DÜNYA'LI

By S-Mare

318K 39K 66.2K

*TAMAMLANDI* *Her ne kadar bağımsız olsa da hikayeyi daha iyi anlamak için önce UZAYLI adlı hikayemi okuyun.*... More

TANITIM
1✨Uzaylılar Tarafından Kaçırıldık
2✨ Hangi Ara Bizi Uzaya Çıkardın Kız?
3✨ Sana Kim Lazımdı?
4✨ Bana Bir Ok Bir De Yay Lazım!
5✨ Verdiniz Yetkiyi, Gördünüz Etkiyi!
6✨ Sakarım ama Şakir değilim!
7✨"Kutsal Çiçeğimizi Yemişsin!"
8✨Zaafım Olma Dünyalı!
9✨ Kral Çıplak!
10✨ Yanacağım!
11✨ Hepinizi Laciverte Boyadım!
12✨ Kehanet Geliyor!
13✨ Kalbinde Bir Sorun Var
14✨ Dudaklarına İşkence Etme!
16✨ Dünyalılardan Tiskiniyorsunuz Değil Mi?
17✨ Yüce Sha ve Üç Kutsanmışlar
18✨ Öpersin Geçer!
19✨ Kısıtlı zamanlarımız...
20✨ Nefretten...
21✨ Ne Pahasına Olursa Olsun
22✨ Ölüme Yürüyelim Seninle
Final 1✨ Yıldızlara Bak
FİNAL 2✨Yıldızlı Bir Hayat

15✨ Sadece Bir Rüya

11.2K 1.3K 1.6K
By S-Mare

Multimedya: Ahmet Hatipoğlu - Güzel Kız

Selamlar ben geldim öpücükler alkışlar ve bol bol yorumlar isterim ❤️

Okuyup beraber gülelim dediğiniz arkadaşlarınızı etiketleme yeri 🙃

Keyifli Okumalar...

(Not: resimlere Uzaylı yazmışım, siz onu Dünyalı kabul edin. Az önce fark ettim baştan yapamam, ölüyorum çünkümsü 😂
Not2: Bölüm sonunda gelip bu resimlere tekrar bakın 🥺)

Instagram: e.s.mare
Twitter: e_smare

(Bildiriler, alıntılar, yeni bölüm bilgileri için takip etmeyi unutmayın)


"Sen bu hayattaki en mükemmel korumasın.
Aksini biri söylerse onu öldürürüm."

Askerin çekiştirmeleriyle ilerlerken kulaklarımda patlama sesleri yankılanmaya devam ediyordu ama aklımda sadece bir kişi vardı. Erian...

Onu gitmesi için ben zorlamıştım ve eğer ona bir şey olmuşsa bunun sebebi de bendim. O kadar ağlamak istiyordum ki... Ama tek yaptığım şey bir ayağımı diğerinin önüne atmaktı.

Kuyu gibi bir yerden aşağıya inmeden önce yüzümüze bir buhar dalgası vurdu. Asker beni dikkatle aşağıdaki askere bıraktı. Yine hızla yürümeye başladık. O kadar hızlı yürüyorduk ki artık ayak uydurmakta zorlanıyordum. Yine alaycı bir şeyler düşünüp içimi rahatlatmak istedim ama olmuyordu. Endişem gitgide büyüyordu.

Sıcak dayanılmazdı. Askeri tulum terden tenime kaynamıştı. Nefes almak bile zordu. Buhar dalgaları öylesine yoğundu ki saçlarım çoktan ıslanmış, ılık su boynuma damlıyordu. Erian'a acaba bir şey olmuş muydu?

Erian yaşıyor muydu?

Burası gerçekten cehennem gibiydi. Yukarıda yıkandığımız kaynak suyunun çok daha fazlası yürüdüğümüz dar yolun kenarlarından akıyordu. Bazıları fokurduyordu, korkutucuydu. O kaynar sulardan birinin içine düşsem kemiklerim bile erirdi. Birkaç kez tökezlediğim için asker beni daha sıkı tutuyordu artık. Onlar hiç tökezlemiyordu bile, çıkış her nerede ise oraya varmak için hızla ilerliyorlardı. Erian kesinlikle bana yalan söylemişti, bu askerler bir makineydi. Diğer yandan...

Erian iyi miydi?

Su kaynaklarını geride bıraktığımızda daha rahat nefes aldığımız için rahatladım ama bu kez karşımıza daha feci yollar çıktı. Yürüdüğümüz dar yol yavaş yavaş yükselirken etrafı alçalmaya başladı ve birden uçurumlara dönüştü. Kendimi yüzüklerin efendisindeki Frudo gibi hissettim, Moria madenlerinde ilerliyorduk sanki. Sadece Gandalf köprüden erken düşmüştü. Gandalf şu an Erian'dı.

Biliyorum, başka bir zaman olsa ona Legolas derdim ama şu an hazin bir sonla uğurlanmış görünmesi onu Gandalf gibi görmeme neden oluyordu. Hem Gandalf geri dönmüştü, Erian da dönerdi.

Dar yoldan aşağıya baktım. Yükseklik o kadar fazlaydı ki sonu görünmüyordu. Midem bulandı. Asker beni geri çekti ve bir bebek gibi kucakladı. Böylesinin daha güvenli olacağına dair bir şeyler söyledi ama tamamını dinlemedim. Sadece bir daha bakmamak, nereden geçtiğimizi görmemek için başımı göğsüne iyice yasladım. Bir süre bu şekilde ilerlesek sonunda havanın serinliğini tenimde hissettim. Hala bedenim nemliydi, o yüzden daha çok üşüdüm. Asker yine de beni bırakmadı, sanırım ona sıkıca sarıldığım içindi. Serinleşen havada bir süre daha yürüdü ve bir tepeden aşağıya indi. Sonunda beni ayaklarımın üstüne bıraktı.

Etrafıma bakamadan biri üzerime atıldı. "Öldün sandık Turşu?" diye bağırdı Çağrı. "Nasıl sevindik, haberin var mı?"

Saçı başı dağılmıştı, üzerindeki askeri tulumun yakası da yırtılmıştı. Muhtemelen bunu bir isyanı sırasında kendisi yapmıştı. "Çekil şuradan!" diye çıkıştı Tan, Çağrı'yı itip bana sarıldı ama bir terslik olduğunu anlayınca geri çekilip yüzüme baktı. "Ne oldu?" dedi telaşla. "Yaralandın mı?"

Üstümü başımı yoklarken onu durdurdum. Endişeyle bana baktı. O da dağılmış görünüyordu, yine de dik durmaya çalışıyordu. "Bir şeyim yok, iyiyim," dedim ama dudaklarım titremeye başlamıştı. Dayanma sınırım sanırım onları görene kadardı.

"Ne oldu kızım o zaman?" dedi daha da telaşlanarak.

"Ağlarsa ben de ağlarım!" dedi Çağrı hemen.

"Kızım anlat şunu!" diye atıldı Tan. "Bu ağlarken hiç çekilmiyor."

"Erian..." dedim yutkunurken. "Lacivert'i bulmaya gitti. Sonra..."

"Dur! Dur!" dedi hemen. "Lacivert'i mi bulmaya gitti?" Başını çevirdi ve arkaya baktı.

"Yüce Sha!" Bu Lacivert'ti, yanıma doğru yürürken tereddütle bana bakıyordu.

"Kaç tane Lacivert var?" dedi Çağrı çenesini kaşıyarak.

"Ya senin burada ne işin var?" dediğim an sonunda ağlamaya başladım. İrkilerek gerildi ama bu beni durdurmadı. "Adam seni bulmaya giderken... Seni bulmaya... Gittiğinde... Üzerine... Uçtu.. Taşlar... Ben dondum... Kaldım. Allah senin belanı... Ya!"

Tan bana sarıldı ve saçlarımı yumuşakça okşamaya başladı. "Ağlama kızım! Bir bok anlaşılmıyor dediklerinden!"

"Gittiğinde... Bulmaya... Seni... Üzerine," diye tekrarladı Çağrı. "Cipsi benim buradan anladığım, bir adam var. Taş gibi bir adam. Belasını bulmaya gitmiş. Turşu da donmuş." İç çekti. "İnşallah dantelli değildir."

"Neler olduğunu anlat!" dedi Evina, beni getiren askere söylemiş olmalı ki asker ona her şeyi hızla anlattı. O sırada benim ağlamalarım biraz daha arttı. Tan sıkıca beni göğsüne bastırırken hem sırtıma çocuk avutur gibi hafifçe vuruyor hem de onları dinliyordu. Evina asker konuşmalarını bitirir bitirmez birkaç askeri yanına topladı. Silahlarını ayarlarken onlara komutlar verdi. Yani muhtemelen komutlar veriyordu çünkü artık kendi dilinde konuştuğu için onu anlayamıyordum. Hepsi başlarını sallayarak onu onayladılar. Lacivert bile oradaydı ve garip bir şekilde Evina'yı dinliyordu. Evina sustuğunda hareketlendiler.

Askerler teker teker yanımızdan ayrılırken Lacivert bana baktı. Mahcup göründü ve şaşırtıcı bir şekilde askerlerin peşinden o da gitti. Evina onların gidişini izleyip gözlerini üzerimize çevirdi, Tan'ı yanına çağırdı. Tan, Çağrı'nın kollarına beni bırakırken biraz tereddüt etti ama sonunda ayaklanıp onun yanına gitti. Islak gözlerle onları izlerken Evina Tan'a da bir şeyler anlatmaya başladı. Tan ciddi yüzüyle onu dinlerken sadece arada başını sallıyordu.

Hıçkırdığımda Çağrı sırtıma vurdu. Bu öyle bir duruştu ki kaburgama bir acı dalgası yayıldı. "Ağla kuzen ağla! İçin açılır."

Layes onun arkasında dikiliyordu ve gözleri Tan ve Evina'nın üzerindeydi. Yine de ona hitaben konuştu. "Bay Tekin vuruş şiddetiniz ve Bayan Kaya'nın vücut yapısı göz önüne alınırsa az önce vücudunda lezyonlara sebep oldunuz."

Çağrı yüzünü garip eğri büğrü bir şekle soktu. "Lezbiyen mezbiyen... Ne diyor bu be?! Uzaylı ya dilimizi de yarım yamalak biliyor." Kulağıma eğildi. "Şşş! Rencide etmeyelim şimdi çocuğu."

Tan'ın son baş hareketiyle Evina askerlerden birinin ona uzattığı ürkütücü kaskı aldı ve başına geçirdi. Tan bir şey söyleyecek gibi oldu, Evina da bekledi. Tan konuşmayınca başı hafifçe eğip sözsüz bir veda etti, askerlerin peşinden o da yanımızdan ayrıldı. Ancak o zaman nerede olduğumuza daha detaylı bakabildim. Devasa bir meteor çukurunun içindeydik. İrili ufaklı taşlar etrafa yayılmıştı ama artık bir mağaranın içinde değildik. Açık alandaydık. Hava yine zifiri karanlıktı, birbirimizi ve etrafımızı görmemizi sağlayan şey etrafımıza bırakılan ufak beyaz çubuklardı.

Çukurun kenarlarındaki yükseltiler bir çanaktaymışız gibi hissettiriyordu ama havadan bakılmadıkça dışarıdan fark edilmemiz de imkansızdı. Patlama sesleri artık çok daha uzaklardan geliyordu, duman kokusu yine de soğuk esintiyle kendini belli ediyordu. Duman kokusunun yanında etrafta yoğun başka kokular da vardı. Bir elementten ziyade birçok elementin birleşimi gibiydi. Sadece kükürttü ayırt edebilmiştim aralarından. Çağrı onu da ayırt edememiş olmalı ki bağırdı.

"Kim altına işedi?!"

Tan ona bakınca başını iki yana salladı ve yanımıza yürüyüp yere çöktü. Yine de eğilip onun ensesine bir tane patlattı. "Bağırıp durma lan! Canımızı zor kurtardık zaten."

"Ama kuzen oluyor mu böyle?" dedi Çağrı, takkeli bir dede gibi cık cıkladı. "İyi o zaman hepimiz altına işesin!"

"Bu bir..." dedi Layes, kısa bir an ne diyeceğini düşündü. "Gaz," dedi sonunda.

Çağrı ona hayatında duyduğu en edepsiz şeyi söylemiş gibi baktı. "Bir de osurdun mu? Utanma da kalmamış ya uzaylılarda."

Layes ağzını açmıştı ki Tan kaşlarını kaldırıp indirerek onu uyardı. Konuşursan daha fazla Çağrı'ya maruz kalırsın demekti bu. Layes bu uyarıyı aynı anda kaptı ve bazı şeyleri artık daha hızlı kavrayabildiğini ispat etti. Eli silahında etrafa bakmaya başladı. Geriye kalan askerlerin de yaptığı gibi.

Burnumu çektiğimde Tan bana baktı. Üşüdüğümü anladı ve yanımıza doğru kaydı. Çağrı'yla beni aralarına alarak sarıldı. "Ateş yakamazmışız," diye açıkladı. "Işıklar dışarıdan seçilmeyecek düzeydeymiş ama ateş fark edilirmiş. Çok üşürsen söyle!"

"Ne yapacaksın ki?" dedim içimi çekerek. Onun da üzerinde sadece bir gömlek vardı çünkü.

Sırıtıp Çağrı'ya baktı. "Çağrı'yı öldürüp tulumunu sana giydiririz."

"Vay be!" dedi Çağrı alınmış gibi. "Sarılınca ben de yakınız sanmıştım. Kardeşim dedim be sana ben!"

"Demedin," dedi Tan. "Hem de hiç."

"Diyecektim!" diye atıldı Çağrı. "Ama sırtımdan bıçakladın beni."

"Daha değil," dedi Tan. "Onu Ela üşürse yapacağım. Senin sayfa biraz geç yükleniyor sadece."

Ne yaptıklarını elbette anlamıştım, beni rahatlatmaya çalışıyorlardı. Gerçi bu Çağrı'nın doğal hali de olabilirdi, ondan emin değildim ama Tan benim ağlamama çok dayanamazdı. Bana bakan endişeli bakışları da bunun kanıtıydı. Yüzümden hala akan yaşları silerken, "Ağlama be kızım!" diye sessizce söylendi. "Evina bulacak onu. Senin koyu mavi de yardım etmek istedi hatta."

"Lacivert o," dedi Çağrı. "Koyu mavi ile lacivert aynı renk değil. Değil mi Cipsi?"

"Evet," dedi Layes, başımı yana çevirip ona baktım ve yüzünde şaşkınlık olduğunu gördüm. Nedeni de anladım. "İlk defa haklısınız Bay Tekin!"

"Aşk olsun," dedi Çağrı kınarcasına. Öne doğru eğilip fısıldadı. "Bence bunu öldür kuzen. Kıyafetlerini Turşu'ya veririz. Silahını ben alırım. Sonra da onu yeriz. Keşke cipsi sosumuz da olsaydı."

"Sizi duyuyorum Bay Tekin," dedi Layes.

"Bunlar hep aşktan!" diye birden bağırdı Çağrı.

Tan yine onun ensesine bir tane patlattı. "Ateş yaksak seni yanımızda tutmaktan daha az dikkat çekeriz."

Çağrı sırıttı ama eliyle ağzına bir fermuar çekme hareketi yaptı. Bunu hala görünen dişlerinin üzerinden yapması elbette susmasının mümkün olmadığı ya da ağzının bozuk bir fermuarla eşdeğer olduğu anlamına geliyordu. Bana sıkıca sarıldığı ve üşümeme biraz daha engel olduğu için onu bu seferlik hoş karşılayacaktım.

"Ölmemiştir değil mi?" dedim Tan'a.

Her an yine şiddetle ağlayacakmışım gibi tereddütle bana baktı. Bu da bende ağlama isteği uyandırdı. Gerçi şu an yerde yuvarlanan bir çalıya bile ağlayacak durumdaydım zaten. "Kızım manyak mısın sen?" diyen ise Çağrı oldu. "Adamı klonlamışlar, klonu futbol takımı bile kurdu. Sonra yakmışlar, adam ondan bile kurtuldu. Üzerine iki taş düştü diye mi ölecek?"

"Üzerine mağara yıkıldı," dedim burnumu üzerimdeki tulumun koluna silerek.

"Kızım adam... Ha! Mağara diyorsun. Bak, o zaman ölebilir."

Dudaklarım titrediğinde Tan Çağrı'ya öldürücü bakışlar attı ve ellerini yanaklarıma bastırdı. Elleri buz gibiydi, o da üşümüştü. "O adam var ya Turşu, uzaylıların Cüneyt Arkın'ı."

Çağrı'nın gözleri açıldı. "Bu ne demek biliyor musun? Biliyor musun Turşu?!" Ellerini iki yana açınca üşüdüm. "Adam ölümsüz."

Sonunda güldüğümde Tan rahatlamış bir nefes verdi. Çağrı da tekrar bana sarıldı ve yanağını yanağıma yaslayıp bir sağa bir sola sallanmaya başladı. Doğal olarak Tan'ı da sallanmaya zorlandı. "O kadar tatlıyız ki şu an, değil mi?" dedi hülyalı bir sesle.

"Hayır," dedi Tan. "Tam üç aptal gibi görünüyoruz."

"Üç tatlı aptal!" diye düzeltti Çağrı. "Ama en tatlı benim!"

✨🌍✨

Saatler geçerken artık soğuk daha da dayanılmaz hale gelmişti. Açık alanda olmanın sonuçları zaman geçtikçe daha kötü bir hal alıyordu. Artık sadece ben değil Tan ve Çağrı da titriyordu. Askerler bir mağara daha bulma fikrine sıcak bakmıyordu çünkü dağ ve gizlenecek her yer patlatılmaya devam ediyordu.

Evina hala geri dönmemişti. Aklıma kötü şeyler getirmek istemesem de geçen her dakika kafamda tehlike senaryoları başka bir boyut kazanıyordu. Tan üşümesine rağmen gerginliğimi hafifletmeye çalışıyordu, geçmişten anılarımızı hatırlatıyordu. Bunu çok nadir yapardı ki hepsinde de başarısız olurdu. Hep sonucunda boka battığımız hikayeleri bulurdu çünkü. Aslında biz genelde hep çuvallardık, bu onun suçu da değildi.

Çağrı bu konuda daha başarılıydı şüphesiz. Tan'ı tiksinen bakışlarla bir süre dinledikten sonra bu görevi o sırtlanmıştı. Şimdi annemin unutulmaz ve hala nasıl gerçekleştiğine inanamadığım o meşhur olayını anlatıyordu.

"Hastası işte Sedef yengeme bir üfürükçü önerince..." dedi ve kaşlarını kaldırıldı. "Hoca değil bakın, üfürükçü," diye ekledi. "Hocalar imanlı müminlerdir. Onları karalamayalım. İşte hastası yengeme bir üfürükçü önerince..." Titrerken güldü. "Hala yengem o üfürükçüye nasıl gitti aklım almıyor. Bunu ben bile yapmam."

"Babamla feci kavga et-etmiş-lerdi," dedim dişlerim birbirine çarparken. "Kadın... sizde bü-büyü olabilir demiş. Annem böyle şeylere i-inanmaz ama... İşte depre-sif bir dönemi-mindeydi."

"Menopoza erken girme durumu," dedi Çağrı. "Şükür ki... Girmedi. Değil mi ku-kuzen? Geri döndüğümüzde bir kardeş... Kardeşin olmuş bile o-olabilir."

Korkuyla ona baktım. "Olmaz! Yap-yapmamışlardır. Bana... Bana bunu ya-yapamaz... Yapamazlar ya!"

"Ben de dördüzlerden sonra annemle babam için aynen öyle demiştim," dedi Tan, en azından o dişleri birbirine vurmadan konuşabiliyordu. "Sonra babam bir tatil ayarladı. O tatilde ne oldu düşünmeyi reddediyorum ama sonunca iki kişi gittikleri tatilden tam dört kişi döndüler. Babam bunu duyduğunda bayıldı, ben de öyle ama ikimizin bayılma sebepleri kesinlikle aynı değildi."

"Turşu," dedi Çağrı kaşı gözü ayrı oynamaya başlayarak. Dişleri de birbirine vururken, hele etrafımızda sırlar dünyası ışığı hakimken korkunç görünüyordu. "Biz gökyüzüne yükselirken bizimkiler de tatile gitti değil mi?" Birden sopa yutmuş gibi kaldı. "Bizimkiler... Anne, baba!" Gözleri öyle irileşti ki... "Eğer... Eğer öyle bir şey yaparsanız... Sizi analıktan ve babalıktan reddederim."

"Kesin yapar-lar o... o zaman!" dedim sırıtmaya çalışarak.

"Ne sırıtıyorsun?" diye çıkıştı. "Yüce rabbimden dileğim in-şallah yalnızca yengem değil, amcam da hamiledir." Ellerini havaya kaldırdı. "Duada isim vermek ö-önemli. Sedef Tekin ama en çok Tuna Tekin hamile... Hamile olsun. A-amin!"

Bu korkunç düşünceyi kafamdan atmak için -Tuna Tekin kısmı değil elbette-, "Hikayeye dön!" dedim Çağrı'ya. Bunu öyle sert demiştim ki bu kez soğuktan değil benim sesimden irkilmişti.

"Şunu... Şunu yapma ya! Aynı an-nene benziyorsun!"

"Çağrı!"

"Tamam!" dedi iri iri gözlerle. "İşte üfürükçüye git-ti yengem. Üfürükçü de buna kızını da getir, ona da üf-üfleyelim demiş." Yanakları havayla doldu ve bir kahkaha patlattı. Tan erken davranarak ağzını kapatmasa Kamrah denen mendebur yerimizi o an bulurdu. Tan elini çekince Çağrı devam etti. "Yengem yanına anamı bir de Asel Teyzemi alıp git-miş. Adamı bir dövmüşler, bir dövmüşler ki sorma. Annem değil tabii; o, yengem ve teyzem adamı döverken arkadan psikolog kimliğine uygun küfürler ediyor... Ediyormuş."

Bu hikayeyi bize annem anlatmamıştı, Hatey anlatmıştı. Annem utanmıştı muhtemelen. Üfürükçüyü dövdüğünden değil elbette, ona gittiği için utanmıştı. Bu tür şarlatanlar zaten insanların ya psikolojik açıdan düşük zamanlarından ya da zaaflarından faydalanıyordu. Annem de o sıralar çok iyi değildi, normal zamanlarda asla yapmayacağı şeyler yapmıştı. Bunlardan biri de beni bale okuluna yazdırmaktı. Ben düz yolda bile yürüyemiyordum!

"Sonra bunları... Kara-karakola götürmüşler işte. Hepsini kodese tıkmışlar ama adam her şeyi itiraf etmiş." Yine kahkaha atacaktı ama bu kez kendi elleriyle ağzını kapatmasını bildi. "Niye bili-yor musunuz?"

Biliyorduk elbette, aslında hikayeyi hepimiz biliyorduk. Çağrı'nın ilk kez duyacakmışız gibi anlatmasına sadece biraz daha rahatlamak için izin veriyorduk. "Çünkü," dedi ve içinden bir gülme sesi çıktı. Çocuk artık içine içine gülmeyi öğrenmişti. "Çünkü annemin onu dışarıda bulup psikolojik işkenceli küfürlerini edeceğinden korkmuş. Dayaktan değil."

Birden iç çekip sustu ve hüzünlü bir ifadeye büründü. Muhtemelen evini özlemişti diye düşünürken bunun ne kadar aptalca bir düşünce olduğunu yüzümüze yüzümüze vurdu. "Eve dönünce ben hep o kadına maruz kala-cağım." Ağlamaklı göründü ve öfkeyle arkasında nöbet tutan Layes'e baktı. "Beni niye kurtardın oğlum sen? Niye?"

Haklıydı aslında, yengem o gün anneme de o meşhur terapilerinden yapmış ve annem üfürükçüyle beraber yengeme de tövbe etmişti. O günden sonra sırf yengem konuşmasın diye psikolojisini hep iyi tutmaya gayret etmişti. Suratı asıldığı her an ona yengemi hatırlatmak ise bizim elimize büyük bir koz vermişti.

Layes muhtemelen soğuktan donmuştu çünkü Çağrı'ya cevap vermedi. Hepimiz burada ölecektik! Çağrı boşuna sitem ediyordu.

"Adam bile don-du," dedim, burnumu çektim ama zaten artık akmıyordu çünkü sümüğün bile donmuştu şüphesiz. "Kıpırdamıyor baksanıza!"

"Gazdan," dedi Çağrı. Daha çok titredi. "Şu an osuruyor, bir de belli etmemeye çalışıyor. Kokudan haberi bile yok zavallımın!" Yine ona baktı. "Ölüyoruz anlasana! Yeter artık, dur Gazman!"

Layes sonunda mekanik bir şekilde başını ona çevirdi. Bir şey söyleyecek gibi olduğunda başını sağa çevirip etrafımızdaki yüksekliğin tepesine baktı. Ayak sesleri de kulağımıza o an geldi. Birçok ayak sesi...

Başımı zorlukla çevirdim ve uzun süre sonra derince rahatladım. Tan ve Çağrı'nın etrafımdaki koruma çemberinden yerimden sıçrayarak kurtuldum. Donmuş parmak uçlarım acısa da koştum ve girintili zemine ayak basan Erian'ın kollarına atladım. Beni sıkıca kavrarken güldü ama konuştuğunda sesi sert çıkmıştı. "Üşümüşsün Dünyalı!"

Benim aksime onun kolları sıcacıktı, gerçi soğuk olsa da ben her türlü erimeye meyilliydim. "Bir yerlerim dondu ama ol... olsun," dedim dişlerim bana işkence ederken. "Yaşıyorsun ya."

Geri çekildiğinde yüzüme baktı, gülümsedi. Başını yana çevirdiğinde Lacivert'in bizi izlediğini gördüm. Hala yüzünde o mahcup ifade vardı. "Yabani askerlerimin bana ulaşmasını sağladı. Sanırım söylediklerinde haklıydın Dünyalı." Ellerini yüzümün iki yanına koydu ve kaşları yine çatıldı. "Ama bu konuşmanın şimdi sırası değil, önce seni ısıtmanın bir yolunu bulalım." Askerlerine dönüp, "Ateş yakın!" diye emretti.

"Aaa!" dedi Çağrı yaşadığı en büyük şok buymuş gibi. "Öyle oluyor mu ya? Ee, biz ni-ye don... donduk o zaman? Donmak, ü-üşümek manasında yani, külot değil. Hiçbirimiz külot olmadık!"

"Çok üşümüş olmalı," dedi Erian azalan bir sesle ama ardından bağırdı. "Hızlı olun!"

"Yo-yok, o normal hali," dedim sırıtarak.

Yaşıyordu! İçim içime sığmıyordu, bu kez sevinçten ağlamak istiyordum.

Askerler yakacak bir şeyler bulmak için olsa gerek, dağılırken Tan yanımıza yürüdü. "Yerimiz belli olmayacak mı?"

"Yok ediciler gittiler," dedi Evina. Tepenin üzerinden bize bakıyordu. Yok edici dediği şey ortalığı yangın yerine çeviren uçaklardı şüphesiz. "Yine de gün aydınlana kadar burada kalmamız gerekiyor. Tedbirli olmalıyız, sivil askerler dışarıda geziyor olabilir."

Kısa süre içerisinde yanan ateş hepimize iyi gelirken askerler tepenin ardına yayılmış etrafı gözetmiyorlardı. Bir Rambo filminin içinde olduğumu bile düşünebilirdim ama karşımdaki uzaylı buna romantik bir boyut kazandırıyordu. Üzerindeki ceketi bana vermişti, şimdi ateşin ışığının vurduğu gömleğinde kasları belli oluyordu. Başka bir zaman olsa onu ağzımın suyu aka aka izlerdim ama bu kez endişe ile izlemiştim. Gömleğinin kollarında yırtıklar vardı. Kan lekeleri görülüyordu. Ufak tefek yaralar diyerek beni rahatlatmaya çalışsa da yine de içim acıyordu çünkü elimizde yaralarını saracak hiçbir şey yoktu.

"Şimdi ne yapacağız?" dedi Tan.

"Önce sizin için güvenli bir yer bulacağız," dedi Erian. "Evina birkaç askerle etrafı tarıyor."

Evina ateş yakılırken yanına Lacivert'i de alıp ortadan kaybolmuştu, demek ki sığınabileceğimiz yerleri arıyordu. Lacivert bugün onlara karşı çok ılımlı davranıyordu, bunda Erian'ın onun için geri dönmesi etkiliydi şüphesiz. İkisini geri döndükten sonra kısa süre bir arada görmüştüm ama o anlarda bile aralarında artık düşmanca bir bakış olmadığını anlamıştım. İkisi de birbirlerine yardım ederek aslında birçok şeyin önemini kaybetmesine neden olmuştu.

"Sonra?" dedi Tan üsteleyerek.

"Sonra harekete geçiyoruz," dedi Erian. "Artık zamanı geldi. Varl içeriden ihtiyacımız olan tüm bilgileri bize sağladı. Daha fazla bekleyemeyiz."

"Bence de," dedi Çağrı, yüzünü buruşturup yüz üstü yayılmış ve silahlarıyla etrafı tarayan askerlere baktı. "Çok popo görüyorum. Psikolojim hiç iyi... Bir dakika! O cipsinin poposu mu?" Kusma sesi çıkardı. "Cipsi popon artık Şarbonun sembolü."

"Ama sayınız çok az," dedim endişeyle. "Başarılı olabilecek misiniz?"

Gülümsedi. "Endişelenme Dünyalı, son iki yılda o kadar şeyin üstesinden geldim ki. Bunun da gelirim. Size bir söz verdim hem." Gülümsemesi yavaşça soldu. "Güvenle geri dönmenizi sağlayacağım."

Endişeme, üzüntü de eklendi. Elbette geri dönmek istiyordum, daha şimdiden evimi, küçük kuzenlerimi, geride kalan hayatımı özlemiştim. Annemin bunalımında beni kaydettirdiği bale okulunu bile özlemiştim, üstelik iki kez bileğimi burkmama neden olmasına rağmen. Beni bugüne kadar ayakta tutan şey Tan ve Çağrı'ydı. Eğer onlar olmasaydı, şu an bambaşka bir ruh halinde olurdum. Erian da vardı elbette, ona olan hoşlantım...

Aslında bunu ben, kendim yapmıştım. Ona kendimi kaptırmayı bilerek seçmiştim çünkü bulunduğumuz durumu daha normal görmemi sağlamıştı ama aynı zaman da kendi kaleme büyük bir gol de atmıştım.

Geri dönmek istiyordum ama ben... Ben ondan ayrılmak istemiyordum.

Yüzümde nasıl bir ifade görmüştü bilmiyordum ama ,"Her şeyi düzelttikten sonra sizi ziyarete bile gelirim," dedi gülümsemeye çalışarak.

Son geldiğinde ben bir bebektim, bir dahaki gelişinde yaşlı bir kadın olurdum muhtemelen. Bunu istemiyordum. Bu canımı çok sıkıyordu, çok da acıtıyordu.

"Gelme," dedim kısık sesle.

Yüzü asıldı. Tan ve Çağrı da bana şaşkınlıkla baktı ama Tan kısa süre de nedenini anlamıştı. Başını önüne çevirip ateşe bakması da bunun kanıtı oldu. Gözlerini benden kaçırıyordu. Ben de daha fazla ne Erian'a ne de onlara baktım. Oturduğum yere uzandım ve ateşin yanına kıvrıldım. Girintili ve sert zemin rahatsız etse ve kaburgalarıma batsa da umursamadım. "Uykum geldi benim. Evina bir yer bulunca uyandırırsınız."

Uyandırmadılar. Zaten nasıl uyuduğumu bile bilmiyordum, en son ağlamamak için içimden Arkadaşım Eşek şarkısını söylüyordum. Onlarda askeri birkaç şeyden bahsetmeye başlamışlardı zaten, dinlememiştim çünkü onları dinlemek Erian hakkında daha fazla endişelenmemden başka bir işe yaramayacaktı. Ben bugün o korkuyu bir kez tatmıştım. Çok kötüydü.

O başarılı olacaktı, aksini düşünmeyi reddediyordum. Diğer yandan başarılı olduktan sonra yapacağı ilk iş bizi geri götürmek olacaktı. Ayrılacaktık.

Onu göremeyecektim, belki söylediği gibi gelirdi ama gelmesini de istemiyordum. Aynı zamanda... İstiyordum.

Gözlerimi tekrar aralayışım daha düz bir yere bıraktığım an olmuştu. Erian'ı gördüm. "Uyu," dedi yumuşakça. "Zor bir gün oldu."

Evina'nın bir yer bulduğunu anlamıştım çünkü hava artık daha boğuk ama daha ılıktı. Etrafıma bakmadım, zaten hala gözlerim kapanmak için direniyordu. Tan ve Çağrı'yı da sormadım, belki de buralarda bir yerdeydiler ama Erian varken onların da güvende olduklarını biliyordum.

Erian doğrulurken kolunu yakaladım. "Seni yine koruyayım mı?" dedim düşük bir sesle.

Kısa bir an sessiz kaldı ama sonunda yanıma uzandı. Yüzüme bakarken kaşları çatıldı. "Ağlayacakmış gibi duruyorsun."

"Korumayım diye ciddi ifadem o," dedim yalandan. Gerçekten ağlayacakmış gibi hissediyordum. "Ben gittiğimde çok tehlikede kalacaksın."

"Çok," dedi gülümseyerek. "Sen en iyi korumamdın Dünyalı."

"Öldün sandım ama," dediğimde seslice güldü. "Gülme!" dedim omzuna hafifçe vurarak. "Yalan da söyleme! Çok kötü korumayım değil mi? Geri gitmene ben sebep oldum. Üzerine mağara çöktü ve ben..."

"Şşş!" dedi titremeye başlayan dudaklarıma bakarak. Kaşları daha da çatıldı. "Seni bu kadar korkuttuğum için kendimi daha da kötü hissettirme Dünyalı. Sen bu hayattaki en mükemmel korumasın ve aksini biri söylerse onu öldürürüm." Belimi kavrayıp beni göğsüne doğru çekti ve sıkıca sarıldı. "Ve çok uzaktın, o kadar uzaktan beni koruyamazsın."

Yüzümde bir gülümseme oluşurken başımı iyice göğsüne yasladım. Ateş, kül ve toprak kokuyordu. Yaralanmıştı da. "Yaraların..." dediğimde, "Geçti bile hepsi," dedi. "Şimdi uyu... Yani şey... Beni koru çünkü sen uyuyamazsın. Baş korumamsın."

"Cipsi," dedi arkamdan Çağrı'nın uykulu sesi. "Bana sarıl, üşüdüm. Söz Şarbon'un sembolünü ellemeyeceğim."

Güldüm, Erian da güldü. "Arkamda mı?"

"Evet," dedi gülerek. "Uyukluyor ama uyanıp da Layes'in onu kucağında taşıdığını öğrenirse olabileceklerden korkuyorum."

Bu beni daha da güldürdü. "Tan peki?"

"O Evina ile, sanırım Evina'nın ona danışacağı bir şeyler varmış."

"Tükürük gibi mi?" dedim tekrar gülmemek için.

"Anlamadım," dedi, gerçekten anlamamış gibiydi. Bu uzaylı kral aşk meşk işlerinden gerçekten anlamıyordu galiba.

"Boş ver," dedim iç geçirerek. "Lacivert nerede?"

Homurdanır gibi bir ses çıkardı. "Burada olurdu ama közenin ona Tanrıları ve Tanrıçaları uykularında rahatsız ederse lanetleneceğini söyledi."

Buna neredeyse gülecektim. Birçok konuda Erian ve Lacivert belki uzlaşmıştı ama o konuların arasında Tanrıça Sha yoktu. Çağrı'nın ara ara horlamalarından başka bir ses olmayınca gözlerim yine kapanmaya başladı. Erian'ın sesini bile zorlukla duydum. "Gerçekten seni görmeye gelmemi istemiyor musun?"

İç geçirdim. Yine keyfim kaçmıştı. "Hayır," dedim dürüstçe.

"Neden?" dedi kısık sesle.

"Çünkü..." Dudaklarımı çiğnedim. "Sen değişmeyeceksin, burada zaman Dünyaya göre yavaş akıyor ama ben yaşlanmış olacağım."

Sessiz kaldı, anlamıştı. Bu canımı daha da yaktı. "Keşke," dedi bir süre sonra. "Seninle başka bir hayatta tanışsaydık."

"Nasıl bir hayat?" dedim ve hafifçe burnumu çektim. Gözlerim dolmuştu sonunda.

"Bilmem, okulda belki. Arkadaşın olarak... Bilmiyorum. Başka bir hayatta... Benim kral olmadığım, seninle normal bir şekilde karşılaşabileceğim bir hayat."

Öyle bir hayat hiç olmayacaktı. O bir kraldı, yönetmesi gereken bir halk vardı ve ben dünyalı bir kızdım. Geri dönecektim. Üniversiteye gidecek, belki de bir gün evlenecektim. Çocuklarım olacaktı. O da evlenecekti belki, onun da çocukları olacaktı ve bunları aynı gezegende bile gerçekleştiremeyecektik.

Genellikle alaycıydım, hayatı çok ciddiye almazdım. Bazı şeyleri kafama takıp hayatı kendime zindan etmezdim. Sonsuza kadar beni düşüneceği hayalini ben bile kuramazdım. Zaten beni sevmiyordu bile, belki hala çocuk olarak görmüyordu ama sevmiyordu da. Diğer yandan ben ona aşık mıydım, gerçekten bilmiyordum ama yokluğun düşüncesi çok acı veriyordu. Tüm bunların yanında geri döndüğümde bocalayacaktım ama hayatıma bir şekilde devam edecektim. Bunu yapabilirdim galiba.

Emin değildim.

"Benimle normal bir şekilde karşılaşsan yine bana çocuk muamelesi yapar mıydın?" dedim burnumu çekerek. Tekrar ağlamak istemiyordum.

"Belki büyümüş olurdun," dedi.

"Ben zaten büyüğüm," diye çıkıştım. "On dokuz yaşındayım."

"On tane dokuz," diye mırıldandı Çağrı arkamdan. "Tam on tane."

Erian güldü. "Yapmazdım," diye cevapladı beni sonunda. "Sen on dokuz yaşındasın çünkü. On tane dokuz! Tam on tane!"

Bu kez ben de güldüm. "Peki, karşılaştığımızda ne yapardın?"

"Bilmem, siz... Yani Dünyalılar ne yapar?"

"Kahve içmeye falan davet eder," dedim aklıma ilk gelen şeyi söyleyerek.

"O halde seni kahve içmeye davet ederdim."

"Ben de sapık sanıp seni döverdim."

"Ne?" dedi şaşkın sesiyle. "Ama demiştin ki..."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine sıkıca bastırıp bıraktım. "Ben seninle kahve içerim demedim ki."

"İçmez miydin yani?" dedi alınmış gibi.

"İçerdi," dedi Çağrı mırıltıyla. Kolunu üzerimize attı. "Acayip pis içici, ayyaş. Çilekli sütlerimi hep gizli gizli içiyor. O olduğunu biliyorum..." Esnedi. "Ama ispatlayamıyorum. Lanet olası keş, hep benden bir adım önde dostum!"

Geri çekilip Erian'ın yüzüne baktım. Yüzünü buruşturarak Çağrı'nın kolunu üzerimizden attı. Çağrı homurdanarak döndü ve poposuyla beni itti. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Çilekli sütlerini hep Tan içiyor ama bu işte o kadar usta ki arkasında hiç delil bırakmıyor."

Başını eğip bana baktı. "Kahve?" diye sorguladı. Hala orada takılı kalmasına dayanamadım ve güldüm.

"Limonlu çay severim ben," dedim sırıtarak. "Çay içmeye davet et ama limonu eklemeyi unutma!"

"Limon," dedi düşünür gibi. "Nasıl bir şey?"

"Sarı, ekşi... Tan gibi işte."

"Anladığımı sanmıyorum," dedi tek gözünü kapatarak.

"Boş ver," dedim burun kıvırarak. "Olmaz bu iş zat-"

"Hayır, hayır," diye atıldı. "Limonlu çay... Anladım. Çay içtikten sonra peki, başka neler yapılır?"

Düşünürken dudaklarımı büzdüm. Aşık Elapatra'nın aklına başka zaman olsa o kadar çok şey gelirdi ki, ama şimdi, en ihtiyacım olan anda sesi çıkmıyordu. "İşte şey..." dedim. "Hobilerimi falan sorardın, sohbet ederdik yani."

"Hobi?" diye sorguladı. "Bir tür eşya mı?"

"Hayır ya," dedim gülerek. "Yapmaktan hoşlandığın şeyler gibi düşün."

"Anladım," dedi düşünceli bir sesle ve birkaç kez, "Hobi," diye tekrarladı. Sanki unutmamaya çalışır gibi... "Başka? Yani hebilerini sordum, sonra?"

Hebi mi? Ağzını yiyeceğim şimdi!

Aşık yanım yaşadığını belli edip yine kaybolduğunda düşündüm. Çok zor sorular soruyordu. Bu zaman kadar benim tek bir erkek arkadaşım olmuştu, o da şehir değiştirdiği için ayrılmak zorunda kalmıştık. Belki de babamın ya da Tan'ın korkusundan şehir değiştirmişti. Çağrı'nın korkunç şakalarından da olabilirdi. Bunu sanırım hiç öğrenemeyecektim. "Sonra evimize giderdik, yani sen kendi evine tabii. Ben de kendi evime. İkimiz aynı eve değil. Onu kesinlikle kastetmedim."

"Neden?" dedi yüzünü buruşturarak. "O zaman birbirimizi göremeyiz?"

"Sürekli birbirimizi göremeyiz zaten. En azından ilk tanışmada olmaz. Belki yüzüncü buluşmada falan."

"Bu... Şaka mı?" dedi tereddütle. Başımı hafifçe iki yana sallayınca yüzündeki şaşkınlığa kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. "Sürekli hebi konuşup ayrılamayız. Bu çok saçma."

"Yemek de yeriz canım arada."

"Hmm..." dedi ve düşünceli göründü. "Ben sana yemek yaparım."

Düşüncesi bile çıldırmalıktı. Aşık yanımı bugün ödü patlayan sindirmese buna şu an bayılabilirdi. "Gerçekten mi?"

"Ama evime gelmek zorundasın." Yine dudaklarını büzdü. "Yani evimdeki yemeği hebilerimizi konuştuğumuz yere getiremem."

"Evine gidersen namusumuzu kirlettiğini sarı beze söylemek zorunda kalırım," dedi Çağrı boğuk bir sesle. "Namus önemli. Canım namus."

"Bu uyumuyor da bizi mi kekliyor?" dedim gözlerimi kısarak.

"Kek... Ne güzel kekler?" diye mırıldandı. "Biri esmer, biri sarışın, biri de... Cipsi! Sen kek değilsin! Sen tuzlusun! Çık rüyamdan!"

Rahatlayarak bir nefes verdim. Uyuyordu, aksi halde koşup beni kesin Tan'a ispiyonlardı. Hem de 'Erkeklerin evine gidiyor bu kız!' diye bağırarak.

"Peşimde bunlar varken beni evine çağırmak istemezsin," dedim Erian'a.

"Haklısın," dedi ve gözleri bir yırtıcı edasıyla kısıldı. "Önce onları öldürmeliyim." Gözlerim irileşince güldü. "Sadece şakaydı."

Güldüm,"Sen ne seversin peki?" diye sordum merakla. "Yani söylesen de anlayacağımı sanmıyorum ama sen yine de söyle."

Burnuma hafifçe vurdu. "Çay içerken söylerim bunu. Limonlu çay."

"Bana da bir şişe viski!" diye bağırdı Çağrı. Horladı ve birden kıpırdanıp yine kalçasıyla beni itti ve Erian'a iyice yapışmamı sağladı. "Baba! Valla viski demedim. Fışki dedim. Bana bir şişe Fışki!"

Yüzümü buruşturdum. "Onu geride bırakmalıydınız."

O da iç geçirdi. "Kesinlikle."

"Hayallerimizi baltalıyor!"

"Kesinlikle," dedi yine ve durgunlaştı. "Hayaller... Yine de güzeldi."

Çok güzeldi ama hayaldi. Biz o hayalden biraz erken uyanmıştık sadece.

Başını eğip yine bana baktı. "Uyuyalım artık dünyalı." Başımı salladığımda yüzüme kırık bir gülümsemeyle baktı. "Ben uyuyacağım tabii, sen beni koruyacaksın."

Başımı yine göğsüne yasladım ve onaylar gibi bir mırıltı çıkardım. Gözümden bir damla aktı ama anlamasın diye silemedim. Sessizce içimi çektim. Sonunda ise o hiç uyudu mu bilmeyerek uyudum, ama rüyamda anlattıklarını gördüm.

Önümde bir limonlu çay ve o bana gülümsüyor... Bu hayatım boyunca gördüğüm en güzel rüya olarak kalacaktı. Sadece bir rüya...

Merhabalar Dünyalılarım...

Keyifler nasıl?

Peki ya bölüm?

Özlem emoji yerimiz...

En çok güldüğüm yer kısmı...

Ela yeri...

Tan yeri...

Çağrı yeri...

Layes yerimiz...

Evina yerimiz...

Lacivert yeri...

Kral Erian (Namı diğer Eren) yerimiz...

Sona doğru sizi biraz üzdüm mü?

Yoksa hayaller çok mu güzeldi 🥺

En çok güldüğüm yer kısmı şurası...

En çok acıtan yer şurası...

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz ❤️

Der ve S.Mare kaçar 💃🏻

Continue Reading

You'll Also Like

2.4K 1.2K 31
İnsanı belki bir silah, belki bir hastalık veya belki de aşk öldürürdü. Aşk, en büyük silah, en büyük hastalıktı..
441K 24.9K 47
Siz: Selamünaleyküm beyefendi Hayırlı Doktor Kısmet: Aleykümselam, kimsiniz? Siz: Teravihte annenizin numaranızı verip, doktor oğlum diye övdüğü kişi...
21.3K 1.8K 12
Alara canı sıkıldığını için bir numara sallar ve yazar ama bir sorun vardı. Salladığı numara seri katil olan barın kılıç atasoy'du...
1.1M 73.5K 52
Lâl Su , psikoloji bölümünü okuyan biri. Yaşamı,hayatı,eğlenceyi, müziği,yazmayı seven biri.En büyük hayali ise yazar olmak. Psikoloji okumak onun iç...