olmak zorundaydık. Bu dünyadaki son insan ölünce değil son doktor ölünce insanlık biter demişti bir hocam. Anlıyordum onu. "Ama bir insanın en büyük hakkı da işini iyi yapabilen sağlıklı bir doktordur. Değil mi?"

Yaşlı yüzünün çizgileri derinleşti. Oturduğu yerden gözüken bedenimi süzdü. "Ben karşımda sağlıklı bir doktor görüyorum."

Bunu söylemeden önce gözlerimi yummak ve derin nefes almak gerekti. Bir an çenem titrese de tuttum kendimi. Güçlü duracaktım. Uzun bir sürecin en başında ve en sancısız kısmındaydım. Mesleğime geri dönecektim biliyordum. Mesleğimin bir döneminde bu istifa dilekçesini yazacak olmak içimi rahatlatıyordu. Kendimden bir şey vermemiştim henüz bu süreçte.

"Ama karşınızda hasta bakacak sağlıkta olmayan bir doktor oturuyor şu an."

Dur Efsun. Üzülme. Şimdi değil. Seneye bu zamanlar bir asistan olacaksın. Biliyorsun. Belki kadın doğum. Belki bambaşka bir bölüm. Bu bir veda değil. Üzülme. Çok erken.

"Karşımda hastaların çok sevdiği bir doktor var bence. Bunca senelik doktorum acilde doktor seçildiğini de, başka başka yerlerden bir acil doktoru için gelindiğini de görmedim."

Dudaklarım titrerken tebessüm ettim. "Teşekkür ederim, bunları sizden duymak beni çok onurlandırdı."

"Bunları onurlan diye söylemiyorum. Bu hastanede senden daha tahsilli elli doktor çıkarırım en az, daha sen nesin ki altı yıllık fakülteyi bitirmiş bir çaylak. Mesleği yeterliliğin hangi seviyede?"

Başımı salladım "Haklısınız." diye fısıldadım.

"Başımıza devamlı olarak bela da açıyorsun. Kaç kez alttan aldık saymayı bıraktım seni. Sana bıçak çekildi yine akıllanmadın, işini yapıp geri çekilmeyi öğrenemedin. Sadece işini yap diye elli yerden uyarı aldın ama yok, bu hastane de kuzu bile tedavi ettin. Hastanenin önünde ciddi bir kedi problemi yarattın, hastalar rahatsız oldu onlarla tartıştın bıktık artık senden."

İstifamı kabul etmeliydi o zaman...

"Ama iletişim gücü de hayatımda gördüğüm en yüksek kişisin. İşini de iyi yapıyorsun. Kapıdaki güvenlikten bana kadar bıktık hepimiz senden," dedi açıkça. Bunu bazen hissediyordum. Ama hiç fark etmemiş gibi devam ediyordum. Kırıcıydı. "ama kabullendik de. Şimdi sen istifa edersen iş arkadaşlarını da beni de yerine biri gelene kadar zor duruma sokacaksın, o sana gelen hastalar da seni bulamayınca sorun çıkaracak güvenlikleri zora sokacaksın, ben de kapıdaki kedi sorununu çözeceğim ve hepsini hastane bahçesinden uzaklaştıracağım."

Bana her şeyi söyleseydi ama benim vedalaşmaya bile yüreğimin yetmediği hepsinin bakışlarından kaçtığım kedilerim hakkında bir şey söylemeseydi. "Lütfen kedilerime dokunmayın, onların kimseye zararı yok ki." dedim. Bir çocuk gibi. Gözlerimde birikinti hissettim. Çok fazlalardı onları alıp bir yere götüremezdim ki. "Lütfen. Ben düzenli olarak mama göndereceğim, hem güvenlik abiyle anlaştık biz ben olmadığımda mamaları o veriyor. Hiç mamasız bırakmayacağım, kimseye bir zararları olmaz. Söz veriyorum." Bir değillerdi iki değillerdi. Arabama bile sığmazlardı. Hem yerleri burasıydı onların. Evleri hatta. Bahçede oturan hasta insanlara da iyi geliyorlardı. En hırçını bile artık huyunu suyunu değiştirmişti, seviyor, sevdiriyor ve sırnaşıyordu. Cevap vermedi.

"Dokunacak mısınız kedilerime? Lütfen onlara ilişmeyin. Hepsini kısırlaştırdım da. Üremeyecekler. İç dış parazitlerini de yaptım. Herhangi birinin hastalığı da yok. İnsanlara da saldırmıyorlar. Lütfen ben gittikten sonra onlara karışmayın."

İstifa kağıdıma baktı bir süre. "Sen kararlısın." dedi hayretle. Başımı salladım. Kedileri düşünüyordum artık sadece. "Bir süre bekletirsem de usulsüz gideceksin öyle mi?"

"Evet." sessiz sedasız bana baktı. Her türlü olmayacaktım usulsüz olması sadece benim zararıma olurdu onun hiçbir çıkarı olmazdı.

"Sen bilirsin." dedi sonunda. "Alacağım dilekçeni işleme. Elimden geleni yaptım, daha fazla ısrar edemem. Senin için yapabileceğim bir şey var mı?"

"Kedilerimi buradan kovmamanız." dedim. Tek isteğim de benim için yapabileceği tek şey de buydu. Başını salladı ve kâğıdı tamamen önüne çekti.

"Mamalarını gönder güvenlikle de konuş, kabul ediyorsa her gün uğraşmayı benim için sorun yok."

Çantama uzandım ve ayağa kalktım. "Halledeceğim, teşekkür ederim anlayışınız için. Sizinle çalışmak çok kıymetliydi benim için."

Başını salladı sadece. "Rica ederim." kapıya doğru ilerledim tam çıkacakken yine konuştu. "Mamasını vermek yetmeyecek o kedilere, sen gidince çil yavrusu gibi dağılacaklar. Sen bir arada tutuyordun onları. Yolun açık olsun, iş hayatında da başarılar."

*** ***

Bazı anlar Şeftali'yle oyun oynarken bile geçmek bilmiyordu. Açık olan toplantıdan gelecek ufacık sesi beklerken elimin altında günden güne büyüyen, annesinden mi yoksa babasından mı aldığını bilmediğim kabarık tüyleriyle dünya güzeli bir kediye dönüşen Şeftali tam bir oyuncuydu. Yoksa minicik bir kâğıt topuyla bu kadar eğlenebilmesi akıl alır gibi değildi. Sıkılabilirdi ama hayır, dünyanın en güzel oyuncağıydı bu. Gözleri elimdeki kâğıttan topu takip ediyordu dikkatle. Rastgele yere bırakıyordum ve ikimiz aynı anda patilerimizle kâğıdın üzerini örtmeye çalışıyorduk. Hızlı olan kazanıyordu.

Kâğıdı attım ve elimi üzerine kapatmak istedim ama yapamadım. Şeftali kazandı.

"Efsun." masanın üzerine koyduğum bilgisayardan adımı duyunca ses kısık olsa da bir an irkildim. Gergin bekleyişim bitti ve kendini daha büyük bir gerginliğe bıraktı. Şeftali'yi hayal kırıklığına uğratarak oyunumuza son verdim, yanından kalktım bilgisayarın başına oturdum. Senelerdir sadece fotoğraflarda gördüğüm o yüz biraz yaşlanmış, gözlük kullanmaya başlamış, saç rengini değiştirmiş ve çok az da sanırım kilo almıştı. Çok buruk ve tuhaf bir şey geçti içimden o an. Anlatabileceğim ya da iyi ve kötü diye keskin bir ayrımdan çok uzaktı. Onu seviyordum ama onunla yeniden denk gelmek, isteyeceğim bir şey değildi. Bir doktora görüşürüz umarım denilmemeliydi. Bir psikiyatriste de denilmemeliydi.

Dikkatle ekrana bakan gözleri beni görünce kısıldı ve gülümsedi. "Fatma abla." dedim. Abla demem doğru olmalıydı çünkü ben ona hiç hanım diye hitap etmemiştim. Birine hanım diye seslenemeyecek kadar küçüktüm ilk karşılaştığımızda. Öyle ki Suna annem de Fatma ablan diye kullanıyordu cümle içinde.

"Ne kadar büyümüşsün!" dedi ilk, kocaman sahici bir neşeyle. On yedi on sekiz yaşındaydım son kez birbirimizi gördüğümüzde. "Fotoğraflardan anlıyordum ama böyle görmek seni..." ellerini çenesinin altında birleştirdi ve bana baktı. "Küçük bir kız çocuğuyken tanıştık, genç bir kızken vedalaştık ve genç bir kadınken yeniden denk geldik. Çok mutluyum seni gördüğüme nasılsın?"

Ben de çok mutlu olmak isterdim onu gördüğüme. Bir yerde karşılaşmalıydık ve ben çok mutlu olmalıydım. Kucaklaşmalıydık ve gülümsemeliydik.

"İyi olduğumu söylemek isterdim ama değilim. Sen çok iyi gözüküyorsun ama." dedim. Tatlı minyon bir yüzü vardı ama yüz hatları da bir taraftan çok keskindi. Onun hep minyon tatlı yüzünü hatırlıyordum. Benimle konuşurken gülümsüyordu daima. O kadar hassas bir dönemi geçirmişti ki benimle, bırakmadan, pes etmeden sürdürmüştü ve sonu görmüştü. İşi bu diyemezdim, ona bu kadar geç karşılık veren bir çocuğu başka birine yönlendirebilirdi. Hakkı vardı. Ve ister istemez aklımı şu soru kurcalıyordu, o çocuğu bırakmayan bu kadın, o çocuğun büyümüş haline de sabırla yaklaşabilir miydi?

"Ve biraz da yaşlanmış değil mi?" dedi burnunu kırıştırarak. Eli kahvesine gitti ve diğer elini susmam için ekrana tuttu. "Lütfen inkâr etme. Yaşımla elbette ki barışığım. Daha genç ya da yaşlı görünmek istemezdim." sadece gülümsedim ve cevap vermedim. Yaşını gösteriyordu zaten tam da onun söylediği gibi. "Şimdi seni dinlemeye başlayabilirim. Dün gece beni biraz endişelendirdin açıkçası."

Onun beni bıraktığı yerden başladım. "Ben doktor oldum." dedim. Kazandığında attığı tebrik mesajını hatırlıyordum hâlbuki.

"Evet, tebrik ediyorum. Bir gün aynı mesleği paylaşacağımızı biliyordum."

Dudaklarımı ıslattım ve yutkundum. "Suna annemi kaybettim." dedim. Onu da biliyordu. Aramıştı ve istersem görüşebileceğimizi söylemişti. İstememiştim. Gülümseyen yüzü ve neşeli tavırları biraz durgunlaştı.

"Başın sağ olsun."

"Evlendim." dedim sonra. Başını salladı. Bunu da biliyordu sanırım.

"Bu konudaki ilk yorumum sanırım," dedi. "tebrik ederim! Fotoğraflarınızı görünce çok mutlu oldum. Çok yakışıyorsunuz. Zaman zaman keşfetime düşüyor fotoğraflarınız, çok güzelsiniz. Çok sevindim senin adına." dedi. Gerçekten sevindiğini hissettim. Benim evliliğime sevinen nadir insanlardandı, sağ olsun.

"Ve istifa ettim." birkaç cümlede son altı yedi yılımı özetlerken o kadar duygudan uzaktım ki, içim bomboştu neredeyse. Neler yaşadığımı hiç düşünmeden kısa cümlelerle ifade edip bugüne gelmem gerekiyordu. Geldim.

Yedi yılın tesiri yirmi yedi yıl, anlatışı dört cümleyle olmuştu. Elime bir kalem verilse, Cemal Süreya'nın cümlelerinden esinlenecektim galiba.

1995 yılında doğdum, 2004 yılında annemi ve babamı kaybettim. 2006 altı yılında annem yeniden doğdu. 2013 yılında annem yeniden öldü. 2020'de Fetih'le tanıştım. O gün bugündür yaşamaya çalışıyorum, ölmemek için direniyorum. Ve onu çok seviyorum.

Diğerlerinden zaten haberdar olan kadın bu söylediğimle kaldı. Dudaklarındaki kahve bardağı yerinde sabitçe durdu ve bakışları değişti. Bardağı yavaş hareketlerle geri bırakırken masaya "Sınava hazırlanmak için mi?" dedi. "Bana da bu yüzden mi ulaştın? Yoksa psikiyatri mi istiyorsun?" birbirinden güzel sorular sordu. Birine bile evet demeyi çok isterdim.

"Hepsinin cevabı hayır." demek düştü ama bana. Bedeni biraz daha yaklaştı bilgisayara ve tüm neşesi yüzünden sıyrıldı gitti. Çehresi ciddileşti ve bu kez bana öyle baktı. "Seni dinliyorum." dedi sadece. Bir daha da söze girmedi, neredeyse soru sorarak bile bölmedi beni. Urfa'ya ilk adım atışımdan aldım konuşmamı. Hiç kimsenin gerçek yüzünü bilmediği başlangıç ve sonuçların tümünü dinledi. Mimikleri bazen şaşkınlığını ele verdi. Bazen üzüldüğünü hissettim, bazen duymak istemediği şekilde devam etti cümlelerim ve yüzünde belki de çocukluğunu bildiği bir insanın yaşadıkları olduğu için acı dolu bir ifade geçti.

İki gün önceye kadar geldim. Yağmur altında yanımda küçük bir çocukla birinin gelmesini beklediğimiz ana kadar ulaştım. Parmak uçlarımla gözlerime baskı uyguladım, başım ve gözlerim çok ağrıyordu. "O an çok kötüydü hissettiklerim. Yani bana bir şey yapamazdı. Yapsa bile kurtulurdum. Kapıyı mı kilitleyecekti? Camlarda parmaklıklar yok kırar çıkardım. Bana fiziksel bir zarar mı verecekti? Engel olabilirdim. Şu an düşününce olabilirdim. Onun benden daha fazla bir bilek gücü yok. Kendimi koruyabilirdim ama gelme gelme diye yalvardığımı hatırlıyorum sadece. Kimse yoktu, geçen seferki gibi iki koca dev gibi adam da yoktu. Bana hiçbir şey yapama..." hararetli sesim onun yumuşak seslenişiyle bölündü.

"Efsun." diye bölündüm. Neredeyse ilk kez. Ekranda beni izleyen kadına baktım. "Çevrende yumuşak bir peçete var mı?" diye sordu. Garipsemedim o an bunu. Sanki yanımdaymış ve kendisi için istiyormuş gibi bir arayışa girdim. Yemek masasındaydım zaten, elimi uzatsam alacağım yerdeydiler. Siyah peçetelerden birini aldım ve ona gösterdim. Az kalsın ekrandan uzatacaktım. O denli ne yaptığımın bilincinde değildim.

"Şimdi zarifçe göz yaşlarını siler misin?" dedi. Burnumu çektim ve yaşlarımı hızlıca silmek için bir hamle yaptım ama beni yine durdurdu. "Efsun." dedi yine. "Zarifçe." diye uyardı. Anlayamadım, baktım ona öylece. "Kendine zarar vermeden, zarifçe." çok sakindi sesi. Çok sakin ve dinlendirici. Dediğini uygulamamak mümkün değildi. Peçeteyi tampon hareketlerle yüzüme bastırdım. Göz pınarlarıma dokundurdum ve ona baktım ve olup olmadığına dair bir onay bekledim. Yüzümü inceledi sessizce ve ardından sordu.

"Neden kendine bu kadar hor davranıyorsun?"

Elimde peçete, soymaktan hassaslaşmış ve göz yaşım değdiği için yanan dudaklarımı hissettim. "Ne?"

"Göz yaşlarını silerken bile hırpalıyorsun kendini." dedi. "Bir kâğıttan yazıyı silerken bile kâğıdın zarar görmemesi için zarif olmalıyken insan sen yüzüne neden bu kadar hor davranıyorsun?" suratıma okkalı bir tokat attı bu soru. Neye uğradığımı şaşırdım. "Yüzün bir mukavva bile olsa şimdiye kadar parçalanırdı."

Başımı eğdim ve peçeteme baktım. Peçete bile yer yer yırtılmıştı. Bu ilk uyarı değildi. Fetih de aynı şeyi söylemişti. Saçlarımı tararken ben, çok hırçın davranıyorsun yavaş ol biraz demişti. Kasten yaptığım bir şey değildi. İnsanlar beni uyarmadan anlamıyordum bile. "Farkında değilim." dedim sadece. Önce dudaklarım sonra çenem titredi. Eskiden yüzümdeki makyajı bile pamukla silmezdim. Belli ölçüde zararları vardı çünkü, yüzü çizerdi pamuk. Bir pamuğun yüzümü çizme ihtimalini düşünürken eskiden, şimdi bir mukavva olsa yırtılacak hareketleri layık görüyordum yüzüme.

"Bu durum o olaydan sonra mı başladı? Hatırlıyor musun?" hafızamı zorlamadım, biliyordum zaten cevabını. Başımı salladım iç çektim. Annem çok üzülürdü. Geçmiş zaman değil. Sahiden görüyorsa beni annem çok üzülüyordu.

"Evet ama kasten yapmıyorum. Yemin ederim."

"Sana inanıyorum Efsun, elbette ki kasten yapmıyorsun." peçeteyi izlendiğimi bilerek yavaş yavaş göz altlarıma bastırdım. Zarifçe. Kendime bir kâğıt gibi davranmadan.

"Efsun şu anki görüşmemize bir psikoterapi gözüyle bakmıyorum o yüzden fazlasıyla derine inmek için doğru zaman ve yer değil. Sadece bazı şeyleri anlamayı istiyorum. O yüzden rahatsız olduğun yerlerde lütfen bana söyle kendini şartlandırma, yönetmeye de çalışma. Ara vermek istediğinde söyle olur mu?"

Başımı salladım, bu cümlelerin gerçekliğine inanmak için çabaladım. Zorlamamam gerekiyordu kendimi. Bir hastanın iyileşmesi için buna inanması gerekir ama iyileşmekten başka bir şey düşünemez hale gelen hasta, hastalığını ağırlaştırabilir de.

Bu cümleyi kuran bendim. Bir doktor adayı olarak. Şimdiyse bir hasta olarak yeniden kurdum. "Devam edebilirsin o halde." diyerek bana müsaade verdi.

"Aslında ben iyi oluyordum," dedim. "İki gece önce arkadaşlarımız geldi. Fetih'in kardeşleri geldi, yemek hazırladık, yedik, konuştuk, sohbet ettik. İyiydim. Kötü hissetmiyordum kendimi. Çok kalabalık ve zaman zaman gürültülü bir sofraydı ama rahatsız olmadım. Atlatıyorum sandım ama o kadın gelip her şeyi bozdu. İyi oluyordum, gerçekten iyi oluyordum. Hissediyordum bunu."

"O kadın," dedi. "Fetih'in ve masadaki diğer iki kişinin de annesi Zühre Hanım'dan bahsediyoruz değil mi?" bu bir soru değilmiş gibi hissettim.

"Bu neyi değiştiriyor?" o kadındı işte. İsmi bile söylenmeyecek bir şahıstı benim için. O kadın. Birinin annesi, birinin eşi, birinin evladı değil. Kötü bir kadın.

"Karşına çıkabilecek biri olduğunu ve elbet karşına çıkacak biri olduğunu gösteriyor. O karşılaşmayı yaşamadan önce böyle bir denk gelişi hiç düşündün mü? Bir yüzleşme veya sorulacak bir hesap var mıydı içinde? Ya da bir daha asla denk gelmeyeceğim onunla mı dedin kendine?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır. İstemediğim hiçbir şeyi düşünmedim." ömrümün sonuna kadar yüzleşmemeyi tercih ederdim onu görmek yerine. İçimde intikam yoktu, ben iyileşip onu mahvetmek istemiyordum. Ben iyileşip yoluma bakmak istiyordum. Kindardım belki ama intikam bana göre değildi. İntikam için bile muhatap olmak istemiyordum ben onunla. Ve ben kötü bir insan değildim. İntikam bir misillemeyi gerektirirdi. Ya denk olmalıydım ya da daha kötü. Ben kötü bir insan değildim, öyle yetiştirilmemiştim. Değil onun yaptığının üstüne çıkmak onun yaptığı kadar kötülük bile gelmezdi benden.

"Adı bile geçmiyordu bu evde. Kimin annesi olursa olsun adı bile geçmiyordu. O bizim hayatımızda olan biri değil artık. Kimin annesi olursa olsun bizim hayatımızda olması gereken biri de değil."

"Elbette." dedi yumuşak bir sesle. "İnsanların sahip olduğu anne ya da baba sıfatı onları ömür boyu hayatımızda tutmaya yetecek şeyler değil. Kişi istemezse hayatında olmazlar. Benim bahsettiğim şey karşılaşma. İstenmedik ve plansız. Yakın çevremizde olan biriyle karşılaşma olasılığımız daha yüksektir. Aynı okulda okuduğun biri ve başka okulda okuyan bir başka öğrenciyle karşılaşma oranları gibi. Bazen istemesen de aynı okulu paylaştığın kişiyle denk gelebilirsin ve bunun olasılığı daha yüksektir." dedi. Yoktu ama bu ihtimali düşündüğüm tek bir an bile yoktu. Bir evin içinde sadece Fetih'le yaşayacağımı, Zeliha ve Kürşat'la görüşeceğimi sanıyordum ben. Ya da böyle düşünmek bana iyi geliyordu başka yönlere bakmıyordum.

"Bilmiyorum, düşünmedim, düşünmek de istemedim. İyi olmaya çalışıyordum sadece. Çok çabalıyordum bu tarz bir ihtimal bana iyi gelmezdi." dedim açıkça. Bu ihtimalle yaşamak bana kötülükten başka bir şey vermezdi ki hem.

"Peki bunu başarsaydın, sahiden çok iyi olsaydın, iyileştiğini hissetseydin yani bu olumlu süreç çok ilerleseydi ve öyle yaşansaydı bu karşılaşma ne değişirdi sence o anda? Elbet o anı yaşamadan bilemeyiz ama bir tahminde bulunursan diyelim."

Ellerimin artık titremediği, kapanan kapılardan ve ışıklardan korkmadığım, ani seslerin beni ürkütmediği neredeyse eski Efsun olduğum bir anı düşündüm. Fetih beni yine işten buraya bıraktı. Kapıyı açtım ve girdim. Gözüm aynı koltuğa kaydı ve o yüzü saniyelik de olsa canlandı. Hemen gözlerimi çektim ve yine ekrana baktım. "Hiçbir şey." dedim. Hiçbir şey. Öyle bir kadın bu dünya üzerinde olmasın istiyordum resmen. Hiçbir zaman karşıma çıkamasın. "Hiçbir şey değişmezdi."

Başını salladı ve tebessüm etti. Zihnim Zühre Karadere'yi kabullenmiyordu. İyileştiğim anda bile kabullenmiyordu. O olmasın istiyordum. Öyle bir isim dahi olmasın istiyordum. Bu dünyaya hiç gelmemiş gibi hiçbir şeyi karşıma çıkmasın, kimse onu tanımasın istiyordum. Ölse bile mezarı olurdu ama ben bunu bile kabullenmiyordum. Mümkün olmayan şeylerdi. Biliyordum ama bunu da kabul etmiyordum. Bana zarar veren herkes yok olsun istiyordum ben. Bu küçükken de böyleydi. Hapishaneye girmiş o canavar benim için dünya üzerinden yok olmuş gibiydi. Ölüm haberi gelene kadar da böyle hissetmiştim. Adını yeniden duyduğum bu yaşımdaysa aldığım haber gerçekten yok olduğuydu.

Şimdi bunun aksini yaşıyordum, o kadın vardı ve yok olmuyordu.

"Peki sonrasında eşine ve Zeliha'ya söylediklerini düşünelim. Onlara o an gerçekten kızgındın değil mi?"

Başımı salladım. Zeliha geldi yine aklıma. Ne haldeydi? Neredeydi? Nasıl hissediyordu? "Evet. Yani o an tek sorun bendeymiş gibi davrandıklarını hissettim. Öyle bir şey olmadığını şu an biliyorum ama o zaman öyle düşündüm. Çok öfkelendim. Çünkü sorun sahiden ben değilim. O kadın. Bu da çok çirkin şekilde çıktı ağzımdan."

"Peki söylediklerinde samimi miydin?"

"Hayır." dedim sızlanarak. Başımı iki yana salladım. "Saçmalığın daniskası. Benim nöbete kalmam kadar olağan Fetih'in şehir dışına gitmesi. Üstelik ısrar eden bendim. Küçükken başıma her kötü şey geldiğinde anneme ve babama öfkeleniyordum siz ölmeseydiniz bunlar olmazdı diye. Aynı his vardı içimde o an. Ya da senin yanından çıktıktan sonra Suna anneme gardımı alıyordum. Her şeyi o yapmış gibi davranıyordum. Aynı his. Tek farkı benim yaşım. Tepkilerim o yaşlarımla çok benziyor Fatma abla, tek fark artık pişman oluyorum biraz sakinleşince. Büyüdüğüm için o da ama tepkilerim çok benziyor. Katlanamıyorum ben bu benzerliğe." nefesim yetmedi tavana bakarak nefes almak için direndim.

"Ara verebiliriz Efsun."

"Katlanamıyorum katlanamıyorum." ağlarken konuşuyordum artık, nefesim bazen yetmiyordu ve sesim çok az çıkıyordu. "Kabullenemiyorum. Biz senelerimizi verdik ben düzeleyim diye! Aynı şeyleri hissetmeye dayanamıyorum." parmak eklemleri ardı ardına masaya vurdum. "Dayanamıyorum anlıyor musunuz? Ya ben yirmi beş yaşındayım!" avuç içlerimi şakaklarıma vurdum ardı ardına. "Küçücük çocuğun o hissettiği tat var benim damağımda. Dayanamıyorum ben bunu hissetmeye. Kimse beni anlamıyor! Hiçbiriniz beni anlamıyorsunuz! Ben aynı şeyleri hissetmek istemiyorum!"

"Anlıyorum seni Efsun, lütfen derin derin nefes al. Hadi Efsun." alnımı masaya yasladım. "Anlamıyorsunuz." diye sayıkladım. Sızlandım. Sesimi yükselttim, mırıldandım. "Anlamıyorsunuz." diye tekrar ettim.

"Efsun bana bakar mısın?" dedi, defalarca kez. Alnım zonkluyordu masaya bastırmaktan. Kaçıncı ricasında başımı kaldırdım bilmiyordum.

"Ya ben seninle de görüşmek istemiyorum ki!" dedim açık açık. "Ben seninle niye görüşüyorum ki?! Bu benim zoruma gidiyor anlıyor musun? Seninle görüşmek benim zoruma gidiyor!"

Bir kanser hastası ilk teşhis konulduğunda acemi olurdu ama iyileştikten seneler sonra yeniden belirti gösterdiğinde kabullenmek istemezdi yeniden hasta olduğunu. Çünkü süreci bilirdi. Yaşayacaklarını bilirdi. Kabullenmek istemezdi.

"Anlıyorum tabi ki." dedi. Sesi çok yüksekti yine de anlamak istemedim.

"Anlamıyorsunuz!" diye direttim. "Şımarıklık yaptığımı düşünüyorsunuz. Kasten zorluk çıkardığımı zannediyorsunuz."

"Efsun," diye seslendi. "Hiçbirimiz böyle bir şey düşünmüyoruz. Ben de eşin de." dedi. Sanki kimden bahsettiğimi anlamış gibi. "Aksine yeniden karşıma geçip görüşmek istedin sen. Kendin aldın bu kararı. Bunu herkes yapamaz Efsun. Bu kadar başa sardığını hissederken yapamaz. Bunu bir doktor olarak söylemiyorum. Şu an bir seansın içinde değiliz. Ben bir vatandaşım ve senin şu an için Fatma ablanım. İnsanlar çoğu kez benim karşımdaki koltuğa oturmayı ikinci defa hazmedemez. Oturmaz. Çünkü psikoloji onları kanser gibi kısa zamanda öldürmez. Yavaş yavaş öldürür. Ölmediklerini sanarlar. Ama sen şu an karşımdasın." dedi. İç çeke çeke onu dinliyordum. "Çünkü direniyorsun. Çünkü pes etmiyorsun. Yavaş ilerleyen o ölümü kabullenmiyorsun. Çünkü sen bu hayatı kolay kazanmadın, kolay harcayamazsın."

Çünkü sen bu hayatı kolay kazanmadın, kolay harcayamazsın.

"Ve bu süreçte ne kadar çok seversen sev, ne kadar ayrı tutarsan tut yükselişlerin inişlerin olacak eşine ve aile üyelerine karşı. Çok öfkelisin her şeye. Kendine bile. Karşında bir tane daha senden olsa onu da suçlayacakken elbette bir yerde o kadının çocuklarını da suçlarken bulacaksın kendini. Bu onların suçlu oluşuyla alakalı değil elbette. Suç bireyseldir. Kimse anne babasından sorumlu değil. Ama öfke gözlerimizi köreltir Efsun, fazlasıyla öfkeliyken de suçlu suçsuz ayrımı yapmak çok zordur. Kendi hikâyenin en masumu senken kendine de saldırgansın. Suçlu olduğun için mi? Alakası yok. Kendin söyledin damağında tanıdık bir tat var ve sen bununla baş etmeye çalışırken sana bir yerde o kadını hatırlatan bireylerle iç içesin. Onlardan bir yorum duymak öfkeliyken katlanılmaz geliyor." dedi. Gerçekten o an katlanılmaz gelmişti. "Çünkü onlara bu konuda söz hakkı vermek istemiyorsun. Bunun sebebi ne sence?"

Onlara söz hakkı vermemek mi? Gözlerim küçüldü. Vermiyor muydum? "Öyle bir şey mi yapıyorum?"

"O an hissettiğin tahammülsüzlüğün sebebi bu konuda yorum yapmaları, çözüm üretmeleri değil mi?" düşünmek için zorladım kendimi. Bilmiyordum. Emin değildim. "Kafandaki anne kavramını düşünür müsün Efsun?" dedi. Bana bu hayatta her daim iyi hissettirecek nadir kavramlardan biriydi bu. Gözlerimi kapattım ve dinlendim. Böyle bir anın içinde bile gülümsedim. İçime biraz su bile serpti bu, durdum o kavram üzerinde dinlendim.

"Gülümsüyorsun." dedi. "Çünkü senin için anne kavramı vazgeçilmez ve daima korunacak, kollanacak, sevilecek bir konumda. Ve ben o kavramın senin hayatındaki yerini yakından görmüş biriyim. Seninle olan görüşmelerimizin başında Suna annene karşı çok saldırgandın. Onu iterdin, uzaklaştırırdın kendinden. Çoğu şeyin suçlusu olarak seçerdin çünkü seni bana getirirdi ama ben senin yaşadığın evdeki durumunu kontrol etmek amacıyla bir iki soru sorduğumda Suna annen için olumsuz bir şey söylediğimi sanıp bana çok tepki koyardın. Çünkü o senin annendi ve ona öfkeli de olsan bir yerde daima savunurdun." kastettiği şey gözümün önündeydi ama kabullenmek istemedim. Bu olmamalıydı. "Onlara söz hakkı vermek istemiyorsun çünkü bir yerde annelerini savunacaklarından korkuyorsun. Çünkü sendeki anne kavramında bu kabul görülmüş bir gerçek. Anneden vazgeçilmez."

Başımı iki yana salladım. Duyar duymaz. Ölçmeden tartmadan, uzun uzun uzadıya düşünmedim. "Hayır hayır." dedim. Zeliha annesini severdi. Şu an dahi çok severdi bilirdim ama savunmazdı. Fetih içinse sevgiden yana bile bu kadar emin konuşamazdı. "Hiçbir zaman annelerini savunmadılar, hayır böyle bir şey düşünmüyorum."

"Peki sen hiç annelerinin varlığına bile bu kadar tahammülsüz davrandın mı şimdiye kadar?"

"Fatma abla hayır, ne Fetih ne de Zeliha'dan duymaktan korktuğum bir savunma var."

"Elbette." dedi bastırarak. "Ama biz bundan bahsetmiyoruz. Konumuz onlar değil. Ben sana her koşulda kişi annesini savunur demiyorum. Anne sıfatı bir ömür onu savunmamıza ve yanında olmamıza yetecek güçte değil elbette. Eşinde ve kız kardeşinde bir savunma içgüdüsü olmayabilir elbette. Ama sendeki anne kavramıyla onlardaki bir değil. Ve biz hissettiklerimizi daima kontrol edemeyiz. Aklın sana onlardan böyle bir savunma gelmeyeceğini söyler ama hislerin aksini baskılar. Özellikle de öfkeli olduğun anlarda. Çünkü bir koruma içgüdüsündeyken kendini, sendeki anne kavramının mükemmelliği ve vazgeçilmezliği ortaya çıkar. Ayrı ayrı değerlendirmezsin, onları da kendin gibi sanarsın. İstemsizce olur bu, özellikle böyle bir dönemde istemsizce olan şeylerin sayısı artar. Sakinleştiğinde gelen pişmanlık da bu ayrımı yapabildiğin için."

Bu haksızlıktı. Fetih tanıştığımız ilk günden beri, son yaşananlardan başka, tek bir kez bile annesine yönelik bana bir savunma yapmamıştı. İlk günden beri. Kardeşinin fotoğrafı benim elimde yırtılmışken bile.

"O yüzden kendine lütfen yüklenme bu konuda. Nasıl zamanında Suna annene olan öfkeni kırdıysan eşine karşı da normalleşeceksin ama bazı anlar kaçınılmaz Efsun. Şu an seni bu olayda en zorlayacak ortamdasın. Sana o kadını hatırlatabilecek insanlarla yaşıyorsun ve onları da çok seviyorsun. Olağan, yüklenme kendine. Bunları hissetmemek senin elinde değil bir süre. Yükünü ağırlaştırma."

Bir çıkmazın koynuna attı beni. Ne hissettiğimi bile seçemediğimi o an anladım. Hislerime kabaca isimler veriyordum. Öfke diyordum ve orada bırakıyordum. Acı diyordum ve kurcalamıyordum. Dirseklerimi masaya yasladım parmaklarımı saçlarıma geçirdim ve bilgisayarın klavyesine baktım. Parmak uçlarımı var gücümle saç diplerime bastırıyordum.

"Bu ne kadar süre devam edecek?" dedim korkuyla. "Bunun kararını ben veremem Efsun beraber yaşayıp göreceğiz." aylarca sürmüştü. Ben küçükken aylarca sürmüştü. O sürecin en sancılı dönemi aylarca sürmüştü. Aylarca Suna annemle bir savaş halindeydim. Aylarca.

"Bunu yapamam Fetih'e." dedim sesim titriyordu, gözlerim yeniden dolmuştu. Daha en başındayken, daha hiçbir şey başlamamışken olanlar belliydi. "Benim Fetih'i yıpratma şansım yok." elimi yüzüme kapattım başımı iki yana salladım. "Hayır hayır benim böyle şansım yok. Göz göre göre elimde bıçakla kalbini oyamam ben Fetih'in."

Yüzünden geçen şaşkınlığı görmek bile istemedim. "Ya sen Efsun?" dedi. "Buna bu kadar ağır bakmamalısın, Fetih elbet bunu olgunlukla karşılar. Anlayış gösterir sana. Siz evlisiniz birbirinizi zaman zaman tolere etmelisiniz."

O gün duyduğum cümleler geldi aklıma. Üç farklı önünde düğme iliklediğim doktordan. Stres, stres, stres.

"Fetih bana anlayış gösterir ama kalbi ona anlayış göstermez. Fetih bir hastalığın kıyısında. Kalbi hasta olmak için an kolluyor. Ve o sırf ben üzülmeyeyim diye uyuşan kolunu da, onu ölüme, felce götürecek tansiyonu da, ağrıyan kalbini de benden saklamış bir adam. O gün ona söylediklerim ne kadar tetikledi kalbini biliyor musun? Eli buz gibiydi. Ölecek sandım," nefesim yetmedi ağzımdan sancılı bir ses çıktı. "Ben geri dönmesem ölecekti de. Kalbi hasta olmak için bekliyor. Ben Fetih'e bana sabır göster, bir süre ne söylersem söyleyeyim alttan al diyemem. Alır gibi yapar alamaz. Zaten suçluluk duygusuyla yaşayan bir adam. Ben o günün tekrarını yaşatamam ona."

Mümkün değildi. Daha otuz yaşındaydı. Böyle bir riski alamazdım. Dört bir yandan böyle uyarılmışken alamazdım. Benim bir söylediğim onun kalbinin tartısında ona denk geliyordu. Genetiği başlı başına bilimsel bir nedendi zaten. Ben biliyordum işte böyle olacağını. Yaşamıştım biliyordum. O zaman çocuktum ve Suna annemin kendini suçlayacağı bir durum yoktu. Fetih'in aksine. O zaman çocuktum ve öfkem bu kadar yıkıcı değildi.

"Edirne'deyim." dedi aniden. Türkiye'nin diğer ucu. "Fetih şu an iyi mi?" diye sordu.

"Takibini yapıyoruz." dedim.

"Efsun." dedi ve duraksadı. Bu duraksayışından bile anladım bir sonraki cümlenin hoşuma gitmeyeceğini. "İyi olduğuna emin olduğunda ona bazı şeyleri izah edip buraya gelmelisin."

Tüylerim diken diken oldu. "Ne?" mırıldandım. Sesim bile tam olarak çıkmadı.

"Bunu sana Fatma ablan olarak söylüyorum. Zaten seni tetikleyecek bir ortamdayken bir de bu baskıyla mı tedavi olacaksın Efsun? Devamlı eşine zarar veririm kaygısı senin işini ne kadar zorlaştırır farkında mısın? Bu süreci ne kadar uzatır, seni nasıl zorlar, motivasyonunu nasıl düşürür. Daha başlamadan, benimle sohbet ederken bile vazgeçme kıyısındasın. Fetih'e zarar vermemek istiyorsun ama bunun için böyle yaşarım diyorsun."

"Bunun çözümü bu değil."

"Bunun çözümü tedavi olmaman mı Efsun?" dedi. Gözlerimi kaçırdım cevap vermedim. "O şehirde, devamlı adını bile duymak istemediğin kadının çevresiyle iç içeyken bir şeyler zaten zor olacak. Üstüne üslük Fetih'in sağlık durumunu da sırtlanmış durumdasın. Kendini dört duvar arasına almış durumdasın. Nasıl olacak? Bir taraftan ailenin geldiği aile sana bu kadar zarar vermişken sağlıklı bir şekilde ilerlemek zaten çok zorken diğer taraftan eşinin sağlığını düşünmek. Zamanla belki de yanlış bir şey söylememek için konuşmayan bir kadına dönüşeceksin. Bir şeyi toparlamaya çalışırken evliliğin zarar görebilir. Sessizleşebilirsin. Fetih'in sağlık durumundan kendini mi sorumlu tutuyorsun?"

"Tutmuyorum benim yüzümden."

Başını salladı ama benim söylediğimi onaylamak değildi bu. "Kendini suçlu gören ve diken üzerinde olan bir kadın. Fetih eminim bu isteğini anlayışla karş..."

"Kızar." dedim. Belki o bunu çok farklı anladı ama zihnimde başka bir cümle canlanıyordu. Çok kızarım ama sana. "İkna eder beni. Anlayışla karşılamaz. Onun sağlığı için özellikle bunu yapıyorsam, bir yerde onun için uzaklaşıyorsam ikna olmaz, beni ikna eder. Kendi sağlığını önemsemez. Yapar bunu." zoraki değil üstelik. O hastane bahçesinde aramızda iki karışlık bir mesafede bir bankın iki ucunda otururken kabullenemesem de bir ayrılık konuşması yapmıştım ama bitirememiştim. Olmamıştı. Ceketimi almıştım, kapı eşiğine kadar da gitmiştim ama çıkamamıştım o kapıdan. Ne söylemişti ki Fetih o gün bana? Yüzlerce cümleye karşılık gelen, onlarca yıla eş değer olan birkaç bakış dışında ne yapmıştı Fetih o an? Kalkıp gidişimi engellemek için ceketini çıkarmaktan vazgeçmek dışında ne yapmıştı? Kızarım demekten başka ne demişti? Ama yetmişti işte o kapı eşiğinde Fetih'in gözlerine bakmak. Çıkamamıştım. Bunu nasıl anlatırdım bilmiyordum. Nasıl açıklardım bilmiyordum.

Fetih bu hikâyenin suçlusu değildi, Fetih bu hikâyenin zararlısı değildi. Bana yanlışı olmamıştı. Konu da tam olarak burada kör düğüm oluyordu. O kapı eşiğinden o yüzden geçemezdim. Bu hikâyede Fetih'in Efsun'a tek bir yanlışı olmamıştı. Benim içime biraz olsun nefret tohumu ekseydi, bana tek bir yanlışı olsaydı belki bu kadar yumuşamazdım. Bunca kötülük içinde bile bana biraz olsun kötülüğü dokunmamıştı. Dokunabilirdi. Bir hatayla bile dokunabilirdi. Hiç istemeden beni kendinden yana yaralayabilirdi ama yoktu. Hep elinde pansuman devamlı yaralarıma pamuk basıyordu. Ve onun hayatına girdiğimden beri her yeni açılan yarayı kendinden biliyor pay da çıkarıyordu. Ailesiyle sınırlı değildi bu. O adam öldüğünde bile kafasını duvara vururken kendisinin suçu varmış gibi davranmıştı.

"O da senin gibi sağlığını umursamaz yani." dedi Fatma abla. "Birbirinizi düşünüyorsunuz ama kendinizi düşünmüyorsunuz. Halbuki insanın kendisine verdiği değeri başkası veremez ki. Veriyorsa, eğer ki bir başkası daha fazla değer veriyorsa buradaki durum karşımızdakinin verdiği değerin fazlalığını değil, kendi kendimize verdiğimiz değerin azlığını gösterir."

Birbirinizi düşünüyorsunuz ama kendinizi düşünmüyorsunuz.

"Toksik bir ilişkimiz yok." dedim. Öyle anlaşılsın istemiyordum.

"Muhakkak ama iki taraflı olarak da birbirinizi kendinizden daha çok düşünmeyi sürdürdüğünüzü düşünelim. Yani şöyle," dedi ve öne doğru çıktı. "Aslında ilişkilerin de insanlar gibi sağlığı vardı. Sağlık durumu iyi olabilir, riskli olabilir ve hasta olabilir. Hatta ölebilir de. Biz buna ilişkinin bittiği nokta diyoruz. Bir sağlık sorunu insanı öldürmez Efsun ama tedavi edilmeyen bir sağlık sorunu insanı öldürür. Bu iki meslektaş olarak kabul göreceğimiz bir durum değil mi?" benden bir onay bekledi ve başımı salladım.

"Aynı şey ilişkilerimizde de geçerli. Ailemizle, eşimizle, arkadaşımızla. Ve bir ilişkide bireyler sağlıklı değilse o ilişki de sağlıklı olmaz. Sağlıklı başlayabilir ama öyle devam etmez tedavi edilmezse. Akciğerimiz hasta, bunu sadece akciğerle mi sınırlı tutuyoruz? Artık o birey hasta oluyor. Tedavi edilmezse bütün ilişki gibi tüm vücut hasta oluyor. Yavaş yavaş diğer organlara sıçrıyor hastalık. Ve günün birinde kaybediyoruz hastayı. İki kişilik bir ilişkide tek bir kişi bile iyi olmazsa sağlık olarak bu yavaş yavaş ya da belki de hızla ilişkinin bütününe yayılır."

Hasta olan bendim. Diğer gerçekler o kadar ağır geldi ki bu konu üzerinde bile duramadım. "İlişkimizin zarar göreceğini mi söylüyorsun?"

"Kendini çok zorlayacağını, zorlarken tedavini belli bir süre bir çıkmazda sürdüreceğini, o sürecin sonunu görene kadar ya kendini daha çok yıpratacağını ya da ilişkinizin yıpranacağını söylüyorum. Verebileceğin doğal tepkileri vermemen gerektiğini söylüyorsun. Bu müthiş bir baskı. Bir süre uzaklaşma konusunda da Fetih'in ikna olmayacağını söylüyorsun onun sebebi de seni yalnız bırakmak istememek. Sence bazı şeyleri kestirmek ne kadar zor?"

Devamlı kırılmaktan bir türlü uzamayan tırnaklarımı avuç içlerime batırdım başımı öne doğru eğdim. "Bir günün nasıl geçiyor Efsun? Neler yapıyorsun, neler yapmak istemiyorsun, nasıl hissediyorsun gün içinde?"

"Evden çıkasım gelmiyor. İşe bile isteyerek severek gitmemeye başladım. Bazen kimseyi görmek istemiyorum. Yataktan çıkasım da gelmiyor. Uyumak istiyorum sadece. Bazen de hiç uyumamak. Bazen baş ucumdaki suya bile uzanasım gelmiyor, bazen Fetih'le çeşit çeşit yemek yapıyorum. Bazen çok enerjik uyanıyorum bazen güneşin doğduğuna tahammül bile edemiyorum. Çoğu zaman başıma bir şey gelecek sanıyorum. Kapıları hiç kapatmıyorum, ışıklar zaten her daim açık. Hasta kendi iradesiyle kapıyı kapatmadığı sürece ben kapatmasını istemiyorum. Evdeki tüm kapılar açık. Oturduğum yerlerin metrekaresi küçülüyor bazen, midem bulanıyor. Ellerim zaman zaman titriyor. Hiçbir şey okumuyorum. Asansöre binmiyorum. Toplu taşıma kullanmıyorum, kullanmak da istemiyorum bir daha asla. Hastanenin kantininde oturmuyorum kalabalık beni rahatsız ediyor. Bazen insanlara günaydın bile demek çok zor geliyor. Kimseyle konuşasım gelmiyor çoğu zaman. Çok çabuk yoruluyorum. Aklım almıyor bu kadar çabuk yorulmayı ve her daim uyku ihtiyacımı."

Anlattıkça bunların neyin belirtileri olduğunu ben de fark ettim. Bir bir. İçimde bir boşluk bir hastayı dinler gibi dinledim kendimi. Duygudan uzak. Bomboş.

"Ben Edirne'deyim ve seni bekliyorum." dedi. "Fetih'e bunu en doğru şekilde nasıl aktaracağını en iyi sen bilirsin ama ben buradayım. Fetih'in sağlığı açısından takibi bitene kadar kendine zaman ver. İstediğin her an yeniden bu şekilde konuşabiliriz. Dediklerimi ölç tart. Ve lütfen elinden geldiğince yürüyüş yap. Tek, eşinle ya da arkadaşınla. Yapmak için çabala. Sabah akşam, ne zaman istersen. Bol bol yürü. Gelmeden önce de bana haber ver, elimden geleni yaparım. Tamam mı Efsun?"

*** ***

Yüzümün her bir tarafında dolanan dil benim dengemi bozuyordu, ha düşüyordum, ha düşecektim. "Rica ederim." dedim ve daha fazla ayakta kalamadım. Diz çöktüm. Patilerini dizlerime bastırırken başını okşadım. "Rica ederim ne demek, rica ederim." diye tekrarladım. Ayaklansa benim kadar boyu olacak köpekle birbirimizi öperek zaman geçirdikten sonra o benden kopmadan ben ayaklanmadım. Vedalaştı benden, döndü arkasını. Ayaklandığım yerde hırkamın cebindeki telefon çalarken elimi belime koydum ve açtım telefonu.

"Efendim."

"Efsun, geliyorum ben. Bir şey lazım mı, ne yapıyorsun?" dediğinde bir an kafam o kadar karışık ve doluydu ki konuşmayı unutmuş gibi kaldım ama kısa sürdü bu.

"Hayır bir şey lazım değil. Ben de işte ev pişirdim şey iç..."

"Et mi pişirdin?" dedi ilk duyduğumda yorgun olan ses aniden canlanırken.

"Evet de se..."

"Tamam kapat geliyorum ben, kapat kapat." dedi ve kapattı. Basbaya yüzüme kapattı, öylece kalakaldım elimde telefonla. Arkama baktım sonra köpeklere. Dört taneydiler önlerinde de dört tane kap vardı. Kapları izledim uzun uzun. Bol etli makarna vardı. İşin doğrusu bizzat Fetih Karadere'den öğrendiğim makarnalı et. Evet et pişirmiştim ama köpekler içindi onlar, Fetih için değildi ki. Kapatmamış olsaydı yüzüme ona söyleyecektim zaten ben. Kollarımı önümde bağladım Fetih'in gelince vereceği tepkiyi düşüne düşüne eve geri yürüdüm. Elimi yüzümü yıkadım ve yeniden mutfağa geçtim. Yemekler zaten hazırdı, sofrayı kurdum. Salatanın sosunu hazırladım. Bahçeden bir papatya koparıp masaya koyasım geldi ama yapmadım. Meraklı gözlerle beni izleyen Şeftali benim gördüklerimden mahrum kalmasın diye omzuma koydum onu. Bir kuş gibi dakikalarca omuzlarımızda durabiliyordu. Yüzlerimizi birbirimize sürttük.

"Sana yavaştan tuvalet eğitimi vermemiz gerekiyor biliyorsun değil mi?" mır mır konuştu yine. "Gerekiyor gerekiyor." diye ısrar ettim. Tam da o sıra kapı açıldı "Ben geldim!" sözlerini duydum. Epey dinç dinamik bir sesti.

"Buradayız!" diye seslendim ve çok geçmeden yanımıza geldi. Kapının girişinde durdu ve mutfağı kokladı. Evet yaptı bunu. Kravatını sanırım çıkarmıştı gün içinde çünkü sabah takıp göndermiştim. Yüzündeki bu mutluluk et yüzündendi ve bu biraz keyif kaçırıcıydı.

"Bugün kim kocasına köfte yapmış?" dedi bir çocuk gibi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Yan komşu olabilir ama kesinlikle ben değilim...

"Hoş geldin." dedim gerçeklerle yüzleşmeden son tatlı konuşmamızı yaparken. Elinde torbaları bıraktı ve kabanını çıkardı. "Geliyorum." derken lavaboya doğru ilerledi. Lacivert gömleğinin kollarını sıvıyordu. Ellerini yıkayacaktı. Gözlerim fırının üzerindeki yemeklere kaydı. Her şey onun içindi. Bunu anlamayacaktı ama yemin ederim her şey onun içindi. Her şey hem de.

Ellerini yıkayıp yine mutfağa girerken yerdeki torbalardan birini aldı ve Şeftali'ye baktı. Ona yeni mamalar mı almıştı? Tam bu müjdeyi Şeftali'ye verecekken Şeftali omzumdan alındı ve torbanın içine atıldı. "Sen bira uzak dur bizden." dedi ve torbayı birkaç adım ötemize koydu.

"Fetiiih!" diye söylendim. Onu aşıp torbadan Şeftali'yi çıkarmak için bir hamle yapacaktım ki kolunu sardı belime ve bedenini bedenine yasladı.

"Buyur benim dinliyorum." burnunu burnuma sürttüğünde Şeftali'nin torbanın içindeki varlığını unuttum. Ellerim çok havada kalmıştı mesela önce yüzünü avuçladım.

"Hoş geldin." dedim yine. Dudaklarını dudaklarıma bastırdı, "Hoş buldum." dedi. Anlamsız şekilde dramatikleştirdim bu anı içimde. Hoş gelmişti ve hoş bulmuştu. Bu güzel bir şeydi. Aksi olabilirdi. Önce kollarımı sardım boynuna sonra sarıldım. Bir kokladım, sigara kokusu almadım. Parfüm kokusunu aldım. Kahve notası baskın olan parfümü. Parfüm.

Bu benim kafamın içindeki büyümüş an onun "Kurt gibi acıktım." demesiyle sonlandı ve son kez beni öperek ayrıldı benden.

"Tamam." dedim. "Sen üzerini değiştir yiyelim."

Elimde olsa fırının önüne gitmesini engelleyecektim ama anlamı yoktu. "Sen ne ara bu kadar şeyi hazırladın?" dedi ocağın başına geçip. Hastaneden geldiğimi sanıyordu.

"Öyle hallettim hemen." dedim. İlk tencereyi açtı istediğini alamadı. Sonra ikinci ve üçüncüye baktı. "Fırına mı attın?" dedi ve fırını da açtı ama istediği şeyi göremedi. Masaya da baktı ama yoktu.

"Neyi?" diye sordum.

"Eti. Et pişiriyorum dedin ya?"

Yeniden tencereleri kontrol etmeye başladı. Menü çok güzeldi aslında. Beyaz et de tüketecektik ama damağını bir süre sebze yemeklerine alıştırmak istiyordum. Biraz olsun yardımcı olmalıydı bana.

"Ben yürüyüşe çıktım. Şu sokağın ötesinde köpekler vardı, açlardı. Mama da taşımak zor geldi ben onlar için pişirdim. Makarnayla birleştirip verdim yediler. Sen kapatmasaydın telefonu ben sana söyleyecektim aslında." eli tencerenin kapağında gözleri bende kaldı. Tüm o dinçliği silindi gitti.

"Sen ciddi misin?"

"Çok güzel şeyler hazırladım ama bize. Hadi git üzerini değiştir gel yiyelim." tencerelere üstten bir bakış attı. Tam dudaklarını açacaktı ki "Çok uğraştım ama." dedim. Güneydoğu mutfağından çıkıp Akdeniz ve Ege'ye doğru kaymalıydı artık. Omuzları düştü kapağı bıraktı ve gömleğinin iliklerini açmaya başladı ve sırtını dönüp gitti. Üzerini değiştirip gelecekti herhalde.

*** ***

French presste demlediğim yeşil çay ve iki fincanla Fetih'in oturduğu salona girerken önünde kalın kalın kataloglar ve bilgisayarı açıktı. Yemekte de söylediği gibi okulun rengine artık karar vermem gerekiyordu. Elimdeki tepsiyi boş bir yere koydum ve koltukta oturmayı tercih etmedim. Yastıklardan birini aldım ve yere koydum üzerine oturdum. Yeşil çayları bardaklara koyarken birini Fetih'in önüne koydum diğerini kendi önüme aldım. Çenesini başıma sürttü sonra öptü. "Hazır mısın?" dedi. Başımı salladım. Bir yastık da o yanıma atıp oturmadan önce sırtım koltuğa denk gelecek kadar koltuğu öne doğru çekti.

İçinde her rengin onlarca tonu olan katalogların birini benim önüme doğru itti. "Önceliğimiz okulun dışı. Onun rengine karar vermen gerekiyor. Sen ne istersen o olacak, kısıtlama kendini." sonra bilgisayarından bir dosyayı açtı ve arka taraftan kocaman kağıtlar çıkardı. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Çok büyük bir sorumluluktu değil mi bu? Sonuçta benim adımı taşıyordu bu okul ve ben neye karar verirsem o renkte olacaktı. Uzunca bir süre giyeceği bir kıyafeti ben seçecektim. Önüme koyduğu kağıtlara baktım.

"Bunlar ne?"

"Okulun son hali." dedi. Tüm mimiklerim şaşkınlıkla değişti. İnanamadım bir an. "Ciddi misin sen?" dedim. Başka bir yapı ya da örnek sandım. Bu kadar ilerlemesi mi mümkün gelmedi bana yoksa öyle bir yerden bu kadar güzel bir şey çıkması mı bilmiyordum.

"Tabi ki, boş durmuyor kimse eğitim devam ediyor. Çocukları bir an önce almamız lazım bu okula. Bir tek boyası kaldı. Her şeyi tamam." kağıtlardan birini aldı ve anlatmaya başladı bana. Anlayabileceğim şekilde. Bazen dikkatim ellerinin güzelliğiyle dağılıyordu. "Bak şurası giriş kısmı. Dolaplar koyduk. Yollar çok engebeli, gelirken çantalarının ağır olmaması lazım. Dolapların hacmi büyük. Öğretmenle de konuştuk, anahtarlı bir sistem olacak. Öğrencilerin kendine ait dolabı olacak. Kitaplarını burada muhafaza edecekler. Kapı direkt sınıfa açılmıyor. Özellikle kışın çok zor olurdu. Her insan girdiğinde sınıfa soğuk hava da girerdi. Isıyı korumamız lazım. Çok çetin geçiyor kış. Dağ köyü." başımı salladım. Burnumun ucunun sızlaması normal değilse çok büyük sıkıntılarım vardı benim.

"Aynı zamanda montları da buraya asılacak. Ben de devlet okulunda okumuştum hatırlıyorum şu en arkada oturanlar için zulüm bu asılan montlar. Gerçi soğuktan geçen sefer gittiğimizde hepsinin montu üstündeydi ama artık gerek kalmayacak. Ki bence riskli de o arka sıradaki askılar. Küçük hepsi kafalarını çarparlar. Boyları yetmez ki deme, yetiyor deneyimledim ben."

Deneyimledim... Muhakkak deneyimlemişti. Muhakkak! Elmacık kemiklerim belirginleşmiş onu dinliyordum pür dikkat.

"Burası sınıf. Sıralar geniş ve küçük. Liselerdeki kadar değil. Geçen sefer gittiğimizde öyleydi. Hiçbirinin ayakları yere basmıyordu. Sıfırdan yapınca her şeyi sınıfı da istediğimiz boyutta yaptık. Hiçbir sıraya üç öğrenci oturmayacak. Hakkı ikiyse iki. Biri yazı yazmaya çalışırken diğerinin kolundan yazamıyordu geçen sefer. Kalktı bu sorun ortadan. Kapasitenin de üstünde sıra var artık. Yeni öğrenciler gelse de yer var. Akıllı tahta istedim, gerekli izinler için de konuştum ama internet çekmiyor. Olsa da kullanamayız dedi öğretmen. Kara tahta kalktı, tebeşirli dönemi geçeli çok oldu zaten. Yıl olmuş kaç. Normal beyaz tahta var. Isıtma ve ışıklandırma da sınıfın büyüklüğüne göre ayarlandı. Bakanlığa göre onun belli bir kuralı varmış, onlarla irtibatlı olacak şekilde hallettik. Camlarda da yalıtım var, kışın bir sorun yaşamayacaklar." sınıfla alakalı her şeyi anlattı. Benim fark etmediğim dünya kadar şey vardı. Dakikalar içinde didik didik etmişti bütün sınıfı. O eski yerle, şimdi burayla karşılaştırınca bir harabe gibi geliyordu gözüme, alakası yoktu. Artık bir eğitim yuvasıydı. Bir özel okul seviyesinde desem yemin ederim abartı olmazdı.

"Ve şurası sosyal aktivite odası. Senin istediğin gibi alan tanıdım onlara. Hep ders hep ders olmaz. Çocuklar film izlemek istiyorlarmış bazen, öğretmen bilgisayardan açsa da bu kadar çocuk küçücük ekrandan nasıl rahat rahat izlesin değil mi?" diye sordu. Gördüğüm şeylerden neler söyleyeceğini anlayabiliyordum artık. Bir an o kadar içim içime sığmadı ki dişlerim bile gözüktü gülümserken. Fetih'in ince ruhu benim içimi ince ince sızlatıyordu. "Bu odada projeksiyon var. Öğretmenimiz bilgisayarına indirip getirebileceğini söyledi. Yansıtıp izleyebilir. Evdeymiş gibi minderler var burada. Sıra koymadım, sınıf ruhunu taşımasın diye. Perdesi de siyah. Sinema ortamı yaratılabilecek. Her türlü rekrasyon için kullanılabilir bu alan. Okul içinde direkt bilgisayar olması bana da öğretmene de doğru gelmedi. Okulun yanındaki kütüphanede var. Her ikisinde de. Öğretmenimiz bu şekilde kitapların olduğu ortamlara da daha sık girerler dedi. Bana da mantıklı geldi." çok mantıklıydı. Bu şekilde hem anne babamın hem de annemin ismini taşıyan yerlere daha çok girip çıkacaklardı. Başımı salladım ve devam ettim dinlemeye.

"Bahçenin de her bir karışını elimden geldiğince verimli kullanmaya çalışacağım. Şu alanı görüyor musun?" dedi ve büyük bir kısmı gösterdi. "Burası devlete ait. Okul için kullanabiliriz bu sınırların içini. Ben komple yeşillendirme peşindeyim burayı. Gerekirse çit çekilecek ama bu alan yeşil olacak. Zaten konumu sınırdayız diye bağırıyor ambiyansını biraz düzeltmemiz lazım. Yapay da olsa yeşil olacak burası. Park çok istiyorlarmış, bu kısmını ona ayırdım. Şuraya futbol kalesi konulacak. Yazın dışarıda ders işlenebiliyormuş ona uygun oturma yerleri de yapılacak. Belli bir ekim alanı bırakmamı istedi öğretmen, çocuklarla ekip biçmek için onu da şu kısma düşünüyorum. Buralara da kedi köpek kulübeleri konulacak. Usta kendi elleriyle sağlam yapıyor. Gidince bir bakarsın sen." dedi ve kâğıdı bir kez uzaktan tutup baktı. "Eklemek istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Eklemek istediğim tek şey onu öpmek istediğimdi. Benim asla aklıma gelmeyecek her şey vardı.

"Her şey çok güzel." dedim sadece. Ona bakıyordum ama o büyük bir ciddiyetle işine odaklıydı. Zaten ona nasıl baktığımı görse böyle devam edemezdi. "Burası da okulun yanındaki kütüphane. Geçen sefer gittiğimizde daha çok başındaydı. İçini bu şekilde ayarladık. Çalışma masaları, raflar, bilgisayarlar. Ferah, aydınlık. Çocuklara göre ayarlandı her şey. Bir çocuk kütüphanesi. Masaların boyutu bile. Kitaplar da ona göre seçilecek. Öğretmenle konuştum o liste yapacak halledeceğim. Meydandaki kütüphanede burası. Daha büyük ve geniş çaplı. Muhtarla konuştuk. Adam tanıyormuş zaten beni. Köyde azımsanmayacak bir lise ve ortaokul öğrencisi var. Burada bilgisayar sayısı daha fazla. Kaynak sayısı da aynı şekilde. Çalışma alanı daha büyük. İnternet problemini çözdük. Okulda yaşadığımız sorun burada yok. İnternet sorunsuz çekiyor. Muhtarla anlaştık disiplinli şekilde korunacak ve hizmet verecek kütüphane." Dizlerimi kendime çekmiştim kağıtlarla işi bittiğinde yanağımı dizlerime bastırmış onu izliyordum.

"Bir görevli talep edilecek. Cevap gelinceye kadar gönüllü olarak lise öğrencilerini özellikle belli bir ücret karşılığında haftalık olarak çalıştıracağız. Talep çok olurmuş, ihtiyacı olanlar varmış. Kitapların düzeni, gelen giden kitaplar, girenler çıkanlar, eksikler hepsi düzgünce takip edilecek. Öğrencinin okul saatlerine göre ayarlanacak, onun dışındaki saatlerde muhtar da eşi de ilgileneceklerini söylediler. Okul içinde öğretmen bir dilekçe yollamış zaten öncesinde. Okulun işleriyle ilgilenecek biri için. Ama bürokrasinin yavaşlığı daha dönüş yok. Ben onu araya insan sokup halledeceğim, süreci hızlandıracağım. Kütüphaneye de gelen kişi bakacak." dedi ve kağıtlardan bana çevirdi gözlerini. Tesadüfen. Dizlerime yaslanmış içim eriyorken onu dinliyordum.

Benim güzel sevgilim, senden bir tane var ve sen benim karşıma çıktın. Bu tesadüf olamayacak kadar gerçek.

Benim ona bakışlarımda kaldı, gözleri kısıldı. "Ne oldu?" dedi öylece.

"Koca bir köy seni hiç unutmayacak biliyor musun?" hatta orada sınırlı kalmayacaktı. O okuldan kaç öğrenci mezun olursa ve o öğrenciler dünyanın nerelerine giderlerse gitsinler bir yerde öğretmenleriyle beraber böyle bir adam geldi ve okulumuzu baştan yaptı diye bileceklerdi.

Kendini işaret etti. "Beni mi seni mi?"

"Seni." dedim kendimden emin bir şekilde. O bunca şeyi yaparken ben hasta yatağında uyuyordum. Bana doğru yaklaştı yüzlerimiz dip dibeydi.

"Muhtar dedi ki Allah o karından bin kere razı olsun." bu çok güzel bir duaydı. Bir insanın inancındaki en kudretli olandı Allah ve bir başkası için onun adına razı oluş istiyordu. İçim sıcacık oldu. "Öğretmen zaten her konuştuğumuzda sana teşekkür ediyor. Veliler de bizi yemeğe davet ediyor, seni ağırlamak istiyorlarmış. Sık sık gelip yardım ediyorlarmış yağımına okulun. Tabi orada kocaman Efsun Zorlu Karadere yazıyor. Çoğuna soyad tanıdık ama isim değil. Kim bu kadın diyorlarmış. Kimlerden, nasıl çıktı karşımıza. Her uğradığımda muhtar söylüyor. Sen beni aramasan ben nereden bilecektim bu okulu akıllım?" dedi ve burnumu ısırdı.

"Öyle mi diyorlarmış?" dedim titrek bir sesle.

"Tabi ya! O okula girer girmez olan yere de senin biyografin asılacak. Kimsin nesin bir bilsinler. Kütüphanelerde de anne ve babanın. Hiç kesilmeyecek yardımımız. Ömürlük bağışçısıyız o okulun. Benim karımın ismini taşıyor öyle kolay mı?"

Dudaklarım iyice büzüldü. Görüntüm bulanıklaştı. "Senin de biyografin olsun o zaman." dedim. Kendi elleriyle çizmişti, onun güzel ellerinden çıkmıştı.

"Olmaz öyle. Göze sokar gibi. Kimin ismini taşıyorsa onunki olsun yeter."

"Hayır." dedim inatla. "Ya seninki de olsun ya da benimki de olmasın. Hiç ısrar etme sözümden dönmem." cıkladı ve tip tip baktı bana. Israrım bakışlarımla sürdü. "Tamam bakarız. Sen bir seç de şu rengi. Hadi doğrul. Haber vereceğim daha yarına alsınlar boyayı."

Kalktım dizlerimden ve kataloğu aldım elime. "Aslında ben böyle huzurlu, sönük olmayan, canlı ama cırtlak olmayacak bir renk düşünüyorum. Bakınca insanın içi ısınmalı. Rahatlamal..." Fetih'e baktım ve dudaklarımı büzdüm. "Tabi sen oku koskoca mimar ol ama benim anlatışım bu minvalde maalesef." dedim. Bu gelip bize kulağım şavlıyor demek gibiydi galiba. Fetih güldü ve burnumun ucuna vurdu. "O tanımına uygun bir renk bul o zaman." dedi.

Yanaklarımın ısındığını hissettim ve kataloğa geri döndüm. O kadar çok renk ve ton vardı ki dakikalar sürdü ve tam olarak istediğim şeyi de bulamadım sandım. Gittim gittim gittim. Sonra bir renkte durdum tanıdık birini görmüşüm gibi. Daha önce bir ahbaplığım vardı sanki renkle. Durdum üzerinde tonlarına baktım tek tek. Aklıma bir şey geliyordu ama emin olmak için yerimden kalktım. "Bir saniye geliyorum." dedim ve yerimden kalktım. Uzun zamandır kullanmadığım oje çantamı karıştırdım ve buldum. Elimde ojeyle geri dönerken odaya Fetih'in yok artık dediğini duydum. O iki rengi karşılaştırırken telefonumu da aldım ve rengin enerjisiyle ilgili araştırma yaptım.

'Anlamı güç ve soyluluk olarak söylenmektedir. Duygusal enerjisi yoğun bir renktir. Açık fikirli insanların beğendiği bir renktir. İnsanın psikolojisinde olumlu ve hızlandırıcı bir etkisi vardır. Olumlu duygular ve enerjik hissetmenize neden olur.'

"Lila!" dedim yüksek sesle. İstediğim tonu gösterdim. "Bu tonda. Lila. Çok soft ve dinlendirici bir renk. Aynı zamanda bana sürdüğün ilk ojenin rengi." bunu yadırgayacağını biliyordum ama öyle değildi işte. Bu rengi kafamda çok farklı bir seviyeye taşımıştı. O gece yaşananlar, söyledikleri, bu ojeyi sürüşü. Fark etmeden alacağım her yeni şeyde bu renge yöneliyordum. Bana iyi geliyordu. "Olmaz mı?" diye sordum. Bir bana bir ojeye bir de renge bakıp durdu.

"Sen istiyorsan olur." dedi ve bilgisayarından biraz uğraştıktan sonra o renk üzerinden gösterdi okulu. Olmuştu işte. Çok güzel duruyordu. "Nasıl sence?" dedim ve tepkisini ölçtüm. Sanırım beklediğinden daha güzel geldi gözüne.

"Oldu." dedi ve tebessüm etti. "Çok güzel oldu." bir kâğıt kalem aldı eline. Notlar çıkardı, fotoğraflar çekti ve telefonundan birileriyle konuşmaya başladı.

"Ve ben çocuklara bot, mont yeni çantalar almak istiyorum." dedim.

"Halledeceğim ben onu." dedi. Biliyordum zaten halledeceğini ama ben halletmek istiyordum.

"Ben almak istiyorum ama hatta iki kütüphaneye kitap da. Lütfen. Zaten hiç yardım edemedim. Ben alayım."

"Tamam sen seç istediğin her şeyi ben alayım. Sen almış olursun."

"Yok yok hayır ben alayım. Beraber seçeriz ama ben alayım. Sen hiç dokunma." ikimiz de maddi şartlarımın yanında o kadar standart bir hayat sürüyorduk ki bir yerde bana yük olacağını düşünüyordu belki de.

"Tamam." dedi en sonunda. "Sen nasıl istiyorsan öyle olsun." sonrası telefon konuşmalarıyla geçti. Kaşla göz arasında hafif soğusa da içilebilecek kıvamda olan yeşil çayını içirdim ona. Memnuniyetsiz olsa da telefonla konuştuğu için içti. Sonra dizlerine yatmak istedim ama yere uzanmama çok da fırsat vermedi. Ellerimde kağıtlar varken benim, telefonu kucağıyla omzu arasına sıkıştırdı ve kucakladı beni. Koltuğa taşıdı bedenlerimizi öyle devam etti işine. Başım dizlerimdeyken hem konuşuyor hem de saçlarımı seviyordu. Onun anlattığı her bir ayrıntıya defalarca kez baktım. Hayaller kurdum. Bugünü düşündüm. Yine aklıma aynı şeyler geldi. İşe yarın da gitmeyecektim ve Fetih'e bir şekilde bunu açıklamam gerekiyordu. Doğru ya da yalan ama bir şekilde söylemem gerekiyordu. Çalışıyor gibi davranamazdım. Hem o da gelsin istiyordum artık eve. Benim burada olduğumu bilirse gelirdi belki. Telefonu kapattığında yüzünü eğdi bana.

"Uykun gelmedi mi senin?" diye sordu. En çok bu yüzden saçlarımla uğraşıyordu zaten. Tüm gün uyuduğumu bilmiyordu tabi.

"Yarın okula gidelim mi?" diye sordum. İşin doğrusu onun ne diyeceğini bildiğim için konuya böyle girdim.

"İş çıkışı mı? Çok yorgun oluyorsun Efsun. İzin gününde gideriz." dedi tam da beklediğim gibi.

"Yarın işe gitmeyeceğim Fetih." dedim. "Hatta ertesi gün de gitmeyeceğim." ve ondan sonraki günlerde...

"Af buyur onu nasıl yapacaksın?"

"Buyurayım." dedim. İstifa ettiğimi söylemek istemedim. Şu an buna hazır değildim. Kafam allak bullaktı. Bu konuyu açmak istemiyordum. Hatta birkaç saat düşünmek de istemiyordum. Kafamın içi yorulmuştu. "Bir süre izin aldım. Senin yanında olmak istiyorum. Aklım sende kalıyor hiçbir şeye odaklanamıyorum. Senin sağlığın iyi olana kadar. Artık sen de tamamen eve geç." sadece onun tansiyonunu kontrol etmek istiyordum, sağlıklı beslensin diye elimden geleni yapmak istiyordum.

"O nasıl öyle kolayca oldu? Üç gün daha fazla rapor alacağım diye araya insan soktum ben, göbeğim çatladı sana zorluk çıkmadan yapayım diye. Bana mı garezleri vardı?"

"Kolayca olduğunu nereden çıkardın?" dedim. Olmamıştı. Bu gerçekti. "Sadece seni hastaneye götürdüğüm gün ne kadar kötü olduğumu gördüler. Ve tabi ki sen doktor eşisin ben bizzat doktorum. Sözüm daha çok geçiyor. Bir süre böyle olacak."

Hoşuna gitmedi bu durum. "Efsun ben iyiyim. Bu durum seni zora sokar, ileride acısını çıkarırlar. Sırf benim için kendini b..."

"Tek sebebi sen değilsin Fetih. Mesleğimi yapamıyorum. İyi bir doktor olmadığımı hissettiğim bir dönemdeyim." dedim. Bu konuda da dürüsttüm.

"Kim demiş sen iyi bir doktor değilsin diye? Sen benim tanıdığım en iyi doktorsun." dedi muhakkak abartarak.

"Sen bizim pediatri hocasıyla tanışsaydın fakültede sana gülmekten kırılırdı." dedim. Biraz da konuyu kapatmaktı amacım. Uzamasın, kurcalamasın istiyordum.

"Allah Allah. Çok biliyor o." dedi. Fakültenin en kıymetli hocalarından birine.

"Bir kere sözlüsündeydim tamam mı? Bana soru sordu. Ben de kendimden gayet emin bir şekilde yanıtladım. Hoca da bölmeyince doğru cevap veriyorum sandım. Böyle dakikalarca anlattım. Lafım bitince 'hastan öldü, çık dışarı' dedi." bunu şimdi gülerek anlattım, Fetih de gür bir kahkaha attı ama o zaman neye uğradığımı şaşırmıştım.

"Bir kere de soru sordu. Cevap veremedim. Üç kişiydik diğerleri yanıtladı. Sonra sıra yine bana geldi. Başka bir soru sordu ona da yanıtlayamayınca ben o an birinin selası okunuyordu. İşaret edip 'bak selan okunuyor' demişti." biz üç kişinin nasıl renk attığını hatırlıyordum. Kalbim çok kırılmıştı o zaman.

"Efsun sen bu adamın dersinden nasıl geçtin?" dedi. Ben de bilmiyordum onu. Çok kötü zamanlardı beynim silmişti.

"Sadece bu hoca mı? Benim sözlülerde yaşadıklarım artık alay konusu olmuştu. Ortopedi hocası vardı bana demişti ki sana biraz daha soru sorarsam ve böyle saçma sapan cevaplar alırsam bölümden atılman için dilekçe yazıp vereceğim." aslında ders çalışıyordum ama hocalarla aramızda eğitimci öğrenci ilişkisi değil de usta çırak ilişkisi olduğundan böyle kafamıza vura vura öğretiyorlardı bize. Benim kafama biraz daha fazla vuruyorlardı ama. "Bir kez de şey olmuştu, ben süslenir giderdim çoğunlukla. Makyajım kıyafetim falan hep özenli olurdu. Girdim odaya, kadın bir hocamız vardı. Çok güzel olmuşsun kombinine on üzerinden on veriyorum dedi. Tabi ben mutlu başladım sözlüye. Sonra sözlünün sonunda şey dedi; ben senin kombinine kaç demiştim Efsun? On hocam demiştim. Notun da o kadar çıkabilirsin demişti." bunlar Fetih'i o kadar güldürdü ki utanmasa gözünden yaş gelecekti. Karnını ısırdım. "Komik mi?" dedim.

"Değil mi?! Kızım sen nasıl uzatmadan bitirdin bu okulu?"

Bacağını ısırmak istedim ama izin vermedi, çatık kaşlarla onu izliyordum. "Ya yok mu senin hocadan aldığın kötü bir yorum kaç senelik öğrenciliğinde?" tamam biliyordum başarılıydı ama bu kadar da olmamalıydı. Başını geriye doğru attı. Gülüyordu. Karnına vurdum birkaç kere.

"Bir kere," dedi sonra. "Bak şimdi hatırladım. Bizde sözlü olmaz juri var. Projelerimizi onlara sunarız. İkinci sınıftım. Bir kez hocam sözümü kesip 'Mimar Sinan mezarından kalksa ilk işi seni tekme tokat dövmek olur Fetih.' demişti. Haklıydı." sanırım onun da böyle bir anısının olması beni mutlu etti, yalnızlıktan kurtuldum ve karşılıklı gülüştük. Tüm sinir stresten arındım ve güldüm sadece. Fetih bana uzandı, gülüşümden öptü. Ben ona uzandım. Gülüşünden öptüm. O beni kucaklayıp yatağa bırakana ve banyoya girene kadar bu böyle devam etti.









Dışarıdan gelen su sesi kesilmişti. Fetih banyodan çıkmak üzereydi tahminimce. Bomboş duvarı izliyordum ve uzandığım tarafı bile değiştirmek istemediğim dakikaların içindeydim. Banyonun kapısı açıldı, buradan duyabiliyordum. Çok geçmeden odaya ve devamında yatağa girdiğini de fark ettim. Yorganın altına girdi ve bana yaklaştı. "Bak yine yatağın en ucunda uzanmışsın." dedi. Farkında değildim. Gerçekten değildim. "Böyle yapıyorsun ya bana sanki küfrediyorsun." dedi. Bu cümleyi ilk kez kurmuyordu ama ilk kez bu kadar hoşuma gitmedi. Durup dururken ya da ilk bu kadar dikkatimi çekti.

"Küfretmiyorum ama." diye düzelttim istemsizce. Beni yatağın orta yerine kadar çekti.

"Ediyorsun." dedi ısrarla.

"Etmiyorum Fetih." dedim ısrarla. "Yatağın ucu da yatağın ortası da yatak. Bazen fark etmeden orada yatıyorum. Sana küfretmiyorum." bu sanki çözülmesi ve açığa kavuşturulması gereken bir şeymiş gibi geldi bana. Beni anlayamadığım bir şey rahatsız ediyordu. Aramızda biraz mesafe olması ona kötü bir şey ima ettiğim ya a söylediğim anlamına gelmiyordu. Yemin ederim ki gelmiyordu. Yanlış anlıyordu.

"Ediyorsun dediysem ediyorsun. Rahatsız oluyorum ortak paylaştığımız şeyin en ucunda durmandan. Her an gitti gidecek gibi. Rahatsız oluyorum ve seni aynen böyle en ortaya kadar çekiyorum. Çünkü gitmene izin vermiyorum." dedi. Kafamın içindeki kaostan bir haber ama ona bizzat hizmet ederek. Çok berbat bir hizmetti bu çünkü ben onu susturmaya çalışıyordum.

"İzin vermiyorum diye bir şey yok ki Fetih." dedim. Susturamadım kendimi. Zaten karman çormandım, çok gereksiz cümlelerdi bunlar.

"Vermiyorum işte." dedi. Ciddiye almıyordu beni henüz. Elini karnıma sarmış yanağını yanağıma yaslamıştı ve arkadan sıkıca sarılmıştı.

"Ben istersem yatağın en köşesinde yatarım ama." dedim. Ne yapmaya çalışıyordum? Tepkisini ölçmek miydi bu?

"Hayır yatamazsın."

"Fetih yatarım! Nasıl engel olacaksın?"

"Kandırırım ki seni, ikna ederim. Böyle yavaş yavaş saçlarını okşarım, güzel cümleler kurarım sonra da bir bakmışsın yatağın ortasındasın." bunu yapıyor muydu? Zaman zaman. Yapamadığı anda zaten o da en uçta yatıyordu. Bir şekilde beni kendinden ayırmıyordu. Sadece o sarhoş olduğu gece, en azından ben uyanıkken tamamen yaklaşmamıştı. Uyuduktan sonrasını hatırlamıyordum. "İnsanlar zaman zaman yalnız kalmak isteyebilir Efsun." dedi. Sanki bazen tamamen refleksle uzaklaştığımı anlıyordu. "Ama doğru zaman değilse izin verilmez. Senin şu an benim sağlığım için yaptıkların gibi. İkimiz de öyle bir dönemdeyiz. O yüzden seninle gerilmeyeceğim. Rahat bırak vücudunu." dedi ve o dokunuşlarının yumuşattı. Tam arkamdaydı eli karnımdaydı ama tam bir sarılma içinde değildi. Net olan bir şey vardı ki yatağın ortasındaydım. İkna gücünü farkındaydı ve bunu zamanı gelince kullanmaktan geri kalmıyordu. Çok uzun zaman bunu düşündüm. Sonra karnımın üzerindeki elinin üzerine örttüm elini. Uyudu sanıyordum ben ama uyumamıştı. Elimi tuttu.

*** ***

"Yoruldun mu? Alayım mı seni kucağıma?"

Tepemizde yakmayan ama ısıtan bir güneş varken bu okul yolu bu kez daha yorucu gelmişti bana. Fetih'in koluna girmiştim ve yanağımı koluna yaslamış öyle yürüyordum. "I ıı." diye mırıldandım.

"Sırtıma atayım mı?" dedi bu kez. Tıpkı o zamanki gibi. Güldüm ve başımı iki yana salladım. Sabah uyanmış kahvaltı ettikten sonra okula gelmek için yola çıkmıştık. Buradan sonra ben eve geçecektim Fetih ofise. Yarın da gidecekti ve bunun son olduğunu söylüyordu. Umarım öyle olurdu.

"Şimdi sana birkaç taktik vereceğim. Kulağını aç beni iyi dinle." dedi. "Bu inşaat işinde el işçiliği kadar sohbet de önemlidir. İşini yapan ustanın vereceği özenin miktarı işin sahibiyle olan samimiyetine bağlıdır. Tamam iyi yapabilir ama seninle arası iyi olursa daha iyi yapar." dedi.

"Şimdi okulun başında ben durdum gayet iyi oldu, şu hayvanlar için kulübeleri yapan ustayı göreceksin şimdi. Fantalardan birini alıp hemen git yanına. Kırk yıldır tanışıyormuşsunuz gibi davran. Tamam mı?" dedi.

Başımı salladım. "Tamam." dedim. Okul gözüküyordu artık.

"Ama asla işini öğretmeye çalışma. En iyisini o biliyor bunu sakın unutma. İstediğin bir şey varsa çok dikkatli olman gerekiyor söylerken. Tepesi atarsa yapmaz. Anladın değil mi beni?"

"Anladım." dedim merakla.

"Yani tabi istersen yapma. Kulübeleri kafasına göre yapar. Fazladan özen göstermez."

"Yok yok tamam ben halledeceğim." dedim. Kırk yıldır tanışıyor gibi yapacaktık tamam. Anlamıştım. Ters biri olmasaydı bari. Fetih'in taktikleriyle geçti yol ve bizi fark eden bir adam koşarak yanımıza geldi.

"Hoş geldiniz Fetih Bey." dedi. Elleri kirliydi silkecek gibi oldu ama Fetih ona fırsat vermeden sıktı elini. Adam bana da başıyla selam verirken "Hoş bulduk usta." dedi. Fetih elindeki Fantalardan birini bana verdi ve ilerideki adamı gösterdi. Hemen aldım ve gösterdiği yere doğru ilerlemeye başladım. Ona vardığımda bir an ne diyeceğimi bulamadım o da hiç dönmedi bana.

"Bunları siz mi yaptınız?" dedim önündeki tahta parçalarının boyutlarını ayarlayan adama. Kulübeler için miydi acaba? O ana kadar sanırım beni fark etmemişti, elindeki işi bırakmadan başını bana doğru kaldırdı. Yaşı büyüktü, saçları ağarmıştı. Gösterdiğim oyun alanındaki çeşit çeşit oyuncaklara baktı.

"Bazılarını. Geriye kalanlar hazır geldi biz yerini ayarlayıp sabitledik." dedi. Bir an arkamda kalan Fetih'e baktı ve sessizce selamlaştılar.

Başımı salladım ve elindeki işi izlemeye başladım. Ama o da beni. Sanırım başka bir şey daha söylerim diye bekliyordu ya da gitmemi. "Siz devam edebilirsiniz. Rahatsız olmayın lütfen. Kola getirdim içer misiniz bu arada?" dedim. "Zahmet etmeyin siz." dese de hemen bardak aramaya başladım ve hem ona hem de kendime koydum ve yanına indirdim. "Sağ olun." dedi. Koladan iki yudum aldı ve işine devam etti. Öyle görünüyordu ki bunlar özellikle kediler için yapılan yuvalardı.

"Biliyor musunuz benim de babam böyle şeyleri hep kendisi yapardı?" dedim. "Hatta evin diğer tesisat, boya badana, kırık dökük her şeyini." benim on dakikada yapacağım şeyi otuz saniyeye sığdırıyordu takip edemiyordum ellerini.

"O da mı ustaydı?" dedi bana bakmadan.

"Yok, öğretmendi ama kendisi yapardı. Bazen yapamazdı daha çok bozardı ben ne yaptım ki, zaten bozuktu derdi." ustayla aynı anda gülüştük. Bu beni biraz rahatlattı. "Fetih de öyle." dedim biraz kısık sesle ikimizin de tanıdığı birinden bahsetmek daha iyiydi sanki. "Her şeyi yapabileceğini sanıyor. Bir kere benim musluğum bozulmuştu, ben yapacağım dedi, bak yapma daha çok bozarsın dedim de dinlemedi. Sonra evi su bastı." dedim ve kıkır kıkır güldüm. Sonra biraz daha güldüm, sonra biraz daha. Bir benzerlik daha, muhakkak unutmuştum bunu, yine aklıma geldi.

"Eşref saatinde değildir." dedi usta. Fetih'i de zaten asla yedirmeyin kimseye.

"Sonra beni suçladı, ben mi yaptım sen tutmayı beceremedin diye. Babamla aynı model."

"Erkekliğin raconu budur Efsun Hanım," dedi. Adımı biliyordu. Okulun adından olabilirdi. "Yapmaya yeltenirsin olursa en iyisi sensin olmazsa senden değildir." yüzüme vuran güneşle biraz buruşmuştu yüz hatlarım. "Tam olarak öyle." dedim ve yine sessizce onu izlemeye başladım.

"Böyle tepenizde dikilince diktatör ya da patron gibi mi duruyorum?"

Amca, evet yüzüne bakınca anlamıştım amca yaşında olduğunu, bana baktı. "Hayır niye öyle düşündünüz?"

"Ustalar yaptıkları işin sahibine hanım demez ki." dedim. "Hatta benim şu an işimi daha güzel yapın diye sizinle hemşeri çıkmışım gibi davranmam gerekiyordu." amca gülerek bana baktı. Fetih'in taktiğini ortaya çıkardım. Komik bir şey mi söylemiştim?

"İşin sahibi de ustaya siz demez ki. Al ver meselesi bu." öğrendiğim yeni raconla dudaklarım aralandı. Evet çok mantıklıydı şerbeti ilk ben vermiştim.

"Anladım ustam." dedim. "Memleket nere senin?" şimdi neresi olursa olsun bir şekilde bağlantı kurmalıydım ki kedilerin evleri daha güzel yapılsaydı. Amca güldü.

"Zonguldak." dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım, gözlerim neredeyse açıldı kocaman. Karadeniz çok ters istikametti. Nasıl bir bağ kurmalıydım?

"Aaa!" dedim yine de! "Şey ya benim," dedim. Düşün Efsun düşün. "benim bir arkadaş orada doktorluk yapıyor." hatırladığım yoktu ama bulurdum. Yani koca üniversitede bulurdum. "Çok güzel diyor oralara. Bartın falan yanındaymış. Çok güzel, insanları müthiş insanlarmış."

"Hangi hastanede?"

Ya sabır...

"Ben onu şimdi tam hatırlayamadım ama özel bir durum olursa sen Fetih'ten bana ulaşırsın şey ederiz biz." dedim. Şey ederdim herhalde.

"Sağ olasın." dedi ve işine devam etti. Rahat bırakmadım ama adamı. Sohbet etmek istiyordum biraz. "Şuraya oturabilir miyim?" dedim tahtaların üstünü gösterdim.

"Orada rahat etmezsin kızım içerid..."

"Yok ederim ederim." dedim ve oturdum hemen. Yoksa içeri gönderecekti beni. Oturduğum yer biraz sertti ama sorun değildi. Bir süre sessiz durabildim ama yine konuştum. "Çocuğun var mı amca senin?"

"En küçüğüm senin kadar. Beş çocuk on iki torunum var." Fetih'in babaannesinin daha fazlaydı belki ama yine de şaşırdım. O kadar da yaşlı durmuyordu aslında. Yine başkaları için normal olan sayılar bana devasa geldi.

"Allah bağışlasın." dedim. Böyle söylenirdi hep çünkü.

"Sağ olasın kızım. Senin var mı?" dedi.

"Yok." dedim.

"Olsun zamanı gelince Allah da nasip ederse olur bir gün." dedi. Çok mülayimdi.

"Ama kedimiz var bizim." dedim yine de. "Şimdi diyeceksin ki evlatla bir mi ama bir bizim için. Biz onu bir günlükken bulduk, doktorlar anne sütü almadı ölecekler dedi ama yaşadı. Demek ki annelik yapabildik, o da bizim çocuğumuz oldu. Fotoğrafını göstereyim mi sana?" onay almadan hemen elim telefonuma gitti ve galeriyi açtım. Bu sabah çektiklerimden birini açtım ve gösterdim. "Bak." dedim hevesle. Hep bunu yapmak istemiştim. Bir kedim olsun ve onun fotoğraflarını insanlara göstereyim.

İkimiz de fotoğrafa doğru eğildik. "Sarman." dedi.

"Evet!" dedim heyecanla. "Bak sana bir günlük halini göstereyim." hemen kalplediğim fotoğraflardan ilk günlük ve Fetih'in çektiği fotoğraflardan birini gösterdim. "Bak bu haldeydi, bu hale geldi. Dünyanın en güzel kedisi değil mi? Bizim diye demiyorum bak sen daha önce bu kadar sevimli bir kedi gördün mü?"

Gülerek başını salladı. "Yok görmedim." dedi. Göremezdi çünkü yoktu. Diğer kediler de çok güzeldi ama sıralama yapınca Şeftali birinci sıraya geliyordu. "Fetih baktı biliyor musun benden çok? Ben hastaydım o kalkıp yemeğini yediriyor, kakasını yaptırıyordu iki saatte bir. Annesi sanıyor zaten Fetih'i." niye bu kadar her şeyi anlatıyordum bilmiyordum.

Ustayla aynı anda Fetih'e baktık. İşinin başındaydı ve bir şeyler anlatıyordu. "Ne güzel bir insanla evlenmişsin sen öyle." dedi. Başımı salladım. "Bu okula da benim adımı verdi biliyor musunuz?" dedim muhakkak biliyordu ama söylemek istedim işte. "Bu kütüphanenin ismi de anne babamın. Hatta meydanda olan kütüphanenin ismi de annemin."

"Söylediler. Başta anne babasının sandım sonra karısının dediler. Ben de sandım ki karısı ölmüş adına yaptırıyor. Daha önce çalıştım yine böyle okulların inşaatlarında. Ya anne babanın olur ya kendisinin. Olmadı eşi, kendisi ölmüşse onların adına yapılır. Çok gördüm öyle ama bak ölenin değil yaşayanın kıymetini biliyor. Bir sürü öğrenci mezun olacak biz ölüp gidene kadar buradan." dedi. Herkes böyle düşünüyordu.

Başımı salladım, burnumun direği sızladı buradan mezun olacak çocukları düşündükçe. "Evet ben sordum öğretmen arkadaşıma, bir öğretmen emekli olana kadar 350 400 öğrenciyi mezun eder dedi. Bu okulda da bir sınıf var şimdilik, demek ki en az o kadar öğrenci mezun olacak buradan. Hepsi benim adımı bilecek değil mi şimdi?" diye sordum. Bu çok güzel bir şeydi ve herkesten duymak istiyordum.

"Yalnızca onlar mı, bütün köy bilecek. Ara ara geliyor köyden insanlar bakıyorlar. Benim yaşım ortada bu konforda başka bir köy okulu daha görmedim. İnsanlar nasıl dua ediyor size."

Elimi kalbime bastırdım. Kaç yaşına gelirsem geleyim bunun üstünde başka bir hediye alamayacaktım. Fetih öyle bir şey yapmıştı ki bir daha kendisi bile kendi yaptığının üzerine çıkamazdı. Burası normal bir okul değildi. Bir köy okuluydu. Yokluğun da mücadelenin de en çarpıcı yaşandığı yerdi. Buradan geçen her çocuğun da her öğretmenin de bir hayat hikayesi vardı gözümde ve bu hayat hikayesinde çok mühim bir yeri vardı. Buna inanıyordum.

"Çok seviyorum ben onu biliyor musun?" dedim. Arkamda masum masum çalışıyordu bense burada ondan bahsediyordum. "Pamuk gibi bir adam. Böyle pamuk yumağı gibi onun kalbi, yür..."

"Ben çalışmayan adamı sevmem!" konuşmamı arkamdan yükselen, kuvvetli ve tanıdık ses böldü. Yakınımdan gelmiyordu Fetih bağırıyordu. Onun hakkında güzel şeyler söyleyecektim ya hissetmiş gibi hemen bozmalıydı bunu. "Ben işe yaramaz adamı da sevmem. Gelip saat doldurur gibi mesaisini dolduran adamı hiç sevmem."

Parmak uçlarımı çeneme bastırdım ve açıklama yapmak zorunda hissettim kendimi. "Birazcık asabi sadece. Çok az asl..."

"Herkes vazifesini bilecek işini hakkıyla yapacak. Konuşarak başkasının işini aksatana hiç tahammülüm yok özelikle. Duyuyor musun beni sana söylüyorum?"

Kime söylüyorsa bunu kırıcıydı. Bu kadar bağırması çok rahatsız etti beni. En azından gidip yanına uyarmalıydı, bu kadar insan arasında sesini yükseltmemeliydi. Rencide etmemeliydi.

"Aldığı paranın, yediği yemeğin hakkını verecek. Ya da verecek istifasını çıkacak gidecek. Kimseyi burada zorla tutmuyoruz biz. Disiplinsizliğe gelemem ben. Duymuyor musun be..."

Fetiih diye mırıldandım ve asılmış suratımla ona döndüm. Hoş değildi buradaki çoğu kişinin yaşı ondan büyüktü. Tam açmıştım ki ağzımı herkesle ayrı ayrı göz göze geldim. Bana bakıyorlardı. Neredeyse hepsi gülerek. Çalışanlardan biri bana doğru koşar adım geldi. Anlayamıyordum, neden bana bakıyorlardı? Bir boya ustasının giydiği tulumu bana uzattı gelen kişi.

"Buyur yenge." dedi.

"Bu ne?" aldım elime açtım boylu boyunca tulumu. Gördüğüm en küçük tulumdu. Bir erkek içine sığmazdı mesela. Fetih bana doğru yürümeye başladı. "Efsun," diye seslendi ve ekledi. "usta." ismimin yanına ilk kez aldığım bir tabirdi bu, garipsedim hatta benimseyemedim bile. "Kalk da işinin başına geç. Buraya otur, işini yapan insanları lafa tut diye mi getirdim seni?" dedi. Yanımdaki adama baktı ve beni işaret etti.

"İşinden alıkoyuyor değil mi seni?"

"Estağfurullah. Muhabbeti ne hoş öyle hanımının."

Fetih'in gözlerinin içi parladı resmen. "Öyledir," dedi ve ekledi. "hanımımın." yerimden kalktım ve ona baktım. "Kütüphane uygun. Git değiştir üzerini, el atalım boyaya. Hadi Efsun."

"Ben yapabilir miyim?" dedim. Ufak şeyleri boyamışlığım vardı ama bir duvarı hiç boyamamıştım. Üstelik bir okul duvarını. Başını salladı ve kütüphaneyi işaretti. Hızlı hızlı heyecanla kütüphaneye gittim. İçeride henüz kitaplar yoktu ama raflar yerleştirilmişti. Çok güzel duruyordu. Perdeleri bile takılmıştı. Hepsini indirdim ve tulumu giydim bir çırpıda. Saçlarımdaki bandanayı açıp daha sıkı bağladım ve çıktım. Fetih de giymişti ve boya bidonlarının önünde beni bekliyordu. Koştur koştur ona doğru gittiğimde boyanın kapağını açtı ve rengi gördüm.

"İstediğin gibi değil mi?" başımı salladım hemen. Tam da istediğim gibiydi. Fırçaları bana uzattı boyaları o aldı. Kapıyı açıp benim girmemi bekledi. Boyası yapılmadığı için henüz dün gösterdiği dolaplar sıralar gelmemişti ama ben tek tek gezdim her yeri. Çok güzeldi. Büyük, ferah, iç açıcıydı. Daha bitmemesine, içine eşyalar konmamasına rağmen üstelik.

"Şimdi gel bakalım yanıma." dedi Fetih ve durdu bir duvarın önünde. "Şimdi bu duvarı beraber boyayacağız. Ben sana göstereceğim. Öteki duvarı sana bırakacağım. Benim biraz işim var ben gelene kadar boyarsın o duvarı."

Gözlerim iri iri açıldı. "Ben tek başıma yapamam Fetih! Gitme ya da başka bir usta gönder yanıma."

"Yaparsın yaparsın, şu ana kadar elinden gelmeyen bir iş bile görmedim. Şimdi iyi dinle beni. Bak izle. Fırçamızı aldık." dedi. Bir adım uzaklaştım. Ya kötü olursa, toparlanabilir miydi sonra?

"Kovanın içine tam batırmıyoruz şu şekilde. Yavaşa yavaş yapıyorum iyi izle bak. Ekmek banar gibi banmıyorum fırçayı kovaya." dedi. Evet öyle yapmıyordu. Elim belimde onu izliyordum.

"Sonra çıkarıyoruz fırçamızı ve fazlalığı böyle silkerek atıyoruz." dedi ve fırçayı salladığında boya bana gelmesin diye geri kaçtığımda Fetih bana baktı ve fırçayı bu kez bana doğru silkti boya damlaları sıçradı üzerime. "Kirlenmekten de korkmuyoruz. İlk kurak buydu unuttum." aldı fırçayı ve duvara döndü. "Alttan başlayarak Efsun yukarıya doğru sürüyoruz. Sonra fırçayı kaldırmadan aşağı doğru. Bir ruloyla en fazla iki sıra yapabilirsin. İki sıradan fazla yapma. Ve ikinci altın kural bak aşağıya." dedi ve o göstermeyene kadar görmediğim boşluğa baktım. "Beş altı santime kadar boyuyoruz. Altını fırçayla yapacağız."

"Tamam." dedim.

"Sonra en başa dönüyoruz. İlk fırça darbemizde boyamız çoktu ya, onu toplamak için. Böyle özenle üzerinden geçiyoruz. Sonra bir daha alacağız boya ama rulonun suyunu sıkana kadar kullanmıyoruz. Baktık boya azaldı bir sıra mı yaptık olsun deyip zorlamıyoruz. İlk seferlerde daha fazladır fırçadaki boya. O yüzden daha fazla boyarsın. Şimdi sıra sende." dedi ve elimdeki fırçayla bana baktı. Tamam yapabilirdim. Kalbim küt küt atıyordu. Yerler şeffaf bir şeyle örtülmüştü. Fetih elindeki fırçayı bıraktı ve arkama geçti.

"Bak ben arkandayım. Bir şey olursa destek atacağım." dedi. Fırçayı onun gösterdiği gibi boyaya batırdım. Saçlarım önüme düşmesin diye tuttu arkamdan.

"Yeterli mi?" diye sordum. Bebek gibi bir renkti.

"Evet tamam, şimdi at fazladan boyayı." dedi ve geri çekildi biraz benim de çekilmem için. Biraz zorlandım, çünkü ağırlaşmıştı fırça ama yaptım.

"Aferin benim karıma." dedi Fetih tam destek. Fırçayı kaldırdım ve onun kaldığı yerden devam ettim. İlk sırayı rahatça yaptım ama ikinci sırada onun bahsettiği şey oldu.

"Fetih sanki boya bitti." dedim.

"Aynen öyle. Şimdi cila çek üstüne al fazla boyanı." dedi ve yaptığı gibi yaptım. Geri çekildim ve baktım. Fetih devam etmişti sanki hiç el değiştirmemişti.

"Oldu mu?" dedim. Heyecanlıydı sesim. Fetih'e İzmir'de evimi anlattığım kadar hem de.

"Çok güzel oldu, kim anlar iki farklı elden çıktığını?" aynı şeyi mi düşünüyordu? Hevesim daha çok arttı. Boyaya gittim yine.

"Sen bir uçtan ben diğer uçtan devam ediyorum o zaman ortada denk geliyoruz." dedi. Başımı hızlı hızlı salladım ve devam ettim. O neredeyse benim iki katım hızla yaptığı için çok çabuk bitti duvar. Bir an içim o kadar pır pır etti ki elimde fırça olmasa ellerimi birbirine çarpacaktım. Fetih'le yan yana duvara baktık. Biz yapmıştık.

"Bütün oda bittikten sonra en son küçük fırçayla boş kısımları yapacağız. Şimdi ben işimi halledeyim sen de o zamana kadar bu duvarı yap olur mu? Ben gelmeden biterse de diğerine geçersin."

"Tamamdır Fetih usta!" dedim. Camdan gözüküp gözükmediğimize baktı sonra elmacık kemiğimden bir ısırık aldı ve çıktı sınıftan.

İşçi problemlerini pratik olarak uyguladık. Ben tek başına biraz geç yaptım. Bir yerden sonra yoruldum da. Hatta terlemeye bile başladım. Biraz su içtim. Fotoğrafını çektim duvarın ama sonunda bitti. Fetih gelmeyince üçüncü duvara da geçtim ama çok ilerlemeden geldi. Geldi ama kirlenmişti. Elinde bir sandalye vardı onu köşeye koydu. Üzerindeki kahverengi ve diğer renklere baktım.

"Nereyi boyadın bensiz?" dedim. Hem de başka renkler boyamıştı. "Sensiz değil. Bir kısmını sana bıraktım. Gel sen otur dinlen biraz." dedi. Elimdeki fırçayı aldı bana bir bardak meyve suyu koydu, biraz da kurabiye. Bende oturunca bandanamı düzeltti sanırım yüzüme bulaşmış olan boyayı çıkarmaya çalıştı.

"Yoruldun mu?" dedi saçlarımı arkaya doğru tararken.

"Birazcık. Olmuş mu?" dedim merakla. Oturduğum yerde ilk meyve suyunu içtim.

"Yapamam diyenden korkacaksın." dedi Fetih ve fırçayı aldı. "Sen dinlen şimdi ben halledeyim geriye kalanını." önce duvarları boyadı büyük fırçayla sonra açıkta kalan yerleri. Kurabiyeleri yedikten sonra ben de gittim yanıma küçük fırçayı da anlattı bana onu da yaptım. Bu biraz daha zordu ama Fetih hızlı olduğu için bitirdik hemen.

Kapının eşiğinde uzun uzun sınıfımızı izledik. "Oldu." dedim.

"Oldu." dedi. "O zaman diğer yere de bakalım." sosyal aktivite odası sandım başta ama okulun dışına çıktık. Kütüphanede bir yer sandım ama diğer tarafa doğru yürüdü. Oyuncaklarla ilgili bir şey sandım ama yine okula döndü. İki pencere arasındaki boyaları gördüm. Birden fazla renk vardı.

"Ben bir şey çizdim." dedi Fetih. İki adım kadar önümden gidiyordu. Durduğu yere ben de vardım ve çizdiği şeye baktım.

Bir serçe.

Kocaman. İki pencerenin arasını kaplayan elle çizilmiş ve boyanmış bir serçe.

Bir iki üç dört.

Ayaklarının dibindeyse dört tane yavru serçe.

"Sensiz boyamadım, yavrularını da sana bıraktım." dedi. Sesi o kadar sakindi ki sadece dinliyordum. Serçe ve dört yavrusu. Serçenin her bir tüyü elle tutulacak kadar gerçekçiydi. Ellerim titrediğinde üzerimdeki tuluma tutundu.

"İstersen beşinci yavruyu da çizebilirim ama." dedi.

Serçe ve dört yavrusu.

Anlayabiliyordum. Bunun ne demek olduğunu anlayabiliyordum. Buruk bir tebessüm geçti yüzümden ama dudaklarım inatla aşağı büzülüyordu.

"Yer kalmamış ki ama beşinci yavruya." dedim. Dört tane yeterliydi, hatta fazla değil miydi?

"Eğer sen istersen yaratırım. Yani yer bulurum. Çizeyim mi beşincisini?" dedi. Sesinde ince bir ısrar vardı. Yavrulara yaklaştım duvarın önünde diz çöktüm. Ellerimle üzerlerinden geçtim.

Serçe ve dört yavrusu.

"Dört tane yetmez mi?" dedim. Konu kesinlikle duvar değildi.

"Sen yeter dersen yeter ama çiz dersen çizerim." dedim. Gülümsedim gözlerimi kapattım.

"Bence yeter." dedim. "Nasıl boyayacağım ben yavruları?"

*** ***

Dün yaptığımız boya badananın yorgunluğunu neredeyse tüm gün yatarak atmıştım ama bugün yatmak için hiçbir sebebim yoktu. Yorgun hissetmemin de hiçbir sebebi yoktu. Hava kapalıydı ve Fetih'in ofisteki son günüydü bugün. Günlerdir ölçtüğüm tansiyonunda her şey yolundaydı, sıkıntısızdı. Ona hissettirmeden uyguladığım Akdeniz diyetine de yavaş yavaş alışıyordu sanki. Şimdi işteydi gelmesine saatler vardı ve ben yataktan çıkmak istemiyordu. Halbuki temizlik yaparım sanmıştım bugün. Biraz elma toplarım sanmıştım ama her şeyin güzel gittiği anlarda aniden dünyam başıma yıkılmış gibi oluyordum zaman zaman. Ve uyumak istiyordum.

Fetih gittiğinde bugün evdeki bütün anahtarları toplamış ve dolaba koymuştum. Öyle daha iyi hissedeceğimi sanmıştım başta ama bir etkisi olmamıştı. Çok saçmaydı zaten yaptığım. Bir şeylerin saçmalığını yaptıktan sonra anlıyordum.

Telefondan saate bakmak için ekranı açtım ama saatten önce arka planıma daldı gözlerim. Serçe ve dört yavrusu. Boyadıktan sonra fotoğrafını çekmiştim ve koymuştum arka planıma. Gülümseyerek onu izledim bir süre. Minik serçeleri saydım. Hem yer yoktu beşinci serçeye, çiz desem nereye çizecekti diye düşündüm durdum. Yataktaki Şeftali'ye de gösterdim. Baya ilgili davrandı. Umarım bu ilgisi avcılık içgüdüsünden gelmiyordu.

Yatmaktan sırtımın ağrıdığı dakikaların içine girerken zorlaya zorlaya kalktım yerimden. Bir günü aktif geçiriyorsam bunun bedeli günler oluyordu sanki. Yürüyüş dedim kendi kendime. Biraz yürüyüş iyi gelirdi. İşe yarıyordu sanki. Üzerime montumu aldım ve cebime kulaklığımı koydum. Evin anahtarını alırken kapıyı kapattım çıktım evden. Bahçe kapısına varmadan kapıdan tanıdık bir sima gözüktü.

"Efsun yenge, Efsun yenge!" diye bağırdı Mahmut. Yine elinde torbalarla gelmişti.

"Mahmut!" beni her seferinde gülümsetebilen nadir bir varlıktı. "Hoş geldin!" daha fazla taşımasın diye elindeki torbaları aldım.

"Annem sen hastasın diye sana bunları gönderdi. Dedi ki bunları kaynati kaynati içi. Limon da sıksın!" torbanın içini açtım. Bitki yaprakları vardı.

"Çok teşekkür ederim niye zahmet ettin? Karnın aç mı?" ona köfte yapabilirdim. Sonra eve gelen Fetih köfte kokusunu alıp ayılıp bayılabilirdi.

"Değil. Sen nereye gidisen?"

"Yürüyüşe çıkacağım biraz. Bana eşlik etmek ister misin?" dedim. Tek başına olunca bir yerden sonra sıkılıyordum.

"Annem çok uzağa gitme diyi, bizim eve doğru mu gidisen?"

Başımı salladım. Oraya doğru da gidebilirdim sorun yoktu. "O zaman sen bekle ben bunları bırakıp geliyorum." dedim. İçeri geri girdim mutfağa bıraktım elimdekileri. Bir tanede çikolata aldım ve çıktım yine evden. "Bak sana ne getirdim." dedim ve ona uzattım. Biz yan yana evden çıkarken yürümeye başladık. Sessizdik aslında. Telefonum çalmasa hiç gürültü olmayacaktı.

Ekranı Mahmut'a gösterdim sonra açtım telefonu. "Efendim Fetih?"

"Uyuyor muydun?" dedi.

"Hayır yürüyüşe çıktık. Sen ne yapıyorsun?"

"Çıktık?" diye sordu. Eğer biraz daha istifasını verip gelmezse Mahmut'la yemek date yapacağımızı söyleyecektim.

"Mahmut'la. Ben tam çıkıyordum o geldi beraber çıktık."

"Bak," dedi böyle tavırlı. "Bak bak bak. Telefonu versene sen bir şuna."

"Tabi ki böyle bir şey yapmayacağım."

"Hayır ver bir kimsin kimlerdensin diye soracağım."

"Hayır Fetih başka bir şey söylemeyeceksen kapatıyorum. Mahmut'a ayıp oluyor. Hadi."

"Öyle mi Efsun Hanım?"

"Öyle Fetih Bey. Siz de çalışın. Yaşlanana kadar çalışın. Birazdan eve geçip Mahmut'la yemek de yeriz. Siz de çalışın." dedim.

"Ben şimdi pılımı pırtımı topluyorum geliyorum. İlişiğimi de kesiyorum artık yeter. O yer cücesine de söyle evine gitsin." beklediğimden daha kolay olmuştu.

"Tamam Fetih Mahmut'un da sana selamı var." dedim ve ne söyleyeceğini beklemeden yüzüne kapattım.

"Selam söylüyor." dedim.

"Aleykümselam." dedi büyük bir olgunlukla. Otuz yaşında adamların göstermediği olgunlukla hem de. Sessiz sessiz yürümeyi sürdürürken "Senin canın mı sıkıli?" dedi bana bakarak.

"Biraz." dedim.

"Hasta oldun diye mi işe gitmisen?"

"Evet o yüzden."

İleride bir park vardı ve boştu. Oturmak istiyordum biraz. Başka bir şey sormadı o parka kadar sessizce yürüdük. Bir banka oturduk o da yanıma oturdu. Park kimsesiz kalmış kadar boştu. Çikolatasını açtı bana da uzattı.

"Teşekkür ederim." dedim sadece sonra oyuncakları izledim.

"Canın sıkıli ya bize gel. Benim annem sana çay yapar mırra yapar."

"Tamam." dedim. "Bir daha canım sıkılınca size gelirim." annesini de davet etmek istiyordum aslında bir kez ama hiç fırsat olmamıştı. Sessiz sedasız karşımdaki parkı izledim. Cevabını vermediğim sorular artık çok ağır geliyordu bana.

"Ağlisen mi?" dedi aniden. Elimle yanaklarımı kontrol ettim. Hayır ağlamıyordum.

"Hayır, onu da nereden çıkardın?" çikolatasını ağzını hiç kirletmeden yiyordu. Keşke daha çok çikolata alsaydım yanına. Kardeşlerine de götürürdü.

"Dudakların böyle," dedi ve kendi dudaklarını aşağı doğru büzdü ve titretmeye çalıştı. Güldürdü bu beni. "Annem de öyle yapınca ağli hep."

"Annende mi ağlıyor?" dedim. Nedense gözümün önünde genç yaşından beri çile çekmiş, mücadele etmiş bir Anadolu kadını canlanıyordu gözümde. Elleri iş yapmaktan nasır tutmuş, saçlarına aklar düşmüş.

"Bazen. Babamla kavga ediler. Babam çok bağırınca ağli gizli gizli. Ağzı senin gibi büzili." dedi. Dudaklarım titremesin de annesini hatırlamasın diye birbirine bastırdım. Elim saçlarına gitti okşadım başını.

"Öyle zamanlarda annene sarıl kocaman tamam mı?" kimdi neler çekiyordu bilmiyordum ama ona da üzülürken buldum kendimi. Tek bir gücüm olsaydı ve bütün ağlayan kadınları güldürebilseydim. Kendim de dahil.

"Sarıliyem. O da bana sarıli." dedi. Yaklaştım saçlarından öptüm. "Aferin sana."

"Sana kim sarıli? Çocuğun yok ki senin." dedi. O kadar masum ve saftı ki soruları beni ağlatmaya yetebilirdi ama onun yanında tekrardan ağlamak istemiyordum.

"Fetih sarılıyor." kaşları havalandı ve başını salladı.

"Benim anneme babam hiç sarılmi." dedi. Keşke söylemeseydim. "Babam hiç annemi öyle taşımi de. O gün seni nasıl aldı kucağına. Çok da üzüldü. Annem ağlayınca babam hiç üzülmi de. Ama o çok üzüldü."

Mahmut yanlarındaydı. Ne zaman gitmişti bilmiyorum ama bir süre yanlarındaydı. "Fetih mi bıraktı seni o gün eve?"

"Yok yanındaki abla. Ama bana teşekkür etti, sarıldı Fetih. Ahbap olduk biz onunla." küçücük çocuk tüm dengemi bozarken bir gülüyordum bir ağlayacak gibi oluyordum.

"O zaten seni çok seviyor. Huyu öyle sevdiği kişilerle uğraşır." dedim. Ve dayanamadım sordum. "Çok mu üzüldü o gün?"

"Çook!" dedi ellerini iki yana açıp. "Sen iyileşecen ki niye öyle üzüli anlamadım. Dedim ben ona, doktor o iyileşir." gözlerim doluyordu engel olamıyordum. Başımı yere eğdim.

"İyileşeceğim değil mi?" dedim.

"He anneme de sordum doktorlar daha çabuk iyileşirmiş. Ağlama, benim annem sana çorba da gönderir. İyileşirsin. Ama ağlama, ağlarsan geç iyileşirsin. Anneme sordum o öyle dedi." göz yaşlarımı sildim başımı salladım. "Tamam." dedim. "Ağlamayayım."

*** ***

Kendi kendime, sözsüz sadece melodisini mırıldandığım şarkıyı dışarıdan dinleyen biri seçebilir miydi bilmiyordum. Yatağın içinde anne karnındaki gibi cenin pozisyonu almıştım. Üzerimde pandalı pijama takımım vardı ama önümü iliklememiştim. Gözlerim ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimin içindeki kaos zaman zaman çok artıyordu. Çok düşünmekten düşündüğüm şeyleri anlamayacak kıvamdaydım. Başımı taşıyamıyordum. Hayır hayır düşüncelerimi taşıyamıyordum.

Çok ağır şeyler düşünüyordum.

Çok zorumda gidecek şeyler.

Burnumun direğini sızlatan şeyler.

Fetih'in parmağı yanağıma sürtündüğünde anladım banyodan çıktığını, odaya geldiğini ve bana bu kadar yaklaştığını. İrkildim ve hatta bir an titredim. "Ne düşünüyorsun bu kadar derin?" dedi parmağı yanağımı okşarken.

"Hı?" diye mırıldandım. Göz göze geldik. Bir an kafamın içini görme şansı varmış gibi bir telaşa düştüm. Sırt üstü konuma geldik defalarca kez gözlerimi kaçırdım.

"Ne düşünüyorsun bu kadar derin dedim? O çalışmıyor ben çalışmıyorum ne olacak bu evin hali diye mi yoksa?" tekrar ettiğinde gözlerimi kırpıştırdım. Kurutmadığı saçlarına baktım.

"Tabi efendim. Yarınımız belli değil aç mıyız açıkta mıyız?" ben Mahmut'u eve bırakana kadar o gelmişti. Yemek hazırlamış yemiştik. Çalışma masasına düzenini kurmuştu ben de eşyalarını yerleştirmiştim. Artık sadece kendi işiyle ilgilenen bir adam vardı. Ofisten getirdiği çerçevelerde benimle olan resimleri vardı yine masasına koymuştum.

"Benim yemeğim var bir süre götürür beni sen kendini düşün. Etçilim ben." dedi ve yanağımı çekiştire çekiştire ısırdı.

Yemeği bendim.

"Yamyamsın sen ya?"

"Bir şeyi kırk defa dersen olur. Hadi az kaldı biraz daha söyle." burnunu aldım böyle elimin altında ezdim büzdüm. "Aptal seni."

"Ne düşünüyordun, söyle bakalım kocana." dedi yeniden.

"Öyle dalmışım." elim saçlarına gitti kaşlarım çatıldı huysuzca. "Şu saçlarını kurut Fetih."

"Saç kurutma makinem varken niye ben yapayım?"

"Evet işte ben de onu diyorum, saç kurutma makinesi dolapt..." çok sonradan anladım ne dediğini, dudaklarının üzerine vurdum parmak uçlarımı. Saçlarını kurutması gerekiyordu. "Seni var ya!" dedim. Yüzünde çapkın bir eda belirdi yine. Böyle sırıttı, tepemden tepemden imayla baktı.

"Allah aşkına ne yaparsın? Ne olur yap Efsun!" elini bana sarmak istedi, pişkin pişkin gülüyordu. Gel benim kafamı ısırarak kopar der gibi gülüyordu hem de.

"Hiçbir şey yapmam, saçlarını da kurutmam. Alışkanlık haline getirdin ıslak saçı. Git kurut şu saçlarını. Emrediyorum bak." işaret parmağımı yüzüne yüzüne sallıyordum. Biraz geri çekti bedenini ve süzdü beni. Ona sallanan parmağıma çattığım kaşlarıma baktım. Dudaklarını yaladı ve gülmemek için epey bir çaba harcadı.

"Tehlike saçıyorsun Efsun." dedi sesini ayarlamaya çalışırken. Bilmeliydi ki beceremiyordu. "Şu pandalı pijamalarınla tehlike saçıyorsun. Güvende değilim. Bak indir şu parmağını polisi arayacağım." normal şartlarda bir Fetih Karadere her koşulda benimle alay edebilirdi.

"Beni bir ciddiye alır mısın?"

"Alıyorum. Yani şu sıfatı," beni, pijamalarımı işaret etti. "ciddiye almamak mümkün mü?"

"Alay ediyorsun benimle."

"Asla."

"Fetiiih!"

"Efsuun!"

Pes ederek düştü omuzlarım başımı iyice yasladım yastığa. Gözlerimi kapattım, bakmadım ona. Elini karnıma bastırdı yine bakmadım. İç çekti yine bakmadım. Benlerime dokundu, daha fazla dayanamadım açtım gözlerimi. Hayranlık duyuyordu. Belki benim zaman zaman rahatsız olduğum, olmasaydı daha iyi olurdu dediğim benlerime hayranlık duyuyordu. Benlerimi seviyordu. Evet sevmekti bu. Anlaşılmayacak gibi de değildi üstelik.

"Sende ilk dikkatimi ne çekmişti biliyor musun?" diye sordu. Benlerim olamazdı elbet. "Saçların." diye de cevabını verdi. "Doğal ve yapayın farkını anlarım. Boya değildi ilk gördüğümde anladım." dedi. İçimdeki braletin çevresinde dolanıyordu parmakları gözleri gibi. Gözleri zaman zaman yüzüme kaysa da parmakları hep oradaydı. "Sonra ne dikkatimi çekti biliyor musun?"

"Çillerim?" öyle olurdu genelde. Önce saçlarım sonra çillerim.

"Hayır. Benlerin." dedi. "İkinci kez karşıma çıktığında. Burcu'nun evinde. Üzerindeki hırkanın içine beyaz yakası açık bir şey giymiştin." şaşkınlıkla ona baktım. Sahiden mi? O an göz göze geldiğimiz anlar bile çok kısıtlıydı. Dikkatini benlerim gibi ufak bir ayrıntı mı çekmişti? "Canım burnumdaydı ama fark etmiştim. Bir şey geçmemişti aklımdan ama fark etmiştim." aklından bir şey geçmediğini o söylemese de bilirdim ben zaten. O gün o evde herkes canının derdindeydi. "Sonra bir daha denk geldik, bir daha, bir daha. Ne zamandan itibaren bilmiyorum ama ne giydiğine dikkat etmeye başladım. Her giydiğin şeyde başka bir benin ortaya çıkıyordu. Sonu yok sandım bunun. Ama bakmam doğru değildi, biliyordum."

"Fark etmemiştim ben." değil rahatsız olduğum bir an gördüğüm bir an bile yoktu.

"Etsen de etmesen de bakmamam gerekiyordu." dedi ve gözlerime baktı. "Çünkü sana olan saygımın en büyüğü içimdeydi benim. Dilim saygısızlaşmıştır zaman zaman ama içim sana ilk günden beri saygılıydı." biliyordum. Bundan hiç şüphe etmemiştim.

"Baktığını fark etseydim kızacağımı mı düşündün?" Fetih'in benlerime bakmasıyla çillerime bakması onun için değil belki ama benim için aynıydı. Aynı tepkiyi verirdim sanırım.

"Bakmaya hakkım yoktu Efsun. Senin tepkinden bağımsız. Bir kadın bir erkeğe bakabilir. Bir erkek de bir kadına bakabilir ama ben sana bakamazdım." dedi. Bazen ben Fetih'e ilk adımı atmazsam Fetih bana yarım adım bile gelmez diye düşünürdüm. Ben bir adım attıktan sonra o kilometreleri aşardı belki, ikinci adımı atıp yorulmamı bile istemezdi ama ilk adımı ben atmasam o hiç atmazdı. Gün gelir bir mahkeme salonundan çıkardık, boşanmış olurduk, atamadığımız adımlar adliye koridorlarında yankılanırdı ve belki sarılır, belki sadece el sıkışırdık. Ben o ilk adımı atmasaydım sonumuz buydu. Farkındaydım.

Evlenene kadar mı? Demiştim.

Sen evlenene kadar. Demişti.

İlk adımı atmadığım evliliğim kâğıt üzerinde kalır ve bir gün biter ama yine kâğıt üzerinde. Adam kadının evleneceği güne kadar bekler ama ilk adımı atmaz. Atamaz.

"Bakmamalıydım. Bakarsam ve sen bunu hissedersen ve sen bundan rahatsız olursan ya da huzursuzlanırsan seninle aynı odayı bile paylaşamazdım. O benim yanımda hissettiğin rahatlığı alsaydım senden, bir odanın içinde temkinli yaşatmak zorunda kalsaydım seni, uykularını çalsaydım, bir gözün hep beni kontrol etmek için üzerimde olsaydı ölmek bile temizlemezdi beni."

Tüylerim diken diken oldu parmak uçlarımı dudaklarına bastırdım. "Şşşt." dedim kısık sesle. Kullanmasın istiyordum bu kelimeyi.

"Tek bir gün bile olmadı senden ya da herhangi bir davranışından huzursuz olduğum. Bir gece bile uyumak için uyumanı beklemedim. Üzerimi değiştirirken kapımı kilitleme gereksiniminde bulunmadım. Tek bir parça özel eşyamı bile en alta saklamaya çalışmadım. Ben hiç dikkat etmeden seninle aynı yeri paylaşırken tek bir imâna ya da bakışına maruz kalmadım. İçten içe bile acaba dediğim tek bir an bile yok."

Bu Fetih için bir şeref ve namus meselesiydi. Fetih'in şerefi de, namusu da buydu. Anlayışı buydu. Şu çok bahsedilen, dört bir yandan çekiştirilen adamlık kavramı da buydu. Fetih tam olarak buydu.

"Bazen zulüm gibi geliyordu ama bu imkânsızlık. Madem artık eşinim bunu itiraf edebilirim. Sen zaten evlendiğimiz ilk andan beri eşimsin." itiraf eşiği de benim ona eşim olarak bakışımla mı oluyordu?

"Gözümün önündeydin ama bana değildin. Aksi imkansızdı ama sana bakmam, içimin gitmesi bile yanlışken bazen çok zoruma gidiyordu. Bu bile haramdı. Adın gibiydin. Benim inancıma göre isminin anlamı bile bana haramdı. Çok sık hatırlatıyordum bunu kendime."

Efsun, haramsın ama.

"Yapmamam gerekiyordu. İçten içe bile düşünmemem gerekiyordu. Sen kendini güvende hissedip kafanı yastığa koyarken ihanet etmekti bu. Açık seçik ihanet ediyordum. Seni beğenmemek için elimden geleni yaptım. Dilim hep aksini söylerse, kulağım duyarsa ikna olurum sandım ama olmuyordu. Kafayı yiyecektim. Benlerin hele, bana kafayı yedirtecekti. İmkânsız olması zoruma gidiyordu. Gözümün önündeydin, aylarca aynı odada olacaktık ama bir kere bile aynı yatağa yatmayacağımızı sanmak, bir kere bile dokunmayacağımı, bir kez bile gönül rahatlığıyla vicdan azabı çekmeden düşünmeyeceğimi bilmek çok zoruma gidiyordu. Bir yerden sonra sadece buna sövüp saymaya başladım. Günün birinde bir kere bile kollarıma düşmeden uçup gidecektin. Açık seçik ilerideki kocam naraları atıyordun bana. Ben benlerine bir kere bile dokunamayacaktım ama o belki fark etmeyecekti güzelliklerini. Yemin ederim bugün iki yakam bir araya gelmiyorsa bilmeden kendime ettiğim beddualar ve küfürler yüzünden." dedi. Evet hatırlıyordum damarına basıyordum devamlı.

Yüzünü ellerimin arasına aldım şefkatle yükseldim ona doğru. "Gel buraya." dedim. Damarına basa basa ilerideki eşim deyip deyip duruyordum ben. O misilleme yapmıyordu başka kadından bahsetmiyordu ama ben yapıyordum. "Bu kadar ben boşuna verilmedi bana diye düşünüyorum artık. Ve senden başka hiç kimse onları bu kadar sevmezdi. Ben bile." yükseldiğim yerden beni yatağa bastırdı ve pijamamı omzumdan düşürdü. Göz göze geldik.

"Benlerin bana o zaman."

Başımı salladım.

"İstediğim zaman dokunabilirim."

"Evet dokunabilirsin."

"Dokunmamak olmaz ki zaten."

"Olmaz bence de."

Bana sevişecekmişiz gibi bakıyordu. Elim üzerindeki tişörtün eteklerine gitti ve bir çırpıda çıkardım. Özlemle boynuna sürttüm burnumu. Bunu, dedim. En çok bunu.

"Efsun," dedi içli içli. Ne diyeceğini anladım. "çok özledim." dedi. Sanki on yıl olmuştu sevişmeyeli. Pijamamın üst kısmını çıkardık ve benlerimi izlemesine izin verdim. Öpüştük, üzerime geçti tamamen. Boynumu ona açtım saçlarını sevdim.

"Ömer Hayyam bilir misin?" dedi aniden. Benlerimle ilgileniyordu.

"Şair miydi?"

"Dünyanın rubai üstadı." dedi. Tahmin ettiğim şey miydi? "Bir rubaisinde hem seni anlatmış hem beni." dedi. Yüzüme baktı benlerime dokundu ve bana söz verdiği gibi her sevişmede şiir okuma merasiminin başlangıcını yaptı.

"Tanrım; bu güzel yüze vermişsin emek,
O sümbülü koklamak, saçın' ellemek.
Sonra da ona bakma, dersen, anlamı:
Dolu kadehi ters tut, hiç dökme demek
!"

*** ***

"Biz Fetih'le ikinci kez burada karşılaşmıştık biliyor musun?" mutfak kapısıyla karşı karşıyaydı dış kapı. Elimi çenemin altına yasladım ve uzun uzun oraya baktım. Tam orada Fetih'i kovmuştum. Şimdi Burcu'nun evinde anı tazeliyordum.

"Evet aynamı kırmıştı kocan." dedi cezvenin başında Türk kahvesini yaparken.

"Sana yenisini alabiliriz." bu sanırım biraz geç bir telafiydi.

"Çerçevesi altın olmayan aynayı ben ne yapayım?" Zeliha'yla o düğünden sonra burada ilk karşılaşmalarıydı. Ona bu evde pansuman yapmıştım. Dudağım bu evde kanamıştı ve bana bu evde doktor demeye başlamıştı. Başımı sağa yatırdım o kapı önünde canlanan görüntümüzü izledim. Ve yanlış hatırlamıyorsam ona bu evde kardeşim diye seslenmiştim.

Gözümün önündeki görüntü bir el tarafından bölündü, Burcu parmaklarını şıklattı yüzümün dibinde. "Kızım sana söylüyorum neye bakıyorsun?" kollarımdan tuttu ve beni sarstı. "Aşk böyle bir şey mi?!" dedi yüzüme yüzüme.

"Kahve taşıyor." dedim üstüme gelmesin diye. Telaşla fırına döndü ve daha çok kıstı altını. Masanın üzerindeki telefonun sesi konuştu benim yerime ve Fetih'in ismine baktım. Sanki hissetmişti. Aldım ve ağzıma geldiği gibi açtım.

"Efendim bebeğim." dedim. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yüzünü hayal etmek için çabaladım. Sesi soluğu benim telefon ekranını kontrol edeceğim kadar çıkmadı.

"Bu sefer bana mı?" diye sordu. Bu bir dejavu değildi.

"Evet bu sefer sana."

Bu kez sahiden onaydı. Başkası için değildi. "Ya kızım," dedi ve durakladı. Yüzünün şekilden şekle girdiğine neredeyse emindim.

"Efendim." dedim.

"Tamam."

"Ne tamam?"

"Şey."

"Ney?"

"Şey diyecektim."

"Dinliyorum."

"Vardın mı?"

"Evet."

"Tamam." soru cevap gidiyorduk sanki. Fetih'le evde işe gitmeden vakit geçireli iki gün oluyordu. Tam bir emekli olmuştu başıma, oraya çivi çakıyor, burayı yeniden yapıyordu.

"Bir şey mi oldu?"

"Geleceksin değil mi bu gece eve?"

"Yani aslında bu akşam Burcu'da kalayım diyorum." tamamen blöftü. "Hatta sen de git arkadaşında kal." bir süre ses seda gelmedi. Burcu beni izliyordu.

"Ben de mi gidip arkadaşımda kalayım?"

"Evet olmaz mı?"

"Olur tamam." dedi. Ne? Hangi arkadaşında? "O zaman ben akşam en yakın arkadaşımın evine gideyim." Emir'in evine mi gidecekti?

"Gerçekten mi?" diye sordum. Hayır ben eve gidecektim. Nereye gidiyordu şimdi?

"Gerçekten, ama senin eve dönmen lazım kapıda kalmamam için." kafam iyice karıştı. Anlamıyordum ne dediğini.

"Ne?"

"En yakın arkadaşımın evine gideceğim ya evde olmazsa nasıl gideyim?" dedi. Ben anlamadım. Burcu anladı. Sesini duyabiliyordu Fetih'in. Burnunu kırıştırdı.

"Siz ve bitmeyen canım cicim ayınız." alık alık bakıyordum ben. "En yakın arkadaşım sensin diyor."

"Fetiiih," dedim hemen. "ben senin en yakın arkadaşın mıyım?"

"Değil misin?" öyleydim tabi ki. O da benim en yakın arkadaşımdı.

"O zaman akşam gel en yakın arkadaşını al."

"Hay hay." dedi nazikçe. "En yakın arkadaşım bana çıkmadan yarım saat önce haber verebilir mi? İletir misin?"

"Hay hay." dedim onun gibi. "Kapatalım ben ileteceğim." onun kapatmasını bekledim ama kapatmadı.

"Efsun."

"Efendim."

"Özledim." dedi. Burcu önüme kahve fincanını koyarken konuştum ben.

"Bunu da en yakın arkadaşına mı ileteyim?" dedim.

"Hayır bunu karıma ilet." dedi. Başka da bir şey söylemedik kapattık öylece. Uzun uzun kahvemi izlerken ben Burcu biraz yükseldi.

"Aşk zehirlenmesi yaşayacağım artık yeter. Tamam yemin ederim ben bile inandım aşkınızdan ölüyorsunuz tamam!"

"İnandın mı sonunda?" dedim. Çenesini dikleştirdi.

"Evet. Fetih'le de ateşkes imzaladık zaten. Ezeli dostluk ebedi düşmanlık."

"O çok öyle değildi aslında ya..."

"Efsun abartma! Valla bu kadar geliyor ikimizden de. Osmanlı ve Rusya gibi mecburi ve çıkar üzerine bir dostluk bizimkisi. Arada sen varsın ikimiz de senden vazgeçmiyoruz diye arada kalmayacağın şekilde şey ettik. Tamam yani." dedi daha fazlasını bekleme der gibi. "Günün sonunda senin bebeklerin babası olacak. Ya beni kötülerse ve hiç sevmezse çocuklar beni. Alamam bunu göze. Konuştuk annem de beni biraz paraladı hallettik." dedi. Ağzıma sürgü çektim sustum. Zeliha için ondan isteyeceğim şeyler vardı. Fetih gelene kadar onlardan bahsettim ve vedalaşıp ondan ayrılırken arabamın anahtarını ona bıraktım.







Asansörde sırtım Fetih'e yaslıyken "Arabamı Burcu'ya bıraktım." dedim o sorgulamadan.

"Sebep?"

"Bilmem yani kullanmıyorum. Bir süre evdeyiz de. Kapının önünde boş boş duracağına o kullansın. Her gün okula gidip geliyor." dedim.

"Sen öyle uygun gördüysen." demekle yetindi. Apartmandan çıktık o yürüse de ben öylece sokağa bakıyordum. Yokluğumu fark edip bana döndüğünde "Burada beni kovalamıştın." dedim. Kar yağıyordu o gece. Şimdi de yağmur yağıyordu.

"Ben kovalamamıştım sen kaçmıştın." dedi. Bilmiyorum belki de öyle olmuştu emin değildim.

"Bana kar topu atmıştın Fetih." dedim. Bana uzattığı elini tuttum ve ikimiz de aynı yere baktık.

"Manyak ettin çünkü beni o gece."

"Kendi alnında da parçalamıştın."

"Kara kafa atmıştım."

Başımı gülerek yere eğdim. "Duygusuzun tekisin demiştin bana Fetih."

"Cinsel çekim demiştin."

Evet demiştim. İyi kafamı o an kara gömmemişti şükretmeliydim.

"Ama aramızda cinsel çekim de vardı Fetih. Yok muydu?" diye üste çıkmaya çalıştım.

"Ya vardı da!" dedi yine hiddetle. Kar da yoktu alnında taş falan parçalamaya çalışırdı şimdi çok üstüne gitmemeliydim. "Öyle söylenir mi kızım? Beynime kan gitmedi o an. Uyuştum resmen." koluna sarıldım sımsıkı. "Özür dilerim. Sadece o an geniş çaplı düşünemedim. En işime gelen oydu. Kullandım. Ama sen de bana duygusuzun tekisin dedin. Ben o gün kalp doktoruna gitmiştim halbuki."

Başını bana eğdi, koluna sarılmış koluna yaslamıştım çenemi.

"Tamam ben de o konuda özür dilerim. Göremedim o an halini." dedi.

Yağmur git gide şiddetini arttırıyordu.

"Sonra beni öptün." dedim.

"Önceki gecenin rövanşıydı o. Sokak ortasında, yere yata yata öpüşecek adam mıydım ben? Ne mahrem bıraktın bende ne başka bir şey."

Yine sokaktaydık ama ben yükselip öptüm onu.

"Ama öpmeden önce yemin ederim öpmem demiştin. Ne kadar da sözüne sadıksın. Karların arasında yedin bitirdin beni."

"Efsun manyak ettin beni diyorum. Ciddiyim o konuda. O geceden ya delirerek çıkacaktım ya seni öperek. Öpmesem deliriyordum ben. Bir de taksit taksit konuşuyorsun. Yol diyorum durak diyorum, yok diyorsun. Ne yok zalim, ne yok? O cümlenin devamını duyana kadar kaç sene yaşlandım ben biliyor musun sen?" gözlerimi kapattım üzgün olduğumu hissetsin diye başımı eğdim.

"O biraz şey olmuş tabi. Ama biliyor musun ben onu senin bana oje sürdüğün gece de yapmıştım? Kısa çaplı şok yaşa diye." diye itiraf ettim. Niye böyleydim ben de bilmiyordum. Aniden elini karnıma dokundurdu ve gıdıkladı beni.

"Efsun!" diye kızdı.

"Yapma gıdıklanıyorum." dedim ama nafile. O gıdıkladıkça ben kaçmaya çalıştım ve aniden yağmur altında bulduk kendimizi. Biraz daha üstüme gelirse kaçacaktım ve yine kovalanacaktım.

"Fetih yapma!"

"Buraya gel!"

"İmdat diye bağırırım!"

"Ne diyeceksin kocam beni mi gıdıklıyor diyeceksin?"

"Bak yaklaşma."

"Gel dedim sana buraya! Bir de şok yaşa diye diyor. Kızım her şok on sene aldı ömrümden ne anlatıyorsun sen bana?"

Tam yeniden aynı sahneyi yaşamak için kaçacakken, ki bunu da kısmi olarak başlattım ama çok çabuk yakalandım. Tuttu belimden ikimiz de sırılsıklam olmuştuk, yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu.

"Hayırdır nereye kaçıyorsun?" dedi. Saçlarından yağmur damlaları düşüyordu.

"Bak mahrem falan dinlemem seni sokak ortasında öperim. Görürsün gününü. Bırak beni."

"Sen beni öpmekle mi tehdit ediyorsun?" yağmur daha da şiddetlendi ıslanmadık yerimiz kalmamıştı.

"Evet ediyorum."

"Ya sen eğer ki eve gidince bu tehdidini gerçekleştirmezsen yemin olsun o dudaklarını ısıra ısır..." onu öpmek istedim ama geri çekildi.

"Evde." dedi inatla.

"Hayır burada."

"Ef sun!" diye adımı heceledi yine. Alnımı alnına yasladı. "Âh Efsun, âh!"

"Ömründen yirmi yıl mı yedim ben şimdi?" diye sordum. Başını salladı. Birazcık gök gürüldediğinde Fetih'e daha sıkı tutundum.

"Helali hoş olsun." dedi. Bu sefer tutamadı beni öptüm, doya doya. Kana kana. Dudaklarının tadını da, dokusunu da unutmamam gerekiyordu. Ezberlemek istiyordum. Başta karşılık vermedi ama bir yerde kırıldı inadı. Biz yine neredeyse aynı yerde öpüştük. Nefes nefese kalana kadar. Yağmur ölesiye yağarken.

"Fetih." dedim nefes nefese. O yirmi yılı ona geri vermem gerekiyordu. "Seni çok seviyorum."

Başını geriye doğru attı gülümsedi. Yağmur yüzüne yağarken o kadar güzel geldi ki gözüme. "Off bu en az otuz yıl!" dedi. Başını yeniden bana çevirdi. Ağladığımı anlamadı. Yağmur o kadar çok yağıyordu. Alnımdan öptü. Kaç kere sayamadım bile.

"Benim güzel karım." dedi. Bu cümleyi çok seviyordum.

"Efsun." dedi. Ağlayışım şiddetlendi.

"Efsun güzeli." hiç fark etmedi ama gözyaşlarım yağmurla yarışıyordu.

"Efsunların en güzeli

Güzel Efsun."

Fetih'in en güzel seni seviyorum'uydu bu ve bunu her duyduğumda tıka basa doyuyordum.

*** ***

Günler, günler, günler sonra...


"Rahatsın orada değil mi ama Zeliha?" dedim tekrardan. Görüntülü konuşuyorduk o devamlı başka şeylerle ilgilendiği için bana çok az bakıyordu ama ben yüzünün her karışını izliyordum.

"Evet. Adana bana çok iyi geldi. Çok bunalmıştım. Bir süre daha kal diyor teyzem." dedi. Başımı salladım ve onu izledim sadece. Saçları iyi gözüküyordu. Sanki birazcık kilo da almıştı. Boğazımdaki düğümlere rağmen gülümsedim, Zeliha sessizliğimle dikkatini bana verdi.

"Sen soğan mı doğruyorsun?" dediğinde başımı salladım. Doğramıyordum ama.

"Evet abini doyurmaya çalışıyorum. Malum elinden gelse..."

"Seni de yiyecek. Açken çok yaklaşma." diye hem tamamladı beni hem uyardı.

"Seni çok seviyorum." dediğimde kameraya doğru bayılır gibi yaptı.

"Konuşmaya başladığımızdan beri onlarca kez söyledin ve ben de seni çok seviyorum." dedi.

"Daha ne kadar bunu söyleyeceksiniz birbirinize?" mutfağın eşiğinden geçen koca adama baktım kameradan. Sağlıklıydı. Yaklaşık bir haftadır düzenli tansiyon ölçmeyi bırakmıştık. Beslenme düzenimizi oturtmuştuk. Her şey yolundaydı. İyiydi. Çok iyiydi.

"Kıskançlıktan bayıl bir de abi." dedi Zeliha. Bana hiç mi hiç kızgın değildi. Bir süredir neredeyse her gün konuşuyorduk.

"Ne kıskanacağım seni? Nereden biliyorsun bana söylemediğini?" dedi Fetih buzluğa atmak için yaptığım yemeklere bakarken.

"Bence on dakika içinde on altı kere söylememiştir." dedi Zeliha. Nasıl nispet yapıyordu.

"Çok konuşma Zeliha." yemekleri işaret etti. "Kıtlık mı çıkacak sebzede?" omuz silktim sadece.

"Ben deneme çözeceğim söylemek istediğiniz bir şey var mı?"

"Seni çok seviyorum." dedin yeniden. Nefesim çok daralıyordu ve bunu belli etmemek çok zordu. "Burcu ablan için söylediklerimi de unutma."

"Ben de sizi çok seviyorum." dedi ve kapattı.

"Efsun kendini yormana değmez ne yapıyorsun sen ya?" dedi. Sırtımı döndüm ona, derin derin nefesler aldım.

"Bunları pişireceğimiz gün sabahtan çıkaracağız akşam pişireceğiz." dedim. "Şimdi sana kabak çiçeği dolmasını nasıl pişireceğini göstereceğim. Öğren. Hep ben yapamam sonuçta." dedim. Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrıyordu.

"Tamam şefim, öğrettin de öğrenmedik mi? Gel öğret." dedi ve tencereyi çıkardı. Akan gözyaşımı çaktırmadan sildim ve ona yaklaştım.

"Bak soğanları böyle dilimleyip altına diziyorsun ki yanmasın. Sonra da böyle kabak çiçeklerini diziyorsun."

"Ellerin mi titriyor senin?" dedi. Kan kusacaktım. Canım çok yanıyordu kan kusacaktım.

"Dondurucuyla çok haşır neşir oldum diye sanırım. Dizdin ya kabak çiçeklerini yarım su bardağı su ekleyeceksin ve kaynamasını bekleyeceksin. Başından ayrılmak yok tamam mı?" başını salladı uslu uslu.

"Kaynayınca da yarım çay bardağı zeytinyağı gezdireceksin. Bir kırk dakika yeter ama yine de kontrol et tamam mı?" diye sordum. Başını salladı.

"Yarın gidiyorsun değil mi ofise?" diye sordum.

"Evet ama işim uzun değil." dedi. Başımı salladım sadece. Dayanamıyordum. "Sen kaynamasını bekle ben geliyorum tamam mı?" pür dikkat tencereye bakıyordu. Saçlarını sevdim şakaklarından öptüm ve mutfağın dışına nasıl atabildim kendimi bilmiyordum. O şiir dizesi anlam kazandı. Ölüm gibi bir şey oldu ve ben ölmedim.



    Sevgilim,

Bu kâğıdı eline alırken içine düşen telaşı gözlerimi kapattığım an görebiliyorum, anlatacağım her şeyden önce tek isteğim sakince bir yere oturman. Bir sonraki satıra geçme Fetih, önce otur ve soluklan. Lütfen. Önce otur sonra oku, rica ediyorum. Yeniden. Lütfen otur.

İki hafta önce sana hastaneden izin aldığımı söylemiştim, belki yine mi diyeceksin ama yine. Doğruyu söylemedim. İş değildi. İstifa mektubumu verdim, izin almadım. Son iki haftadan beri resmi olarak çalıştığım bir kurum yok, doktorluk yapmıyorum. Bir süre daha da yapmayacağım gibi gözüküyor.

Daha en başındayım mektubun ama bir şeylerin eksikliği çok fazla hissediliyor. Mektubun ilk kelimesine içim çok yakın ama dilim çok uzak. Yan yanayken hiç fark etmemiştim, birbirimize neredeyse hiç ismimiz dışında seslenmiyoruz. Ben sana içimden bazen sevgilim diyorum, niye dışıma yansıtmadım hiç bilmiyorum. Fetih demek yetiyordu sanki bana, eksik hissettirmiyor. Aynı şeyi senin adım için düşündüğünü de biliyorum. Bana hiç içinden başka şekilde seslendiğin oldu mu bilmiyorum. Olmadıysa bile hiç eksikliğini hissetmedim. Çünkü Efsun ve güzel kelimelerini kullanarak bana söyleyebileceğin en güzel şeyleri söyledin.

Bir yerde sakince oturuyorsan Şeftali kucağına çıkmaya çalışıyor, lütfen bu kez itme. Her itildiği an ya ben kendi kucağıma alıyordum onu ya da izin vermeni sağlıyordum. Bu şu an mümkün değil ama lütfen itme, al kucağına o zaten sakince durur. İteceksen eğer, sana ilk emanetimin o olduğunu bil. İlk sırayı ona vermemin çok sebebi var. Sen olmasan yemek bile yiyemez, sen onu anlamazsan derdini kelimelere de dökemez ve sen ona iyi bakmazsan çok çabuk hasta olacağını da bil. Tüm vitaminsizler beni mi buldu diye kızacaksın muhtemelen. Ama Zeliha da ben de Şeftali de bir yerde aynı kaderi yaşadık. Bağışıklığın temeli çocukluktan atılır, temelimiz çok zayıf bizim ve sorumlusu biz değiliz. Üçümüz de ayrı ayrı nefret ediyoruz hasta olmaktan. Sen ne düşünürsün bilmiyorum ama grip olmayı bile bilmeyen bir adama denk gelmemiz bizim şansımızdı. O yüzden lütfen onu itme.

Sanırım biraz sadede gelmem gerekiyor ama ezberden gazel okumuyorum. Yemin ederim ki sadece uzun uzun yazmak istiyorum. Buna ihtiyacım var. Sana uzun uzun yazmak istiyorum, bu kâğıt da hiç bitmesin istiyorum ama bitecek ve benim söylemem gerekenler var.

Haftalar önce, istifa dilekçemi yazdığım gece kendimle yüzleştim. Senin söylediklerinle yüzleştim, durumumla yüzleştim. Bir şeylerden kaçtığımı düşünüyorsun biliyorum ama ben kaçmayı bırakalı oldu bir süre. Kabullendim. 'Sonraki zaferleri kazanmanın ilk adımı, önceki yenilgileri kabullenmektir.' demiştin bana. Kabullendim. Bu kaçıncı yenilgim ve kaçıncı zaferim olacak ve daha nereye kadar sürece bilmiyorum ve isyanımı da buraya yazmayacağım. Yoruldum. Seni de yormayacağım ama kabullendim Fetih. Bunu bil istiyorum.

O dilekçeyi yazdığım gece, daha önce de bana senelerce yardım etmiş doktorumu aradım. Konuştuk. Bana sorduğu sorulardan artık nelerden şüphelendiğini anlayacak bir mesleği seçtim. Bu tahmin ettiğimden daha çok zoruma gidiyor. Anlamamayı tercih ederdim. Sürecin ben bir şeyler yapmazsam nasıl devam edeceğini bilmek kötü bir şey. Her gün biraz daha uzaklaşıyorum her şeyden. Sabah uyanmaktan, baş ucuma koyduğun suyu almaktan hatta bazen sana günaydın demek bile zor geliyor. Ki bu en kötüsü. Katlanabileceğim bir şey değil. Sınırım sana kadar. O bir bardak suyu almak istemememi sineye çekebilirim ama bunu değil.

Uzun uzun konuştuk doktorumla. Zaman zaman sana yüklenişimin temelini bulduk, sana yaptığım haksızlık daha net çıktı ortaya, bir tedavi sürecine girdiğimde vereceğim tepkileri konuştuk, en önemlisi sana vereceğim tepkiler. Ben sen değilim Fetih. Bizi harcarım ama seni harcamam diyemem. Ben bizi de harcayamam, seni de harcayamam. Ben o kadar kolay kayıp verebilen biri değilim. Benim sahip olduğum her şeyin kıymetini bilmem gerekiyor. Çünkü ben kolay kolay bir şeye sahip olamıyorum. Hiçbir şeyi harcama lüksüm yok. Senin kadar keskin olamam. Özür dilerim.

On iki yaşında senelerce süren bir psikoterapi sürecinin başında, beni zehir zemberek bir hayatın içinden alan Suna annemi nasıl zorladığımı hatırlıyorum. Çünkü ben o doktor ablanın yanına gitmek istemeyen bir çocuktum. Her gittiğimde hafızamın sildiği bazı anıları hatırlamak, onlarla baş etmeye çalışmak ölüm gibiydi. Küçüktüm, eğer oraya gitmezsem o unuttuğum anlar aklıma hiç gelmez sanıyordum. Öylece unutulduğu yerde kalır ve bana zarar veremez. İyileşmenin ne demek olduğunu da bilmiyordum ve Suna anneme saldırıyordum o ilk zamanları atlatana kadar. Nefretimi kusuyordum. Senin yüzünden diyordum. Benim kötülüğümü istiyor gibi davranıyordum. O hiç pes etmedi, günün birinde iyi olacağımı biliyordu ve küçüktüm Fetih. O öfkemin dokunduğu kimse yoktu. Söylediklerim kimseyi üzmüyordu, yıpratmıyordu. Normal karşılanıyordu ve en önemlisi kimse bir suçu olmadığını biliyordu. Senin aksine kimse yapmadığı şeylerden kendini sorumlu tutmuyordu. Kimsenin canını yakamıyordum. Ben istediğim kadar yanlış insanları suçlayayım görmezden geliniyordu bu öfkem. Kimsenin kalbine kastetmiyordu. Kimseye ellerini soğutacak kadar zarar vermiyordu.

Ben seninle iyileşirim sevgilim. Ben seninle daha rahat iyileşirim. Daha az zorlanırım ama iyileşmek yanındakini hasta etmekle olmamalı. Bu onun sağlığından alıp kendine katmak olur. Bu kendi hastalığını alıp ona vermek olur. Benim canım kadar senin canın da kıymetli. Kalbin bir köşede hasta olmayı beklerken ben kendimi kontrol edemediğim her an sana saldıracağım. Yanı başımdayken sen öfkemi senden çıkaracağım. Unuttuğum şeyleri birer birer hatırladığım her görüşme sonrası içime kapanacağım ve tahammülsüz olacağım. Şu an bunları farkında olacak kadar bilincim açık ama günden güne kapanıyor bu farkındayım. Bu mektubu da sen içeride uyurken yazıyorum. Henüz seni kırmadım söz verdiğim gibi ama bazen beni yataktan çıkarmak için çabalarken sen, dilimdeki zehri hissediyorum. Kendimi tutabildiğim yerdeyim.

Gün gelecek belki bana hazırladığın yemeği bile yemek istemeyeceğim. Sen bana yaklaşmak istediğin her an seni iteceğim. Bu bazen o kadar kaba olacak ki bütün gece bunun acısıyla kıvranacağım. Sen anlayışla karşılayacaksın, belki sessiz kalacaksın, hatta gülümseyeceksin ama kalbine vereceği zararı farkındayım. Neler olabileceğini, nelere sebep olamayacağını da farkındayım. Aylarca seni bir stresin içinde tutamam. Sana zarar veremem. İlişkimize zarar veremem. Bir gün her şey düzelse bile unutulmayacak cümleler kurmaktan korkuyorum Fetih. İlişkimizi yıpratmaktan, aramızdaki bağı zedelemekten ve en önemlisi sağlığına kastetmekten. Senin kalbin benim için çok kıymetli Fetih. Senin kalbin senden bile kıymetli benim için. Onun sağlıklı bir şekilde atmaya hakkı var. Hak etmediği şekilde ömrünü kısaltacak hiçbir şeye maruz bırakamam onu. Beni toparlayalım derken seni gözümün önünde eritemem. Sen eridiğini benden gizleyebilecek bir adamsın. Bunu bana, o mutfaktan bir an önce çıkmam için damarıma bastığında anlamıştım. Benim seni kötü görmemdense açıkça ölmeyi göze aldın.

Benim seni kötü görmemdense yine ölmeyi göze alacaksın. Ben bunları göze almamak için direneceğim. Direndikçe süreç uzayacak. Süreç uzadıkça verilen zarar artacak. İğrenç bir kısır döngü. Beni lütfen anla. Çünkü senin tarafından anlaşılmamak canımı çok yakıyor. Tüm dünyanın beni anlamadığı yerde hissetmediğim şeyi sen beni anlamayınca hissediyorum ve baş edemiyorum. Lütfen beni anla.

Kendimi ortadan kaybetmiyorum. Gizlenmeyeceğim. İstediğin an yerimi bulacaksın. Nerede ne yaptığımı istersen öğreneceksin. Bunları engellemeyeceğim ve bulmak belki de birkaç saatini alacak. Sadece o süre vaktinde durup düşünmeni istiyorum. Nerede olduğumu bilsen de lütfen bana zaman ver. Gelme. Senin yokluğunda hasta olacağım ve sen bunu bileceksin, belki zayıflayacağım ya da daha zor günlerden geçeceğim. Gelmek isteyeceksin ama lütfen zaman ver. Bırak öyle ya da böyle toparlanayım. Arama. Çünkü sana karşı müthiş bir iradesizlik içindeyim. O iradeyi kırmak için sana kök söktürdüm zamanında ama benim ortam yok işte böyle. İrademi sana karşı tamamen kaybetmiş durumdayım Fetih. O hastane bahçesinde bile elimde ceketimle kapı eşiğine kadar gittim ama çıkamadım. Tek bir bakışın ve cümlen yetti. Şu an bu mektubu yazarak gidiyorsam da sebebi bu. Eğer sana söyleseydim bunları yine ikna olurdum bir bakışına ya da bu çekip giderdim öfkeyle. Ben ikisini de istemedim. Sadece sen engel olmaya çalışmadan, ben sana kanmadan ve belki de çekip gitmeden sadece gitmeyi uygun gördüm. En doğrusu buydu. Seni bir mektupla terk etmiyorum. Çünkü ben seni terk etmiyorum. Bu bir ayrılık değil, yemin ederim değil.

Ne halde olursam olayım gelme ve arama. Çünkü bir yerden sonra sana o kadar ihtiyaç duyacağım ki sesini duymak ve senin 'gelmemi ister misin' soruna hayır diyemeyeceğim. Bırak kan kusa kusa da olsa sana ve ilişkimize zarar vermeden bitsin bu süreç. Ben her türlü o kanı kusacağım, temizlemek sana kalmasın. Çünkü senin kalbinin atması ve bir daha asla ellerinin soğumaması lazım. Yaşayacağımız bir ömür var Fetih. Yemin ederim kocaman hem de. Ben yeniden bebeğimizin olduğu rüyalar görmek istiyorum. Evet görüyordum. Sana hiç bahsetmedim ama görüyordum. Bu seni çok mutlu edecek ve belki de sakladığım için bana kızacaksın ama kızdı. Minik bir kız bebek. İsmini bilmiyorum ama defalarca kez girdi rüyama. Ve ben yeniden o rüyalardan görmek istiyorum. Kabuslardan çok yoruldum. Ben çocuk konusu açıldığında huzursuzlanmak da istemiyorum. Çünkü biz henüz sahiden evli değilken bile ayrı ayrı çocuk istediğimizi vurgulayacak kadar anne baba olmak isteyen insanlarız. Ben artık bunlardan rahatsız olmadan devam etmek istiyorum. İçimde bir çocuğu taşıma ihtimalimden bu kadar uzak olmak istemiyorum. Bir bebeğin kötü bir şey olmayacağını kabullenmek istiyorum. İçime işledikleri o hamilelik nefretinden kurtulmak istiyorum. Özür dilerim bu kadar tetiklenmeye müsait bir geçmişim olduğu için. Başkalarının belki rahatça atlatabileceği şeylerin beni bu kadar etkilemesini engelleyemediği için özür dilerim.

Bana izin ver. Belli bir süre. Seni yıpratmayacak kadar iyi olana kadar. Sana söz veriyorum o meyve tabağını hazırlamadan sen, o sınava hazırlanmayacağım. Biz bir ev kurmadan hiçbir yer benim evim de olmayacak. O gün gelecek ve ben sana bir işaret bırakacağım. Anlayacaksın ve kapanacak bu mesafe. O zamana kadar lütfen Şeftali'ye iyi bak. Tuvalet eğitimini verdik, kuru mamaya da başladı. Çok hızlı büyüyor, ben onu görene kadar kocaman olacak belki. Ondan asla sevgini esirgeme. Senin eksiğini ben kapatıyordum şimdi sıra sende. Benim eksiğimi de lütfen kapat. Sana çok iyi gelecek. Yemin ederim. O sana ilk emanetim ve gözüm hiç arkada değil.

Sonra Zeliha. Sınavına az kaldı. Burcu'nun kontrolünde devam edecek. Lütfen zıtlaşma onunla, bu konuda hepimizden daha yetkin. Zeliha'ya bu durumu en doğru şekilde anlat ve atlat. Onu çok sevdiğimi söyle. Her şeyden ve herkesten önce onu sevmeye başladım ben. Onu doğurmak isteyecek kadar çok sevdiğimi, benim küçük kızım olduğundan bahset. Stres yapmasın çünkü Efsun'un ona bir ömür boyu, okumasa da çalışmasa da bir bebek gibi bakacak kadar çok sevdiğini söyle. Onun hayat güvencesi abisinden bile önce benim. Saçlarına lütfen iyi baksın. Lütfen onlara hor davranmasın. Onu sana saçlarını da ona emanet ediyorum. Tercih yaptığında yanında olmazsam henüz lütfen onun istediğinin biraz bile dışına çıkma Fetih. Neyi nasıl isterse öyle yapsın, hep arkasında dur. Onu çok güzel bir hayat bekliyor ve ben yanında olacağım. Çocuklarımızın en gözde halası olacak. Başka halası yok deme olsaydı da birincilik onda olurdu. Bunu bilsin.

Kürşat senin ilgine çok aç bir çocuk. Lütfen daha çok ilgilen kardeşinle. Okul başarısının bir şey ifade etmediğini her ne olursa olsun onu hep çok sevdiğini hissetsin. Sen onun en büyük rol modelisin. Zeliha'yla uyuduğun bir gecenin ardından onunla uyumayı sakın unutma. Bir kız arkadaşı var, bunu benden duyduğunu ona sakın söyleme, ona taktik vermeyi sakın unutma. Çünkü senin inceliklerinden onlarca tavsiye çıkar. Bir tane kalem bıraktım ona. Benden olduğunu söyle ve ona ver. Anlayacak ne olduğunu. Maçlarını izlemeye git ve ona ileride dünya çapında bir basketbolcu olacağını söyle. Bu bizim için çok önemli bir yatırım çünkü yeğenleri locadan takip edecekmiş maçları. Bana öyle söyledi. Zeliha hep kızım gibiydi ama Kürşat da bir o kadar küçük haylaz kardeş gibi. Ailemin bana veremediği bir parça gibiydi. Ve ben sanırım erkek kardeşim olsun isterdim. Bu uyumsuzlukları ve aykırılıkları çok başka bir şeymiş. Bunu bana Kürşat çok kısa zamanda gösterdi.

Emir. Ona biraz ağır konuştum, hak etmişti ama yine de bana yenge demeye devam edebilir. O senin kardeşin Fetih. Reşat gibi bir yerde. Bunu hiç söylemesen hatta inkâr bile edecek olsan öyle ve seni çok seviyor. Başlarda anlam veremediğim kadar hem de. Ve tanıştığım en efendi insan. Onu da çok seviyorum. Ve minik bir itiraf çocuklarımız ona dayı diyebilir. Ne alaka Efsun deme. Öyle çünkü. Biz daha çok anlaşıyoruz onunla. Ve zaten amcaları olacak. Emir'i buna layık gördüm. Bunu ona iletirsen bir gün anlayacaktır ne kadar büyük bir şey söylediğimi. Ve lütfen zorbalık yapma. Onu çok seviyorsun kabullen artık.

Eve Galatasaray forması sipariş etti. Bana yetişemedi. Lütfen Fenerbahçe'li inadını kır ve hediyesini ver Mahmut'a. Çok hevesli. Lütfen.

Zafer belli bir süre gelip tansiyonuna yine bakacak. İstememezlik yapma. O senin arkadaşın her şeyden önce. Ve öyle hissediyorum bu arkadaşlık yokluğumda derinleşecek. Onu kelle paça içmeye götürdüğün gün anladım. Burcu'nun da eli ayağı Zeliha üzerinde olacak. Ona bir tepki verme, nereye gideceğimi bilmiyor. Konuşup ateşkes imzaladığınızı biliyorum. Burcu benim geçmişim Fetih. Kötü günüm iyi günüm. Sana çok tepkiliydi ama kendince sebepleri vardı. Sen de ona çok tepkiliydin ama senin de sebeplerin vardı. İkinizin de ortak noktası benim ve rahatım. Ben kardeşini ona emanet ediyorum ve her şeyin en doğrusunu yapacağını biliyorum. İzin ver.

Ve sen sevgilim. Benim güzel eşim. Plaklarının yarısını aldım. On iki tane de kitabını. İçimizdeki Şeytan da dahil. Arasında bir resim buldum. Ben ve Suna annemin. Ben vermedim onu sana. Sen almışsın. Ve eğer ki yanlış tahmin etmiyorsam o fotoğrafı en son evime kına getirmeye geldiğin gün gördüm. O zamandan beri hiç görmedim. O an aldın. Geri almadım. Bıraktım onu.

Altını çizdiğin cümleler bana iyi gelecek en olmayacak anda biliyorum. Birkaç tane kazağını ve beyaz gömleğini de aldım. Zaten öncesinde evimde bıraktığın bir kazağın ve gömleğin vardı. Onlar zaten benimdi. Alma diye bunca zaman sakladım. Benim de sende tişörtüm var hatırlıyorum. Ne tesadüf ki ben de onu hiç görmedim.

Kendi kıyafetlerime çok yer kalmadı çoğu burada kaldı. Kalsın. Sen yapman gerekeni bilirsin. Ve fotoğraf albümümü bıraktım. Geçmişimden kalan en kıymetli parçam sana emanet. Kalıcı gitmiyorum ve ona sen daha iyi bakarsın. Songül Hanım'ın yanına gitmeye devam et. Sigara içmiyorsun. Her sigaranın benim ömrümden bir sene götürdüğünü sakın unutma. Dualarım hiç aksamayacak. Kelle paça içeceğin günleri odadaki takvimde işaretledim. Dışına sakın çıkma. Dondurucuya sebzeler koydum. Nasıl pişireceğini artık biliyorsun. Enginar, yeşil fasulye ve daha fazlası da var. Tuzu ne kadar kullanacağını biliyorsun. Yeşil çaya artık alıştın, sakın bırakma. Beyaz et önceliğimiz, biliyorsun hepsini anlattım. Mutfağa küçük notlar bıraktım. Postitlerde tarifler ve unutmaman gereken şeyler yazıyor. Elimden geldiğince okunaklı yazdım ama bilirsin benim senin gibi inci yazım yok. Hepsini dikkate al. Ve en çok, dondurucunun neredeyse yarısı kabak çiçeği dolmasıyla dolu. Çok seviyorsun onu. Mutfakta da kabak çiçeği dolman ve az şekerli kurşun kekin var. Özellikle keki kontrollü ye. Gün gelecek hepsinin hesabını soracağım senden. Bunu sakın unutma. Söyleyeceğim başka bir şey de kalmasa yine çok şey söyleyecekmişim gibi hissedeceğim. Senin güzel karının gitmesi ve o kaybettiği eski halini bulması, iyileşmesi, yeniden hayal kurması ve bunları sana hiç zararı dokunmadan yapması gerekiyor. Beni hiç kimse anlamasa da sen anlarsın bunu biliyorum.

Ve bunu sakın unutma seni çok seviyorum. Benim güzel eşim, seni çok seviyorum. Sevgilim seni yemin ederim çok seviyorum. Bunu da unutmazsın ama yine de söylemek istiyorum- ki bu cümle umudum olacak- biz bir gün çok mutlu olacağız. Herkes diyecek ki; hani Efsun ve Fetih vardı ya onlar çok mutlu oldular!  

*** ***


Ve elli sekiz. Eğer aniden ara vermek zorunda kalmasam asıl ara vereceğim o yer. Bugüne nasipmiş. 

Ve elli sekiz,  kırk sekizi yazdığım bu hikayede bir daha bu kadar yaralanmam sanıyordum ama elli sekizin son kısımlarında Efsun'la beraber ben de nefes alamadığımı hissettim. İlk kez. Efsun'u Fetih'ten ayırmak çok zormuş. Ben elli sekizinci bölümde bunu anladım. Onu anlayanınız anlamayanınız olacaktır elbet biliyorum ama ben elimden geldiğinde anlattım. 

Hikayenin kafamda üç kısmı olduğunu söylemiştim ve üçüncü kısmında diğerlerine nazaran en kısa kısım olduğunu. İki bitti üçe giriyoruz. Zor bir bölümdü ama atlattık diyebilirim. 

Şimdi gelelim sohbet odasına. Bu bölümü sizinle konuşmayı çok istiyorum bir aksilik çıkmazsa ayın yirmi altısı pazar günü twitter da sohbet odası açmak istiyorum. Bir aksilik çıkarsa da instagramdan soru cevap yaparız. Saatini ya da son durumu da hesaptan duyururum. 

instagram; serceyioldurmekofficial

twitter; bosverdilaan 

Continue Reading

You'll Also Like

9.2M 108K 25
Şarkılar yalan söylüyormuş Baran, kimse kimseyi öldürmüyormuş sevdadan... Şayet öyle olsaydı, girmez miydim benim için kazdığın mezara? Düşmez miydi...
2.9M 148K 64
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
Son Tehdit By Kadriye

Mystery / Thriller

205K 2K 5
Büyük bir yangınla son buldu fakat şimdi dalga dalga geri dönüyor. Unutulan her şey bir kıvılcımla yeniden alevlenir. Damla, Savaş, Beyza, Metin, Ard...
263K 15.7K 66
*Hayat bir cehennemdi ve biz o cehennemde birbirimizi bulmuştuk. Şimdi, o cehennemi cennete çevirme sırasıydı.* "Bir öpüşle bağışlanmak istiyorum," d...