KIZIL GECE +18

By DuruMavii

3.8M 310K 185K

Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediğ... More

KIZIL GECE
1.BÖLÜM : "Arayış"
2. BÖLÜM: "Safir Mavisi"
3. BÖLÜM: "Kehanet"
4. BÖLÜM: "Kızıl Esaret"
5. BÖLÜM: "Zincire Vurulan Ruh"
6.BÖLÜM: "Kaderdeki Zelzele"
7. BÖLÜM: "Büyü"
8. BÖLÜM: "Üç Büyükler Ve Ateş Sahası"
9. BÖLÜM: "Yargısız İnfaz"
10. BÖLÜM: "Geçmeyen Geçmiş"
11. BÖLÜM: "Sahipsiz Ruhlar Mezarlığ
12. BÖLÜM: "Ceza Muhakemesi"
13. BÖLÜM: "Gece Kraliçesi"
14. BÖLÜM: "İtirazlar"
15. BÖLÜM: "Kurbanlar"
16. BÖLÜM: "Efsunkar"
17. BÖLÜM: "Vecalar"
18. BÖLÜM: "Bilinmezin Bilineni"
19.BÖLÜM: "Kimpras'ın Soluğu"
20. BÖLÜM: "Kayıp Parçalar"
21. BÖLÜM: "Kırık Geceden Kaçış"
22. BÖLÜM: "Zamanın Pençesi"
23. BÖLÜM: "İzsiz Suretler"
24. BÖLÜM: "Sessizlik Alfabesi"
25. BÖLÜM: "Tehlikenin Surları"
26. BÖLÜM: "Zihnin Ölümcül Duvarları"
27. BÖLÜM: "Kızılın Kıvılcımı"
28. Bölüm: "Ruhların Savaşları"
29. BÖLÜM: "Gecenin İntiharı"
30/ Birinci Kitap Finali: "Kırık Dökük Nefesler"
32. BÖLÜM: "Kızıl Göl Ve Siyah Çakıltaşı"
33. BÖLÜM: "Kabuk Tutmayan Yaralar"
34. BÖLÜM: "Sarmaşıklar"
35. BÖLÜM: "Dokunuş ve Doğuş"
Kızıl Gece 1 Kapak!
36. BÖLÜM: "Bağlılık Yemini"
37. BÖLÜM: "Zaman Tutulması"
38. BÖLÜM: "Karmaşa"
39. BÖLÜM: "Uçan Balonlar"
40. BÖLÜM: "Aşk ve Geçit"
41. BÖLÜM: "Kraliçe'nin Perileri"
42. BÖLÜM: "Zamansız Döngü"
43. BÖLÜM: "Bir Tutam Sarı Saç"
44. BÖLÜM: "Pembe Küpeler"
45. BÖLÜM: "Alaz"
46. BÖLÜM: "Bebek Kokusu"
47. BÖLÜM: "Tuzak"
48. BÖLÜM: "Kavuşma Ve Ölüm"
49. BÖLÜM: "Bağ"
50/ İkinci Kitap Finali: "Yol Ayrımı"
Kitaplarımız
Kızıl Gece 2 Kapak!
51.BÖLÜM; "İki Dünya Arasında"
52. Bölüm; "Zamanın Kuytusu"
53. BÖLÜM; "Döngü"
54. BÖLÜM; "Ruha Dönüş"
55. BÖLÜM; "Labirent"
56. BÖLÜM; "Cam Kırıkları"
57. BÖLÜM; "Tutsak"
58. BÖLÜM: "Dönüş"
59. BÖLÜM: "Geleceğe Dönüş"
60. BÖLÜM: "Anne"
61. BÖLÜM; "Kapıyı Aralamak..."
62. BÖLÜM: "Yeniden Merhaba"
63. BÖLÜM; "Her Şeye Rağmen..."
64. BÖLÜM: "Dün Ve Bugün"
65. BÖLÜM; "Ruhların Tuzakları"
66. BÖLÜM; "Birkez Daha..."
67. BÖLÜM: "Kan Ve Kurşun"
68. BÖLÜM: "Acı Mucize"
69. BÖLÜM; "Tutkuyla Dans"
70/Üçüncü Kitap Finali; "Sanrılar ve Sancılar"
Kızıl Gece Şarkı Ve Kapak🖤
71. BÖLÜM: "Başka Bir Evren"
72. BÖLÜM; "Seni Buldum"
73. BÖLÜM; " Kayboldum Bebeğim"
74. BÖLÜM; "Küreyi Arayanlar"
75. BÖLÜM; "Geçiş Kapısı"
76. BÖLÜM: Safornikon'a Açılan Kapı"
18 yaş üstü okurlarımın dikkatine!
77. BÖLÜM; "Ayrı Dünyalar"
Dertleşebilir miyiz?
78. BÖLÜM; "Efsunlu Yağmurlar"

31. BÖLÜM:"Ruhun Sancısı"

57.5K 4.8K 3.7K
By DuruMavii

Selam.

Yazdığım en! uzun bölüm oldu :')

Ben kelime sayısı rekorunu kırdım. Oy ve yorum sayısı rekoru sizde!

Davide Locatelli~ Pirates Of The Caribbean

Thurisaz~ Endless

Keyifle okuyun.

🖤

Acının ayak izleri kuytularda dolanan gerçeklerin peşindeydi.

Acının ayak izleri cehennemin izbe köşelerindeydi.

Bu, ölümün eksiksiz tarifiydi.

Gerçekler ruhuma bir volkan bıraktı.

Gerçekler saçlarımdan kavradı, başımı kanla doldurulmuş bir havuza bastırdı.

Gerçekler sonum oldu.

Gerçekler sonsuzum oldu

Ayağımın altındaki toprak zemin, zihnimde gerçekleşen depremin etkisiyle titremeye başladığında, gözümün önündeki tüm görüntüler birbirine giriyordu; meşalenin ışığı, çamurlu kara duvar, Perla'nın aralık dudakları, Nerin'in bacaklarından süzülen kan damlacıkları... Kulağımda, kurtulmak uğruna beynimi havaya uçurmak isteyeceğim tiz bir uğultu vardı.

Parmak uçlarım hissizleşirken, dakikaları deviren ölüm sessizliğinin sonunu getirecek bir şey oldu. Silah, Biran'ın gevşeyen parmaklarının arasından kaydı, gürültüyle yere çakıldı. Çıkan tok ses beni yaşadığım şok halinden sıyırıp, gerçeğin kanlı kucağına bıraktı. Oysa acı gerçek tüm hücrelerimde çalkalanırken, onu safsatalarla takas edebilmek için ruhumu şeytana satabilirdim.

Yaşam belirtisi gösteren ilk kişi Mestan oldu. Yerinden ayrıldı, her birimizi ardına alarak Nerin'in karşısında durdu ve ölümcül bir sesle emretti. "Anlat."

Nerin içi boş, bez bir torba gibi dizlerinin üzerine düşerken, bacakları kandan görünmüyordu. Kemikli ve uzun kafasını ellerinin arasına aldı, bakışlarını zemine sabitledi.

Yaşadığım anda olmadığıma yemin edebilirdim. Şu an burada değildim, değildik. Biz uyuyorduk ve şahit olduklarımız birer kabustan ibaretti.

"Lider Temur, bu zekice kurgulanmış plan ona ait." dedi, kalın sesi çatlaklarla doluydu. "Kraliçe Melina'ya, tören alanından uzaklaşmasını sağlayacak büyülü içeceği veren hizmetliden, bebeğin ruhunu anne karnından çekip alan büyücüye kadar ayrıntılarıyla düşündü, hesapladı. Süreç benden bağımsızdı." Sallanan tınısı, korkusunu ele veriyordu. Melina'nın ölümüyle bir alakası olmadığını özellikle vurgulaması boşuna değildi. "Lider Temur'un bana sonrası için ihtiyacı oldu. Çünkü bebek, her bedenin kabul etmeyeceği farklı dnalara sahipti ve onu taşıyabilecek bir kadın ülkemizde yoktu. Bunu anlamak uzunca bir zamana mal oldu, o zaman Temur Alizen'i daha saldırgan ve sabırsız kıldı. Sonunda taşıyıcı anneyi başka bir evrende aramaya karar verdik. Ülkemizin adıyla kurulan vakıfta, aylar boyunca binlerce kadının kanı incelendi. Ancak hiçbiri o değildi." Başını kaldırdı. Yüzüne dökülen saçlarının arasından bana baktığında, bedenimin hiçbir noktasını hareket ettiremiyordum. "Sonra o geldi. Rozelin. Vakfımızın vaad ettiği yardıma muhtaç kız öğrencilerden biriydi. Onu ilk gördüğümde, aradığımız kızın o olduğunu hissetmiştim." Konuşmasının arasında sıkça inliyordu ancak son sözlerinden sonra, dudaklarında gurur dolu bir gülümseme var oldu. "Yanılmadım. Dna'ları, adeta aradığımız kızın o olduğunu haykırdı. Vakit kaybetmememiz gerekiyordu, tek bir an bile. Ancak Rozelin'i ülkemize getirmek hiç kolay olmadı. Evrenler arası yolculuğu sağlayacak büyü bir bedel istiyordu. Bilirsiniz, yasak büyüler daima kanlı bir bedel ister. Temur Alizen, önce büyü tutana kadar halkını teker teker kurban etmeyi düşündü, gözü kararmıştı, bunu yapmaktan çekinmeyecekti. Ancak az olan Lenoran nüfusunda, on kişinin yokluğu dahi kısa sürede fark edilirdi. Aradığımız kızı bulmuşken, bölgede iç karışıklık çıkması her şeyin sonunu getirebilirdi. Bu fikirden derhal vazgeçtik."
.
"Ne yaptınız?" Mestan bu soruyu Nerin'e iğrenerek sormuştu. Eli silahının kabzasındaydı. Nerin'i yaralı halde konuşturan da tam olarak buydu.

"Ne mi yaptık? Yasak büyünün istediği kanlar dökülemiyorsa yapılacak tek bir şey vardır?"

Kendi canından olan birinin kanını dökmek!

Buraların düzenini bilmeyen biri bile bunu tahmin edebilirdi. Limpyas'ın ve büyükbabasının yaptığı büyülerde de tıpkı böyle olmuştu; ya yüzlerce masum kanının dökülmesiyle ya da büyüyü yaptıranın kendi kanından olan birini feda etmesiyle büyü tutmuştu.

"Bunu yaptı mı?" Merdivenlerden gelen ses Mirel'e aitti ve sesi tıpkı Mestan'ınki gibi ikrah barındırıyordu. "Ailesinden sadece kız kardeşi kalmıştı."

Gözüm karardı. Safra tadı damağımı yoklarken, giderek devleşen görünmez hortumun içinde savruluyordum. Arkamda bir taş gibi hareketsiz duran Biran ile birlikte...

"Evet, kız kardeşi Mera'yı Rozelin'i bölgesine getirmek uğruna feda etti ve bunu yaparken, suratlarınızda gördüğüm acıma duygusunun zerresi yoktu onda." Çenesini buruşturdu. Ancak bu ifade yapılan caniliği kınamak değil onamak için canlanmıştı. "Sonrasını biliyorsunuz. Bebeğin ruhu Rozelin'in bedenine günlerce süren bir büyüyle yerleştirildi. Bebeğin yeniden ete kemiğe bürünmesi ve tutunmanın gerçekleşmesiyle, gebelik Rozelin'in vücudunda en başından başladı. Ancak Rozelin'in bedeni bebeği kolay kabul etmedi. Şu ana kadar fark etmiş olmalısınız. Zaman zaman çektiği dayanılmaz acıların sebebi kendisine ait olmayan bir bebeği taşımasından kaynaklanıyor." Bir lütuf ortaya serecekmişcesine başını salladı. "Bilmediğiniz bir şey söyleyeyim, o acılar yalnızca bebek kendi kanından biriyle temas ettiğinde dizginlenebilir. Rozelin bebeğin annesi değil, hükmü geçmez. Ancak babası deva olabilir."

Bakışlarım karnıma düştü, biliyordum, biliyorduk. Bunu çok önceden keşfetmiştik, acılarımı dindiren yalnızca Biran'ın dokunuşları olmuştu. Bebek babasının dokunuşuyla sakinleşiyordu, bilmediğimiz buydu.

Bir kez bile kırpamadığım gözlerim puslu görüntüyü perçinlerken, dizlerim ağırlaşan bedenimi taşımak istemiyordu. Geçmişim, bugünüm ve geleceğim bu gerçeği kabul etmek istemiyordu.

"Temur Alizen'in büyücüsü ölmeden ölmeden bir süre önce bana bir şey söyledi. Sözlerime kulak verin. Gebeliğin son on günü Rozelin ve bebek için en kritik zaman dilimi olacak. O vakitlerde bebeğin babası bile son veremeyecek çekilen acıya. Ancak bundan daha mühim olanı... O acı her ikisini de öldürecek kadar kuvvetli olacak. Temur ve büyücüsü bunu da düşünmüştü. Acıyı azaltacak büyünün formülü büyücü tarafından bulunmuştu lakin büyücü artık aramızda değil, formül de onunla birlikte mezara girdi. Nasıl yaparsınız bilmiyorum ama... Son on güne girildiğinde bir şekilde bunu anlayıp bebeği Rozelin'in karnından almanız gerekiyor." Karnıma dikkatle baktıktan sonra takati kalmayan başını duvara yaslayıp yarı açık gözlerle konuştu. "...ve görünen o ki, o zaman çok da uzakta değil."

Bilincim derin ve kimsesiz bir karanlıkla buluşmadan evvel duyduğum ses Perla'ya aitti. Adım bir çığlık gibi ağzından çıkmıştı. Bedenimin bir kurşun gibi yere çakıldığını, hissettiğim fiziksel acıyı hatırlayabiliyordum. Bu kez olmamıştı; bu kez düşerken lider Biran tarafından kurtarılamamıştım.

Karanlığın ardında, zamanın neresinde olduğumu bilmiyordum. Uzuvlarımda hissettiğim acıyı, alnımdaki sızlama takip ediyordu. Uyandım, dışarıdan süzülen ışık koyu olmasına rağmen gözlerimi kamaştırdı. Uzunca bir süreyi uykuda geçirdiğimi anladım. Doğrulmaya çalışırken, elimi alnıma götürüp, oradaki ince ve yatay yaranın varlığını parmaklarımda hissettim. Birkaç öksürükle birlikte kendini hissettiren baş ağrısı keskindi. Dudaklarımdaki kuruluğun boğazıma uzandığını keşfettiğim saniyelerde, gözüm odanın içinde sıvı bir şeyler aradı. Masanın üzerindeki sürahi boştu, bardak da öyle. Ayağa kalkmak hiç kolay olmadı. Sersem gibiydim. Aralık kapıdan çıktığım an beni sessiz ve karanlık koridor karşıladı. Girişten hiç ışık gelmiyordu. Evde kiminle yalnız olduğumu bilmiyordum ve merak etmiyordum. Sağa döndüm, yürüdüm. Mutfağa attığın ilk adımla birlikte mavi loş ışık açıldı. Önümdeki manzara bu evde alışık olduğum gibi değildi; su içindeki tezgah, yığılmış bulaşıklar ve parmak izleriyle dolu dolap kapakları... Diğer yandan içerisi buz gibiydi ve bunun sebebi açık unutulan buz duvarıydı. Düşünmemeye çalıştım. Temiz bir bardak buldum ancak ada tezgahtaki dolu sürahi yerine buz duvarına yöneldim. Burada da işler alışılmışın dışında ilerlemişti. Her zaman çeşit çeşit yemekle dolu olan dolapta şimdi bir tabak bile yemek yoktu. Soğuk suyu aldım, üst üste iki bardak içtikten sonra buz duvarını kapatmak için yukarı uzandım. Aynı anda içeri giren Perla telaşla yanıma koştu.

"Rozelin! Ayağa kalkmamalıydın." Perla hızla yanıma geldi ve koluma girdi. "Kötü düştün." Bakışları açık buz duvara takıldı. "Ah, boyum yetmediği için kapatamadım. Buradaki sandalye gözüme pek sağlam gelmedi. İçeri başka bir tane almaya gitmiştim ki uyanmışsın. Şifacı Voran uyandığında bir süre ayağa kalkmaman gerektiğini söyledi. Mide bulantısı ve baş dönmesi ola-"

"Nerin nerede?"

Sözlerini kesen sorumla yüzü bembeyaz oldu. "Bunu neden soruyorsun?"

"Perla," dedim kısık fakat sabırsız bir sesle. "Bana onun nerede olduğunu söyle."

"Tedavi edilip zindana gönderildi. Ne kadar ısrar edersen et oraya gitmeyeceğiz. Şimdi lütfen yatar mısın?"

Başımı iki yana salladım. "Uyumak istemiyorum. Ne kadardır o yataktayım?"

Bakışlarına oturan kederin sebebini biliyordum. "Bugün üçüncü gün."

"Üç gündür uyuyor muydum?"

"Aslında... Buna uyku denemez. Baygın gibiydin ama sürekli sayıladın."

"Ne söyledim?"

Elini kolundan ayırdı, parmaklarını birbirine kenetledi ve bakışlarını oraya dikti. "Anne, baba... Sıkça Gülnur. Bazen Murat ve Zehra... Bir de..."

"Bir de?"

Bakışlarını bakışlarımla buluşturdu, çimen yeşilleri dolu doluydu. "Bebeğim." dedi sessizce. "Bebeğim, dedin. Bunu da en az Gülnur'un ismi kadar söyledin."

Boğazımdan aşağı dikenleri olan bir ateş yuvarlandı.

"Rozelin." Perla benden bir karşılık beklemeden yeniden kollarıma dokundu. "Yaşadıklarını anlayamam. Hissettiklerini de öyle... Sadece yanında olabilirim ve bunu istiyorum. Yanında olmama izin verir misin? Lütfen."

Ona baktım. Ona dolu gözlerimle bakmaktan çekinmedim. Ağlıyordu. Bense bunu yapamadığım için dolu gözlerle kalakalmıştım. Perla bana sarıldı; şefkatli ve içten. Sırtımı sıvazlarken yanımda olduğunu hissedebiliyordum. Kollarımı kaldırıp ona karşılık veremedim ama bunun için minnettardım ve konuşabildiğim ilk anda söylemeyi düşünüyordum. Mutfak kapısı bir kez daha açıldığında, bu kez siyah pijamalarının içindeki Mirel'i gördüm. Yüzünde henüz uyandığını ele veren mahmurluk vardı. Bakışlarımızın buluşmasıyla sert ifadesi ateşe düşmüş bir kurşun gibi eridi. Durdu, baktı ve hızla yaklaştı. Bedenimin sol kısmını kendine çevirip sıkıca sarıldığında, gözlerimi kapattım. Bir yanımda Perla'nın yumuşak, diğer yanımda Mirel'in sıkı sarılışı vardı. Kollarımı kaldırdım, onlardan güç alarak onlara sarılabildim.

Sabahın ilk kızıl ışıkları girişi doldururken, kapıya sırtı dönük olan uzun koltukta Mirel'in dizlerinde yatıyordum. Yattığım yer ve karşısındaki koltuk uyumaları için hazırlanmıştı. Buna rağmen benimle birlikte saatlerdir gözlerini kırpmamışlardı. Konuşmadığım için konuşmadıklarını biliyordum. Mirel arada saçlarıma dokunuyordu. Başka bir zamanda kendimi iyi hissettirecek bu davranışına, düşüncelerle boğuşurken odaklanamıyordum.

Perla bir süre gün ışığını izledikten sonra ayağa kalktı. Uzun süre oturmaktan bacakları uyuşmuş olacak ki, suratını buruşturarak dizlerini ovaladı. "Kahvaltı hazırlayacağım .Acıkmış olmalısınız." Bana odaklanan bakışlarıyla gülümsemeye çalıştı. "Özellikle de sen. Günlerdir damardan besleniyorsun."

O söyleyene kadar dirsek içlerimdeki morlukları fark edememiştim. "Aç hissetmiyorum." dedim sessizce. "Benim için hazırlayacaksan yapma, saat daha çok erken."

"Senin için değil." diyerek araya girdi Mirel. "Ben de çok açım. Hep birlikte yiyeceğiz. Tabii Perla savaş alanına çevirdiği mutfaktan yiyecek bir şeyler çıkarabilirse..."

Perla düşen yüzünü Mirel'e çevirdi. "Günlerdir mutfakla tek başıma cebelleşiyorum. Yardım etme nezaketinde bulunsaydın o kadar dağılmazdı."

"Mutfaktan anlamadığımı biliyorsun."

Doğrulurken, her ikisine de baktım. "Günlerdir bu evde benimle yalnız mısınız?"

Perla başını salladı. "Evet. Günde bir kez Mestan ve Efraim bizi kontrol etmek ve ihtiyaçlarımızı getirmek için geliyorlar."

"Ama hepsi bu kadar." Mirel iyice uzayan saçlarını omzunun gerisine atarak konuşmaya devam etti. "On dakika bile kalmadan gidiyorlar."

"Nereye gidiyorlar?"

Birbirlerine baktılar. Bakışmalarının altında yatan bir isim vardı ve o ismin kime ait olduğunu biliyordum.

"Biran'ı aramaya gidiyorlar."

Biran. Adı boğazıma bir yumru gibi otururken, gayri ihtiyari odasının olduğu koridora baktım. O yoktu ve o koridor şimdi kimsesizdi. "Nerede?"

"Bilmiyoruz. Ağabeyim o gün, sen bayıldıktan sonra gitti ve bir daha dönmedi. Mestan ve Efraim onu her yerde aradı, yok. Ne kadar güçlü olduğunu biliyorum." Perla'nın sesi kesikleşti, dudakları titremeye yüz tutmuştu. "Yine de onu çok merak ediyorum. Melina'yı kaybettiğimizde de yanında olmama izin vermemişti. Şimdi de...." Ne söylediğini henüz fark ederek süküta bürünse de gerçeklerin ortaya saçtığı güç beynimi çoktan ele geçirmişti.

Melina. O, bedenimdeki bir kurşundu. Girişi vardı fakat çıkışı yoktu. Saplandığı yeri kan revan içinde bırakmıştı, çürütmüştü. Melina. Ölmüş kadın. Ölmüş bir anne. Bebeğini kucağına alamadan ölmüş bir anne. Onun bebeği şimdi benim bedenimdeydi. Onun bebeğini bedenimde büyütüyordum. Onun kocasının elleriyle acımı dindiriyordum.

"Bunu sen istemedin." Mirel ayağa kalktı ve önümde diz çöktü. "Bunu hiçbir kadın istemez ve sen de istemedin. Bu yüzden kendini suçlamak gibi bir aptallık yapmayacaksın. Roz," Burukça gülümsedi. "O veletler sana böyle hitap ediyor değil mi?" Hoşuma gitti, ben de böyle söyleyeceğim bundan sonra." Omuz silkti, suratı aynı ciddiyetine dönmüştü. "Bak, ne diyeceğim? Bir bebeğin hayatını kurtarıyorsun. Böyle düşün. Çünkü doğru olan bu. Sen, ölmüş bir kadının bebeğine can veriyorsun. Bu.... Ne kadar çirkef olsan da senin karakterine göre bir şey."

Kapının sertçe vurulmasıyla Mirel ayağa fırladı. Bakışlarıyla anlaştılar. Perla koşup kapıyı açtığında, karşısında korumalardan biri vardı.

"Kraliçe Rozelin'i görmek istiyorum."

Perla şaşkınca "Neden?" diye sordu. "Rozelin dinleniyor. Her ne olduysa ba-"

"İyiyim." Ayağa kalktım, kapıya yürüdüm. Korumanın alnı terliydi, onu zorda bırakacak bir şeyler olmuştu. "Ne oldu?"

"Efendim, Lord Steven sizi görmek istiyor. Onu ormandan içeri almadığımız için öfke saçtı. Sizi görmeden gitmeyeceğini söyledi."

"Lanet olsun!" Mirel az önceki haline tezat bir öfkeyle yanıma geldi. "Zeliha denen o kızı eve alman büyük bir hataydı. Steven onun için gelmiş olmalı."

Zeliha. Yaşananlardan sonra onu tamamen unutmuştum. "Nerede o?"

"Güvenli bir yerde."

"Umarım o güvenli yeri Steven bulamaz."

"Bulamaz." dedi Mirel. "Şimdi biraz da kendini düşünmeye başlayabilirsin. Steven bir şeylerden şüphelenmezseydi buraya gelmezdi."

Gözümü ormana diktim. "O halde gidip şüphelerini temize çıkaralım."

Dışarı çıkarken kimsenin sözünü dinlemedim. Korumanın aracına binerken, Mirel, Perla'ya evde kalmasını söyleyerek korumayı indirdi ve sürücü koltuğuna kendisi geçti. Patika yol boyunca homurdandı fakat benim aklımda Steven'a söyleyeceklerim vardı. Bu işi temizlemeliydim. Steven, Zeliha'nın peşini tamamen bırakmalıydı. Orman yoluna çıktığımız an Steven ve adamlarıyla burun buruna geldik. Korumanın da dediği gibi Steven onu hiç görmediğim kadar öfkeli görünüyordu.

"Umarım kapıma bu şekilde dayanmanızın mantıklı bir açıklaması vardır, Lord?"

Steven daha ilk andan bana şüpheyle baktı. Bir el hareketiyle adamlarına oldukları yerde kalmaları doğrultusunda talimat verdikten sonra iri adımlarla yanıma geldi.

"Neden burada olduğumu biliyorsun." Karşımda durduğunda, aramızda birkaç adımlık mesafe ancak vardı. Gözlerinde bir şeyler bildiğine dair delil aradım.

"Yanılıyorsunuz. Hiçbir fikrim yok."

"Öyle mi?" Kalkan sol kaşı, peşi sıra sürükleyeceği nahoş kelimelerin öncüsü oldu. "Yalan söylemek senin gibi saygıdeğer bir kraliçeye hiç yakışmıyor. Zeliha"dan ne istiyorsun?"

Uzatmadı. Açıkça söylediğine derdine karşın, aynı soruyu ben de ona yönetmek istedim, bağıra çağıra! Başıma gelenleri tüm hıncını ondan çıkarırcasına.

"Bahsettiğiniz ismi ilk kez duyu-"

"Kraliçe... Kraliçe." dedi melodik bir tonlamayla. "Onu burada görmüşler." İşaret parmağı ile zemini gösterdi. "Tam burada. Üstelik seni arıyormuş, bu konuda kaynağım sağlam. Ve şimdi sen, bana onun ismini ilk kez duyduğunu mu söyleyeceksin?"

Çenemi yukarı kaldırırken, benimle ilk kez bu denli yakın konuşması rahatsız etmişti. "Her kimden bahsediyorsanız lord! Dediğim gibi... Kim olduğunu bilmiyorum. Beni tanıyan herkesi tanımak gibi bir zorunluluğum yok, öyle değil mi?"

"Elbette öyle." dedi nezaketle. Birkaç adım geri çekilmesi, daha fazla bilgisinin olmadığını gösteriyordu. "Sadece..."

"Sanırım sizin için kıymetli biriydi."

Birbirine bastırdı dudaklarını yukarı itti. "Ah hayır. Yalnızca bana ait olan bir çöpün dahi kaybolmasından hoşlanmıyorum. İşin kötü yanı... Onları bulduğumda bir çöp olmasalar dahi öyle olmak için dua ediyorlar." Yeniden yaklaştığında, bakışlarında tehditkâr bir ifade vardı. "Umarım beni anlamışsındır."

Samimiyetten yoksul bir şekilde gülümsedim. "Elbette anlıyorum. Umarım siz de beni anlamışsınızdır. Size ait olanlarla ya da çöplerinizle ilgilenmiyorum, lord Steven. Yanlış yerde aranıyorsunuz."

Aynı şüpheci bakışlarla başını salladı. Sonra da nezaketten uzak bir tavırla karşımdan ayrıldı. Bir kez daha insanların, onları ilk tanıdığım halleriyle kalmadıklarına şahit olmuştum. O kibar, güler yüzlü adam bir anda zorbaya dönüşmüştü. Şayet burada yalnız olsaydık, beni sorgularken parmakları boğazımda olabilirdi ve o bakışları o ifadeye sahipken, buna şaşırmazdım.

Arkamdan yaklaşan Mirel omzuma dokunup, "Haydi." dedi. "Eve dönelim. Bizim için en güvenli yer ağaçların arası."

"Ya Zeliha için?"

Ona döndüğümde, anlamayanlar gözlerle bakıyordu.

"Ya Zeliha için?" diye tekrar ettim. "Steven'ın öfkesini gördün. Kızı bulursa neler yapabileceğini düşünebiliyor musun?"

"Onu bulamaz."

"Nereden biliyorsun?"

"Bulamaz dedim ya. Boşver, herkes kendi başının çaresine baka-"

"Zeliha nerede Mirel?"

"Ne yapacaksın?"

Mirel bu konuda içimin rahat etmesini sağlayacak bir şeyler yapmayacaktı. Bunu bilerek konuştum. "Yanına gidemeyeceğime göre sadece soruyorum. Benden yardım istedi, bana güvendi. Yerini bilmeye hakkım var."

Anlayışla fakat isteksizce başını salladı."Biran'ı yaralı halde taşıdığımız bir kulübe vardı, hatırladın mı? Zindanın yakınlarında..."

"Evet." O günü asla unutamazdım.

"Orası Zeliha için hazırlandı. Şimdi orada ve güvende. Sen de rahat ol, Steven onu bulamayacak."

Bakışlarımın arabanın üzerindeki anahtara takıldı, şans bu kez benden yana olduğunu mu söylüyordu?. Yapacağım şey onlar için doğru olmayabilirdi ama benim doğum buydu. Safornikon da yalnız ve çaresizken, kimsenin benim için yapmadığı şeyi şimdi yalnız ve çaresiz bir kadın için ben yapacaktım. Arabaya yürüdüm. "Teşekkür ederim." dedim ve içinden şöyle devam ettim. "Özür dilerim Mirel. Steven'a güvenmediğim için, Zeliha'nın iyi olduğu gözlerimle görmek istediğim için ve yanına giderken seni zorda bırakacağım için çok özür dilerim."

Ön yolcu koltuğuna bindiğim ilk anda tüm kapıları kilitleyecek düğmeye uzandım. Çıkan mekanik ses Mirel'in mavi gözlerinde şimşekler çaktırken, karnımı kollayarak sürücü koltuğuna geçtim. Yetişip arabanın arka camına avuçlarını geçiren Mirel'in, arabanın önüne geçmek isteyen adımlarından erken davranarak gaza yüklendim. Onu arkamda bırakmam uzun sürmemişti. Direksiyon hakimiyetinin sağladıktan sonra bir saniye için başımı çevirip ondan bir de bakışlarımla özür diledim. Aracı yoktu. Eve kestirmeden bile dönse bana yetişmesi imkansızdı. Buna rağmen içimdeki his tehlikenin yaklaştığını ve elimi çabuk tutmam gerektiğini söylüyordu.

Kuvvetli yol hafızam beni adım adım hedefime yaklaştırırken, torpidodaki silah ve telsiz dikkatimi çekti. Bunu hiç istemiyordum ama onlara ihtiyacım olabilirdi. Ağaçlık alana ulaştığımda, arabayla daha fazla devam edemeyeceğimi biliyordum. Ağaçların arasından atlarla geçmiştik ve şu an bir ata sahip değildim. Arabayı çalılıkların sık olduğu kısma bırakıp kalan yola yürüyerek devam ettim. Etraf şimdilik sessiz ve güvenli görünüyordu ve tek istediğim böyle devam etmesiydi. Yol boyunca düşünmüştüm, buradan Zeliha'yı alıp öyle dönecektim. Bir kez daha onu uzaklaştırmalarına izin vermemek için elimden geleni yapacaktım.

Biraz sonrası kulübeyle birlikte Zeliha da görüş açıma girdi, derin bir nefes aldım. Hala iyiydi. Derme çatma kulübenin ahşap merdivenlerine oturmuş etrafına bakıyordu. Birini bekliyormuş gibi bir hali vardı, işte bu yeterince anlamsızdı. Bir ağacı daha geride bırakmadan önce durdum, arkasına geçtim ve zamanımın olmadığını bile bile onu izledim. Zeliha da şüphe uyandıracak başka bir şey olmadı ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı; gerdanım ısınmıştı.

Buna neden olan kraliçelik kolyesiydi.

Evet, buraya korumak için gelmiştim. Ancak aynı zamanda korunmam gerektiğinin de farkındaydım. Sadece bu yüzden ateş gibi yanan su damlası kolyeyi avucumla sardım ve gözlerimi kapattım.

Efsunkar gücün bana gösterdiği görüntüde Steven vardı. Arabasının içindeydi ve zafer kazanmış gibi gülümsüyordu. Kolyeyi daha fazla sardığımda, görüntü genişledi. Nefes nefes gözlerimi açtığımda, etrafımda dönüp sırtımı ağaca yasladım ve çöktüm.

Steven buraya geliyordu!

Düşünmeliydim. Bir şey yapmalıydım. Telsiz! Belimden telsizi çıkarıp, dudaklarıma yaklaştırdım. Mandala basmadan önce birinin kodunu hatırlamak zorundaydım. Düşündüm, kafamı patlatırcasına düşündüm. Kimsenin kodu belleğime uğramadı. Perla! O bana liderlerin tam rakamlı kodunu söylemişti.

1000 ve 2000

Bu kez düşünmedim. Hangisinin ona ait olduğunu biliyordum. Mandala bastım. "1000 - 1000"

Sesim onun telsizine cızırtıyla karışık gitmiş olmalıydı. Telsizi açık mıydı? Telsizin diğer ucunda mıydı?

"1000- 1000"

Cevap yok. Tek bir cızırtı bile yok.

"Biran!" Beni duyuyor musun? Ben... Rozelin. Zeliha'nın yanındayım. Yardımına ihtiyacım var. Lütfen, yardım et."

Duyuyor musun Biran, şimdi neredesin? Beni duymanı istiyorum. Beni duyacak kadar iyi olmanı istiyorum.

"Lütfen beni duymuş ol."

Telsizi dudaklarımdan uzaklaştırdım, elim büyüklüğündeki siyah alete karşımda o varmış gibi baktım ve son kez fısıldadım. "Lütfen..."

Tekerlek seslerini duyduğum an parmaklarımın arasından kayıp giden telsizin ne taraf düştüğünü takip etme fırsatım olmadı, arkamdaki hareketliliğe döndüm. Zeliha oradan oraya koşturuyordu. Korktuğunu düşündüm. Telsizi arama fikrinde vazgeçip ona koştuktan bir süre sonra çarpıştık. Çığlık atıp geri çekildiğinde, yüzündeki ifadenin korku olmadığını gördüm. Başka bir şeydi.

"Zeliha. Hemen buradan gitmeliyiz." Tutması için elimi uzattım. "Steven geliyor. Derhal gitmeliyiz!"

Elimi tutmadı. Kıpırdamadı bile. Sadece etrafına baktı. Tek yaptığı buydu.

"Tanrı aşkına Zeliha! Neyin var senin? Gitmeliyiz, diyorum. Steven geliyor! Az sonra burada olacak."

Kolunu tutmak için uzattığımda geri çekti. Duyulan fren sesine gülümsediğini gördüm. Siktir!

"Evet, Steven geliyor. Tam da bu yüzden kalıyoruz."

Bu kez onun eli bana uzandı. Ne olduğunu anlamadan kolumdan kavrayıp beni kendine çekti. Ah, hayır. Bir kez daha boka batmıştım ve yine kendi yüzümdendi!

Steven gelmeden önce burada gitmen gerekiyordu. Yalnız. Steven benim yürüdüğüm mesafeyi çok daha kısa sürede tamamlayabilirdi. Vaktim yoktu.

"Bırak beni. Bırak, yerinde olsam bunu yapardım." Zeliha oralı olmadı. Gözü ormanın derinliklerindeydi. En başından beri öyleydi!

"Az kalsın senden önce gelecekti ve bir çuval inciri berbat edecekti." dedi beni tutmaya devam ederek. "Bir çuval inciri berbat etmek, bu deyimi bilirsin."

Çırpınmadım. Kafamın içinde giderek uyanan düşünceler zekâmı idam etmeme sebep olabilirdi. "Buraya gelmemi siz istediniz, değil mi? İkiniz. En başından beri her şey beni köşeye sıkıştırmak içindi. Orman evine gelişin, benden yardım istemen... Bugün Steven da planın son parçası olarak beni ziyarete geldi." Bu yüzden öfke dolu göründü. Zeliha'yla zarar vereceğini düşünüp harekete geçmek için...

"Bizi sorularla yormayacağına seviniyorum" dedi kızıl saçlarının altındaki yeşil gözlerini kısarak. "Zeki insanları her zaman sevmişimdir."

Karşı koymuyor oluşuma rağmen elimi daha sıkı tuttu. "Ne istiyorsunuz?"

"Ah, haydi ama Rozelin. Senden ne isteyebiliriz?" Karnıma baktı ve gülümsedi. "O sahipsiz bebeği istiyoruz elbette."

Sahipsiz. Bunu duymak beni fena halde incitti.

"Neden mide bulantısıyla bakıyorsun? Mahkemeden avaz avaz bağırdığın bu değil miydi? Her iki lidere de düşmansın. Steven bizzat duymuş. Bebeğinin babasını bilmiyorsun ve belli ki onu istemiyorsun. O halde bebeği bize ver. Doğum yapana dek seni saklarız. Bebeği bize teslim ettiğinde ise liderlerin seni bulamayacağı uzak bir yere gitmeni sağlarız. İstediğin bu değil mi?"

Dediği gibi, ona mide bulantısıyla bakıyordum. "Hemen beni bırak." Kelimelerin üzerine yaptığım vurgu onu tereddüt ettirdi. "Sizinle işbirliği yapmayacağım."

Aniden attığı kahkaha ormanın derinliklerinde yankılandı. "İş birliği mi? Eğer iş birliği isteseydik böyle bir plan yapmazdık." Gülümsemesi dudaklarında donarken, yaklaştı. "Bu işbirliği değil Rozelin. Bu senin mecburiyetin. Senin çıkarlarının da işleyeceği güzel bir mecburiyet."

Aramıza giren alkış sesi aralıklı ve kuvvetliydi. Steven buradaydı. Başımı ormana çevirdiğimde, onun birbiri döven avuçlarını ve tebessümünü gördüm.

"Bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim, desem bunu hakaret olarak algılar mısın? Kraliçe."

Steven yaklaşırken, Zeliha beni özgür bıraktı. Avuçlarını göğsünde birleştirdi. Başını eğdi ve lordu selamladı.

"Benden istediğinizi yaptım efendim, onu sizin için tuttum."

Steven, Zeliha'yı memnun bir gülümsemeyle ödüllendirdi. Ardından bana bir nimete bakarmış gibi baktı.

"Seni buraya kadar yorduğumuz için affet. Olması gerekiyordu."

Korkmadım. Yaklaşırken, gözlerindeki düşmanlığın onu tekmelemesini istiyordum.

"Olması gereken ne? Kalleşliğin mi?"

"Kalleşlik?" Bunu kesinlikle tasvip etmemişti. İşaret parmağını kaldırıp iki yana salladı. "Bunun adı o basit kelime değil. Sevgili Rozelin, ben de buradaki tüm asiller gibi soyuma armağan edeceğim bir veliaht istiyorum. Belki bir lider değilim. Fakat eyalet yönetimini idame ettirebilmek ve halkın kralına sunacağı daha fazla saygı için bu şart. "

"Kanından olmayan bir bebeği mi soyuna armağan edeceksin?" diye sordum gözle görülür bir şaşkınlıkla. "Temur Alizen'den farkın ne senin Steven?"

"Ah." Başını arkaya atıp avucunu bir an idin alnına koydu. "Buranın düzenini bilmediğin o kadar belli ki. Bak, bizleri aynı amacın peşinden sürükleyen kurallar benzer işler yapmamıza sebep olabilir. Bu, o cani herife benzediğim anlamına gelmiyor. Sana hep nezaketle yaklaştım. Öyle devam edebilirdi ama sen lider Biran ile bir olup mabedime girdin. Oyun çevirdin."

"Sadece çıkış arıyordum."

"Sana mahkemede bulunacağımı söyledim. Dediğimi yaptım , biliyorsun, oradaydım. Çırpınışlarına şahit oldum. Bebeğinin kime ait olduğunu bilmiyorsun, bu onu sahipsiz yapar. Ayrıca kendine de ait olmadığını söyledin." Daha fazla gülümsedi. "Üç büyükler ve diğerlerinin aksine ben sana inanıyorum. Bu yüzden buradayım. Zeliha sana planımızı anlatmış olmalı. Daha iyi bir fırsat bulamazsın. Rozelin, taşıdığın bebeği bize vermeyi kabul et. O senin için ayak bağı, bizim için ise bir mucize..."

Bu son noktaydı. Geriye atığın tek adımla birlikte belimden kaptığım silahı Steven'ın suratına doğrulttum.

"Eğer ona bir daha böyle hitap ederseniz, sahipsiz birer cesede dönüşürsünüz."

Zeliha korkuyla geri çekildi. Steven hareket etmedi ama bu hamleyi beklemediği ortadaydı.

"Sakin ol." Bu ondan duyduğum en ciddi sesti. "Korkmamn için tüm adamlarımı geride bıraktım. Burada yalnızca üçümüz varız. Bunu bile iyi niyet göstergesi olarak kabul edebilirsin. Rozelin, buraya geldiğinde günden beri sana uzanacak bir yardım eli arıyorsun. Sana o eli uzatı-'

"O elini alıp kıçına sok!"

Bağırtım kulaklarımda yankılanırken, tuttuğum ilkel silahı nasıl kullanmam gerektiğini dahi bilmeden bir lorda kafa tutuyordum. Ne yazık ki bu da sonrasında pişman olmayacağım hatalarımdan biriydi.

"Kraliçe Nivera'nın neden senden nefret ettiğini anlayabiliyorum."

"Öyle mi?" diye sordum meraksızca. "Al sana bir sebep daha. Kraliçenin de senin de," Başımla Zeliha'yı gösterdim. "Bu gurursuz kadının da canı cehenneme." Başımı dik tuttum ve içimden geçeni söylemek istedim. "Bebeğim sahipsiz değil. Onun babası..." Safir mavileri gözümün önüne düştüğünde, başka bir ihtimalin olmadığını biliyordum. "Onun babası lider Biran Nuh."

Steven afallamıştı. "Ama sen..."

"Mahkemede ne söylediğimi siktir et. Gerçek bu. Taşıdığım bebeğin babası Biran ve bana bunu yaptığını öğrenirse, sen hiçbir bebeğin babası olamayacaksın. Bunu biliyorsun."

"Biliyorum." İşaret parmağının boğumuyla burnuna dokunurken, keskinleşen bakışları üzerimdeydi. "Üzgünüm, bu adımdan sonra dönüş yok. Şimdi... Mantıklı düşün ve elindeki silahı bırak. Buradan benimle birlikte ayrılacaksın ve sevgili Biran yok oluşunun sebebini Temur Alizen'den, belki de annesinden bilecek. Kimse, bir kişi bile benden şüphelenmeyecek. Direnmeyi bırak. Söz veriyorum ki bebeği doğurduktan sonra seni-"

Silahın patlama sesi beynimde yankılanırken, geride bıraktığı çınlama aralıksız sürdü. Kollarımın kuvvetle salladığını, avuçlarımın içinde bir bomba patladığını hissetmiştim. Bakıyordum ama göremiyordum. Burnumda barutla karışık yanık kokusu vardı.Çınlamanın arasından Zeliha'nın çığlığını duyduğumda kendime gelmeye gayret ederek saniyelerdir yapmadığım şeyi yaptım; nefes aldım.

Steven dizlerinin üzerindeydi, karnından vurulmuştu. Tanrım! Bunu yapan bendim.

"Seni sürtük!" Zeliha avuçlarını sıkarak haykırdı. "Seni sürtük, ne yaptın sen!

Steven parmaklarına bulaşan kana baktı, sonra da bana. "Sen..."

Silah parmaklarımın arasında titrerken, bir milim bile indirmedim. Henüz bitmemişti. Birine zarar vermenin acısıyla gözümden iki damla yaş aktı. "Gidin buradan." Hareket etmemelerine karşın silahı daha sıkı kavradım, parmağımı ikinci kez tetiğe yerleştirdim ve bağırdım. "Hemen gidin buradan! Bir sonraki sefere karın boşluğundan vurulacak kadar şanslı olmayabilirsin Steven. Karşında kör bir nişancı var."

Acı içindeki Steven, Zeliha'ya işaret verdi. Zeliha'nın beklediğ buydu. Lordun omzunun altına girerek kalkmasına yardım etti. Beni henüz birkaç adım geride bıraktıklarında, Steven omzunun gerisinden karnıma baktı."

"O bebek seni geberttiğinde ya da Biran bebeği alıp sözde annesinin cesedini bir yere attığında, burada olanları aklına getir." Eminlikle başını salladı. "Getireceksin."

Gözden kaybolduklarında, bu kez dizlerimin üzerine çöken bendim. Silah olanca sıcaklığıyla toprak zemin ve sol avucumun arasında duruyordu. Dudaklarımdan dökülen hıçkırıklar kesik kesikti. Nefesim, önüme dökülen saçlarımı itiyordu. Parmaklarımdaki kanı hissettim. O kanı ben dökmüştüm. Hıçkırıklarım kuvvetlendi, hesapsız bir zaman dilimine yayıldı. Alışamıyordum, olmuyordu. Steven ölebilirdi ve bu düşünce beni mahvediyordu. Tanrı'ya bitmesi için yalvarıp durdum. Her nerede duracaksa artık durması için içten içe yalvardım. Hıçkırıklarım iç çekişlere evrildiğinde, kanlı parmak uçlarımda bir çift kara postal belirdi. Başımı kaldırıp bakmadım, kime ait olduğunu biliyordum.

"Yine burnumu boka batırdım." Alaycı sesim cılızdı. Islak yüzümle gülümsedim. "Merak etme, bu kez kendim hallettim."

Bir şey söylemedi. Ölüm kadar sessizdi. Sessizlik kadar keskindi. Dizlerinin kırıldığını gördüm. Kollarımı avuçlarıyla sardı, beni kolaylıkla kaldırdı. Silah yerde kaldı. Bizi kulübeden içeri soktuğunda, içerisinin ilk gördüğüm tozlu ve boş haliyle alakası olmadığını gördüm. Ahşap duvarlar halen çok eskiydi ancak temiz görünüyodu. Küçük odada tek kişilik beyaz örtülü bir yatak, el dokuması halı ve bir de sini vardı. Şömine temizlenmiş ve etrafına ufak, demirden bir korumalık yapılmıştı. İçerisindeki köz hala canlıydı. Hemen girişin solunda kalan lavabonun önünde durduk. Bir süre bekledi. Sonra arkama geçti ve ellerini iki yanımdan uzatarak ellerimi tuttu, açtığı suyun altında soktu. Tenimin tenine bulaştırdığı kanı alıp götüren suyun ruhlarımızdaki kirler için de aynı şeyi yapabilmesini isterdim. Parmakları parmaklarımın arasından geçti, nazikçe ovalayarak ellerimi temizledi. Suyu kapatıp ellerimi kurularken tepkisizdim. Her iki elim büyük avuçlarında dururken, parmaklarımın arasına dek kuruladı.

"Ruhlarımızdakileri nasıl temizleyeceğiz?"

Havlu parmaklarımın arasında duraksadı. Bakışlarını ellerimden kaldırmadı ama ben bu kez çekincesizce baktım ona. Yorgun ama güçlü görünüyordu. Omuzları her zaman olduğu gibi dikti. Zindanda ve sonrasında uzayan sakalları son üç gün eklendiğinde, elle kavranacak vaziyete gelmişti. Saç dipleri terden ıslanmıştı. Koşmuş muydu?

"Yaran var mı?" diye sordu, buz gibi bir sesle.

"Bedenimde mi?"

Bir adım geri çekildi, başıyla yatağı gösterdi. "Uyu, sakinleş. Sonra neler olduğunu an-"

"Bir bok anlatmayacağım." Giderek zayıflayan sesim kulaklarıma güçlükle ulaştı. "Ne duymak istiyorsun? Herkes kötü, her şey kötü. Neye, nereye elimi atsam kötülük ve ben artık bunları anlatmayacağım." Başımı yüreğimde hissettiğim kırıklıkla iki yana salladım. "Keşke senin gibi kaçabilseydim. Keşke benim de kaçabilecek bir yerim olsaydı." Gözyaşım yanağımdan öyle hızlı süzüldü ki, yerle buluşma süresi çok daha kısa olmuştu.

Arkasını döndü, kapıya yürüdü. Çıkmadan önce durduğunda, "Kaçabilecek yerinin olmasının önemi yok." dedi. "Oraya sadece bedenini götürmüyorsan, bir halta yaramıyor."

Gitti. Ardından kapattığı kapı beni köz yığının yetersiz ışığıyla başbaşa bırakmıştı. Bir süre olduğum yerde kaldım. Bacaklarım sızlamaya başladığında yatağa yürüdüm ve yorgun bedenimi yumuşak yüzeye devirdim. Közün yitirdiği ateşiyle birlikte karanlığa kucak açtığımda, tetiğe basan parmağım hala sızlıyordu.

Çıtırtı sesine açılan gözlerim, şöminenin cayır cayır yanan taze ateşinin aydınlattığı bir çift safir mavisiyle buluştu. Bakışlarını kaçırmadı, aralıksız ve tereddütsüz beni izlemeyi sürdürdü. Şöminenin önünde, yerde oturuyordu. Kolları dizlerinin üzerinde birleşmiş, parmakları birbirine dokunuyordu. Hava kararmıştı, bunu tahta aralığından görebiliyordum ancak bilmediğim bir şey vardı.

"Beni neden izliyorsun?"

Vermediği cevap sakin kalmama olanak sağlamıyordu. Buna karşın yattığım yan pozisyon bedenime iyi gelmiş olacak ki karnım yumuşacıktı. Bebek uyuyordu.

"Sessiz kalınca her şey daha mı kolay oluyor? Eğer öyleyse söyle, ben de dene-"

"Seni korumam gerekiyordu." dedi bir anda. "Seni en başından korumalıydım."

İçim acıyla burkuldu. Boğazımda hissettiğim sertlik bedenimi ürpertirken, aklıma gelen sebebi sözlere dökecek cesaretim yoktu.

"Hayır." dedi, bunu benim yerime o yaparak. "Nerin'in söyledikleri yüzünden değil. Senin haykırdıkların yüzünden." Göz kırptı, göz bebekleri parlıyordu. Acı çekiyordu. "Çaresizdin, karnında bir bebek taşıyordun. Seni korumalıydım."

"Zaten öyle yaptın. Beni hep korudun. Canın pahasına yaptın bunu. Yapmadığın..." Elim karnıma çok yakın bir yerdeydi. Dokunabilirdim, yapamadım. "Senin yapmak istemediğin bana inanmaktı."

Başını salladı. O an elimi yıkarken fark edemediğim detay yüzüme sert bir rüzgar gibi çarptı; parmaklarının başlangıç eklemleri kanlı çizikler içindeydi. Son sözlerimle birlikte, parmaklarını o yaraların üzerine denk getirerek bastırdı. Kendini cezalandırıyordu.

"Yapmadım." dedi, öfkeli bir fısıltıyla. "İntikam gözüme sikik bir perde gibi indi. Yapamadım."

Parmağının birinden akan kan bileğine süzülürken, karnıma gitmek isteyen elimi ona uzattım ve kendine zarar veren elini tuttum. "Yapma."

Başını ellerimize eğdi. Şöminenin çıtırdayan ateşi içindekinden kudretli değildi, görüyordum. Tanrı ruhuna içinden oluk oluk irin akan bir yara bırakmıştı, sızlamadığı tek an bile yoktu. Hissedebiliyordum.

"Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum." Uzun ve kıvrık kirpikleri birbiriyle buluştu. Gölgesi elmacık kemiklerine devrildi. Zaman bizim için uçsuz bucaksız bir bilinmezliğe intikal etti. "Artık bilmiyorum."

"Bilmen gerekmiyor. Bir kere bilme." Elini sıktı ve yaralı elini parmaklarının baskısından kurtardım. Buna izin verdi. "Onca acının üzerine bu sana Tanrı'nın bir lütfu. Kabul etmekten başka çaren yok."

"Nasıl yapacağım? Sen..."

"Ben yokum." Başımı yastıktan ayırdım, ona yaklaştım. Başını kaldırdı ve bana baktı. "Sana kızmıyorum." Gülümsedim. "Artık."

"Dün kabul ettiğin bebeği yarın bırakıp gidecek misin?"

Biran, tek sorusuyla ülkesi tümüyle başıma geçirdi. Dağıtmıştı ama gerçek buydu. Yadsıyamazdım.

"Benim başka yolum yok."

Elimin altındaki elini çekti, üzerine koydu. Elim, koca avucunun arasında kaybolduğunda, hislerim acının ve Biran ile tanıştığım o isim duygunun kucağında kıvranıyordu. "Yolun olsaydım, kalır mıydın?"

"Biran..."

"Seni neredeyse öpüyordum." Gözlerinde gördüğüm dalgalar, önüne çıkan herkesi yutacak kadar büyüktü. O dalgalardan benim boyumu aşıyordu.. "Seni öpmek istedim." Çırpınıyordum.. "Ve bunu deli gibi isterken, gerçeği bilmiyordum." Boğuluyordum.

Gerçek.

Elimi elinden kurtardım. Yattığım yerden kalktığımda, bunu onunla konuşmaya hazır olmadığımı biliyordum. Hiç hazır olmayacağımı bildiğim gibi.

"Artık gidelim."

"Kaçmanın işe yaramadığını söylemiştim."

"Gitmek istiyorum." O hariç görebildiğim her yere baktım. "Şimdi."

"Hayır."

"Ne demek, hayır?"

"Hayır, demek. Bir yere gitmeyeceğiz, demek."

Ayağa kalkıp hızlı adımlarla kapıya yürüdüm. "O halde sen kal. Ben gidi-" Kulpu indirdiğim an kilitli kapı benimle alay etmeye başladı. "Siktir! Kapıyı mı kilitledin?"

Aramızdaki mesafenin bir silüet olarak gösterdiği iri bedenini hareket ettirmedi. "Çirkeflik yapacağını biliyordum. Hep yaptın."

Bu kez gözlerim öfkeden doldu. "Beni burada zorla tutamazsın."

"Bu konuda tecrübem olmadığını söylemezsin."

Ayaklarımı yere vurarak ilerledim, başında dikildim ve avucumu açtım. "Anahtarı ver. Gitmek istiyorum."

"Neden." Başını değil ama bakışlarını yüzüme doğru kaldırdı. İçimdeki heyelanı görmüyor muydu? "Benden mi kaçmak istiyorsun yoksa gerçekten mi?"

"Kes şunu Biran! Anlamıyorsun, hiç anlamayacaksın. Tek acı çeken sen değilsin. Lanet olsun!" Ellerimi yüzüme kapatıp arkamı döndüm. "Karnımda bana ait olmayan bir bebek taşıyorum." Ellerimi keder ve öfkeyle yüzümden indirdim, yeniden ona baktım. "Karnımda senin ve karının bebeğini taşıyorum. Bu gerçek beni öldürüyor. Bu gerçek beni öpmeni istediğim o anı düşündükçe beni öldürüyor!"

Dudaklarımdan düşenler yalnızca sözcükler değildi. Dudaklarımdan düşenler, onunla aramızdaki surları yıkacak top mermileriydi.

O mermiler ateşlendiğinde, surlarımızda yangın başladı. Bileğime sarılan elleriyle birlikte, bedenim direnemeyeceğim bir kuvvetle çekildi. Bir an sonra yerde, onun kollarının arasındaydım.

Yüzünü göremedim, çünkü bana sarılmıştı.

Yüzünü göremedim, çünkü yüzü boynuma kapanmıştı.

"Bana bir soru sordun," Sıcak, amber kokulu nefesini boynuma bıraktı. Temas eden göğüslerimiz, yarışan kalp atışlarımızı birbirimizin göğüslerine nakşediyordu. "Seni duyup duymadığımı sordun. Seni her zaman duyacağım." Usulca geri çekildi, burnu burnuma dokunduğun durdu. "...ve bir gün, içimde o cesareti bulduğumda seni öpeceğim. Neden, biliyor musun?"

Muhtaçlığım ilk kez özgürlüğüme değil, ruhuma dökülecek sözlerineydi.

"Ruhumu topraklarına gömdüğümden beri, sen benim ölüm kalım meselemsin."

*

Zaman zebanilerin avuçlarında çürürken, hatıraları var eden yaralı insanların kalpleriydi.

Ruhlarında dikiş tutmayan yaralar taşıyan insanlar, hatıraları yaralarına tuz diye basarlardı.

Bir kadın, çokça zamandır bir adamın dikiş tutmayan yarasının altında kalmıştı. Ancak bir zamanlar, tüm renkleriyle o da yaşamıştı. Melina...Henüz yirmi üçünde, ince belli ve bölgesindeki çoğu genç adamın nefesini kesecek kadar göz alıcı bir kadındı. Güzel elbiseler giymeyi, beyaz suratını boyamayı ve kıymetli takılar takmayı seviyordu. Ancak sevdiği adama güzel görünmeyi her birinden daha fazla seviyordu.

O akşam da sevdiği adam için aynasının karşısına geçti. İri dalgalı, parıldayan saçlarının siyah, dantel geceliğinin üzerinden bir nehir gibi akmasına izin verdi. Derin dekoltesinin açıkta bıraktığı gerdanına mor şişeli parfümünden iki fıs sıktı. O andan itibaren tüm odayı saran buram buram vanilya kokusu genç kadını memnun etti.

"Vay canına." dedi, o adam. Henüz içeri giriyordu ve henüz duştan çıkmıştı. "Nefis bir koku ."

Melina, Biran'ı belinde sadece bir havlu ile gördüğünde, parfüm şişesi parmaklarının arasından kayacak gibi oldu Neredeyse düşüyordu ki son anda yakaladı. "Geldiğini duymamışım." dedi, en hoş tonlamasıyla. "Duşta daha uzun kalırsın sanıyordum."

Biran gardolabına yürüdü. Oradan bir boxer ve kemik atlet aldıktan sonra "Yorgunum." diye konuştu. "Yarın lordlar ile toplantımız var. Erken çıkmam gerekiyor. O yüzden güzellik, şimdi uyuyacağım."

Melina'nın yüzü asılırken, Biran'ın son söylediklerine özenle seçtiği geceliğinin fark edilmemesinden daha fazla bozuldu. "Hemen mi uyuyacaksın?"

Biran elindekileri giydi, havluyu yerine astı ve yatağa girdi. "Bir planın mı vardı? Eğer öyleyse uyku vaktini bir miktar erteleyebilirim. Ne dersin?" Melina kendisine doğru yaklaştığında, üzerindeki geceliği ve parlak dudaklarını ancak fark edebildi. "Muhteşem görünüyorsun." Elini uzattı. "Neden yanıma gelmiyorsun? Bana bugün neler yaptığını anlatmadın?"

Melina, sevdiği adamın elini tuttu, yatağa girdi ve güçlü kolunun altına yerleşti. Bronz göğsü, kaslı gövdesi ve sıcak kokusu genç kadını aynı saniyelerde mest etmişti. Bunu hiç bir şeye değişemem, diye düşündü. "Her zamanki gibi... bir ara gençlere birkaç büyü öğretmek için şatoya gittim. Gençlerin yanında beş küçük çocuk vardı, gelecekte eğitim görecekleri odayı tanıtmaları için getirilmişler. Görmeliydin Biran, hepsi birbirinden şirindi ama yalnızca kız olanlarının isimlerini hatırlıyorum. Neydi... Hı! Delda ve Fielda."

"Evet. Onları bugün ben de gördüm. Hepsi birbirinden mızmızdı."

Melina başını salladı. "Bana çocukları sevmediğini söyleyemezsin."

Biran cevap vermedi. Bu konu üzerinde hiç düşünmemişti. Melina onun sessizliğini anlayarak farklı bir konuya değinmeye karar verdi. "Aslında bugün Breida ile karşılaştık. Hatırlarsın, birkaç hafta önce erkek arkadaşı ile ziyarete gelmişti."

"Hatırladım. Şu çok konuşan arkadaşın..."

Melina uzun tırnaklarını hafifçe Biran'ın göğsüne batırdı. "Çok fenasın. Ama sen de kızın hiçbir sorusuna cevap vermedin. "

Biran'ın suratında memnuniyetsiz bir ifade belirdi. "Sürekli evlilikten bahsedip durdu."

Melina'nın göz bebekleri büyüdü. Açmak istediği konu bizzat Biran tarafından önüne sunulmuştu. Kendisine altın tepside getirilen bu fırsatı kaçırmamak için doğrulup genç adama döndü. "Sorması gayet doğal değil mi? Sadece o da değil, herkes soruyor. Yıllardır birlikteyiz."

"Bu ne ona, ne de başka birine aynı soruyu on kez sorma hakkını vermiyor. Aksini düşündüğünü sanmıyorum."

"Bugün karşılaştığımızda bana haftaya nikah töreni olduğunu söyledi ve bizi de davet etti. Biliyor musun? Sevgilisi Stev ile yalnızca birkaç aydır birlikteler."

Biran mesajı almıştı. Melina son zamanlarda evlilik konusunda bir hayli ısrarcıydı. Hiçbir zaman bunu doğrudan söylemese de, artık açıkça ima etmekten kaçınmıyordu.

Genç adam kendisine umutlu gözlerle bakan kadının beline sarıldı ve onu yeniden göğsüne çekti. "Hayatım, biz kimseye göre yaşamıyoruz. Kimsenin doğrularını da yaşamıyoruz. En başından beri ikimiz de akışına göre yaşadık. Öyle devam etmeli. Seni absürt fikirlerle donatmalarına izin verme."

"Absürt mü? Evliliği absürtlük olarak mı tanımlıyorsun?"

Biran onun kolunu sıvazladı, yumuşacıktı. "Bence ne demek istediğimi anladın."

Melina utanmıştı. Yine de Biran'a sıkıca sarılmaktan geri durmadı. Aşıktı, aşkını iliklerine kadar hissediyordu. Ancak her ay hamile kalamadığına şahit oldukça, Biran'ın kendisine beslediği duygunun adından emin olamıyordu. Melina bunu düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu, nefes alamadığını hissediyordu. O ihtimal Melina'nın baş edebileceği gibi değildi. Biran'ın kendisine koruyup kolladığı ve sevgiyle sardığı zamanları hatırlayıp rahatlamaya çalışıyordu. Çoğu zaman yetmiyordu. Melina tutunacak çok daha kuvvetli bir dal arıyordu.

Biran uykuya teslim olduğunda, Melina usulca yataktan çıktı. Üzerindeki geceliği hayal kırıklığıyla çıkarırken, gözü kapıya ilişti. Yapabilir miyim, diye düşündü. Yapmaktan başka çaresinin olmadığını anlıyordu. Oysa daha sabah saatlerinde kalkıştığı eyleme pişman olmuştu. Vazgeçeceğine dair kendisine söz vermişti.

Melina beyaz çarşafların arasında uyuyan Biran'a baktı. Tereddüt etmeden sözünü çiğnedi.

*

Gecenin şavkı göğün bağrında kırılıyordu. Günlerdir durmayan yağmur, o gece çok daha hırçın ve kirliydi.

Gecenin sabaha uzandığı saatlerde, büyücülerin evi olarak bilinen Mentro eyaletinin çamurlu yollarında bir at göründü. At öyle karaydı ki, burundaki akıtması olmasa gecenin içinde kaybolabilirdi. Üzerindeki kadın sıkı sıkıya tuttuğu dizginleri, üçüncü çadırın önüne ulaştığında kendi çekti. At durdu. Kadın aceleyle aşağı atladığı an, siyah kapüşonu omuzlarına döküldü.

O kadın Melina'ydı.

İvedilikle kapüşonu kapatırken, kızıla çalan kestane rengi gözleriyle gerisini kolaçan etti. Arzu ettiği gibi kimse yoktu. Atının akıtmasını sıvazladı, rahatlatmak istediği aslında kendisiydi. Derin ve titrek bir nefes aldıktan sonra daha fazla beklemedi. Başını önüne eğip önünde durduğu çadıra yürüdü. İçeri girdiği an yüzüne vuran nahoş kokulu duman midesini bulandırsa da, geri adım atmayı düşünemezdi.

"Geciktin."

Ses, dumanı çadırın içine boca eden kara kazanın ardından gelmişti.

"Üzgünüm." dedi Melina. Gerçekten üzgündü. "Herkesin uyumasını bekledim." Yaklaştı. Oraya kadar at üzerinde gitmesine rağmen nefes nefeseydi. "Hazır mı?"

Büyücü kadın başını kazanın yanından uzattı. Elinde, mantar tıpalı kristal bir şişe vardı.

"Teşekkür ederim, Brekta."

Melina şişeye uzandı ama büyücü Brekta şişeyi geri çekti. "Sonuçlarını göze alıyor musun? Sana anlattım, bunun geri dönüşü yok."

Melina yutkundu. Karanlık bir gücün vişne rengi saçlarına asıldığını hissediyordu. "Alıyorum."

"Bekleyebilirdin. Kendiliğinden de olabilirdi. Sen istediğini büyü yoluyla elde edecek bir kadın değilsin."

Melina utanıyordu ama bu duygu onu gerçekleştirmek istediği eylemden alıkoymuyordu. Başını iki yana salladı. Sabrını son katrelerine kadar tüketmişti. "O kadar uzun zamandır bekliyorum ki..." Başını yukarı kaldırdı, kararlı görünüyordu. "Daha fazla beklemeyeceğim. Nihai kararım budur Brekta."

Brekta şişenin içindeki siyah sıvıyı kast ederek, "Bunu içtiğin an hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." diye konuştu. "Tüm büyülere ve kötülüklere açık olacaksın. Takacağın kraliçelik kolyesi bile seni koruyamayacak."

Melina bir an bile düşünmedi. "Razıyım. Lütfen. Ver onu bana."

Elini tekrar uzattığında, Brekta bu kez onu geri çevirmedi. "Karşılığında bana vaad ettiğini unutma."

"Unutmam. En kısa zamanda üç büyüklerin konsey büyücüsü olacaksın."

Brekta gülümsedi. Gülümsemesi tehlikelidir bir çıkar barındırıyordu.

Melina mantar tıpayı şişeden ayırdı. Gözünden akan birkaç damla yaş eşliğinde şişeyi dudaklarına yaklaştırdı.

"Biran, sevgilim, affet beni. Bunu bizim için yapıyorum. Bunu.... Sana bir bebek verebilmek için yapıyorum."

Siyah sıvı boğazından aşağı uzanırken, Melina, sevdiği adamı kendine bir büyü ile aşık etmenin dayanılmaz acısını yaşıyordu.

🖤

İnstagram~ DuruMavii_

Twitter ~ Durumavii

Yıldıza dokunmayı unutmayalım.
Bir sonrakiler bölümde görüşmek üzere.

Continue Reading

You'll Also Like

KURALSIZ By Kristal

Teen Fiction

10.6M 259K 24
"Bu gece kapılarını iyi kilitle." Kalbim göğüs kafesimi delip geçecek derecede atarken kulaklarımda söyledikleri yankılanıyordu. Korkarak yutkundum...
19.1M 489K 65
"Geçmişin izleri yüzünden sevgiye ve aşka inanmayan bir adamla en büyük hayali gerçek bir aşk yaşamak olan genç bir kızın,sırlarla dolu hikâyesi.'' M...
4.1M 115K 45
Bölümler düzenlenerek yüklenmektedir. * "Gölgene bile inanma. Karanlıkta seni yalnız bırakır." Karanlığın bile saklamakta aciz kaldığı şeyler vardır...
3.8M 310K 85
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...