ÖLÜ TANRININ ŞARKISI

By ozcelikdilaraa

2.2M 186K 163K

•Yetişkin okurlar içindir• Kandan kıyafetlerimizi kuşanıp da, İçtiğimizde suyundan kehanetin, Biliriz hepimi... More

ÖLÜ TANRININ ŞARKISI
Bölüm 1, Apollon'un Gelinleri
Bölüm 2, Kanım Aktığında
Bölüm 3, İçtiğimde Senden Kehaneti
Bölüm 4, Dokun Bana Ölümlü Kadın
Bölüm 5, Söyle Gördüklerini Ölümlü Gözlerinin
Bölüm 6, Ölseydin Eğer Öldürmem Gerekirdi
Bölüm 7, Ona Aşık Değilsin
Bölüm 8, Cadının Kalbi Ateşten
Bölüm 9, Seninle Savaşacağımı Söylemiştim
Bölüm 10, Aşık Ya Da Düşman, Daima Biri
Bölüm 11, Kardeş Kanı Döküldüğünde
Bölüm 12, Sen Benim Kadınımsın
Bölüm 13, Bana Teslim Ol
Bölüm 14, Tanrıların Ozanı
Bölüm 15, Senin İbadethanende
Bölüm 16, Ölmen Ölümüm Olur
Bölüm 17, Seninim Benimsin ve Biriz
Bölüm 18, Bu Gece Sana Tapacağım
Bölüm 19, Senin İçin Yaratıldım
Bölüm 20, Tanrının Kalbindeki Kadın
Bölüm 21, Günah Çıkartırken Dizlerinin Üzerine Çök
Bölüm 22, Gerçek Troyalılar
Bölüm 23, Bana Her Zaman Dönersin
Bölüm 24, Troya'nın Talihsiz Aşıkları
Bölüm 25, En Çok Güneşin Günahları Yakarmış
Bölüm 26, Sonsuzluk Kadar Seviyorum
Bölüm 27, Tanrının Ağıdı
Bölüm 28, Gecenin ve Karanlığın Tanrısı
Bölüm 29, Tarih Yalnızca Korkakları Hatırlar
Bölüm 30, Seni Kendi Kanında Boğacağım
Bölüm 31, Dilerim Ki Bir Ölümlü Gibi Korkar Bir Ölümlü Gibi Ölürsün
Bölüm 32, Savaş Tanrısının Gözyaşları (Part 1)
Bölüm 32, Savaş Tanrısının Gözyaşları (Part 2)
Bölüm 33, Ölümle Yürüyen Kadın (Part 1)
Bölüm 33, Ölümle Yürüyen Kadın (Part 2)
Bölüm 34, Okumun Laneti Tüm Kehanetlerin Üzerine
Bölüm 35, Şehirlerini Kanlarıyla Koruyan Askerler
Bölüm 36, Troyalı Mara İçin
Bölüm 37, Senin İçin Bir Şehri Yakarım
Bölüm 38, İçimde Alevler Yakıyorsun
Bölüm 39, Anneleri Olmayan Çocuklar
Bölüm 40, Birbirine Dolanan Bedenler
Bölüm 41, Tanrıların Avı
Bölüm 42, Ellerimdeki Kan
Bölüm 43, Kimsesiz Günahların Ağırlığı
Bölüm 44, Tenime İsmin Kazılı
Bölüm 45, Unutulan ve Hatırlanan
Bölüm 46, Şimşekten Gelen Fırtınaya Dönen
Bölüm 47, Minator'un Boynuzlarındaki Düğümler
Bölüm 48, Sadece Sen ve Ben
Bölüm 49, Yıldızlara Yazılı Kaderler
Bölüm 50, Güneşin Batıdan Doğuşu
Bölüm 51, Gezgin Yabancı
Bölüm 52, Zeytin Ağacı
Bölüm 53, Katlanır Öfke Zamanın Çemberinde
Bölüm 54, Bir Şehrin Düşüşü
Bölüm 55, Makedonya'nın Aslanı
Bölüm 56, Her Tanrı Tek Tanrı Olmak İster
Bölüm 57, Kusurları Yapar Kahramanları Ölümsüz
Bölüm 58, Bir Ruhun İki Damlası
Ölü Tanrının Şarkısı 1. Kitap Final
Ölü Kadının Şarkısı Bölüm 1
Bölüm 2, Çıkar Tüm Yollar Sana
Bölüm 3, Gelinlerin Dansı
Bölüm 4, Tanrının Kalbine Gömdüğü Kadın
Bölüm 5, Aldanma Gecenin Aydınlık Yüzüne
Bölüm 7, Açılır Sonunda Pandora'nın Kutusu
Bölüm 8, Rahip Restos
Bölüm 9, İsmi Önemsiz Bir Kral
Bölüm 10, Altın Elma
Bölüm 11, Batıdan Doğuya Aşağıdan Yukarıya
Bölüm 12, Bir Pazarlık Bin Bedel
Bölüm 13, Açılmaz Yelkenler Yeraltının Mezarlığında
Bölüm 14, Cesurların Dansıdır Aşk
Bölüm 15, Ölünce Kahramanlaşanlar ve Yalnızca Ölenler
Bölüm 16, Zaman Mühürler Tahtın Asıl Sahibini
Bölüm 17, Eksilme ve Tamamlanma

Bölüm 6, Spartalı'nın Sesi

9.5K 1K 1.2K
By ozcelikdilaraa

Herkese hello!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!! Ve beklenen Karr bölümü size yeni yıl hediyem :)

Bana bakın bölüm 4K az diyen ipini getirsin asarım onu sdofsjdpf. İki kitap hazırladım size Kaos'a yazık sdkfnsjdpk

Ay arsız ölümlüler 21.00'da Sadece Bir Damla Brh+ ilk bölüm yayınlanacak. Çok gerginim. Bu bölüm bittiğinde yayınlanmış olur bu yüzden bölüm sonu hemen oraya uçalım destek olalım sdkfnlsdf. Valla tüm arsız ölümlüler gelsin yoksa Rae ve Mara'yı ayırırım yemin ederim dslfnlsdjf.

Şuraya da kapağı bırakayım. ÇOK GÜZEL ÇÜNKÜ

Sınırlar da 320 oy ve 900 yorum aşklarım. Bence geçersiniz. Geçersiniz dimiiiiii.

Sizi sonsuzluk kadar seviyorum!

Birazdan Sadece Bir Damla Brh+ de görüşmek üzere. İmzamı sona atıyorummm.

Bölüm 6, Spartalının Sesi

  Rae'nin sıcak kolu bile beni kendi boyutumuzda tutmaya yetmedi. Bana seslendiğini duyabiliyordum, bana geri dönmemi söylediğini duyabiliyordum ama ben çoktan bir uçurumdan aşağı yuvarlanır gibi çekilmeye başlamıştım.

  İlk başta yine kehanetler görmeye başladığımı düşündüm ama hayır. Geçmişti bu, ben artık geçmişi görebiliyordum.

  Kim olduğumu, kimin geçmişine sızdığımı anlamam zor oldu ama sonra tanıdık bir ateş beni karşıladı.

  Ben Spartalı'nın sesiydim.

  Çok yaşadım, çok savaştım.

  Yoruldum mu? Elbette.

  Savaşmayı bıraktım mı? Asla.

  Annem Hera bizi doğurduğunda ne düşündü çok iyi biliyorum çünkü yıllar sonra, üzerimizdeki uslanmaz tanrı çocukluğunu atmamızın ardından bir gün bizimle bunu paylaştı. O zamanlarda babam Zeus daha çok Rae ve Apollon'la meşgul olduğu için ikizim Ares ve benimle annemiz Hera ilgilenirdi. Onlar babamın favori çocuklarıydı, annem için ise biz öyleydik. Biz onun kanındandık, biz onunduk.

  O çok güzel bir kadındı. Bu dünyada benim gözümden ondan daha güzel ne bir ölümlü ne de bir ölümsüz vardı. Belki kanım onun kanı olduğundan belki de her zaman yanlış tanındığından korkutucu ve kusursuz bir güzelliği olduğunu düşünürdüm. Kim ne derse desin, o her zaman yapılması gerekeni yapmıştı. İnsanların tarihinin onu kötü anacağını bilse de o kimsenin boyunduruğu altına girmemişti. O babama bile karşı çıkmıştı.

  Dokunulmaz Hera. Birinin önünde dizlerinin üzerine çökmektense tüm Olympos'u kökeninden sarsacak savaşçı Hera. Muhtemelen savaşçılık özelliğimizi de annemizin dizginlenemez yenme arzusundan almıştık. Themis'in terazisi nasıl adalet için eğiliyorsa anneminki de kazanmak için eğiliyordu.

  Babam ise bizi her zaman küçümsemişti. Ona göre alenen verilen her savaş kaybedilmeye mahkumdu. O daha derinden ilerlemeyi, düşmanını sırtından vurmayı tercih ederdi. O savaşmadan önce düşmanını tanır, zehri hakikat meyvesi diye ikram ederdi. Sıklıkla bize kızar, bizi cezalandırır ve onun sevgisine layık olmadığımızı bize hatırlatırdı. O tanrıların ve tüm insanların babasıydı fakat kendi çocuklarının babası olmayı başaramamıştı.

  Belki de hiçbir zaman olmak istememişti.

  Ares'le yine kavgaya tutuştuğumuz günlerden birindeydik. Sanırım bu tüm ikizlerin kaderinde vardı. Birbirimize hem benziyor hem de benzemiyorduk ama ikimiz de diğerimizden daha iyi olduğumuzu düşünüyorduk. Hatırlıyorum, Ares bana annemin sevgisini hak etmediğimi haykırmıştı, ben şımarık bir veletten başka bir şey değildim. Sarayımızın arka bahçesindeki eğitim alanında, kum zeminde kendi kanının içinde uzanırken onu mağlup ettiğim için öfkeyle söylenmiş sözlerdi bunlar, biliyorum. Yine de o sözleri aklımdan hiç çıkartamadım.

  Ya gerçekten hiçbir şeyi hak etmediysem? Ya gerçekten ben fazla şımartılmış, savaş isteyen bir tanrı velediysem?

  Aradan yıllar geçti, kendimi dizginlemeyi ve gücümü yönetmeyi öğrendim. Yıllar boyunca Ares'le savaştık ve sadece bir kere ikizimi ayaklarımın önüne serdikten sonra uzanıp ayağa kalkması için ona yardım ettim. İşte o gün annem bizi karşısına alıp konuştu. İkimize de uzun uzun baktı, dudakları memnuniyetle kıvrıldı. "Siz babanızın oğlu değilsiniz," dediğinde sözleri hakaret değil iltifattı. "Siz benim oğlumsunuz, bunu sizi kucağıma aldığım anda anladım. Siz benim bastırmak zorunda kaldığım her şeyin bir bütünüsünüz. Siz anneniz gibi hiçbir zaman aşkı için susmak zorunda kalan biri olmayacaksınız, siz aşkı için savaşanlar olacaksınız."

  Annemin sözleri o an için anlamsızdı. Aşk neydi ki? Sevişme deseydi tamamdım çünkü Tanrılar, yeryüzünde savaştan daha çok beni memnun eden bir şey varsa eğer o da kendimi bir kadının derinliklerine gömmekti. Kendimi hem en savunmasız hem de en güçlü hissettiğim an o andı işte. Çıplaktım, tamamen silahsızdım ama yine de kusursuzdum.

  Evet, ben kusursuzdum. Buna her zaman inandım. Kusurlu olan babamdı. Kusurlu olan takdir etmekten yoksun o adamdı. Ben ise kendimi her şeyimle kabul ederek kusursuzlaşmıştım. Kusursuzlaştırmıştım.

  Savaşmakta iyiydim, bu benim kanımda vardı.

  Sevişmekte iyiydim, o da bir çeşit savaştı.

  Ama aşık olmakta? İşte o konuda boktan herifin tekiydim. Keşke insan ozanlar gibi ateş başında aşık olduğumda nasıl değiştiğimi, dünyanın Atlas'ın sırtından fırlayıp bir anda o kadının gözlerinde var olduğunu söyleyebilseydim.

  Söyleyebilir miyim? Evet. Ama ben yalancı bir adam değildim. Yalancı bir adam olsaydım eğer gelmiş geçmiş en ünlü aşk hikayesine sahip olabilir, kusursuz bir aşık olduğumu söyleyebilirdim. Ama ben ne gelmiş geçmiş en ünlü aşk hikayesine sahiptim ne de kusursuz bir aşıktım.

  Tara'yı seçtim. Onu kendime istedim. Bu beni bencil bir orospu çocuğu yapsa bile onun bitmek tükenmek bilmez bir arzuyla istedim. Kardeşi Artemis gibi bekaret yemini etmemişti ama onun bir zevk sahibi olduğunu biliyordum. Benim için genellikle sıcak bir gülümseme bir davet niteliği taşırken onun için çok daha fazlasının gerektiğini biliyordum. O ateşti, ben de onun etrafındaki pervane. Bana teslim olduğunu düşündüğüm anlarda bile dizlerinin üzerine çöken ben olmuştum.

  Rae ve Mara'da ise durum çok farklıydı. Onlar sanırım tanrıların da insanların da kabul edeceği bir aşka sahipti. Naia bana her şeyden önce o iksiri içirmemiş olsaydı bile ben Mara'nın bir hain olduğuna inanmazdım. Ben savaşçının hakikat penceresinden bakabilirdim, Rae ise yalnızca bir aşığın gözünden.

  Naia odama girdiğinde tüm bunları düşünüyordum işte. Mara'nın ölümünün ardından bir hafta geçmişti. Rae'nin kendisini öldürmesine engel olmamın üzerinden bir hafta geçmişti. Saray cansızdı, saray ihanetin ve ölümün yosun tutmuş örtüsü altında karanlığın bir parçası olmuştu.

  Naia elindeki şarap testisini küçük masaya bırakırken tedirgindi. Onunla en son düğün gününden önce konuşmuştum. Bana iksiri vermeden önce ona Sparta'ya döneceğimi söylemiştim ama şu işe bakın ki hala buradaydım.

  Gitmek istemiştim Rae hiçbir yerde yoktu, kendini hiçbirimizin onu bulamayacağı bir yere hapsetmiş, zamanı geldiğinde döneceğini söylemişti. Orospu çocuğu, onun zaman anlayışı muhtemelen yüzlerce yıldı.

  "Karr." Naia'nın sesi yumuşaktı. Zarif adımları bana yöneldiğinde uzandığım yataktan doğrulup ona baktım. Beklenti dolu gözlerle bana baktı. "Benimle konuşacak mısın?"

  Yatağın ucuna oturduğunda dikkatle onu izliyordum. Onunla o sınırı hiçbir zaman geçmemiştim. Ona hiçbir zaman dokunmamış, hiçbir zaman masumiyetini yıkmamıştım. O beni seviyordu, biliyordum. Tanrılar şahidim ki ben de onu sevmek için elimden geleni yapmıştım. Sadece, sadece olmuyordu işte. Zihnimde bir başka kadına ait gözler dönüp dururken ona dokunmaya vicdanım el vermiyordu.

  Yatakta ona fark ettirmeden ondan uzaklaşırken, "Kendimi bile dinlemeyi bıraktım," dedim. "Zihnimin içi çok gürültülü."

  Naia bir bana bir de az önce getirdiği testiye baktı. "Biraz şarap ister misin?" diye sorduktan sonra cevabımı beklemeyip yeniden ayağa kalktı. Anlaşılan ondan uzaklaşmaya çalıştığımı anlamıştı. En son istediğim şey onun kalbini kırmaktı.

  Şarabı kadehe doldururken elleri titrese de bana ikram ederken suratında bir gülümseme vardı. "Senin için üzülüyorum," dediğinde kadehe uzanan ellerim havada asılı kalmıştı.

  Kadehten bir yudum alıp ona geri uzattım, benimle ilk defa bu kadar net konuşuyordu. "Neden diye sormalı mıyım?"

  Ben kadehi ondan geri almayınca kendisi büyük bir yudum aldı. "Bende nedenini biliyorsun." Suratını buruşturdu, ekşi tadı dağıtmak ister gibi yutkundu. "Daha ne kadar kendine engel olacaksın?" Kendinden bahsettiğini düşünerek gerildim, bunu hemen fark ederek, "Tara'yı kastediyorum," dedi.

  Dudaklarımdan şaşkınlıklı yüklü bir iniltinin dökülmesine engel olamadım. "Naia, sen," diyerek söze başladım ama devamını getiremeyecek kadar şaşırmıştım. Biliyordu, bildiğini biliyordum ama hiçbir zaman karşıma geçip Tara'dan bahsetmemişti.

  Naia şaraptan bir yudum daha aldı, suratı yine buruşsa da bu sefer yutması daha kolay oldu. "Tanrılar." Başını iki yana salladığında sarı saçlarının bir kısmı suratına döküldü. "Beni sevmediğini biliyorum, hiçbir zaman beni kandırmadığın için sana teşekkür ederim fakat beni sevmeye çalışmanın seni öldürdüğünü de görebiliyorum." Gözlerini kaldırıp benimkilere dikti. "Tabi bu mümkünse?"

  "Teknik olarak-"

  Gözlerini devirdi. "Bu öylesine söylenmiş şeydi," diyerek beni böldü. Elindeki kadehi masaya, testinin yanına bırakıp bir süre odanın içinde gezindi. "Ben biri olmak istiyorum, önemli biri. Hep buradaydım ama beni sadece ya Mara'nın ya da Helene'nin yanında gördün." Bana sırtını dönerken omuzları çöktü. "Şimdi ikisi de yok ve ben iyice görünmez oldum."

  Bir şeyler söylemem lazımdı biliyordum ama hiçbir şey söyleyemeyecek kadar çok şaşırmıştım. Onun bir yerlerde tüm bunları biriktirdiğini anlayamadığım için belki de aptaldım. Kız tüm bu süre boyunca gözümün önündeydi ve ben tek isteğinin sevilmek olduğunu düşünüyordum. Gerçek ise bundan çok farklıydı. O görülmek istiyordu, o adı tarihe kazınsın istiyordu.

  Tanrılar, kadınları anlamak konusunda çok başarısızdım.

  Naia devam etti, sanki ben orada değilmişim gibi kendi kendine konuşuyordu. "Nestor bana çok şey öğretti ama elinde yalnızca zehirleri olan bir kız ne yapabilir ki?" Altın rengi saçları mum ışığında parladı. "Sonra buldum, zehir yapar."

  Kafasını çevirip kadehe baktığında anladım. "Sen ne yaptın?" diye sordum şiddetle yere tükürürken ama çok geç, bir yudum bile olsa o şaraptan içmiştim.

  Tekrar bana döndüğünde suratında yine bir gülümseme vardı. "Seni cesaretle zehirledim," derken suratı ışık saçıyordu. "Kendimi de zehirledim yoksa bunların hiçbirini konuşamazdım." Bana yaklaştı, ben daha ona karşı çıkamadan elleriyle sıkıca suratımı kavradı. "Git ona Karr, hala bunu yapabilecekken git ona."

  Sözleri beni harekete geçirdi, kanıma sızan zehrin fitilini ateşledi. Ne zaman ondan uzaklaştığımı ya da ne zaman odadan çıktığımı bile bilmiyordum. Kendimi bir anda sarayın mermer koridorlarında, Tara'ya doğru koşarken bulmuştum.

  Onunla konuşacaktım, ona ölümlerin beni ne kadar etkilediğini söyleyecektim. Bu kadarı yeterdi. Bu kadar mesafe, bu kadar ayrılık yeterdi. Belki de Naia'ya teşekkür etmeliydim çünkü bana zehirlerin en yararlısını vermişti. Belki de o zehir olmasa hiçbir zaman ona koşacak gücü kendimde bulamayacaktım.

  Tara'nın kapısının önüne geldiğimde içeri girmek yerine durdum. Hayır, zehir etkisini yitirmiyordu, cesaretim hala içimden taşıyordu. Mesele, onun bana ne tepki vereceğini bilmememdi. Ya her şeye rağmen beni kovarsa, bana Ölümün ondan aldıklarını hatırlatır, bana karşı hiçbir zaman hiçbir şey istemeyeceğini söylerse?

  Kanımdaki zehrin buna da cevabı vardı. O zaman biz de bizi yeniden sevene kadar çabalarız.

  Kapıyı çalmadan içeri girdim, sanki beni bekliyormuş gibi camın önünde durduğunu fark edince zehir kırılır gibi oldu. Dikkatli gözleri yavaş yavaş yüzümden ayaklarımdaki sandaletlere kadar beni inceledi. En sonunda, "Spartalı," diyerek seslendi. "Gecenin bu vakti neden odamdasın?"

  Yutkundum. "Seni görmek istedim."

  Tara'nın gece karası gözleri kısıldı, kollarını gecelik giydiği ince tuniğinin üzerinden göğsünde birleştirdi. "Bunu ben de anlayabiliyorum," derken sesi fazla sakin, fazla mesafeliydi. "Benim sorduğum beni neden görmek istediğin?"

  Hadi, zehir, bana maharetlerini göster. "Çünkü artık dayanmıyorum, Troya'nın surlarından da aşılmaz duvarların olmasına dayanamıyordum. Beş asır geçti Tara, beş asır. Hemen karşımdasın ama beni hala cezalandırıyorsun." Sözler hızlı hızlı dudaklarımdan dökülürken kendimi biraz olsun rahatlamış hissediyordum. "Evet, belki ben senin için kendimi öldürmezdim ama sen de benim için kendini öldürmezdin. Ama bu yine de senin ikimiz adına da ne kadar kötü bir karar verdiğin gerçeğini değiştirmiyor. Bana sormadın, Ölümle yaptığın takasın sonuçları beni de etkileyecekken bana fikrimi sormadın."

  Tara'nın nihayet maskesi düşerken sinirle gülümsedi. "Seni hayatta tuttum ben!" Bağırışı karşısında camlar titredi ama yine de geri adım atmamaya kararlıydım. Bana istediği kadar öfkelenebilirdi, bir duygu belirtmesi benim için yeterliydi. "Bana teşekkür etmek yerine karşıma geçip beni mi suçluyorsun?"

  O anda oklarından biri elimin altında olsaydı kıçıma saplayacağını biliyordum. "Elbette seni suçluyorum çünkü senin yüzünden asırlardır beni bir daha hiç sevmeyecek bir kadını bekliyorum."

  Tara'nın göğsündeki kolları düştü, kaşları şaşkınlıkla kalktı. "Beni hala seviyor musun?"

  Şaşkınlığından cesaret alarak ona yaklaştım. "Sevmeseydim hala çabalıyor olmazdım." Ona dokunabilecek kadar yakındım ama hala mesafesini korumaya devam eden duruşu cesaret zehrine bile baskın geliyor, beni geri püskürtüyordu. "Seni nasıl sevdiğimi hatırlatmama izin ver."

  Ona uzandığımda geri çekildi. "Hayır, bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek."

  Elini yakalayıp kalbinin tam üstüne bastırdım. "Aşkını feda etsen de bedenin beni hatırlıyor," diye fısıldarken başımı eğdim. "Sana dokunamamak beni kıvrandırıyor."

  Tara başını geri atıp suratıma baktığında gece karası saçlarının bir kısmı aşağı döküldü. "Bedenim seni özledi ama."

  Daha fazla konuşmasına gerek yoktu, ağzından çıkacak her bir kelimeyi dudaklarımla yutarken bana karşılık vermeyeceğini düşünüyordum.

  Öyle olmadı, bana karşılık verdi hem de benim tahminimden de aç ve heyecanlı bir şekilde. Tanrılar bana bu şekilde karşılık vermesi için dün bir kolumu kesebilirdim. Sırtı tamamen camla bütünleşirken öndeki çıkıntıya oturdu.

  Kendimi onun yumuşak bedenine bastırırken içimi bir telaş kapladı. Ya pişman olup beni iterse ya da daha fenası, her zaman yapmayı tercih ettiği gibi zehirle sözleriyle beni yaralarsa?

  Ellerimi uzun zamandır arzuladığım gibi uzun saçlarının içine geçirerek başını hafifçe eğdim, bana bakmasını sağladım. Gözlerinin içi parlarken dudaklarında yırtıcı bir gülümseme belirdi. "Ne oldu Savaş Tanrısı, sana karşılık verince korktun mu?"

  Bana meydan okuyordu. Bana meydan okunmasını ne kadar sevdiğimi biliyordu ve tam olarak bunu yapıyordu. "Sana dokunmama izin verecek misin?" diye sorarken bir yandan da bir elimle bacağını okşuyordum. "Yine senin olmama izin verecek misin?"

  Tara'nın suratı aydınlandı, bacaklarını iki yanımda ikiye ayırdı. Bu bir davetti ve ben daveti geri çekilmeden önce onu tekrar öptüm.

  Dili dilime değdiği anda daha fazla dayanamayacağımın farkındaydım. Onun tuniğini sıyırmaya başladığımda onun da elleri aramıza indi, beni tamamen çıplak bırakana kadar üzerimdeki tüm kıyafetleri çıkarttı.

  "Tara," diye fısıldarken boynunu öpmeye başlamıştım. "Seni çok özledim."

  Tanrılar, aletimi kavrayıp hizalarken neredeyse o an boşalacağımı sandım. Bu anı o kadar uzun zamandır bekliyordum ki iki saniye sürse sanırım oldukça acınası olurdum.

  Nihayet beş asır sonra bedenim onun bedeniyle bütünleştiğinde memnuniyetle inledim. Tam da hatırladığım gibiydi; yumuşak ve sıcaktı. Tam da bana göreydi, isteğim her şeydi.

  Elleri kalçalarıma inip beni kendine çekerken beni yönlendirmesine izin verdim. Onunla, onun istediği şekilde sevişecektim. Topukları belime battığında memnuniyetle gülümsedim, boynunu hafifçe ısırdım.

  Kalçalarım ileri geri hareket ederken yaptığı tek şey altımda kıvranmak ve daha fazlası için hareketlenmekti. O da bana karşılık veriyordu, hiçbir hareketimi karşılıksız bırakmıyordu. Ben ona doğru alçalırken o da bana doğru yükseliyor, bedenlerimizi buluşturmamıza yardımcı oluyordu.

  Sonsuza kadar onun içinde kalabilirdim. Sikeyim, sonsuzluğun ötesinde de içinde kalabilirdim ama anlaşılan o böyle düşünmüyordu çünkü ikimiz de doyuma ulaşamadan beni durdurdu ve itti.

  Yaptığım en zor şey olsa bile ondan ayrıldım, sızlanmamak için dilimi ısırdım. Elleriyle suratını kapatmadan hemen önce tuniğini indirdi. "Hayır," diye fısıldadı. "Hayır, hayır."

  "Tara." Ellerini tutup suratından çekmeye çalıştım ama bana engel oldu. Bir kez daha, "Tara," diye seslendim.

  En sonunda elleri suratından indi ama hemen sonra onları beni itmek için kullandı. "Seni istemiyorum," derken sesi keskindi. "Olmuyor, anlamıyorsun. Seni sevmiyorum ve sevmeyeceğim."

  Benden uzaklaşıp odanın içinde yürüdü, kapıyı açarak bana döndü. "Gitmemi mi istiyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla. Az önce kollarımın arasındaydı, az önce içindeydim, nihayet o sınırı geçmeme izin vermişti ama şimdi beni yeniden cezalandırmaya çalışıyordu. "Ne değişti?"

  Kapıyı hala açık tutmaya devam ederek, "Hiçbir şey," dedi. "Sorun da bu, bana dokunman bile hiçbir şeyi değiştirmedi."

  Çaresizce kapıya yöneldiğimde içimdeki savaşçı tanrı çoktan uyanmıştı. Çözümü biliyordum, her zaman gözümün önündeydi. Kapıdan çıkmadan hemen önce, "Ama benim için değişti," dedim ve başka hiçbir şey söylemeden odasından uzaklaştım.

  Şimdi mermer koridor daha soğuk, içimdeki ateş daha sıcaktı.

☽☽☽

  Saraydan ayrılmadan önce biraz daha acele edebilseydim belki Seus'a yakalanmazdım ama küçük piç kurusu ben ondan kaçamadan peşime takılmıştı.

  Ona, "Geri dön," diye seslendim yürümeye devam ederek. Güneş tepede, en yakıcı olduğu saatlerdeydi. Hava o kadar sıcaktı ki biraz daha yürümeye devam edersem kıçımdan akan terde boğulabileceğimi biliyordum. Bu normal değildi, güzün bastırması, gelecek kışı haber vermesi gerekirken güneş hala yeryüzünü yakıyordu.

  Seus yavru bir köpek gibi beni takip ederek arkamda ilerlerken nihayet durdum. Sıcağa rağmen nefes alabilmek için kendimi zorladım. Bir dahaki sefere yollara düştüğümde çıplak olmam gerektiğini aklımın bir köşesine not ettim. Siktiğimin Apollon'u güneşinin ışığıyla bir taraflarımı kızartmaya niyetliydi ve ben bir dahaki karşılaşmamızda hançerimin ucunu taşaklarına takacaktım.

  Seus da sıcaktan kıpkırmızı olmuş bir suratla yanıma gelip durdu. Sarı uzun saçları alnına yapışmış, o her zaman gereksiz bulduğum örgüleri kirli kafasının etrafına dolanmıştı. Bu güneş bir tanrı için bile yakıcıysa bir ölümlü için cehennem gibi olmalıydı. Babası onu daha fazla sevseydi belki de daha güçlü olabilirdi ama babası onu hiç sevmemişti. Ona ölümsüz kanından başka hiçbir şey vermemişti.

  Onun da yandığını bilmeme rağmen yolculuğun başından beri yanında taşıdığı deri çantadan küçük bir matara çıkarttı ve bana uzattı. İkiletmeden matarayı dudaklarıma dayadım, Nestor'un yüksek kaliteli şarabından bir yudum alırken bulabildiğim ilk kayanın üzerine oturdum.

  Havada kesinlikle bir terslik vardı. Çoktan soğumaya başlaması gerekirken hala yakmaya devam etmesinin başka bir sebebi olamazdı. Belki de tüm bunlar Mara'nın cesediyle ortadan kaybolan Güneş piçinin başının altından çıkıyordu. İşinin başında olsaydı eğer, mevsimlerin dengesi de bu denli şaşmazdı.

  Seus'un beklentiyle parlayan gözlerine baktığımda elimde olmadan güldüm, bu kaşlarının arasında derin bir çizginin oluşmasına neden oldu. "Bir tek kuyruğunu sallamadığın kaldı," dediğimde anlamadığını fark etsem de üstelemedim. Hava ona bir şeyler açıklama takatini bulmam için fazla sıcak ve bunaltıcıydı.

  O bir ölümlüydü, yarı tanrı olsa da bir ölümlüydü ve şu anda, bu yolculukta bana eşlik etmemesi gereken tek kişi oydu. Ama yine de orman nypmhalarına hallenecek Nestor'dan veya dilini kıçına sokmak istediğim Hermes'ten daha iyi bir yol arkadaşıydı. Kabul.

  Şaraptan bir yudum daha aldım, ağzımın kenarlarından sızan damlaları elimin tersiyle sildim. "Neden peşime takıldın Seus?" diye sorduğumda uzanıp matarayı benden aldı, büyük bir yudum alıp yutkunurken suratını buruşturdu.

  Benden birkaç adım uzaklaşıp sırtını ormanın tamamını kaplayan kalın gövdeli ağaçlardan birine dayadı. "Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor," derken sesi küçük bir erkek çocuğunun sesi gibi titrek çıkmıştı. Tanrılar, onun yaşı kadar süreyi bir ziyafet sofrasında içerek ve sarhoş olarak geçirdiğim zamanlar olmuştu.

  Sırtımı kayaya yasladım, taş bile sıcaktan ısınmıştı bu yüzden hemen vazgeçerek yeniden bedenimi oturma pozisyonuna aldım, sırtımı dikleştirdim. "Eve dön Seus," diye mırıldandım yolculuğun geri kalanının ne kadar zorlayıcı olabileceğini düşünerek. "Fazla geç olmadan eve dön."

  Seus'un babasını andıran suratı karardı, açık renk kaşları çatıldı. "Eve mi?" Başını şiddetle iki yana sallarken gözleri öfkeyle kısıldı. "Hangi evden bahsediyorsun sen?"

  Ona bir cevap vermek yerine sırf oyalanacak bir şeyim olsun diye belimden sarkan kısa hançerimi çıkarttım, yerde bulduğum taşlardan biriyle sivri ucunu buna gerek olmasa da biledim. Muhtemelen doğru taşı kullanmamıştım ve hançerin içine etmiştim.

  Seus ulu ağacın gövdesinden ayrılıp bana doğru yürürken sıcaktan kurumuş otlar sandaletlerinin altında çatırdıyordu. "Senin bir evin var," dedi güçlükle konuştuğunu belli eden bir tonda. Göt herif, ona bir tanrıyla nasıl başa çıkacağını çok iyi öğretmişti. "İstediğin zaman Sparta'ya gidebilir ve sonsuz hayatına orada devam edebilirsin."

  Onu böldüm. "Senin de bir evin var."

  Güldü ama gülüşü dudaklarından daha çok tıksırır gibi çıktı. "Öyle mi? Rae'nin yanında güvende olduğum evi kastediyorsan o evin artık olmadığını biliyorsun. O gitti ve evi de beraberinde götürdü."

  Kalbimdeki sancıyı görmezden gelebilmeyi her şeyden daha çok isterdim. Yıllarca kanla yıkanmış bir tanrı olarak kalbimin sancıması çok saçmaydı.

  Ona bir şeyler söylemek istiyordum ama söyleyebileceğim her şeyi yuttum. Bir anlamı yoktu çünkü söylediğim hiçbir söz yaşananları geri alamazdı.

  Seus bana Atlas'ı anımsatan bir tavırla omuzlarını düşürdü, koca dünyanın yükünü o ölümlü gövdesinin üzerine kaldırdı. "Onlar gittiğinde hiçbirimiz için ev diye bir şey kalmadı."

  Bu kadarı yeterliydi. Önümde uzanan bir yolculuk var yapılması gereken bir şey varken daha fazla oturup ikimizin de olumsuz düşüncelerle boğulmasına izin vermeyecektim. "Devam etmemiz lazım," dedikten sonra hançeri tekrardan yerine yerleştirip ayaklandım. "Gece olmadan oraya ulaşmak istiyorum."

  Ormanda bir süre daha yürüdükten sonra Seus dayanamayıp yine konuşmaya başladı. "Hiç korkmuyor musun?" diye sorduğunda sesinden onun ne kadar korktuğunu rahatlıkla anlayabiliyordum.

  Ona karşı dürüst olmaya karar vererek, "Elbette korkuyorum," dedim. "Ama korkumun bana bir fayda getirmeyeceğini de biliyorum. Korkunu bazen unutmanın bir yolunu bulman gerekiyor."

  Seus meraklanarak bana baktı. "Peki sen bunu buldun mu?"

  Omuz silkerek önümüzde beliren hedefime baktım. "Elbette, ne istediğimi biliyorum ben, sana da aynısını öneririm. Eğer kendin ne istediğini bulamazsan bir gün Kader Tanrıçaları seni bunun için zorlar."

  Ölümün kızıl yıkık taşlardan meydana gelmiş şehri nihayet oradaydı. Yolculuğumun sonuna gelmiştim, ne istediğimi biliyordum, Ölümden ne alacağımı biliyordum.

  Ölümün kör rahibeleri gelişimizi bekliyor olmalıydı çünkü bir anda on kadar rahibe şehrin yıkılmış kapısının önünde belirdi. İçlerinden biri ürkütücü bir ses çıkarttı, görmeyen gözlerine rağmen başı önce bana sonra da Seus'a döndü. "Sadece saf kan geçecek," derken başı tekrar benden yana dönmüştü. "Yarım kanlar Ölümle görüşemez."

  Seus rahatlayarak derin bir nefes aldı. "Tanrılar, az kalsın onu görmek zorunda kalacağımı düşünmüştüm," dediğinde onun gerçek amacını anladım.

  Yarı tanrıya bakarken bir kaşımı havaya kaldırdım. "Seni Rae mi peşime taktı?"

  Seus hafifçe gülümsediğinde tüm yol boyunca aslında rol yaptığını anladım, Rae onu gerçekten de iyi yetiştirmişti. "Gitmeden önce sana göz kulak olmamı istedi."

  Dudaklarımdan öfkeyle dökülecek oldukça yaratıcı küfürler vardı ama hepsini yutarak rahibeye döndüm. Biraz sonra yapacak olduğum pazarlık daha önemliydi, Seus'un yarı ölümlü kıçını daha sonra da yakabilirdim.

  Ben kapılardan geçerken rahibeler iki yana açılarak bana yol verdi. Sadece biri, az önce benimle konuşan diğerleri gibi geri çekilmek yerine önümden yürümeye başlamıştı. Sanırım onu takip etmem gerekiyordu. Olymposluların bilmecelere düşkün olduğunu söyleyenler halk etmiş, eski tanrılar daha karmaşık daha bilinmezdi. Biz en azından bir yerde öngörülebilirdik ama onların ruhları sırların ipliğiyle örülüydü.

  Eskilerini de yenilerini de sikeyim, hepsi aynıydı. Ben de aynıydım.

  Rahibe sanki düşüncelerimi okumuş gibi, "Sözler," diyerek beni uyardı. "Burada ne konuştuğuna dikkat et."

  Başka bir tanrı olsaydı düşüncelerinin okunmasından dolayı utanabilirdi ama ben idmanlıydım çünkü Rae özellikle biz daha gençken benim düşüncelerimi deşip onlarla eğlenmeyi kendine bir görev edinmişti.

  Ölüm yaşlı bir kadın formunda taş çemberin ortasında bizi bekliyordu. Saçları uzun ve siyah olmasına rağmen suratı buruşuktu. Beni gördüğünde gülümsedi, kara dişleri açığa çıktı. "Çocuğum," dedi ama dudakları kımıldamadı bile, sesi doğrudan zihnimin içinde yankılandı. "Sparta'nın asi çocuğu."

  Bana eşlik eden rahibe belimi dürttüğünde çemberin içine girdim. Acaba önünde diz çökmem gerekiyor muydu? Temkinli bir şekilde, "Ölüm," diyerek selamladım onu. "Seninle bir pazarlık yapmaya geldim."

  Ölümün kargalara benzeyen kahkahası zihnimde yankılandı. "Hemen değil çocuğum, elbette buraya neden geldiğini biliyorum ama önce sabrı öğrenmeli sonrasında Ölümle pazarlık etmelisin."

  Alnımdaki teri elimin tersiyle sildim. "Tara'nın sana borcuna karşılık sana borçlanmaya geldim," dediğimde onun benden istediğinin tam tersini yaptığımın farkındaydım ama yine de beş asır bekledikten sonra artık dayanacak gücüm kalmamıştı. "Daha fazla bekleyemem."

  "Öyle olsun Spartalı." Ölüm bir anda arkamda belirdi, başını omzumun üzerinden çürümüş nefesi suratıma çarptı. "Öyle olsun babasının en az sevdiği çocuğu, annesinin intikam arzusu."

  Sesi de nefesi de tüylerimi diken diken ediyordu. "Öyle olduğumu biliyorum, sadede gelebilir miyiz?"

  Ölümün sesi bir kez daha zihnimde yankılandı. "Bana karşılığında ne vereceksin?"

  Lanet olsun, işte bunu düşünmemiştim. Yolda Ölümün benden bir şey isteyeceğini ve benim de onu yerine getireceğimi düşünmüştüm. Şimdi bana ne vereceğimi sorunca aklıma hiçbir sikim gelmiyordu. "Sen ne istiyorsun?"

  Ölüm bir kez daha karşımda belirdi, gülümsemesi artık yoktu, dudakları sıkıca birbirine bastırılmıştı. "Aşkını benden alabilmen için birinin kendisini senin yerine feda etmesi lazım," dediğinde nefes almayı bıraktı. "Adil bir pazarlık."

  Benim için kimsenin kendisini feda etmesini isteyemezdim. Her ne olursa olsun bunu yapamazdım. O da bunu biliyordu, benim için kendini feda edecek biri olmadığını Ölüm de biliyordu. "Öyle biri yok," dedim kaybettiğimi fark ederek. "Benim için kendini feda edecek kimse yok."

  "Öyle mi?" Ölümün gülümsemesi yeniden belirdi. "Ben hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum çocuğum."

  Ölümün ne demek istediğini anlamak için gözlerimi kıstığımda arkasında biri belirdi. Elleri altın iplerle bağlı bir şekilde çemberin tam merkezinde oturuyordu. Önce altın sarısı saçları tanıdım sonra da yumuşak kahverengi gözleri. "Naia!" Ona doğru koşmaya çalışsam da altın ipler bu sefer benim bedenime dolanarak hareket etmeme engel oldu.

  Naia'nın korku dolu gözleri benimkilerle birleşti. "Karr," diye fısıldadığında ona bir cevap vermeye çalışsam da ağzım da bağlandı.

  Ölüm Naia'nın arkasına geçti, iskelet elleriyle kızın narin omuzlarını tuttu. "Savaş Tanrısını seviyor musun kızım?"

  Naia hiç düşünmeden, "Evet," dedi. Gözlerinden akan yaşları görerek kıpırdamaya, bağırmaya çalıştım ama hiçbir şey yapamıyordum. "Onu seviyorum."

  Ölüm yanağını hafifçe okşadı. "En büyük arzunu görüyorum çocuğum," derken Naia'nın yaşlarını sildi. "Aşkı için kendini feda ederek tarihe geçmek istemez misin?"

  Ona hayır demek istedim. Bunu yapmasına engel olmak istedim. Hiçbirini yapamadım çünkü ne lanet bedenimi hareket ettirebiliyordum ne de bağırabiliyordum.

  Naia titreyerek, "İsterim," diye yanıtladı onu.

  Ölüm gülümsedi, elini Naia'nın kalbine koyduğunda genç kızın gözleri irice açıldıktan sonra kapandı ve cansız bir şekilde yere yığıldı.

  Beni bağlayan ipler kaybolduğunda anında ona doğru koştum, onu kollarımın arasına aldığımda hala nefes aldığını gördüm.

  "Korkma," dedi Ölüm ikimize de tepeden bakarken. "Ondan sadece sana olan aşkını aldım, Tanrıçanınkini de ona iade ettim ama pazarlığımız sona ermedi."

  Naia'nın hayatta olduğuna sevinsem mi yoksa Ölüm'ün sözlerine korksam mı bilemeyerek başımı kaldırıp ona baktım. "Benden başka ne istiyorsun?"

  Ölümün sesi zihnimin içinde yankılandı. "Zeus benden bir şey çaldı, onu yerine koymanı istiyorum."

  Tanrılar, Ölümden bir şey çalabilecek biri varsa o da kesinlikle benim babamdı. "Bunu nasıl yapacağım?"

  Ölüm benden uzaklaştı, taş çemberi yavaşça dolaşmaya başladı. "Bildiğin dünyanın sonunun gelmesini istemiyorsan bunu yapmanın bir yolunu bulursun çocuğum. O şey sizin dünyanıza sadece yıkım getirecek, o şey bana emanet."

  Naia'nın bedenini kendi bedenime bastırdım. "Zeus senden ne çaldı?"

  Ölüm birden parçalanmaya ve dağılmaya başladı. Havada süzülen karanlık kum tanelerine dönüşmeden hemen önce beni, "Pandora," diyerek yanıtladı. "Benden Pandora'yı çaldı."

  Geçmişten o kadar hızlı bir şekilde atıldım ki Rae'nin kolları bile beni tutmaya yetmedi. İkimiz de yataktan aşağı yuvarlanırken Rae beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Tüm bedenim titriyordu.

  "Mara!" Rae çenemi tutarak ona bakmamı sağladı. "Ne gördün? Bana zihnini aç." Titremelerimi durduramadığımda küfürler eşliğinde beni kucaklayarak tekrar yatağa yatırdı.

  Başım yastıklara değer değmez Rae'nin karanlığı beni kucakladı, kendime gelmem için sarstı. En sonunda, "Pandora," demeyi başardım Zeus'un yarattığı ilk kadının, lanetlenen kadının adını anarak. "Karr sebebini biliyor."

-Kaos.

Continue Reading

You'll Also Like

101K 7.4K 61
Karanlık sokakların birinde, kenar köşede kalmış bir dövmeci, yıllardır saklanan bir sırrı korumaya çalışıyordu. Burası normal bir dövmeci gibi görün...
36.1K 1.4K 12
"Seni çok seviyorum Çavê Şîn. Seninle gözlerimi açıp kapatacak kadar. Seninle doğup ölecek kadar. En çokta o mavi gözlerine aşık oldum."
10.9K 831 29
Hiçbir yere ait olamamak mümkün mü? İnsan bir yere ait olabilir mi? Aidiyeti hissetmek için ne yapabilirsiniz? Nelerden vazgeçebilirsiniz? Doğaüstü...
70.3K 5.1K 36
Altı elementin bulunduğu bir okul. Bu okula her şeyden habersiz, bir gece yarısı zorla kaçırılıp getirilen bir baş rol. Annesiyle aynı gece kaçırılıp...