Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek

By AnitaFelipova

1.1M 71.9K 99.8K

Bir şeyi çok isteyince, sahiden olur mu? More

1. Uyumadan Önce Tuttuğum Dilek
2. Dalda Umut Var
3. Yüzme Bilmeyen Gemi
4. Şehre Bahar Gelince
5. Kuleye Yapılan Haksızlık
6. Panjurlu Evin Sakini
7. Yumuşak Yürekli Adam
8. Prenseslik Müessesesi
9. Bahar Kokan Yastık
10. Sinsi Bir Dostluk
11. Karalahana Yaprağı ve Sihirbaz
12. Bir Anahtarlık Meselesi
13. Bahardan Sonra Gelen
14. Muzlu Çikolatalı Mangolu Pasta
15. İhlal Edilmiş Sınır
16: Mavi Saçlı Kuş
17. Kalbe Yerleşen Kıskançlık
18. Balın Zehri
19. Sokak Sakinleri Kurultayı
20. Yaşanacak Bir Şey
21. Mutlu Seneler
22. Tek Kişilik Vals
23. Tenime Dokunan Âşık
24. Nuh'un Gemisi
25. Mahallede Yangın Var
26. Ölü Bir Kuş
27. Terk Eden Anneler
28. İki İzmarit
29. Matematik Problemi
30. Elpida ve Pepel
31. Lale Devri
32. Leylalık Makamı
33. Başımızda Uçan Kuşlar
34. Aşk Mahalli
36. Yeni Bir Bahar
37. Mutluluk Sigortası
38. Şeytanın İkâmetgahı
39. Elma Ağacı
40. Gelin Yastığı
41. Aşk Çocuğu
42. Ağaç Kabuğu
43. Küçük İşletme
44. Hayat Akıp Giderken
45. Eldivenler ve Yüzükler
46. İskeçeliler Masası
47. Oyun Arkadaşım
KİTAP OLDUK (:

35. Ayaklarımızı Isıran Balıklar

29.3K 1.5K 1.8K
By AnitaFelipova










"Umudun iki güzel kızı vardır; öfke ve cesaret.

Öfke olanlara dayanabilmek; cesaret ise onları değiştirebilmek için."

Mehmet Eroğlu





*





Yabancı, bahçe kapısına yanaşıp kapıyı açmak yerine bir hamlede üzerinden atladı. Neşeli bir ıslık tuttu dili, yolun ortasında duran küçük taşı top belledi, peş peşe paslar verdi kendine, sokağın bir ucundan diğerine top koşturdu ve tam kendi evine girecekken "Hu hu!" diye bir ses duydu.

Bildiği sesi, karşı evde aradı. Efendinin panjurları açıktı. Camdan sarkmıştı adam. Elinde gazetesi ve ağzında piposu vardı. Tütünü eze eze "İyi günler," dedi Yabancıya. Yabancının dişleri güneşte parladı. "Sana da," dedi adama. Sonra ekledi. "Hava çok güzel. Evde durası gelmiyor insanın." Hep de evde duruyordu bu adam!

Başını salladı Efendi. "Belli," dedi bıyık altından gülerek. "Yerinde duramıyorsun."

Yabancı görünen köydü, kılavuza hacet yoktu. "Karnım acıktı, yanıma bir şeyler hazırlayıp Seviş Tepesine doğru yürüyeyim diyorum. Gün batarken fotoğraf da çekerim. Hem dağa bayıra buğday dökerim. Kuşlar yer. İşin gücün yoksa sen de gel istersen."

Efendi kısa bir an düşündü. Gözü güneşin batmak üzere sığındığı tepenin sırtlarına uzandı. Yol uzundu. İşten çıkmıştı, yorgundu, hem evine bunca aşıkken evinden kısa bir süre için bile olsa çıkası gelmiyordu. Yarım ağız "Olabilir," dese de gönüllüsü değildi.

Yabancı da gördü bunu. "Mızıkçılık yapacak gibisin. Yapma. Gel işte, sana da değişiklik olur. İstersen gazeteni kitabını al yanına. Ben fotoğraf çekerken sen de mis gibi kokan çimlere yayılır okursun. Vahşi orkideler, çan çiçekleri, orman gülleri... Hepsi açmış. Bir kokusu var, mutluluktan kitabını yersin.  Yemek demişken tepede Sabrı Yeten Aşk Böğürtlenleri var, hiç böylesini yemediğine eminim. Öyle çarşıda pazarda, manavda neyin bulamazsın. Dalından koparıyorsun, parmaklarını, dudaklarını boyuyor biraz ama bir yedin mi müptelası oluyorsun. Bir de Cennet Horonu Deresine ayaklarını soktun mu, sıcak mıcak işlemiyor bedenine. Nasıl ferahlıyorsun anlatamam."

"İyi konuştun hoş konuştun da..." dedi Efendi; "Ben biraz yorgunum. Evvela duşa girmem gerek, sonra güneş kremi sürmem lazım, bu güneş insanı kavurur. Kremim de bitti galiba, emin değilim. Üstelik senin hızına ayak uyduramayabilirim. Sana ayak bağı da olmak istemem. İyisi mi sen yalnız düş yola. Ama şu böğürtlenleri merak etmedim değil. Birkaç tane de benim için getirirsen makbule geçer. Ahir ömrümde değişik bir şey tatmış olurum ben de."

Yabancı başını iki yana salladı. "Demlenmeye gelmez o böğürtlenler. Hemen yiyeceksin. Yok, bekletirsen avucunda çürüyor. Yani öyle ısmarlamayla siparişle olacak şey değil. Kıymetli kıçını yerinden kaldırmadan tadına bakamazsın."

Efendi kısa bir mühlet daha düşündü. Ama Yabancı onun kadar sabırlı değildi. "Neyse," dedi avlu dibinde biten sarı çiçeklere bakarak. "Benim bir şeyler hazırlayıp yola çıkmam lazım. Güneşin batışını kaçıramam."

Eğilip sarı çiçeklerden birini dalından kopardı. Kökten yetişen diğer dallara "Özür dilerim," dedi. "Sizi eksiltmek istemezdim ama bu çiçek Bahar'ın saçlarına çok yakışacak." Kopardığı çiçeği parmaklarının arasında döndürürken "Baksana," dedi Efendi.

"Ben sana şey diyecektim. Bu deli oğlan iki gündür evden çıkmadı sanki. Sen de onun bahçesinden çıkınca... Başına bir iş mi geldi?"

"Düzkafa mı?" diyerek yeniden başını kaldırdı Ozan.

"Mahallede başka deli yok ki," dedi Efendi.

"İyi," dedi öncelikle Yabancı. "Ben de sesi soluğu çıkmayınca bir bakayım dedim. Evi derleyip toplamış. Her yan mis gibi kokuyor. Oturmuş öyle. Önünde gazeteler var. Bir yanında radyo açık, bir yandan da televizyondan akşam haberlerini izliyor."

"Haber mi?" dedi Efendi şaşkınlıkla. Piposunu eline alıp "Yahu!" dedi köftehor bir edayla. "Ne anlar o haberden maberden. Gazeteyle hiç işi olmaz. Edepsiz dergilerden başka bir şey okuduğunu sanmam. Sen yanlış görmüşsündür."

"Yok doğru gördüm. Haber izliyor."

"Sen gelince çevirmiştir kanalı. Başakadır onun izlediği."

Bir kere daha başını salladı Yabancı. "Yok beklediği haber varmış. İki gündür kalkmıyormuş televizyonun başından. Hatta ben şimdi bir şeyler hazırlayıp ona da götüreceğim. Lüzum yok dedi ama iki gündür bir şey yemediğine eminim."

Gözünü Düzkafanın camına dikip "Allah Allah," dedi Efendi. "Neymiş o beklediği? Ne bekleyebilir ki Düzkafa? Turistlerin ne zaman geleceğini mi merak ediyormuş? Yoksa yeni gelecek asistan atamalarını mı?"

Doğrusu Yabancı bir parça kınar gözlerle batı Efendiye. "Hep hor görüyorsun çocuğu," dedikten sonra "Duymadın mı sen olağanüstü hâl ilan edildiğini?" dedi.

"Hükümet devrildi. Yenisi kuruldu. Bir dünya şey oldu..."

Olmuştu da... Dudak büküp "Canım onları elbette duydum. Beklenen şeydi zaten. Ozan kaç asırdır bekliyor bunu. Ancak onu ne bağlar ki?" dedi Efendi. Kaşı gözü Düzkafanın evini gösteriyordu. "Düzkafayı alakadar eden neymiş?"

"Ne demek onu alakadar eden neymiş. Yasakların kalkmasını bekliyor işte çocuk."

Şaşkınlıkla "Hangi yasakların?" dedi Efendi. Hayat devam ediyordu. Zaman makinesi çalışıyor, sistem kusursuz işliyordu. Sorun neredeydi ki? "Hangi yasakların?"

Derin bir nefes alıp elindeki çiçeği kokladı Yabancı.

"Bahar yasaklarının," dedi. "Bahar yasakları kalkmadan Düzkafa da yerinden kalkmazmış."








*


CUMARTESİ


*





Küçük buzdolabını açtığında sanki bir gündür değil, asırlardır bu odaya uğramamış gibi tuhaf hissetti Bahar. Dolapta ne vardı ne yoktu... Kuşlar ne yerdi ne içerdi. Kuşlar için dolabı açmışken kendisi için litrelik bir su şişesi çıkardı. Kavrulmuş dudaklarını suyla ıslatıp yaladı. Dudaklarında hâlâ Ozan'ın tadı var mıydı? Aradı, hem buldu hem bulamadı. Aynanın başına geçti. Elinde su şişesiyle dudaklarını seyretmeye başladı. Sömürülmüş, okşanmış, ezilmiş, ısırılmış, emilmiş, öpülmüş... Bu döngü binlerce kez tekrar etmişti. Dünyada yaşanabilecek en güzel geceydi bu. Üstelik sabah da devam eden; hiç uyumayan arzuların bir araya gelip reçelli ekmek yediği, dişlerinde şeker yanıkları olan, saçlarında bilmediği bir şampuanın kokusuyla terin birleştiği, göğüs uçlarına dikenler batmış gibi tatlı bir kaşıntının musallat olduğu, sırtında karıncalar misali gezen parmakların gölgesinin hâlâ durduğu... Bitiremedi cümlesini.

Aynada gördüğü dudakları mutlulukla iki yana kıvrıldı. Eliyle ağzını örtüp kafesin başına geçti. Uzanıp pencereyi açtı, içeri taze ve sıcak hava girerken tül perde dalgalandı. Eğilip "Çocuklar!" dedi. "Anlatsam neler olduğunu hayatta inanmazsınız. Ama neler oldu bir bilseniz! Ben cenneti gördüm. Yemin ederim ki gördüm! Kimse beni kovmadı, kapı açıktı, içeri adım attım ve..."

Masanın üstünde gürültüyle titreyen telefonuna kaydı gözleri. Ozan'dı yazan. Artık rehberinde kayıtlıydı adam. "İskeçeli" yazıyordu ekranda. Aslında Ozan yazmıştı önce. Sonra Ozan telefonu elinden alıp adını "Sevgilim," diye değiştirmişti. Tuhaftı bu. Herhangi bir sevgilinin herhangi bir sevgiliye seslenmesi gibi. İkisine ait olmayan... İkisi de aynı tuhaflığa kapılınca Bahar yeniden Ozan yapmıştı o adı. Ozan da rehberine "Nazike" diye kaydetmişti Bahar'ı. Sonra bunu gören Bahar Ozan'ı "İskeçeli" diye değiştirmiş ve... Hatırlayınca güldü Bahar.

Telefonu eline aldı. "Beni sensiz bıraktın mutlu musun?" diye başlıyordu mesaj.

Ozan onu duyabilecekmiş gibi "Hayır, öyle olmadı," diye cevap verdi Bahar. Ozan karşısındaymış gibi anlatmaya devam etti. "Babanı, kardeşini, bir sürü insanı sergiye çağırmışsın. İnsanlar ta şehir dışından gelmiş, seni bekliyorlar. Sen diyorsun ki bakmayacağım telefona... Nerede öyle dünya?"

Birlikte gidelim yoksa gitmem, demişti Ozan. Nasıl gidecekti Bahar... Daha yediği bütün naneler midesinde duruyordu, yaşadığı şeylerin sindirilmesi, hazmı öyle kolay mıydı? "Çok erken," demesi bundandı. Ne Ozan'ın babasını görebilirdi ne Merak ablayı... Ama Ozan'ı göndermeyi başarmıştı. Hoş, gitmeyip ne yapacaklardı? Kaldıkları odanın bir gece daha müsait olduğu doğruydu. Kalalım demişti onlar da.

Akşamüzeri Ozan babasıyla konuşunca değişmişti durum. Çıkmışlardı otelden. Bir taksiye binmişlerdi ve Ozan aparta kadar eşlik etmişti Bahar'a. Taksiden Bahar'la beraber inmiş, kızın gösterdiği binaya bakmış ve penceresini eliyle işaret ederek teyit etmişti. "Şurası, öyle mi?"

Başını sallamıştı Bahar. Ozan yamulttuğu dudaklarla "Beğenmedim," demişti. "Balkonu yok. Kuşlar rahat edemez burada. İyisi mi..." Bahar'ın gözlerini görünce susmuştu. Bir öpücük. Bir tane daha... Sonrası işte, buradaydı kız.

Mesaja devam edecek olursa...

"Meyhaneye götürüyorlar beni. Karşı çıkmıyorsam biraz dinlen diye. Yine de baştan söyleyeyim dedim. Uzun süre sesim soluğum çıkmazsa bil ki sarhoş olup sızmışımdır. Ama bir ihtimal daha var. Sarhoş olup yana yakıla seni sayıklayabilirim. Sonra telefonun susmazsa, kapına dayanırsam kızma..."

Telefonu ve su şişesini masaya bıraktı Bahar. Tül perdeyi aralayıp pencereden dışarı batı. Gelir miydi Ozan? Onu şurada, yaya geçidinin ardındaki cepte öylece beklerken hayal etti. Taksiyle mi gelirdi? Gerçekçi bir hayal kurmak isterken az evvelki haliyle düşledi Ozan'ı. Taksiye yaslanmış, kendisine bakarken... Koşa koşa yanına inesi geldi. İçi içine sığmayınca parmak uçlarında yükselip alçaldı. Yükselip alçaldı, yükselip alçaldı ve sonunda radyoya uzandı eli. Rast gele bir kanal ve rast gele bir şarkı istiyordu. İçinde bağıra çağıra şarkı söylemek isteyen bir kız vardı. Onu oyalaması gerekti. Frekanslar arası gezerken yabancı ve eski bir şarkı duydu kulakları.  Shakira'ydı; Waka Waka diyordu. Kalsa mıydı, değiştirse miydi Bahar? Düşünürken omuzları hareket etmeye başladı. Küçük radyonun sesini var gücüyle açtı. Hoparlör zonkladı, erkek kuş kafesin bir ucundan diğerine uçtu. Bahar kocaman bir kahkahayla odanın içinde savruk adım dans etmeye başladı.

Saçlarını bir o yana, bir bu yana savuruyordu. Çıplak ayakları bir oraya bir buraya basıyor, elleri, kolları boşlukta sallanıp duruyordu. Erkek kuş kafesin teline yapıştı. "Ne bakıyorsun İskeçeli?" dedi Bahar ona. Sonra kendi söylediğine koca bir kahkaha atarak başını kaldırdı. Nasıl göründüğüne dair bir fikri yoktu ama bunu öylesine umursamıyordu ki... Küçük bir atomun çekirdeğinde sakladığı ve doruk noktasına çıkmak için bekleyen enerji gibi bir şeydi içindeki. Çekirdeğin kabuğu az sonra çatlayacak ve içinden çıkan ışınlar odanın çeperini kıra döke Bahar'ı gökyüzüne uçuracaktı. Uçmak, uçmak, uçmak ve... Hayır durmak istemiyordu. Becerebilirmiş gibi kalçalarını bile sallamaya çalıştı; beceremediğini bildiği için kendi kendisine kahkahalar attı. Elinde hayali bir mikrofon varmış gibi radyodan daha yüksek sesle söyledi şarkıyı. Öyle ki, sesi kuşları bile bastırdı, güldü, sonra daha çok güldü, güldü ve...

Kuşlar apansız peyda olan bu konseri izlerken odaya rüzgâr doluyordu. Rüzgâr, kuşlara Bahar'a ne olduğunu soruyor, kuşlar her ne cevap veriyorsa odada bayram havası esiyordu. Şarkı değişti, Bahar durulacakken, denizin göğsünde sakladığı kocaman bir dalga kıyıya doğru yola çıktı. "I need a hero" öncekinin yerini aldı. Şarkı öyle coşkuluydu ki; Bahar bu kez olduğu yerde zıplamaya başladı. Nakarat geldiğinde Bonnie Tyler var gücüyle "I need a hero!" diye bağırdı. Müzik Bahar'ın içinde olup henüz olgunlaşmamış atomları büyüttü, ateşledi, sonunda olan oldu ve Bahar içine sığdıramadığı tüm duygularla beraber tavana çevirdiği yüzüyle çığlık atmaya başladı. Gözleri kapalıydı, ayakları hiç durmadan olduğu yerde dönüyordu ve ağzı içinde biriken tüm sesleri dışarı atmak ister gibi haykırıyordu. "I need a hero!"

Ayak tabanları boydan halıyla kaplı zeminde yalınlar çıkararak ısındı; acıdı, yine de durmadı Bahar. Şarkılar değişti. Neyden sonra aynanın başında durdu. Ama duran sadece bedeniydi, başıysa dönmeye devam ediyordu. Masaya tutunmak zorunda kaldı. Aynı zamanda nefes nefeseydi, terlemişti. Bu yüzden üzerindeki elbiseyi bir çırpıda çıkardı. Çamaşırlarından da kurtulup saçlarını öne arkaya salladı. Sonra dünden bugüne bedeninde bir şey değişmiş mi diye bakmaya başladı. Bakarken utandı, utanınca gülen yüzüyle kendisine sataştı. İçi içine sığmadı, taştı.

Yatağa fırlattı bedenini. Yan düştü güldü, düze yattı güldü, ellerini saçlarına daldırıp güldü. Ne çok güldükten sonra tavana baka baka sakinleşti. Ruhu dingin bir hâl alınca gözünü örtüp "Şimdi en baştan," dedi kendisine. "En baştan hatırla, hadi." Gözlerini örttü. Tam olarak hatırlamaya nereden başlayacaktı? Yemeğe gittiği an mı? Hayır, sergi salonunda Ozan'ı gördüğü an. Hayır hayır, yemekte dans ettikleri an? Aman Allah o an ne fenaydı! Eli kalbine koştu. Ozan'ın kalp atışını hatırlayınca öpüştükleri an aklına geldi ve... Burası iyi bir başlangıç mıydı? Hayır dans, hayır öpüşme, hayır Ozan'ın soyunduğu an... Hangisi, hangisi, hangisi? Gözünü açmadan kahkaha attı. Sonra bir daha, bir daha.

Ayanın önünde duran telefon titremeye başlayınca Ozan zannıyla kalktı yerinden. Ayağı ayakkabılarına takılıp düşecekken topladı bedenini. Telefon daha mühimdi, ayakları koştu. Önce radyonun sesini kıstı, sonra ekranda yazan "Lale" adıyla hayal kırıklığına uğradı. Elinde telefon, ağır adımlarla yatağa dönerken telefonu açıp açmamakta kararsızdı. Dünden beri çok kez aramıştı Lale, adı cevapsızlar listesinin tek kişilik liste başıydı.

Kaçmak anlamsız olunca "Alo," dedi. Aynı anda yatağa oturdu. Hem Lale'ye muhbirlik yaptığı için kızacaktı, bunu hatırlayıp kaşlarını çatacak oldu ve bir daha gülmeye başladı.

"Son aramamdı bu!" diyerek söze girdi Lale. "Bunu da açmasaydın polisi arayacaktım."

Ne diyordu bu kız? Aklı karıştı. "Polisi arayıp ne diyecektin ki?"

"Ne bileyim Bahar. Dün en son Oktay'ın arabasına bindin. Sonra bin kere aradım, açmadın. İnsanın aklına kaç tane şey geliyor."

Bu kez istemeden güldü Bahar. İnsanın aklına ne geleceğini bilmiyordu. Seneler öncesinde Oktay'dan korktuğu zamanları olmuştu. Ama şimdi... Korkmuyordu ondan. Yahut korkuyor muydu? Mayınlı bir yol gibiydi Oktay. Mayınların yerlerini biliyordu. Basmıyordu onlara, neden korksundu? Ama onunla bir yolun sonuna gelmişlerdi. Yolun devamını bilmezken...

Bahar düşünürken Lale devam etti. "N'aptın?" dedi önce. "Dün akşam kiminleydin Allah aşkına?"

"Kimseyle," dedi Bahar. "Kendimle baş başa oturdum öylece. Canım telefona bakmak istemedi, olamaz mı yani?"

"Deme be," dedi Lale. Sesi kısıktı, bir parça da hayal kırıklığı taşıyordu.

"N'oldu istihbarat servisin çöktü mü?" dedi bu kez.

"İstihbarat..." dedi Lale. Sesi az biraz endişeli, biraz da anlamaya çalışır gibiydi. Ama sonra bir anda bağırdı kız. Bahar, kulağına dolan sesle telefonu uzaklaştırmak zorunda kaldı.

"Yemin et!" diye bağırıyordu Lale. "Sergiye gittin değil mii? Ozan'laydın değil mi? Valla da billa da gittin, değil mi?"

Nedense kendini tutamadı Bahar. Yalnızca, boyuna gülmeye başladı. Oysa azar çekecekti Lale'ye. Ne içindi bu azar, ne için, ne için? Aklına gelmedi, aklındakini de unuttu.

Bahar öyle gülünce, Lale bu kez "Gülüyorsun!" diye şakıdı. "Gülüyorsun, valla gülüyorsun. Demek güzel geçti her şey. Ay anlatsana Bahar!"

"Neyi anlatayım ki?" dedi Bahar. Yüzü şekilden şekle girdi. Oturduğu yerden yatağa devrildi. Yatakta dönendi durdu. Başparmağını ısırdı. "Yani şeydi işte. Neyi anlatayım?"

"Neydi? Nasıldı? Yani o kadar zaman sonra nasıl şey oldu?"

"Ya işte şey gibiydi. Kötü değildi. Aksine çok şeydi."

"Şey olmaz mı ya! Onca zaman geçmiş, onca özlemişsiniz... Hiç şey yapmadı değil mi?"

"Hiç," dedi Bahar. "İ" harfini uzatarak yineledi. "Hiiiiç şey değildi. Korktuğum gibi. Hatta daha da şeydi."

"Ya işte ne dedim ben sana? Yok yere şey yapıp durdun. Eee anlatsana biraz."

"Ne anlatayım ki?"

"Nasıl karşılaştınız? İlk kim gördü? El mi sıkıştınız? Bu saçma oldu, sarıldınız mı mesela hemen? Sergide miydiniz bütün gece yoksa çıktınız mı? Nereye gittiniz? Ne konuştunuz, aparta ne zaman döndün?" Sonra bir anda panikle "Yoksa dönmedin mi?" dedi. Sesindeki alevler büyümüştü bu kez.

Daha Bahar'a cevap verecek zamanı tanımadan "Yoksa dönmedin mi?" diye ikinci kez sordu Lale.

Gülüşlerin arasından "Bağırmasana," dedi Bahar. "Bütün İstanbul duydu sesini."

"Duyarsa duysun," dedi bu kez Lale. "Valla cevap alana kadar bağırıp dururum. Ya da bak boş ver telefonu. Buluşsak ya? Daha tatlı olur dinlemesi."

Kısa bir an düşündü Bahar. Alışılmış bahanelerinden birini arar gibi "Yorgunum aslında," dedi ve Lale çiçek tozları dökerek "Neden?" dedi. Her harfi tek tek vurguladı. "Neden yorgunsun?"

"Ders çalışmaktan," dedi bu kez Bahar. Gülüyordu ama karşıdaki ses hayal kırıklığıyla sakinledi. "Valla mı?" dedi önce. "Harbiden ders mi çalıştın?"

"Tabii. Ne yapacağım, bütün gece çalıştım. Şimdi de çalışıyordum."

"Yok ya, yapmamışsındır," diyen Lale gerçek bir hayal kırıklığı içinde kendi kendisiyle konuşur gibi "O kadar da değil," dedi bir kez daha. "Yapmamışsındır." Boğulduğu yerden başını çıkarıp "Ay Bahar!" dedi. "Ciddi ciddi derslerden mi bahsediyoruz. Anlat hele ne oldu, nasıl oldu?"

Anlatır mıydı Bahar? Bağdaş kurdu yatakta. Anlatmak istemediğinden değildi de neyi nasıl anlatacağını bir bilseydi. Bir de kimseye bir şeyini anlatmamaya çok alışıktı. Şimdi birine, bir şey anlatmak için... Ne diyecekti ki? Ne demeli, nereden başlamalıydı? Olanları mı hislerini mi anlatmalıydı? Her ikisi de zordu. "İşte gittim," dedi bir süre düşündükten sonra. "Çok güzel bir salon. Böyle fotoğraflar falan. Bir de kalabalık, nasıl kalabalık..."

"Eee?"

"İşte sonra Ozan geldi yanıma."

"Bir dakika dur."

"Ne oldu?"

"Nasıl geldi? Öylece mi? Nasıl gördü seni, sen nasıl gördün onu? Sahi sen ne giydin? Buralar önemli. Hatta en önemli yerler. Lütfen kalas gibi anlatma. Azıcık tadını çıkara çıkara..."

Gözlerini hızlı hızlı kırptı Bahar. "Şey yapsak ya..." dedi sonra. "Yüz yüze konuşsak ya..."

"Ha işte ben de onu diyorum ya! Ben on beş dakikaya çıkarım yurttan. Arnavutköy'de harika bir tatlıcı açılmış. Kaç gündür tatlılarına baka baka avucumu yalıyorum. Hatta mozaik pastasına bakarken ekranı yalayacaktım. Orada buluşalım mı, tatlı yer tatlı konuşuruz."

Açlıkla ağzı sulandı Bahar'ın. Ama sonra "Bir dakika ya," dedi. "Hadi benim sadece salı günü sınavım var da senin beş günde altı sınavın mı ne var? Otur kıçının üstüne ders çalış. Sınavlarından sonra buluşuruz."

Lale'nin sesi şaşkınlıkla kısıldı. "Bahar gerçekten mi?" dedi. "Mahalle yanmış sen ders mi düşünüyorsun? Ben bir kere kitaba odaklanamam ki! Bak sen anlatmak istemediğinden böyle şey yapıyorsan, dürüstçe söyle. Sakız gibi yapışma Lale de. O daha şey olur..."

"Ya saçmalama!" dedi Bahar. Bu samimi bir tepkiydi. "Niye anlatmak istemeyeyim. İsterim hem sanki anlatacak kaç kişim var. Ama biraz kafamı toplasam iyi olacak. Kafamın içi şu an nasıl biliyor musun? Senin yurttaki dolabın gibi. Her şey her yerde."

"Benim dolabımda her şey yerli yerindeydi bir kere," dedi Lale. "Aradığım her şeyi bulabiliyordum."

"Senin dolabın psikolojik testlerde daima baş döndüren çarkları andırıyordu."

"O senin psikolojinin bozukluğundandır."

"Olabilir," dedi Bahar. Nedense ikisi birden güldü ama sonra Bahar derin bir nefes alıp "Kafaı toplayayım," dedi. "Anlatmak istemediğimden değil. Gerçekten. Sadece dolap biraz toplansın... Belki hafta içi görüşürüz. Bu arada sınav konusunda ciddiyim. Birinin senin sınavlarını düşünmesi lazım."

"Kızım benim okulum zaten uzamış,"

"Uzadığını biliyorum Lale, alttanlarını azaltmaya çalışıyorum. Birinin bunu yapması lazım. Sende de hiç gönül yok."

"Ya halledeceğim ben seneye onları, valla bak."

"Üzgünüm ama hiç güven vermiyorsun. Şimdi kır kıçını ders çalış. Söz, seni arayacağım. İstediğin tatlıyı da ben ısmarlayacağım."

"Ya sen ne biçim insansın, nasıl bir nefis var sende. Hiç mi taşmazsın, patlamazsın. Hiç anlatasın gelmez. Demir gibi iradene tükürmek istiyorum."

Gülerek "Tamam bak," dedi sonunda Bahar. Samimiydi diretmesinde. Lale ile şimdi çıksa, gün biter, Lale yarın sallana sallana okula giderdi. "Her şeyi konuşuruz, konuşuruz ama sen şimdi ders çalış. Güzeldi her şey. Hem beni biliyorsun neyi, ne kadar anlatabilirim ki zaten? Anlatabilmem için hazırlık yapmam lazım."

"Sanırsın beş yüz kişiye sunum yapacaksın ha!"

"Benim için aynı şey," dedi Bahar. Sonra birden aklına geleni sordu. "Şey diyeceğim bir de. Anıl ne zaman gelecek?"

Derin bir nefes, neşeli bir soluk, içi içine sığmaz bir kikirti ile "Ay!" dedi Lale. "Gün kararlaştırmaya çalışıyoruz. Ben artık gel diyorum, o da sınavların deyip duruyor."

"Senden başka herkesin sınavlarını düşünmesi ne güzel!"

"Deli misiniz nesiniz, keşke gelip benim yerime sınava da girebilseniz."

Hiçbir şey bilmeden sınava girse yine de Lale'den yüksek not alacağına emin olan Bahar bu bilgiyi kendine saklayıp "Çenen kadar çalışkan olabilsen keşke," dedi. Sonra ekledi. "Hadi üç sınavın iyi geçerse tatlı artı baklavan benden."

Güldüler. Lale ofladı, diretti, Bahar altta kalmadı, sonunda telefonu kapattılar ve Bahar yeniden yastığına devrildi. Bir eli dudaklarına uzandı. Bir eli göğsüne kondu. Kuşlar cıvıldıyor, sesi kısılan radyoda kıvılcımlar saçan bir şarkı çalıyordu. Sting söylüyordu. Desert Rose.

"Hayal kurmak için ne güzel bir şarkı," dedi içinden. Ama sonra, hayır, hayal kurmak var olmayan bir şeyi türetmek demekti; Bahar hayal kurmadan önce düne dönmek istedi. Şüphesiz güzel bir geçmiş, yaşanmamış yarına dair hayal kurabilmek için en güzel ilhamdı. O yüzden bu şarkı hayal kurmak için değil, anılaşmış gerçekliği hatırlamak için ne güzeldi.








*








Hani bir yaz günü saatlerce devlet dairelerinde koşturup bürokrasinin her basamağında tökezler ya insan; alnından boncuk boncuk ter akıtıp kendi tuzunda yüksek ateşte kavrulur da kıpkırmızı olur ya suratı; sonra gökten bir Hızır yetişir de çözülür ya derdi; bir ağaç gölgesi bulur da gönlünden bir şükür kopar ya; soğuk su içer içi kanmaz, buz gibi kolayla tıkanır da içinde gaz birikir... Ama bir şişe ayran verseler eline, lıkır lıkır içer de dudakları bile ferahlar ya... En azından bende öyle olur. Olmuştu yani. İstanbul'a üniversite kaydı için geldiğimiz gündü. İnsanın yanında anası babası olmayınca daha bir şaşkın, daha bir ürkek oluyor. Yanımda yalnızca edebiyat öğretmenim vardı. Kayıttaki personelle o konuşuyor, o muhatap oluyordu ama benim kalbim hep dilimin ucunda atıyordu. Birinin çıkıp "Hayır, bu kayıt gerçekleşemez" diye okula başlamama mâni olmasını bekliyor ama bundan delicesine korkuyordum.

Mesela diplomamın fotokopisi gerekmişti de hocam beni iki kat aşağı fotokopi çekmeye göndermişti. Merdivenleri nasıl indiğimi hiç unutmam. Beni yanından uzaklaştırmak istediğini çünkü ciddi bir sorun olduğunu düşünmüştüm. Aynı merdivenleri çıkarken de karşıma dikilip "Olmuyor Bahar, sen Artvin'de kalacaksın," demesini beklemiştim. Ellerim titriyordu. Ağlamaklıydım. Ama korktuklarım olmamıştı, kayıt tamamlanınca kantinde ayran içmiştik, onun tadı hafızamdan hiç silinmez.

Bir de geçen yaz var. Annemin son biyopsi sonuçlarının temiz çıktığını öğrendiğim gün. Altıncı kattan aşağıya asansörle değil de yürüyerek inmiş ve kantinden bir kutu ayran almıştım. Bütün bedenim hissizlikle yıkanmıştı. Bir duvar dibine çöküp elimdeki ayranı sessizce içmiş, gözümden bir damla akıtıp kendime gelerek "Çok şükür," demiştim. "Bitti, çok şükür."

Bugün bile sıcak bunaltırsa, susar ve susuz kalırsam, güneş tepeme vurursa, benden öte bir çaresizlik bedenimi yoklarsa, dudaklarım hemen o ayranları anımsar; ferahlarım, huzur bulurum.

Belki şimdi böyle söylemem kulağa saçma gelecek ama Ozan'ın dudakları o ayranı bile unutturdu bana. Galiba artık yanmak da feraha kavuşmak da Ozan'ın dudakları demek.

Kendimi çölde senelerini tüketen bir avare gibi hissediyorum. Yolunu şaşırmış yahut günahlarının ağırlığıyla çöle sürülmüş; tecrit edilmiş bir avare... Ayaklarımın altı yanmış, korum köz olmuş ve ben susuzluktan ölecekken Ozan bir vaha gibi önümde belirmiş. İçmişim, içmişim, kanmamış, doymamış ama hayat bulmuşum gibi.

Elime tereyağı bulaşmış, dilime reçel sürülmüş, ağzım tatlanmış, Ozan'ı yemişim yahut o beni yemiş. Ne ben doymuşum ne Ozan; doymamışız. Hem de hiç.

Onun koynundan çıkıp apartta soyunup dökünüp Ozan'ın hayalini giyerek yatağa yattığım ve dünün düşüne daldığımda akşamüzeri, çok değil; iki saat kadar uyumuşum. Soluksuz titreyen telefonum olmasa daha da uyanmazdım ama telefonun dinmek bilmeyen gürültüsüne açtım gözlerimi. Hava kararmış sayılırdı.  Ozan'dır zannıyla telefona uzandım. Bir heves, bir mutluluk. Ozan beni nasıl da mutluluğa boyamış, reçel sürmüş üstüme!

Bu kez ekranda görünen Oktay'ın adıydı. Hayal kırıklığı ve panikle yerimden doğrulduğumda saçlarımın ensemi ne çok terlettiğini fark ettim. Öyle ya daha duşa bile girmemiştim ve duş kelimesi bütün tüylerimin keyifli bir ürpertiyle ayaklanmasına neden oluyordu. Oktay'ın telefonunu ilk arayışında açmadım. Ama telefon ikinci bir çağrı dalgasına kapıldığında cevap verdim.

Telefonu açar açmaz, doğrudan "Caddedeyim, insene," dedi ve bana cevap hakkı tanımadan telefonu kapattı. Onu anladım. Konuşmama müsaade etse, inmeyeceğimi bildiği içindi bu emrivaki. Bir şort geçirdiğim bacağıma. Bir tişört ve saç tokası. Sonra aşağı indim. Benzin istasyonuna uzanan yol kenarında duruyordu Oktay. Sağıma ve soluma bakınarak karşıya geçtim. Sonra doğrudan ön koltuğa oturdum. İşten çıkıp da gelmemişti yanıma. İş değil, keyif kılığı olmalıydı bu. Alelacele hazırlanmış da değildi. Özenliydi. Yanımdan ayrılıp süslü bir yerlere gidecekti, emindim.

Oturdum, yüzüne baktım. Yüzüme baktı uzun uzun. "Bu ara beni çok mu özlüyorsun?" dedim. "Gün aşırı kapımda bitiyorsun..."

Güldü. "Nereye gidelim?" dedi. El frenini o indirdi, ben kaldırdım. "Bir yere gitmek gibi bir isteğim yok," dedim. "Uyumuşum biraz. Gün ortasında yattım diye başım ağrımaya başladı. Odaya dönüp ayaklarımı dikeceğim." Başını salladı. Bir kolunu cama yaslayıp "Gece yurda dönmemişsin," dedi. "Uykusuz kaldın galiba."

Ozan'la olduğumu biliyordu. Çoktan haber almıştı da benden duymanın peşindeydi. Tercihen kötü haberler duymak istiyordu. Kime göre ya da neye göre kötü derseniz, bana göre kötü şeyler duymayı arzu ettiğine eminim. Canı yanan, üzgün ve mutsuz bir Bahar'ı dinlemek istiyordu. Bir süre önüme bakıp bunları düşündüm. Caddenin trafiği yoğundu, araçlar yer yer aynı noktada hiç hareket etmeden bekliyordu.

Sonra "Peşime birini mi taktın?" dedim. Çünkü istese yapardı. Belki biri Ozan'la otel odasında fotoğraflarımızı falan çekmişti. Televizyonda görüyorduk bunları ama söz konusu Oktay ise şaşırmazdım. Belki sadece dün için değil, daimî olarak peşimde olan ve haberlerimi Oktay'a ileten biri vardı. Böyle bile olsa şaşırmazdım. O ise yalnızca yüzüme baktı. Bunun üzerine güldüm.

"Erişilmesi çok güç olan bu bilgiye sahip olduğuna göre, nerede olduğumu da biliyor olmalısın."

Ağzının kenarıyla "Ck," dedi. "Boş atıp dolu tutmak benimkisi."

"Sallamana gerek yok ki, sorman yeterli," dedim.

"Oynamadan keyfi çıkmıyor," dedi. Camın kenarında duran sigara paketine uzandı. Bir sigara yakıp paketi bana uzattı. Ozan'ın yanındayken ve aparta döndüğümden beri hiç sigara içmediğimi fark ettim. Hele ki apartta içmek aklıma bile gelmemişti. Sevindim. "İstemiyorum," dedim. Bir nefes aldı sigarasından. Arabanın içi dumanla doldu. Sonra o duman, tuhaf şekillere bürünerek camdan çıktı.

"Eee?" dedi Oktay. "Verdin mi geçmişin hesabını? Hükmünü verdi mi kadı efendi?" Kadı dediği Ozan oluyordu sanırım. Ozan'ın yüzü gözümün önüne gelince tebessüm ettim. Ellerimle oynadım. Parmakları parmaklarımın arasındaydı daha birkaç saat önce. Sonra bacağıma konmuş o kuş... Kaşlarımı kaldırıp baktım Oktay'a. "Ne için geldin?" dedim. "Ne öğrenmeye, ne yapmaya çalışıyorsun?"

Dudak büküp "Seninle konuşmaya çalışıyorum," dedi. Zaman kaybetmeden "Neden?" dedim. "Seninle onun hakkında konuşacağımı mı düşünüyorsun?"

"Belki kendi kendinle konuşup daha fazla delirmeni istemiyorumdur."

"Beni düşündüğün için teşekkürler ama biz boşandık," dedim. Deliliğimin üzerine yağ süreceksem de Oktay'ın buna şahit olmasını istemiyordum. Yağ demişken; yağ, tereyağ, reçel... Ozan geldi aklıma. Yine güldüm. Parmaklarıma baktım, güldüm.

"Sikko evliliğin sikko bitimi," dedi Oktay. "Bizi birbirimize bağlayan bu değildi. Sen de biliyorsun."

"Biten sadece evlilik değildi," dedim ona. "Biz denilen şeyi bitirdik. Benim artık tek başıma yaşamamın vakti gelmişti. Tek başımayım Oktay. Kendime bir hayat kurmaya çalışıyorum. Yapıyorum da ha!" dedim. Kimine göre iyi kimine göre kötü. Öyle ya da böyle yarın ne yapacağıma tek başıma karar veriyorum. Benim için bunun ne demek olduğunu anlıyor musunuz?

Bazen yarını kıymetli kılan tek şey var olduğumu, yaşadığımı bilmek oluyor. Çoğu zaman harika hissetmesem bile iki gün sonra yapacağım şeyler olduğunu biliyorum. Sınavım olduğunu biliyorum, iş görüşmelerim olacak, dönüş bekleyeceğim, annemin işleri var ya da ne bileyim... Sıradan insanlık işlerim var.

"Kendine bir hayat kurmak dediğin Ozan'ınkine dahil olmak," dedi. "O itip kakacak, ayıplayacak, kınayacak, sen de yeter ki beni bırakmasın diye..."

Gülmeye başladım. Söyledikleri komikti. Ve o bu komediyi büyük bir ciddiyetle önüme getiriyordu. İnanıyordu söylediklerine. Evet, ben de Ozan'ın bana soracağı hesaptan korkuyordum, sormamıştı ama sorabilirdi. Cevap veremeyeceğim şeyler var, vermek istemediklerim, veremeyeceklerim, daha daha bir şeyler... Ama itip kakmak... Büyüdü gülüşüm.

"İster misin bir de üstüme benzin döküp yaksın?" dedim. "Öyle olursa koşup kurtarır mısın beni?"

Hırsı gözlerinin rengini örttü. Büyüdü gözbebekleri.

"Benim sana tek bir yanlışım oldu," dedi bana. "Tek bir yanlış. Zamanı geriye alabilsem değiştireceğim tek bir şey. Onun bile suçlusu değil mağduruyum ben ama yaptığımdan kaçacak değilim. Hatta tam da yaptığımın arkasında durduğum için diyetimi ödüyorum. Gitmek istedin, kafesin kapısını açtım. İstediğin kadar uç. Sonunda döneceğin yer belli."

Belli miydi sahi? Gökte uçarken ölemez miydim? Vurulamaz mıydım? Yolumu kaybedemez miydim? Yahut istediğim başka bir yere konamaz mıydım? Omuzlarımı kaldırıp "Bilemem," dedim Oktay'a. "Mühim olan uçmaktı, sen öyle demiştin."

Kararan gözlerini sigara dumanı kapladı, sonra o duman dağıldı. "Söylediğim her şeyin aklında yer ettiğini biliyorum. İçindeki yerimi de biliyorum. Ama bunu o bilmiyor."

"Çünkü buradan sonrası bizim aramızda," dedim. "Bizim hikayemiz. Senle bir ilgisi yok."

"Gerçekten mi? İçin bu kadar benle doluyken, bu hikâyenin benle hiç ilgisi yok, öyle mi?"

"Yok!" dedim. Biraz da yükselmiş sesim, fark edememişim. "İçimde Bahar var, tamam mı? Sadece ama sadece Ba-har! Ama keşke kavun olsaydım da biri açıp içimdeki bütün çekirdekleri dökseydi. Belki o zaman ikna olurdun."

"Ben miyim çekirdek?" dedi bu kez Oktay. Keyifli çıkıyordu sesi ve bu o kadar sinir bozucuydu ki! "Çekirdek ha! Sevdim bunu. Daha İstanbul'a ayak bastığın anda içini dolduran çekirdek olmak güzel şey. Özün, var olma sebebin."

Sinirlendiğimden olsa gerek sigara paketine uzandım. Sigaramı yakarken "Neyse," dedi bana. "Lafa tutuyorsun beni, cıvıtıyorum ben de." Göz kırptı burada. "Hoşuma da gidiyor."

"Nasıl olduğunu görmek için geldim. Telefonu açtığın iyi oldu, yoksa yukarı da gelirdim. Bir kere daha saçlarını kesecek olursan, ben yine yanında olacağım."

Unutturmuyor bir şeyleri. Oysa unutmak istiyorum. Tutunacak bir dal bulmuşken ve yukarı çıkmaya çalışırken devamlı düşersem çakılacağım yere bakmak istemiyorum. Oysa dalı bıraksam bırakırım. Herhangi biri buna engel olamaz.

"Oktay bir kere daha ölmek istersem, ölürüm." Sigara ani bir baş dönmesi yarattı bende. Sanki bir gündür değil de aylardır içmiyormuşum gibi. "Buna engel olabileceğini sanmıyorum. Ama öyle bir arzum yok. Aksine yaşamak için çabalıyorum. Hatta mutluyum."

Yalan değil ki, az evvel uyandığım huzurla yattığım bir uykuydu, nasıl mutlu yummuştum gözlerimi. İnsanların uyumadan önce düşünecek güzel anılarının olması bir nimettir. Ben bunca zaman sonra kavuştuğum nimeti öper de başımın üstünde taşırım. Öpmek... Öpmek... Öpülmek.

Yani diyeceğim o ki mutluydum.

"Mutlusun..." Başını ardına yaslayıp arabanın yüksek tavanına doğru sigarasını kaldırdı. "Ne yaptı, seni saf mutluluk fanusuna soktu mu kadı efendi?"

Bir süre yüzüne baktım. "Bunun için geldiysen, ben gidiyorum," diyerek inmek istedim arabadan. Kahkaha attı.

"Neyi biliyor ki?" dedi kapıyı açtığımda. "Senin hakkında ne biliyor? Ne anlattın ona?" Ciddileşti sesi. "Sahiden soruyorum. Hangi bokundan bahsettin ona? O sikinde fotoğraf makinesi gezdirirken senin sabaha karşı girdiğin kusma nöbetlerinden haberi var mı? Üç yılda kaç doktor gezdiğini biliyor mu mesela? Saçlarını nasıl kestiğini biliyor mu? Annenle ayrı babanla ayrı uğraştığından haberdar mı? Refik'in tepemize nasıl çöktüğünü söyledin mi? Çakmağımın ucunda geberebileceğini anlattın mı ona?"

Gözlerimi kırpıştırdım. Bunu anlatabileceğimi nasıl düşünürdü? Sahiden, nasıl anlatılırdı ki bu? Üstelik ben bunu unutmuşken. Kilitli, çok kilitli sandıklara gömmüşken.

"Anlatmadın hiçbirini değil mi?"

"Sana ne!" dedim önce. Sesim sakindi. "Niye?" dedi hemen ardından. "Yarattığı enkazı bilmesi lazım. Estirdiği fırtınanın ardından sen dibi boylarken, o ortalık sütliman olunca şezlonguna yayılıp şarabını yudumlayacak, öyle mi?"

Bu kez benden bağımsız, benden yüksek, benden güçlü çıktı sesim. "Sana ne! Sana ne! Sana ne!"

"Dur ben sana söyleyeyim, yanında bir sigara bile içmedin değil mi? Çünkü Ozan sevmez, çünkü Ozan istemez."

"Sus artık!" dedim sonunda. "Sus!"

"Hah!" dedi yalnızca. "Anlatmadın hiçbirini. Oturup karşısına özür diledin değil mi? Af diledin, sana sarılsın diye yalvardın değil mi?"

"Ne istiyorsun?" diye bağırdım bu kez. Bir elim var gücüyle yanımdaki camı dövdü. "Ölene kadar aynı mutsuzluğun içinde yaşamamı mı? Kötü günleri unutmamdan mı korkuyorsun?"

"Hayır!" dedi hemen. Hatta bu kelimeyi birkaç kez tekrar etti. "Hayır, hayır, hayır!" Dibime sokulup alçalttığı sesiyle "Kötü günlerini değil, kim olduğunu, ne olduğunu unutmanı istemiyorum. Senin için de benim için de mutluluk diye bir şey yok. Genetiğimizde yok. Ozan'ın koynunda üç gün mutlu olup dördüncü gün yine hiçliğinin içinde boğulmaya başlayacaksın. Ozan bizzat elleriyle boğacak seni. Onun iyiliğine gömüleceksin ve o zaman geldiğinde Ozan yanında bile olmayacak. Siktiri çektiğinde yere düşmeni istemediğim için buradayım. Kötü günler dediğin şey senin gerçeğindi. İstediğin kadar kaç bundan ama bu böyle!"

"Git buradan," dedim. İster istemez doldu gözlerim. Engel olmak isterdim ama her şey çok hızlı cereyan etti ve ben... Kendimi tutamadım. "Git," dedim. "Bir daha da gelme."

Olabilecek en büyük nezaketle ayrılmıştı yollarımız. Benim kafamda Oktay'ın yürüdüğü yol ile benimki hiçbir istikamette kesişmiyordu. Bunu ona yeterince açık bir şekilde söylediğime emindim. İnkâr etmesi onun sorunuydu ama söyledikleri yüzüme sert bir dalga gibi çarptı. Sanki mutlu günümün gökyüzüne kara kara bulutlar taşınıyordu.

"Gelmem," dedi Oktay. "Sen istemedikçe gelmem ama dünya üzerinde seni koşulsuz ve olduğun gibi seven bir tek ben varım, bunu sakın unutma. Ne annen ne baba dediğin o adam ne de Ozan! Hatta o çok zeki kafan en çok bunu unutmasın."

Burnumu çekmek bile nasıl zor geldi, nasıl zor geldi. Sümüklerim aktı, gözlerim ondan beterdi, dudağım titredi, kendimden öyle çok nefret ettim ki... O ise bedenimdeki iğne deliği kadar olan boşluklardan girip konuşmaya devam etti.

"Hata dediğin her şeyinle, aklında dolanan yavru tilkilerinle, günah dediklerinle, yarın ne renge sokacağını bilmediğim saçlarınla, benden zeki olduğunu düşündüğün zamanlarda, kemiklerin bir bir sayılırken ve daha kıçını nereye koyacağını bilmediğin bütün o zamanlarınla sevdim ben seni. Bir tek ben sevdim. Hiçbir şeye zorlamadan, iyi, doğru, güzel şeyler yapmanı beklemeden sevdim. Seviyorum da!"

Gerçeklik algısı ne tuhaf şey. Bütün o zamanları ben yaşamamışım gibi Oktay konuşurken karşısında ağlayıp onu dinlerken buldum kendimi. Biri duysa, ne fedakâr adam derdi onun için. Bense... Benim için yaptığı çok şey vardı biliyorum. Ama "öyle değil," demek istedim. Çünkü yaşananlar ve hissedilenler her zaman örtüşmüyor. Sanki Oktay benim sırtımı bir ağaca yaslayıp ellerimi de ardımda bağlamıştı. Başımın üzerine bir elma koymuş ve karşıma geçip elindeki bıçağı elmanın karnına saplamak için fırlatacaktı. Usta bir hokkabazdı Oktay. Elmayı ıskalamaz, bana zarar vermezdi. Ama bıçak elmaya saplanana dek ben korku içinde titriyordum, o ise bunu görmek istemiyordu.

"Tamam," dedim sonunda. "Tamam, seversen sev. Ne yapayım? Ne istiyorsun benden?"

İçilmeden küle dönen sigaramı elimden alıp camdan dışarı fırlattı. Sonra kendisininkini de dışarı atıp "Hiçbir şey," dedi. "Ne yaşayacaksan yaşa. Ama yaşarken doğduğun, büyüdüğün, ciğerlerinde duran bok kokusunu unutma. Olmadığın biri gibi davranma. Sen mutlu olmayı bilmiyorsun, öğreneceğin de yok."

Sadece sussun diye başımı salladım.

Bir süre sustu. Sonra "Üç gün sonra Ozan'ın altında canım yanıyor diye gözlerini kapatırken döneceğin yeri biliyorsun," dedi.

İnmem lazımdı arabadan. Başım döndüğü için pelte gibi oturdum kaldım orada. Uzun uzun sustuk. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Bütün geçmişim. Yaşadığım her bir gün Kavimler Göçünü andırır bir kalabalıkla zihnimde yürüyordu. Nazlı bile konvoydaydı. Sonunda "Biliyor musun?" dedim Oktay'a.

"Az önce geçmişe dönüp değiştirmek istediğin şeyden bahsettin ya hani. Ben de ne zamandır bunu düşünüyorum."

Sanki ona sormuşum gibi cevap verdi bana. "Ben üç yıl önceye dönmek isterdim," dedi. Çok emindi kendinden. "Bütün kalbimle, varlığımla!" Sesi derinleşti. "Ah!" dedi kavrulan sesiyle. "Ah! Bir dönebilsem... Benim sana karşı tek hatam oydu. Bugün bana git diyorsan tek sebebi de o gün. Biliyorum. Cezasını da sensizlikle çekiyorum. Ama Bahar biliyor musun?" diye sordu bu kez.

"Ben de acı çekiyordum. Ben de ölmek istiyordum. Ve kendimi öldürmeden önce o orospu çocuğunun kapısına gidip seni başımdan almasını istedim. Gel dedim, al o kızı başımdan dedim. Zahmet etmedi. Seni elleriyle elime bıraktı ve bunu yaparken seni ellerimle parçalayacağımı çok iyi biliyordu. Şimdi sana yaşadıkların için hesap sormaya kalkarsa karşısına geçip senin yüzünden diye bağırması gereken sensin. Deden seni on dönüm tarlaya babamın bahçesine bıraktı. Ozan ise bedavaya!"

Bataklık tam olarak böyle bir yer olmalı. Çırpındıkça yorulup daha da battığın bir yer. Oktay bataklıkta. Peki ya ben? Ben neredeydim? Ederim on dönüm tarlayla bedava arasında gidip geliyor mu? Kaç sene önce Çiğdem'in ağzından duyduğum bir replik var aklımda. Ben bir kere birim. Birim, bir taneciğim! On dönüm tarla, bedava olmak ve biricik olmak. Sayı doğrusuna bunları yerleştirmeye çalıştığım an ben de o bataklıktayım demektir. Silkelendim.

"Ben beş sene öncesine dönmek isterdim," dedim. Kendimle konuşur gibi. "Tam da o kantine ayak bastığım güne lanet olsun. Keşke seni hiç görmeseydim de o bok çukurunun içinde yaşayıp gitseydim."

Yüzüne bakmadım ama o bana bakıyordu. Sonra tebessüm etti. "Sen o kantine ayak bastığın için bok çukurundan çıktın. Bana tutunarak, beni severek, benim aşkımla!"

Bunu mu duymak istiyordu? Ona âşık olduğumu, ona tutulduğumu, yandığımı, tutuştuğumu? "Ne fark eder ki," dedim. "Az önce söyledin ya; hâlâ bok kokuyor içim. Ama ben senin gibi kimseye atmıyorum suçu. Suçsa benim, hataysa benim..." Sustum.

O tam "Her halinle seni seviyorum," diyecekti. Bir iki kelime ağzından çıktıysa da devamını getirmesine müsaade etmedim. Sevgi kelimesini onun ağzından kurtardım. "Bundan sonrası benim," dedim ona. "Yaşayacaksam da öleceksem de benim marifetim."

Torpido gözüne uzandı. Kucağımdan geçti elleri. Bir elli ikilik destesi çıkardı.

"Son bir oyun?" dedi bana. Kartlar iki eli arasında ustalıkla uçuyordu. Bir mahalle kahvehanesinde oturduğumuz akşam vakti geldi aklıma. Gözlerim geçmişimi yad etti. Çok çekmişti Bahar. Ait olmadığı kaç hayatın kıyafetini giyinip soyunmuştu. Kartlar karılırken hep onları izledim. Sonunda avucunda tuttuğu desteyi "Kes," diyerek uzattı Oktay.

Elim kartları ikiye ayırırken Oktay oynamaktan hoşnuttu. Bense yenilme niyetinde değildim. Bir kez daha olmazdı.

Kucağıma iki kâğıt bıraktı Oktay. İki de kendisine aldı ve desteyi aramıza bıraktı. Aynı anda baktık kartlarımıza. Gözü bana döndüğünde "Kart almayacağım," dedim. O aramızdan bir kart daha çekti. Şansını zorluyordu. "Tamam," dedi sonunda." Kartların ne olduğunun bir önemi yoktu. "Yirmi bir," dedim doğrudan. Yüzü düştü.

"Bir daha gelme," dedim ona. "Öleceksem bile seni yanımda istemiyorum."

Arabadan indim. Işıkta duran arabaların arasından kornalara bulana bulana karşıya geçtim. Oktay gidene kadar kaldırımda bekledim. O gitti ama ben içeri giremeyip öğretmenevinin bahçe duvarına yanaştım. Hava kararmıştı, gürültülü cadde ağlayışımı örtüyordu. Birkaç adım ilerlerken ayağım iç içe geçmeyi unutmuş kaldırım taşlarına takıldı. Düşeyazdım. İstanbul'a ilk adımını tökezleyerek atan Bahar geldi aklıma.

Sırtımı duvara verip çöktüm. Geçmişimle yeni bir dalaşa girmek üzereydim. "Sahi mi?" diyordu içimde bir ses. "Sahi mi Bahar? Zaman mefhumunu eline verseler, kurulmuş saat gibi senelerini geriye alabilsen, gitmek için ayağını yere vura vura ağladığın o geziye katılmaz mıydın?"

Ağladım, ağladım, ağladım. Sonunda "Giderdim," dedim. Çünkü Oktay'ı değilse bile Ozan'ı güzelliğini içimden, anılarımdan, geçmişimden çıkarmaya kıyamadım.

Elim telefonuma gitti. Ozan'a öyle çok ihtiyacım vardı ki... Bir bardak ayran için canımı verirdim. Arasam, gel desem, gelirdi. Arayacaktım da... Ama bencillik edemedim. Ailesiyleydi, hem gelse ona bu ağlayışı nasıl anlatırdım? Ona daha fazla bok kokusu değdirmek istemedim, koklamak da istemedim. Öyle çok karıştım ki... Saate bakmadan Leman ablanın kliniğini aradım. Randevu almam lazımdı, yarın sabah, yarın öğlen. Gel dese hemen... Ne zamansa... Açan olmadı. Saat sekizi geçmişti, yarın pazardı, olmazdı işte. Telefonu kucağıma bırakıp ellerimi dudaklarıma örttüm. Bir bardak ayran diye diye orada ne çok durdum bilmem. Telefon titrediğinde, nedensizce ürktüm. Ekrana bakmaktan korktum. Ama sonra...

Ozan'dı. Bir fotoğraf göndermişti bana. Masada oturuyordu, önünde rakı bardağı vardı. Dirseklerini masaya koymuş, ellerini birleştirmiş ve ağzını kolundaki kırmızı beze yaslamış, gözleri gülüyor. Alnı terlemiş belli. Kim bilir ne çok baktım fotoğrafa. Sonra bir de mesaj yazmış. "Bedenim burada ama aklım hep senle dolu. Şu kumaş parçası bana yarenlik ediyor."

Telefona Ozan'a sarılır gibi sarıldım. Oktay'ın sesi kulağımda çınladı. "Bana sarıl diye yalvarmak..." Yüzümü bilmem kaçıncı kez sildim. Abuk subuk durmaktan dizlerim ağrıdı. Terledim, üşüdüm. Sonunda en yakındaki büfeye yürüdüm. Bir kutu ayran almaktı niyetim. Cüzdanımın yanımda olmadığını sonra fark ettim. Ayranı bırakacakken, dudaklarımı ısırdım. Vazgeçmedim. "Şuradaki apartta kalıyorum," dedim orta yaşlı adama. "Cüzdanımı unutmuşum, parasını az sonra getirsem olur mu?"

Gözlerimde ne gördü bilmem. Olur dedi, teşekkür ederek koşar adım içeri girdim. Kısık sesli radyom, karanlıkta kalmış kuşlarım, uçuşan tül perdem... Az biraz dağınık, çok temiz de değil. Yemek yok, şuradaki poşette atıştırmak için ıvır zıvır bir şeyler durur. Bahar'ın odası. Her şeyiyle benim odam.

Kuşların karşısına oturup ayrandan büyük bir yudum içtim. "Vazgeçmedim," dedim onlara. Ne olduğunu anlamayıp melun melun baktılar yüzüme. Bir süre onları izledim.

Sonra telefon ekranına dönüp öylesine "Ayran içiyorum," yazdım. Saçmaydı ama işte... Ardından "Yarın olsun diye erken yatıyorum," yazdım. Ayranı içime çeke çeke hızlıca içip bitirdim. İlaçlarımı içtim. Yazdığımı gerçek kılmak için elime son final notlarımı alıp yatağa girdim. Bir gözüm ağlarken bir gözüm okudu. Bir yanım dersini çalıştı. Bir yanım ise durmadan Leman ablayla konuşup durdu.

"Leman abla," dedim ona. "İnsanın dünyaya baktığı yer çok önemli."

"Nasıl," dedi. "Söz gelimi bir balta olsun," dedim. "Elinde baltası olan bir cellat. Balta için silah diyebilir miyiz? Cellada sorarsan o balta dosttur, yarendir, iş arkadaşıdır. Oduncuya sorarsan balta için ekmek teknesi der. Aynı zamanda da emek. Babama sorarsan kışın o baltayla ısındığımızı söyler. O olmasa neyle odun kesecek...

Sonra kafes... Oktay bir zamanlar kuşların yaşadığı kafes için mahpus damı demişti. Ozan'a sorarsan yuva der.

Oktay bana uç dedi. İstediğin kadar uç, sonunda döneceğin yer benim yanım. Öyleyse, dönmektense ölmeyi tercih ederim. Bir gün bir kafesim olacaksa, bir kafeste yaşayacaksam, bu ancak Ozan'la mümkün. Çünkü Narin'in derdi uçmak değildi. O yanında Âşık'ın var olduğu kadar mutluydu. Yaşarken böyleydi. Ölürken de öyle olduğuna eminim. Bir yerde kuşlar için bir cennet varsa, kuş cenneti diyelim ona, Âşık ve Narin oradadır ama uçtuklarını sanmam. Kafeste yan yana duruyor olmalılar. Nasıl da mutludurlar Leman abla... Ben de artık uçma arzusunda değilim. Yoruldum Leman abla. Kanatlarımı toplayıp kafesimde oturmak istiyorum."

Ders notları öylece elimde kaldı. Pencereye bakarak usul usul ağladım. Uykum var olduğundan değil ama gözlerim yorgun olduğundan uykuya doğru çekildim. Gözlerim örtülürken telefonum bir kez daha titredi. Önce rüya sandım ama değildi, gözümün önünde benimkinden çok daha büyük bir kutuda ayran içen Ozan vardı.








*











Uyumuşum. Öyle çok uyumuşum ki, telefonum 07.36'da titremiş ve ben duymamışım. Gözümü açtığımda saat 08.22'ydi. Ozan'ın cevapsız kalan aramasıyla doğruldum. Dünü de uyandığım günü de unuttum. Geri ararken hastanededir, iş başı yapmıştır, duymaz diye korktum. Oysa telefon ikinci çalışında açıldı. "Günaydın," dedi dünyanın en güzel sesi. "Umarım uykundan etmemişimdir seni."

"Duymamışım ki aradığını," dedim. "Hastanede misin, yolda mısın?"

"Bugün Pazar," dedi. "Hı," diyebildim. Sesim öyle kötüydü ki... Az düşünsem telefon etmeden önce "A,u,o" diye bağırır ve sesimi tanınır hale getirirdim. Oysa Ozan'ın sesi bile güzel kokuyordu.

Saçmaladım mı bilmem, "Ne yapacaksınız," dedim. "Şeyler, babanlar buradadır. Kahvaltı falan mı yapacaksınız?" Erken miydi saat, geç mi, ne bileyim.

"Bugün de mi beni başından atacaksın?" dedi önce. Anlayamadım ne dediğini. O kadar "az önce uyanmıştım" ki... Ama o beni anladı. "Sabahı zor ettim Bahar," dedi heyecanlı sesiyle. Derin bir nefes aldı. Kendi kendine güldü. Güzel dudakların çocuğu olan o gülüşü... Kalbim beynimden önce uyandı. "İnan bana," diyordu Ozan telefonda. "Kimin ne yediği hiç umurumda değil. Ben rakı sayesinde sabahı edebildim. Yurdun önündeyim. Ne zaman canın isterse aşağı inersin."

İşte beynimin uyandığı an, bu andı. Bacaklarımla boşluğu tekmeleyerek yataktan kalktım. Pencerenin önündeki tülü çekerken kafese gövdemle çarptım. Kuşlar korktu, onlardan özür dileyerek caddenin sağına soluna bakınmaya başladım. Telefondaki ses "Mavi bir kuş gördüm," dedi. Büfenin önüne park etmiş beyaz bir araç vardı. Aracın yanı başında durup bana bakan adamın ise arabadan daha beyaz bir gökyüzü... Mavi değil, beyaz bir gökyüzü. Mutlu kuşların kanat çırptığı bir sabah vaktinin çatısı olan bembeyaz bir gökyüzü. Kanatlarıma güvensem camdan aşağı bırakırdım kendimi. Öylece bakarken Ozan yaslandığı arabadan ayrılıp bana el salladı.

Telefondaki ses "Narin'i özledim," dedi.

Hiç düşünmeden "Uçsam beni tutar mısın?" dedim. Ozan kollarını iki yana açtı. Heyecandan kafese tutunup, kuşları cama yanaştırdım. Öyle güzeldi ki Ozan, onu birilerine göstermek istedim. Önce daha hızlı salladı elini. Sonra sallanan eli kısa saçlarına düştü. Güzel yüzü, tatlı gülüşü, kısa saçları, sabah serinliği, yaza bir gün kalmış kadar güzeldi.

Pencereden toparlanıp giyinmek için tül perdeyi örttüğümde, kuşlarla göz göze geldik. Gecenin katranlı yükü üzerimizden uçmuş muydu bilmem. Ama tüy kadar hafiftim. "N'apıcaz?" dedim kuşlara. Ellerimi karnıma silip anlamsızca etrafıma baktım. Öylece aşağıya inebilirdim. En kısa yoldan yüzümü yıkayıp dişimi fırçalasam, bu da yeterdi. Ama... Kendimi mutluluğun akışına bıraktım. Zıplayarak girdim küçük banyoya. Yüzümü kendimi döver gibi yıkarken, su istilasına uğrayan suratım hâlâ şaşkınlıkla gülmenin derdindeydi.

Klozete diş fırçasıyla oturduğumda ağzımdan köpükler çıkararak gülüyor olmak beni daha da mutlu etti. Birdi gülüşüm on oldu. Soyundum. Giyinmek için odaya döndüğümde Ozan'ın aşağıda olduğunu bilmek bütün tüylerimi diken diken yaptı. En kısık sesiyle dünden beri çalan radyonun sesini yükseltip "Ne giyeyim?" diye seslendim kuşlara.

Kışa yatıp yaza uyanmış gibiydim. İçimde sebepsiz şenlikler vardı. Dolabımın en renkli şeylerinde dolanıp durdu parmaklarım. Sonunda beyaz elbisemle şeker pembe kısa elbisemi elime aldım. Kuşlara çevirdim askıları. "Hangisi olsun?" dedim elbiseleri aşağı yukarı sallarken. İçimde açan çiçeklerin renkleri beni çekip aldı. Pembe olanı seçtim. Uçuş uçuş, kalbim gibi bir elbise.

Oysa nereye gideceğimiz, ne yapacağımız, ne zaman döneceğimiz konusunda hiçbir fikrim yoktu. Küçük memelerimin usluluğuna güvenip sutyen takmadım. Elbisemle aynı renk rujumu sürdüm. Gözlerimi bir rimelle çerçevelerken ağlamayı huy edinmiş gariplerim gülüyordu. Nasıl gülmesin... Saçlarımı önce olabilecek en yüksek yerde topladım. Sonra çözdüm o kuyruğu, savurdum hepsini, yalnızca önüme düşen tutamları iki yanımdan tutturup geri kalanı özgür bıraktım. Özgür olmak lazımdı bu hayatta. İsteyen istediği mecrada uçabilmeliydi. Ben de, Bahar da...

Kot ceketimi elime aldım. Beyaz sırt çantamı dolaptan indirip küçük bir transfer işlemini tamamlayıp son anda Ozan'ın kütüphaneye bıraktığı defterini de içine attım. Tam kapıdan çıkacakken geri dönüp yapabildiğim kadar çok parfüm sıktım. Kuşlara öpücükler gönderirken sırtımda iki kanat belirmişti. Son bir güç; Ozan'a doğru çırptım onları, kalbim bir çay bahçesinde ayran içiyordu.








*





Bahar'ın adımları Ozan'ınkilerden daha hızlıydı. Biri çocuk gibi sekiyordu, öbürü cennete yürür gibi adım atıyordu. Orta yerde buluştuklarında Ozan öyle hızlı bir öpücük çaldı ki Bahar'ın dudaklarından. Bahar "Dur," demek istedi. "Dur, öyle değil, hızlı değil, bir daha ama daha yavaş, çok yavaş, daha uzun, upuzun!" Ama aklından bunlar geçerken adamın omuzunda buldu yüzünü. Kemiklerine dolandı sanki Ozan, nasıl sarılıyordu öyle, kaç kolu vardı ki? Kuşatıldı sanki bedeni.

"Sabaha kadar hayalinle seviştim."

İşittiğiyle Ozan'ın omuzundan koynuna doğru sürüdü başını. Gözlerini de örttü. Aslında adamın yüzüne bakmak da istiyordu ama sarılmak daha tatlıydı. Dokunmasalar bütün günü öylece orada geçirebilirdi. Güzel kokuyordu. Az önce yıkandığına emindi. Yıkanmak, duş, banyo, fayans... Hatırların arasında uyumak üzere olduğunu anlayınca kendini adamdan kopardı. Elleri Ozan'ın yanaklarına uzandı. Bir şeyler demek istedi ama ağzından tek bir kelime bile çıkaramadı.

"Sonra sarhoşluk ağır basmış, uyumuşum. Yoksa meyhaneden çıkıp buraya gelmek gibi bir planım vardı." Başını çevirip Bahar'ın avucunu öptü adam. "Kabıma sığamıyorum," dedi. "Oğulcan bile böyle dolanacaksan eve gelme, bir süre Bahar ablayla takıl, ergen gibisin dedi bana."

İkisinin de ağzından katıksız birer kahkaha çıktı. Bahar gökyüzüne baktı. Öyle güzeldi ki... Kolları bir daha adama uzandı, bir daha yaslandı adamın göğsüne. Ozan'ın dudaklarını saç diplerine duyunca açlıkla kavruldu dudakları. Nasıl ve nerede dokundu adamınkilere bilmiyordu. Nasıl uyuşuyordu dudakları, nasıl yanıyordu içi... Ama tam da istediği gibi oldu her şey. Yavaş, uzun, upuzun bir öpüşmenin sokak ortası için fazla mahrem olduğunu anladığında gözlerini açtı. Bir avucuyla örttü ağzını. Dağılan rujuyla başını eğdi. Ozan ise "Lezzetliymiş bu," dedi.

Başparmağı ağzına sürülmüş rengi silmeye çalışıyordu. Bahar'ın parmakları imdadına yetişirken "Kusura bakma," dedi kız. "Ben biraz fazla şey yapmışım."

"Kusur mu?" diyen adam ellerini semaya açıp "İstersen al beni çantanda taşı," dedi. "İstediğin zaman çıkarıp dudaklarına sür. Gıkım çıkmaz."

Fikrin güzelliğiyle gülümseyen Bahar bir elini adamın karnına götürüp başını sağa çevirdi. Sanki Ozan'ın ardında saklı kalmış biri varmış gibi "Uyuklarken bana bu arabadan bahsetmiş olabilir misin?" dedi. O zaman kadim bir dostu takdim eder gibi oldu Ozan.

"Bu benim yeni yol arkadaşım. Aslında yollara çıkmak için seni bekliyorduk." Geldiği yere yürüyüp iri gövdeli arabanın tavanına elini koydu Ozan. Eğilir gibi oldu arabanın camına doğru. "Bak," dedi kıstığı sesiyle. Ama gözleri hep Bahar'daydı. "Beklenen yolcu geldi."

Utanır gibi yanağını kendi omuzuna eğdi Bahar.

"Sen bundan daha beyaz bir ten gördün mü? Senden bile beyaz," diye devam etti adam.

Dudağını ısırarak arabaya yanaştı Bahar. Ozan'ın elinin yanına koydu elini. "Merhaba," dedi. "Ben Bahar." Ozan'a döndü gözleri. "Sen de İskeçe Prensinin beyaz atı olmalısın."

Ağır ağır başını aşağı ve yukarı salladı Ozan. "Şavşat Prensesi Bahar," dedi sonra. Bahar gözlerini kapattı. Devrik bir prensesin yükselişi miydi bu? Duymayalı ne çok olmuştu, ne çok! Ozan iki adımla yolcu kapısını açarken "Sizi taşımak bizim için ne büyük zevk..." dediğinde kızın gözleri açıldı, ardına dönüp kapıya yanaştı.

Tam arabaya binecekken, sağ ayağını kaldırmışken köşedeki büfeyi fark ederek durdu. "Bir dakika," dedi Ozan'a. Ozan ne olduğunu anlamadan büfeye koştu. Akşamdan kalan ayran borcunu kapatırken büfenin camına dizilmiş antep fıstıklı iki çikolatayı aldı avucuna. Bir de çubuk kraker. Bir paket de jelibon. Hepsini avuçlarına sığdırıp arabaya koşarken saçları sabah rüzgarıyla savruldu. Ozan ellerini şortunun ceplerine sokup derin bir huzurla izledi kızı.

"Ne o?" dedi Bahar yanaşırken.

"Akşam ayran almıştım, cüzdanımı unutmuşum. Hem onu ödedim hem de yolluk aldım." Bir çocuğun gururla sunduğu bozuk paraları gibi uzattı avuçlarını. "Muavinlik deneyimim var," dedi adama. Ozan Bahar'ı saçlarından öperek bindirdi arabaya. Şoför koltuğuna geçerken "Emrindeyiz," dedi Bahar'a. "Nereye götürelim seni?"

Bir yola bir adama baktı Bahar. Sonra omuzlarını kaldırdı.

"Aslında usul gereği sordum. Ben sabaha kadar bir sürü şey düşündüm." Konuşurken ardına, arka koltuğa baktı. "Aklında özel bir yer yoksa sepetimiz hazır."

Ozan'ı takip ederek arka koltuğa baktı Bahar. Hakikaten küçük bir sepet duruyordu hayli geniş koltukların orta yerinde.

"Sandviç yaptım," diye devam etti Ozan. "Bir şeyler daha var. Yoldan da alacaklarımız olacak." Önce yutkundu Bahar. Öyle çok tuttu ki nefesini, boğazından bir baloncuk çıkıvermiş gibi hıçkırdı sonunda. Eliyle ağzını örttü ama hemen akabinde beraber güldüler. Tam nereye gideceklerini soracakken, kendine cevap verircesine bir omuzunu kaldırdı. Hem ne diyordu şarkı? "Gel gidelim, yolları bana sorma, ne bileyim, gidelim buradan, pusulam rüzgâr!"

Elindekileri kucağına bırakıp emniyet kemerini bağlarken kendini gösteren köprücük kemiklerine baktı Ozan. İnce, narin birer kavis. Bir de mavi saçlar geziniyordu üzerlerinde. Dudaklarını ısırdı. Bahar'ın yokluğunda canının çektiği uzun uzun yolculukları anımsayıp motoru çalıştırdı. Radyonun sesi yükseldi, Bahar ekrana bakıp frekansın aynılığıyla gülümsedi. Sonra yerini tanımaya çalışır gibi arabayı seyre durdu. Ozan'a ait bir şeyler aradı. Arka koltuklar genişti. Sepetin sol tarafında bir çanta vardı. Ozan'ın fotoğraf makinesi olmalıydı bu. Sağ arka camda bir kartal pelüşü vardı, cama vakumlanmıştı, sallanıyordu. Başka, başka... Dikiz aynasından sallanan küçük metal anahtarlık; "O" harfi miydi? Parmaklarının arasında tutup baktı ona. "İpek'in Oğulcan'a hediyesiymiş. Neden burada diye sorma, bilmiyorum. Oğulcan'ın işi."

Araba hareket etti. Bahar yanı başındaki camı birkaç parmak kadar açınca, yüzüne dokunan rüzgarla bir kere daha hıçkırdı. Yine eli ağzına koştu. Biraz da utanarak baktı Ozan'a.

"Mutluluk baloncukları kaçmış içine," dedi adam. Sağ eli Bahar'ın çenesine uzandı. Oradan yanağına koştu parmakları. Bahar başını sallarken dudakları o parmaklara dokundu. yol ortası hasbihal ettiler ve "Güzel uyudun mu?" dedi Ozan

"Hı hı," derken başını salladı Bahar. "Geleceğini bilsem alarm kurardım ama bilmeyince... Duymamışım da telefonu. Yoksa hiç uyur muyum?"

"Bilmez miyim?" dedi Ozan. "Hep erken kalkarsın sen." Adamın söylediği şeyin doğruluğuyla başını salladı Bahar. Önüne baktı, sonra bir anda başını çevirip "Laf mı soktun sen bana?" dedi.

"Yoo," dedi güleç yüzlü adam. "Sen erken kalkarsın ama ben her zaman senden daha erkenciyimdir." Geçmişin tatlı sabahlarıyla önündeki jelibon paketini seçti Bahar. Açtı, birini ağzına atarken "Aaa," diye bir ses duyuldu. Başını çevirdi. Ozan'ın işaret parmağı açılı ağzını gösteriyordu. İlk jelibon -ayıcıkktı bu- Ozan'ın ağzında oyuncak oldu. Parmaklarını güç bela kurtardı Bahar.

Lokmasını yutmadan "Yeni uyandığına göre instagrama falan da girmemişsindir," dedi Ozan. Soruydu bu.

Bir endişe doldu kızın içine. Eli çantasında telefonunu aramaya başlarken "Girmedim," dedi. Hem girse ne olacaktı ki? "Benim takip ettiğim bir şey yok ki," derken korku yaladı yüzünü. "Bir şey mi oldu?"

Bu korkuyu gören Ozan, önce "Yok," dedi. Bahar'ın yüzüne su serper gibi oldu sesi.  Sonra "Yani, şey..." dedi ufak endişelerle. "Uyumadan önce bir şey yapmışım. Daha doğrusu sızmadan önce. Sanırım biraz azar işiteceğim. Sabah fark edince silsem mi dedim ama... Açıkçası azarı göze aldım da silmeye kıyamadım."

Anlamakta zorlandı Bahar. Instagrama girmeye de korktu. "Ne ki?" dedi sonra.

Bir nefeste "Senin fotoğrafını paylaşmışım," dedi Ozan. Diliyle yanağını şişirip "İşi sarhoşluğa yıkmak da istemiyorum aslında. Vardı niyetim, sana soracaktım ama kafam biraz güzel olunca sormadan yapmışım... Açıkçası pişman da değilim. Ama istemezsen..."

Bahar biraz ürkerek girdi hesabına. Ozan'ın paylaştığı fotoğraf doğrudan ekranına geldi. Dün sabahtan bir kare. Reçelli ekmek ve kendisi. Mum. Fotoğrafa uzun uzun bakmadı da, Ozan'ın yazdıklarında tatile çıktı gözleri.

"İyi ki doğdun sevgilim. Gördüğüm en güzel mavi, en Narin kuş, hoş geldin Bahar."

Süregelen suskunluğun içinde "Kızdın mı?" dedi Ozan. Bir müddet sonra başını iki yana salladı Bahar. "Benim bir şeyleri saklayacak ya da gösterecek kimsem yok." Sahi yoktu. Bir kimsesi bile. Zaten bu söylediği de Ozan'a değil, kendisineydi. Ama Ozan'ın üç gün sonra sileceği bir fotoğraf karesi olmaktan korktu.

Eline bir el uzandı. Parmaklarına girdi Ozan'ın parmakları. "Ne geçiyor aklından?"

"Hiç. Pişman olmazsın umarım."

"Ne için?"

Yeniden kalktı kızın omuzları. Ozan Karadenizde bolca gördüğü kemerli taş köprülerin göbeklerini andıran o köprücüklere bakarak iç çekti. Sağ eli direksiyonda gezerken "Eh," dedi. "Demiştim sana; prensesler nazlı olur. Hele Karadenizli olanlar..."

"Benim dedikodumu mu yapıyorsun arabayla?"

"Hep!" dedi adam. "Baş başa kaldığımız zaman neler neler konuşuyoruz."

"Neler neler anlatıyorsun?"

"En çok seyahat planlarımızdan bahsediyoruz. Acayip yerlere götürecek bizi bu kız. Sabırsızlandığını söylüyor bana."

Bilmediği yolculukların umuduyla camı biraz daha açtı Bahar. İçeri dolan sabah rüzgarıyla gözlerini örtüp yüzünü rüzgâra çevirdi.

"Büyüklüğü de gözünü korkutmasın. Sürüşü konforlu. Düz yolda Oğulcan bile oturuyor direksiyona. En son Sapanca'ya giderken koltuğu bana bırakmak istemedi hiç. Sana da öğretirim. Yorulursam seni oturturum direksiyona haberin olsun."

İşittiğiyle gözünü açtı Bahar. Bir anda Oktay'ın sesi doldu kulağına. "Ne anlattın ki ona?" diyordu. Bir iğne vardı dilinde, incecikti, batıyor, battığı yerden kan akıtıyordu. Kanı elinin tersiyle silip Ozan'a döndü Bahar. "Ehliyetim var," dedi.

Çünkü Ozan konuşurken muavin koltuğuna oturup bir kilometre öndeki kamyonun altında kalmaktan korkan bir Bahar'dan bahsediyordu. Oysa şimdi yanında oturan Bahar o değildi. "Hatta Trabzon'dan Artvin'e giderken buna benzer bir arabayı tek başıma sürmüşlüğüm de var."

Başını sola çevirip kısaca Bahar'a baktı Ozan. Duyduklarını yutarken boğazından geçen büyük bir lokmaymış gibi şişti gırtlağı. Yabancı az evvel dans ettiği balkonunda sus pus oldu. Efendi sabah kahvesiyle penceresine çıkıp onu dürtene kadar sürdü bu suskunluk. "Alem adamsın," diyordu Yabancıya bakarak. "Dün kızın tırnaklarına muhtaçtın, şimdi yanı başında ama sen onun araba kullanmayı biliyor olmasına mı içerledin? Üç koca senede kamyon şoförü bile olur insan." Yabancı başını sallasa da gönlü buruk kaldı. Bahar da bu manzarayı fark ederek devam etti.

"Refik beye okula otobüsle gidip geldiğimi söylemiş birileri. Komşu mudur, nedir bilmem. Apar topar sürücü kursuna yazdırdılar beni. Bir de özel hocam vardı. Bir süre taksiyle gidip gelmiştim. Sonra zaten ilk seferde aldım ehliyeti. Küçüktü bana verdikleri araba ama annem fenalaşınca ansızın Artvin'e gitmem gerekmişti. O zaman da arazi aracıyla Trabzon'dan Artvin'e geçmiştim. Allah'tan kar falan yoktu yollarda ama bizim oraların yollarını biliyorsun. Acemi için cesaret işi. Yine de ağlamadan zırlamadan kullanmıştım arabayı. Yan ağlamıştım da, korkudan değil. Yani korkudandı da araba sürmek korkusundan değildi."

Sustular. Bahar, kucağındaki paketleri öylesine derleyip toparlarken "Canın sıkıldı..." dedi adama bakmadan. Sonra bir nefes aldı. "İstersen fazla uzaklaşmayalım." Ne demekti bu? İnmek mi isteyecekti arabadan? İnmek mi istiyordu? Ozan mı inmesini isteyecekti? Hemen mi, bu kadar çabuk mu? Konuşurlar mıydı bunları? O sırada yoldan çıktı araba, hızlı bir manevraydı bu, ani bir frenle sarsıldı bedenleri ve araba durdu. Korkuyla Ozan'a döndü Bahar'ın gözleri. Dudakları aralandı, içlerinden bir şey çıkmadı ama gözleri apaçık anlatıyordu. Ozan derin bir nefes aldı Bahar'a bakarken. Vitesi boşa aldı, el frenini çekti, ardına yaslandı.

"Hadi bakalım direksiyon senin olsun bugün. Benim işime gelir. Yol boyu seni izlerim."








*








Sarp kayalıklarla kuşatılmış bembeyaz bir kumsal, yeşilin en koyu renginden laciverte dönen el değmemiş bir Karadeniz ve insanları koynuna alıp saklamak için yaratılmış olan Küçük Malatra Koyuna vardığımızda saat öğleyi bulmuştu. Ben İstanbul'da olmadığımıza emindim, Ozan ise İstanbul sınırlarında olduğumuza dair yemin etmişti. Navigasyon olmadan okula bile gitmemiş olan ben, ilk kez haritaya bakmadan sadece Ozan'ın değnekçiliğinde araba kullandım. Kendisi sandviçini yol boyunda yemişti. Acıktım dememe rağmen "Şoför olmak sorumluluk ister," diyerek bana yemek yedirmemişti.

Muavinlik hizmeti zayıftı, memnun kalmadım. Üç jelibon yese bana bir veriyordu, çubuk krakerleri ağzına beşer onar sokuyor ama bana ikişer tane yediriyordu. Ben ona öyle mi yapıyordum? Sinirlendim yolda. Kafamı çevirip ona laf yetiştiremediysem, arabanın yabancısı olduğumdan. Ne var herkes gibi ufak bir araba alsa, uçak almış araba diye bana yutturuyor; direksiyonu da sert geldi elime, kollarım ağrıdı, debriyajını pek sevmedim ama sadece bir kere stop ettik diye dünyanın dalgasını geçti. Sinirlerimi bozdu benim. Götürdüğü yeri bunca sevmesem çok fazla söylenirdim de, yolun sonunda ilk kez Ozan'la aynı denize ayaklarımı sokmak öyle güzeldi ki, uslu bir balık olup sustum.

Anlattıklarımın hepsi doğru. Ama aynı zamanda hepsi yalan. Yol boyu bir yanım devamlı "arabayı kenara çek" deyip durdu bana. Durmak ve Ozan'a sıkı sıkı sarılıp ağlamak çekti canım. Neden derseniz, cevap vermek için bin sokaklı bir mahallede gezmem gerek. Düşünmesi bile nasıl yorucu, yapamam. Hele Ozan'ın durmadan sesini yükselttiği radyodan çalan şarkılar eşliğinde beni izlediğini bilmek... Bir yanım dünya yükü, bir yanım tüyden hafif. Ağırlığım mutsuzluktan falan değil, ona sarılıp da ağlayamadığım günlerin acısı için belki, tanımlamak zor.

Sesi dinlediğimiz hiçbir şarkıya uymuyor ama hepsine nasıl da eşlik etti, bağır çağır. Bir ara reklam kuşağından sıkılıp kanal değiştirdi. O zaman bir istasyonda durdu eli.

"Teninin üzerinden kayan bir buzdur uzak bakışlarım, hiç izlememiş olsaydım bu filmi, canımı acıtırdı ama seni bilmek, seni bilmek, seni bilmek beynimde bir kurşun. Seni bilmek, seni bilmek, seni bilmek en büyük ceza!

Her anın aklımda her kıvrımın, sanmasınlar asla seni benden ayrı, savrulur savrulur saçlarında hayatım. Her anın aklımda her kıvrımın, sanmasınlar asla seni benden ayrı, savrulur savrulur saçlarında hayatım, seni sorsunlar benden bir tek ben anlarım!"

İlk kez duydum bu şarkıyı ama sözleri aklıma mıh gibi kazındı. Çünkü her kelimesini bana bakarak söyledi Ozan. Önce kemerini çözüp eğilmiş ve radyonun yanı başına yaslanmıştı. Gözleri elbette bende. Şarkı ilerledikçe öyle keyiflendi ki, camı sonuna kadar açtı, ciğerleri patlayana kadar bağırarak söyledi şarkıyı. "Seni bilmek, seni bilmek, seni bilmek!" Bir eli dışarıdaydı, rüzgârı kesiyordu. Bir eli benim bacağımda, dizimde. O söyledikçe farkında bile olmadan gaza yüklenmişim. Hızım yüz kırk olduğunda, kendimden korktum, usulca ayağımı gazdan çektim.

Şarkı bitti ama yerine gelen Ozan'ın coşkusunu arttırdı. Bilmiyordum bu şarkıyı da. Bir kısım sözü aklımda kaldı. Bunlar Ozan'ın ağzından dökülenlerdi.

"En sevdiğin gibi; şaraplar, yataklar, öpüşler ve düşler havalarda uçuşurken... Kırgınım sana ben. Yalnız beni değil, kendini de kandırmışsın. Kırgınım sana ben. Üstelik bu ana dek, hiç kırılmadığım gibi. Ben gökyüzünü tutamam, yıldızları çalanlar var..."

Bazı anlarda bana bakmadı. Başını ardına yaslayıp şarkıya ıslıkla eşlik etti. Dudaklarından keskin bir girdap gibi çıkan nefes; o ıslık, işte ben onun içinde uçuşan bir yapraktım. Ozan beni savurdukça ben onun dudaklarına yapışmak için deliren bir yaprak, yaprakçık.

İçeri dolan rüzgâr eteğimi savurup durdu, bacaklarım boyunca açıldı, Narin bize selam verdi. Her selamında Ozan onun başını okşadı. Elleri bedenimde dolandı. Tüylerim ürperdi, bunu gören Ozan, sanki bir yatakta yatar gibi bedenini olduğu gibi bana çevirdi. Parmakları yüzümün resmini çizip durdu. Alnım, yanaklarım, dudaklarım... Burnumun ucu bile o ressamdan nasibini aldı. Bir yere kadar tuttum kendimi. Sonunda "Boş tarlalara yuvarlanmamızı mı istiyorsun?" dedim.

"Deney yapıyorum," dedi.

"Ne deneyi?" dedim.

"Hâlâ dokunuşlarımdan etkilenip etkilenmediğini ölçüyorum," dedi.

Gülmemek için dudaklarımı sıktım. Bir yerde çaktırmadan ona bakıp "Sonuç?" dedim.

"Her dokunuşumda göğsün şişiyor, nefesin bir es verip kısa kısa devam ediyor." Parmaklarının tersi boynumdan köprücük kemiğime sekti, oradan belli belirsiz göğsüme dokunup bacağıma indi. Orada çakılı kaldı. Yutkundum.

"Ha bir de şu yutkunuşun," dedi. "O da duruyor."

Bir süre sustum, gülmemek için tuttum kendimi. Sonra "Zavallı denek," dedim kendimi kastederek. "Bu adam hep üzerinde bir şeyler deniyor. Sen de her seferinde bunun yanağındaki çukura balıklama düşüyorsun."

"Düştüğün yerde kötü mü davranıyorum sana?"

"Düştüğüm yer cennet parçası," dedim Ozan'a. "Orada herkese iyi davranıyorlar."

"Herkes?" dedi imalı bir gülüşle. "Issız bir çöl orası," diye devam etti. "Senden başka kimsenin ayağı değmedi. Değmez de."

Sustuğu an, çalan şarkıya eşlik etmeye başladı. "Bugün aramadım ama bilir o beni. Çok uzaktayım ama görür o beni. Eve dönemedim ama bulur o beni. Bana acımadı ama sever o beni." Bana baktı. Rüzgarla birlik olup saçlarımla oynadı.

"Karşıma geçsin, göğsüme vursun. Ben soru sormam, o bana sorsun. Kim daha yorgun, kim daha üzgün, bilir o beni, bilir o beni, bilir o beni!"

Şarkı bittiğinde "Kalbime frekans yapmışlar sanki," dedi.

"Şarkılar," dedim bunun üzerine. "Halka arz edilmiş mektuplar gibi. Ya da uyumadan gördüğün rüyalar gibi. Sensizken hemen her gece onların koynuna yattım. Onların içinde acı çektim. Onlarla ağladım, güldüm. Aslında pek gülmedim ama senle dinlediklerimiz tebessüm ettirmedi değil. Kuşlara da dinletiyorum onları."

Yalıköy yoluna sapmamı istedi o sırada. Yol iyice tenhalaştı. İki yanı yemyeşil düz duvar oldu. Dedim ya bence orası İstanbul bile değildi. Nereye gideceğimizi bilmiyordum ama Ozan cehennemi işaret etse tam gaz giderdim. Onunla yolda olmak fikri bile ne derin mabet. İbadete tabi. Bir süre sonra sağlı sollu köylerden geçtik. Yolda tavuk bile vardı, orası nasıl İstanbul olsun.

"Değişmeyen bir şey daha;" dedi ben söylenirken. "Hâlâ İstanbul'u bilmiyorsun. Bunca zaman geçti, altında araba bile varmış ama sen hâlâ bu şehri hakkını vererek gezmemişsin." Sustum, hakkı vardı. Hakkını vermediğim, veremediğim koca bir şehirdi İstanbul. Aynı zamanda benden çok şeyin hakkını almış bir şehir. Suçlamak için İstanbul'dan güzel ne var ki? Hem kendi üzerimden yük alırdım. Çünkü kendime sayıp sövmekten yoruldum artık.

Sonra devam etti Ozan. "Ama bir de değişen buldum," dedi. Kısacık ama merakla baktım yüzüne.

"Duyguların," dedi. "Hissettiklerin," diye devam etti. "Onları anlatmaya başlamışsın." Bir tespitti söylediği. Bir gözlem, bir şey işte. Ama soruyormuş gibi geldi bana. Ellerim terledi.

Gözlerimi yola dikip birkaç kez seri halde kırptım. Derin meseleleri düşünmek ve konuşmak için o kadar yanlış bir zamandaydım ki. Ağlayarak araba kullanmışlığım da çoktur ama Ozan yanı başımda değildi hiç. Üstelik bir yandan ağlayıp bir yandan ona nasıl laf yetiştirecektim?

"Direksiyona beni oturttun. Aç susuz işkence ettiğin yetmiyormuş gibi bir de çapraz sorgu yapıyorsun. Ayıp!" dedim. Reklam kuşağından kaçarken en sevdiği frekansa döndü. Çalan şarkıya anlam kattığında "Daha gidecek çok yolumuz var," dedi.

Şarkıyı mı söylüyordu, bana mı cevap veriyordu anlamam zaman aldı. Şarkı söylüyordu. Keyfine limon sıkmadım ama sözümü de esirgemedim.

"Değişen başka şeylerim de vardır," dedim. Sorsa ya da anlat dese aklıma gelmez ama...

"Ne güzel işte," diye cevap verdi. "Keşfedilecek bir sürü detay, öğrenilecek koca bir kalp ve sınırsız bir zaman var önümde."

"Ya keşfettiklerin seni mutlu etmezse?" dedim.

Omuz silkip "Ne yapalım canım?" dedi umursamaz bir sesle. Güldü, gamzesini gösterecek kadar çok gülerek baktı yüzüme. "Seni çukurdan çıkarıp çukuru da örteriz."

Onu taklit edip ben de omuz silktim. "Belki ben de sıkılırım o çukurdan," dedim. "Tırmanır da çıkarım."

Gamzesini esirgemedi. Dudaklarının kıvrıldığını gördüm. Küpesini gözüme sokarcasına salladı gibi geldi bana. Ama sonra ciddileşti. Başını bana çevirip direksiyonda duran sağ elimi kendine çekti. Kalbine götürdü, sonra öptü, yanağında tuttu, kalbine götürdü, bir daha öptü. Çocuk gibiydi. Ağlama arzusu bir kere daha dürtü beni. Bir de onun kucağına sokulma hissi.

Sol elle direksiyon tutup sağıma baka baka araba kullanırken arabanın burnu sağa kaymış. "Sağa çok yanaştın," dedi bu sırada Ozan.

"Ama!" diye isyan ettim nihayet. "Hem beni şoför yapacaksın hem yol boyu oynaşıp duracaksın. Sonra bir de şoförlüğüme laf edeceksin! Yok öyle yağma!"

Gülerek bıraktı elimi. "İyi öğrenememişsin sen kullanmayı," dedi. Sağ avucum bir kaşındı, bir kaşındı. Tek elle pata küte daldım Ozan'a. Canını azıcık yakabildiysem ne mutlu bana.











*














İlk kez pembe bir şey içinde gördüm Bahar'ı. Bunca şeyin içinde buna mı dikkat ettin derseniz, evet ettim. Pazardan aldığı renkli taytları vardı Bahar'ın. Ama onları alana dek hep siyah giyerdi. Siyah eşofmanları, lacivert eşofmanları, aynı renk kazak ya da tişörtleri. Üzerinde beyaz bir tişört varsa kuvvetle muhtemel benimdi. Ama zamanla kırılıyordu bu yönü. Aslında renkleri seviyordu Bahar, sevmiyor değildi. En sevdiği rengin kırmızı olmasını bir yana bırakırsak, yeşil elbisesine bakarken de gözleri parlardı. Bahar'da eksik olan şey cesaretti. Bu yüzden pembe giymesi, giydiği renklerin değişmesi ya da zevklerinin değişmesi demek değildi. Bahar'ın bir şey alırken kazandığı cesaretti.

Sanki resme ilk adımını atan, renkli tabloları beğenip fırçasına renk sürmekten korkan acemi bir ressamdı. Bir gün elbette korkusuz bir sanatçıya dönüşecekti. Henüz bilmiyor, henüz sevmiyor, henüz korkuyordu. Henüz. Aradan geçen zaman, meyveyi olgunlaştırmış, işte ben bu arayı kaçırmışım. Üzülmedim mi? Üzüldüm. Bir yanım sorguladı. Yanında kalsa, yine şu pembe elbiseyi giyen kıza dönüşür müydü? Bir şeye dönüşeceği muhakkak. Ama o arada olanlar neye dönüşeceğini de belirlemez mi? Belirler. Yoksa zaman yerden biten taşı, karşıda duran dağı, aynı sandığımız gökyüzünü bile değiştiriyor. İnsan değişmez mi hiç?

On sekiz yaşındaki Bahar'ı bir odaya kapatıp yirmi ikiye dek bekletseniz, Bahar yine değişir. Düşünürken güldüm. Ozan durdu mu sanırsınız? Durmamıştır. Kimse durmaz.

Bu sırada Bahar ayağındaki spor ayakkabıları çıkarmaya çalışıyordu. Ayaklarını suya sokacaktı, hevesliydi. Onu seyrediyordum. Araba kullanmak da, yürümek de yormuştu onu ama yakınmıyordu. Terlemişti, yanakları ergin şeftalilerin karınları gibi kızarmaya başlamıştı. Olgun meyvem. Yeşil bırakıp kırmızı bulduğum.

Daldığım yerde "Üzülme," dedi Yabancı bana. "Ziyanı yok, ağaç yerinde duruyor ya..."

"Sen?" dedi o sırada Bahar. "Sen ayaklarını suya sokmayacak mısın? Biraz soğuk ama çok güzel. Hadi gel, yalnız bırakma beni."

Bırakır mıydım hiç? Bırakır mıydım be hiç? Pehlivanlar gibi bıraktım elimdeki sepeti. Sanırsınız er meydanına çıkıp güreşecekmişim gibi ayakkabılarımı çıkarmakla yetinmeyip tişörtümü de sıyırdım üstümden. Düşünerek ya da planlayarak yapmamıştım ama elbette Bahar bunu bir "artistlik" olarak gördü. Olsun, görsün. Artistliğimi ondan mı esirgeyeceğim. Hem artistsem bile en çok ona, yalnız ona...

Bu arada pembeliğinden bahsettim ama aynı zamanda kısacıktı elbisesi. Nasıl yakışmış. Bacaklarını değişmeyenler listesine kondurabiliriz. Güzelliği aynı ama onları böyle rahat sergilemezdi Bahar. Yine cesaretin kapısına gelmişiz. Ne çok yakışmış ona giydiği cesaret.

Bir de her adımında uçacakmış gibi duran bir Narin var bacağında. Bahar'ın bacağında ama kanatları benim göğsümü kaşıyor. Kanatları bana dokunuyor. Ben de istiyorum.

İlk adımında koşmaya başladı Bahar. Geldiğimiz koyu sabaha karşı, sabah olsun diye beklerken ve gözlerim uykusuzluktan acırken seçtim. Tenha olacağını biliyordum. Zira zahmetliydi yol, her babayiğidin harcı değildi. Takvim de hazirana değmemişti. Kim gelir onca yolu? Küçük Malatra'dan daha ileride Korsan Koyu da vardı ama gider miydik emin olamadım. Bahar'ın kondisyonundan habersizdim. Bir de nerede, ne yapardık, ne kadar zaman geçirirdik... Bilinmeyenler. Sonra Bahar ayakkabılarını çıkardı ve planlamadığım, planlayamadığım her şey kum gibi parmaklarımın arasından aktı.

Bahar Narin olup suyun içinde ince bileklerini kıra kıra koştu. Taşlara takıldı, düşe yazdı, düşmedi ama kendisine güldü. Saçları daha da mı mavi oldu; belki denizle yarışmak istedi canları, öyle bir inat ondaki. Ayak bastığımız da Karadeniz ha. Tuttu mu inatları. Dalgalar "ben daha maviyim," dedi. Bahar "git işine, en mavi benim!" Narin bile taraf tuttu. Bahar'la birlik oldu. Bahar koştu, ben koşsam onu daha zor görürdüm.  Bu yüzden yürüdüm. Hep ona baka baka. Etrafı anlat deseler ezberden konuşmam lazım. Çünkü dağı taşı görüyor değildim. Bahar'dan başka herhangi bir şeyi görüyor değildim. Kara büyü müydü bu? Efsunlu muydu Bahar?

Bir ara ellerimi yüzüme örttüm. Çok mutluydum. O kadar zaman sonra o kadar çok mutluydum ki, inanamadım. Eğilip bir avuç su vurdum yüzüme. Su buzdu, kesti etimi, kendime geldim. Başımı kaldırdığımda "N'oldu?" diye koşarak bana doğru dönüyordu Bahar. "Ayağına bir şey mi battı?" dedi. Endişeliydi yüzü.

Suyun kıyısı taşlık. Az ileride kumla taş karışıp yerini sonsuzcasına kuma bırakıyor. Neredeyse diz boyunda yürüyorduk. Bastığım yerde kumlar ayağımı gıcıklıyordu. Hem adımlarım yavaştı. Bir şey batsa benden önce Bahar'ın canı yanardı. Koluma dokundu. "İyi misin?" dedi. Onu öpmem işten bile değildi. Öpmezsem yazık, öpmezsem günah. Aynı aptallığa basmam bir daha.

Öyle güzel tek vücut olduk ki. Göğsü göğsüme yakın bir yerde duru bana yapıştı. Ayaklarımız soğuk suda ve ellerimiz serbest dolaşımda. Benimkiler saçları seçti. Onunkiler bel oyuntumda gezdi hep. Dudaklarımı ne zaman ondan çekecek olsam daha büyük bir tutkuyla asıldı benimkilere. Gözlerini hiç açmadı. Bense onun yüzünü görmenin de peşindeydim. Bir ara kulağının üst yanına tutturulmuş bir tel tokaya çarptı elim. Dudaklarımı çekmeden, tokayı olduğu yerden kopardım. Sonra diğer yana uzandım. İki ayrı cebime iki tel tokayı sıkıştırıp Bahar'ın saçlarını parmaklarımla taradım.

Bu duyguyu anlatmam lazım. Bahar beni anlamıyor ama anlatmam gerek. Başarabilir miyim bilmiyorum ama denemeliyim. Saçları beni büyülüyor. Beni dürtüyor, beni tuhaf bir şekilde harekete geçiriyor. Hırslandırıyor bile diyebilirim. Ne için, neye? Buna cevap veremem. Çok karışıklar, çok bağımsızlar, çok bilinmezler, çoklar! Başına buyruk olmaları, birbirlerine bile benzememeleri, dolambaçlı kaydıraklara benzemeleri... Bir tutamı takip eden parmağım sanki suya düşecek gibi bir heyecan ve ivmeyle hızlanıyor. Sonra onlar göğsüme dokunuyor ve azılı bir sevişmeyi çekiyor canım. Terleyeceğim muhakkak ve göğsümdeki su onları bana yapıştıracak. Efsane bir tat. Buraya kadar gelmişken devam etmeliyim. Biraz daha aşağıda hayal ediyorum onları. Artık hiçbir hayal masum değil. Düşün gücü bile yeterince sertleştirir beni ve bunu izah edemem.

İnsan bedenini ben yaratmadım. Üremeyi bilim kitapları size aktarabilir ama âşık olduğum kadının saçlarının beni nasıl üremeye sevk ettiğini tarif edemez. Bende olanı ben bile izah edemiyorum. Ama bir şeye eminim. Dokunmam gerekmez. Uygun koşullar altında sadece saçlarına bakarak bile boşalabilirim. Bahar'ın tek bir bakışı da uygun bütün koşulları yaratır.

Arzusu bedeninden büyük. Dudakları nasıl lezzetli ve iştahlı... O beni bırakmak istemiyor. Bense o anı yaşayıp bir sonraki adımın heyecanıyla titriyorum. Kısaca suyun içindeki öpüşmemiz benim onun kalçasına vurmamla son buldu. "Kaçabiliyorsan şimdi kaç yoksa olacakların sorumlusu değilim," dedim.

Nefes nefese baktı yüzüme. Anlaması zaman aldı. Hatta anlayamayıp bir kere daha dokundu dudaklarıma. Elbette boş çevirmedim onu. İki öpüş arası "Günah benden gitti," dedim. Uykudan uyanırmış gibi baktı yüzüme. Bu kez iki elim birden kalçalarına uzandı. Aşılması pek kolay elbiseyi yukarı çekip külotunun lastiğine dokunduğum an dudaklarından koca bir çığlık çıktı. Bir adımla kaçacak oldu.

Avının peşine düşecek bir yırtıcı gibi kaçmasına, koşmasına müsaade ettim. Çünkü kollarımda olması ve benim onu yakalamam arasında tatlı bir fark vardı.

"Senin öpüşün bile fesat!" diye bağırdı koşarken.

Henüz koşmuyordu ayaklarım. Gülerek "Seninki değil mi?" dedim.

"Değil tabii!" diye bağırdı. "Ben sadece aşığım."

Duydum. Dağ taş deniz de duydu. Hep beraber sevindik. Bir tekme savurdum suya. Damlacıkları yüzüme geldi. Dudaklarımı ısırdım. "Ya ben neyim?" dedim sonra.

"Sen çiftleşme vakti gelmiş İskeçe öküzüsün."

Koca bir kahkaha yankılandı suda.

"Daha hızlı koş," dedim suda yalpalayan bacaklarına bakarak. Kâh önüne bakıyor kâh geri geri adımlıyordu. Koşmadığım için bir yanı rahattı. Bir yanı her an koşacağımı bildiği için telaşlı ve bunu beklen bir sabırsız. "Belki yakalanmazsın."

"Yakalarsan n'olacak ki?" dedi.

Hoplayıp zıplayan ve rüzgarla dövüşen saçları... Neredeyse dil çıkaracak bana. Öyle bir çocuk mutluluğundaydı. Sonra bir anda suya eğildi. "Ozan balıklar!" diye bağırdı. "Bir sürü balık var suda!" Suyun içinde yaşayan yeni bir ırk keşfetmiş gibi incelemelere başladı. Halbuki balık suda olur. Şaşılacak ne var?

Canıma minnetti. Ben de bir balık gibi sessizce yaklaştım ona. "Bak," diyordu bir yandan. "Sürüyle geziyorlar. Küçük de değiller ha! Isırsa acıtır bunlar!" Küçük bir an korkuyla sudan çıkmak istediğine eminim ama mikroskobik incelemelerini sürdürüyordu. Belinden yakaladım onu. Sırtlamadım ya da omuzuma vurmadım da alışveriş çantası gibi sağ kolumun altına astım. Sesiyle kıyameti kopardı. Tepede konuşlanan ağaçların bile yaprakları titredi. Bense keyifle taşıdım avımı. Kuş kadar hafifti bedeni. Hâlâ öyle.

"Balıklara bakıyordum," dedi defalarca. "Kaçmıyordum bile. Bu sayılmaz. Hile yaptın. Bu sayılmaz. Bırak beni!"

"Hile bu, hile bu!"

"Ben de balık gibi yanaştım sana. Demek ki yeterince dikkatli değilmişsin!"

"Ne balığı be! Senden olsa olsa köpekbalığı olur!"

"Şanslı bir köpekbalığıyım demek ki. Bugün karnımı enfes bir balıkla doyuracağım."

Kurtulmak istese kurtulurdu. Debelendiği doğru ama bu haline av demek yanlış olur. Köpekbalığının dişlerini okşayan bir şımarma.

Geldiğimiz istikamete sürükledim onu. Sahil şeridi büyük değil. Etrafı kuşatan kayalıklar var ve rüzgârı kesen oyuntularda iki kamp çadırı gördük. Sakinleri belki çadır içinde uyuyordu yahut gündüz keşiflerine çıkmışlardı. Yine de nevalemize yakın olmak istedim. İnsanlara, başkalarına, her şeye uzak. Yalnız Bahar ve ben.

Bahar'ı yere kondurduğumda elbisesi sırılsıklam olmuştu. Dengesini bulana dek bana tutundu. Zaten onu bırakmak gibi bir arzum da yoktu. Ayaklarımızın altı taşlıktı. Saçları yer yer ıslanmış. Onları kulaklarının ardına iterken "Biri tokalarımı çaldı," dedi.

"Bir daha söylesene," dedim.

"Neyi?" dedi.

"Az önce söylediğini."

"Tokalarımı çaldığını mı?"

"Ck. Aşığım dedin."

Dudakları aralandı ama hemen bir şey demedi. Sahile baktı, sepetimizi gördü. "Acıktım," diyerek yanımdan geçecek oldu. Elini tuttum. Yeniden karşısına geçtim. "Duyduğum en güzel şey olabilir," dedim. "En güzeli değilse bile en güzeli yine senden duyduğum bir şeydir."

Gülümsedi. Tuhaf bir utanç vardı yüzünde. Gözleri hep kaçak göçek. "Sana aşığım," dedim. Utanarak değil ama. Gururla, övünçle. Mutlu oldu. Yüzünde gördüm o mutluluğu. Alnını göğsüme yasladı. Ellerimi belinde birleştirip çenemi başına yasladım. Ne kadar öyle kaldık bilmem. Bahar'ın derin derin iç çektiğini, uzun nefesler alıp onları içinde tuttuğunu biliyorum. "Sonunda açtın sen," dedim. Göğsümdeki başını salladı.

"Hadi," dedim ona. Elimi uzattım. Tuttu. Sepetimize dek yürüdüğümüz üç beş adım boyu dilinde bir şarkı vardı. Sekiyordu ayakları. "O kapkara bulutları dağıtıp atmalı, herkesin yüzünde bir küçük tebessüm olmalı..."

Sepetin dibinden çıkardığım mata şaşırdı. Bense şaşırmasına şaşırdım. Yolda olmanın doğurduğu ihtiyaçlara alışkındım. Sepet işin romantik kısmıydı. Bahar yanı. Ama sepetin içindeki hemen her şey sırt çantamda olanlardı. Herhangi bir şeyi kesip biçecek edevatlar, termoslar -Oğulcan'ınkini de çalmıştım- bardaklar, üzerine serilebileceğim bir mat demirbaşlar. Sepete sandviç, termosa kahve koymuştum. Evde taşımaya değer sadece üzüm vardı. Onu da ayıklayarak sepete atmıştım. Pastası hâlâ Bahar'ı bekliyordu ve helak olması muhtemeldi. Bu yüzden bir saklama kabına irice bir dilim kesip koymuştum. Mum aklımdaydı ama unutmuş benim aptal kafam. Apartın önünde Bahar'ı beklerken mum aradım durdum. Büfede sofra mumu buldum. Komik olacaktı ama yine de aldım. Açık manav bulmak için de çabaladım ama başaramadım. Karadut alabilseydim iyiydi. Fındık ve badem aldım ama. Sepet dediğim buydu.

Matı sererken Bahar yüzünü buruşturdu. "N'oldu?" dedim. "Göğsüne yatarım diye düşünmüştüm," dedi. Şımarıklığı üzerindeydi, nasıl tatlıydı o hali. Ah Bahar!

Matı bir kenara bıraktım. "İyi," dedim boyluca yere yatarken. "Benim canıma minnet."

İç çekerek ayaklandı. "Sırtına taşlar girer," dedi ve öyle serdi örtüyü.

İyi de oldu. Yuvarlana yuvarlana sevdim onu. Kâh o benim üzerimdeydi kâh ben onu örtüyordum. Doymadı, doymadım. Bilmem kaçıncı kez açlığından bahsetti. Karnının aç olduğundan şüphe duymaya başladım. Açsa, bana aç gibiydi. Sandviçini eline tutuşturdum nihayet. İlk lokmasını bağdaş kurup denize bakarak kopardı.

"Ne zamandır okulla apart arasında geçiyordu hayatım, ne iyi oldu buraya geldiğimiz," dedi.

Uzattığım termosu aldı. Sütlüydü kahvesi. Öyle severdi. Sevmediyse de bir şey demeden bir yudum içti. "Hâlâ sıcacık," dedi diliyle damaklarını yalarken.

Onun gibi bağdaş kurdum. Ellerimi ardıma yasladım. Önümde deniz, yanımda Bahar, kulağımda ikisinin sesi. Ruhum dinledi, ruhum dinlendi.





*











"Çok zorlayan bir ders olmadı pek. Günü güne çalışma alışkanlığımı korudum zaten. Hatta yolda dedin ya değişmeyen şey diye. En değişmeyen şey okulla, derslerle olan bağım. Hep ama hep çok çalıştım. Senin yanında ayrıldığımda, Galata kokulu evden çıktığımda, hayata tutunabildiysem de çalışma aşkım sayesindedir. O zaman iki gözüm iki çeşme ders çalışırdım. Yanımda Aşık'la Narin'in kafesi varmış gibi boşluğa baka baka çalışırdım. Öyle öyle geçmiş seneler. Şimdi geriye son bir sınav kalmış.

Neyse. Diyeceğim o ki okul beni çok oyalayamadı. Part time iş de bunaltan bir şey değil. Kalan zamanlarımda yürümeyi seviyorum. Hatta hemen her yere yürüyerek gidiyorum. Ama ne zamandır Beşiktaş çemberinden çıkmamışım. Ha bak bugün Yunanca kursum var aslında. Ekiyorum onu da."

Konuşurken sandviçini yarılamıştı Bahar. Gözü çoğunlukla denizi gözlüyordu. Ozan'ın gözü de çoklukla denizdeydi. Yunanca kursuyla yüzü güldü. Ama öncesinin sisli sokakları aklını karıştırdı.

"Çıktığın eve dönmek gelmedi mi hiç aklına?" dedi bu sırada. Bir parça serzeniş vardı içinde.

Bahar'ın ağzındaki lokma taş oldu. Çiğneye çiğneye dişleri acıdı, bir cevap düşünürken Ozan devam etti.

"Bir kere Levent'le konuştuk bunu. Yani Levent'le seni konuşuyor değildik. Anlatamadım." Ardındaki ellerini kucağına çekti. Bahar'a bakmadan devam etti. "Kliniğe kuşları götürdükten sonraydı. Levent'in ağzından senle ilgili bir şeyler duymaya çalışıyordum. O güne kadar kimseyle senin hakkında konuşmuş değildim. Evden çıkıp Levent'lere gitmişsin. O zaman öğrendim. Onca zaman sonra... Sindirmem de zor oldu. Hatamı, suçumu biliyorum. Ne olursa olsun seni bırakmamam lazımdı. Evden ayrılmana izin vermemem lazımdı. Ben bunun pişmanlığını çok yaşadım Bahar. Ama sonra... Dönebilirdin. Dönersen sana kucak açacağımı biliyordun. Kızmayacağımı, sarılacağımı, seni asla bırakmayacağımı biliyordun."

Ağzında eriyip biten lokmasını yok yere yutmaya çalıştı kız. Sonra elindeki ekmeğe bakıp "Mesela ne zaman?" dedi. Ozan'a hiç dönmedi gözleri.

"Ne zaman dönmemi bekledin? Çünkü ilk bir iki gün ben kendimde bile değildim." Bulanık bir zaman gibi konuşmuştu oysa aklındaydı tüm zaman akışı. "Üç gün," diye düzeltti. "Üç gün kaldım Levent'lerde. Öyle mutlu mesut konakladığımı da sanma. Gidecek bir yerim yoktu. Düşündüm düşündüm, içine girecek bir delik bile gelmedi aklıma. Yapabilecekmişim gibi otel falan geçti aklımdan. Param yoktu. Cüzdanım, telefonum. Sen benim neden hastanede olduğumu bile bilmiyordun. Yaptığım şeyin yükü beni yeterince ezerken bir de dönüp sana anlatmak... Polisler, avukat mavukat. Cinayet işlemişim gibi hepsi tepemde. Ama haklısın, en mantıklı olan dönmekmiş. Dönsem o zaman dönerdim. Özür dilerdim senden. Azarımı işitir, otururdum kıçımın üstüne. Hatta dönebileceğim tek zaman oydu, oymuş...

Bir üç gün daha geçtiğinde ben kendimi bambaşka bir dünyada bulmuştum. Üç gün daha... Bir günde Bahar Sezer oldum ben. O zaman mı dönmemi bekledin sana?" Bir anda güldü Bahar. Başını göğe kaldıra kaldıra. Gözüne koşanları kelebek misali göğe uçurdu.

"Hiç nikah töreni gördün mü?" dedi sonra Ozan'a. Baktı yüzüne. Taş duvar gibiydi Ozan'ın yüzü. Omuz silkip döndü denize. "Görmüşsündür. Ben televizyonda falan görmüştüm. Acarkent'te bir oda verdiler bana. Hiç çıkmıyordum içinden. Evde devamlı bir kavga gürültü vardı. Dünyadan buharlaşıp uçmayı çok istediğim zamanlardı. Ben kimim, neredeyim, bu insanlar kim? Deden İstanbul'da diyorlar bir yandan. Ne deseler yapıyorum... Çağırıyorlar bir imza diyorlar, atıyorum. Öbür tarafta Oktay duvarlara kafa atıyor. Babası ona bir tokat atıyor. Gelip o da atıyor imzasını." Elini yanağına götürdü Bahar. Hızla sildi akanı.

"Anlatmak kolaymış. Yaşaması değildi. Ama odama çıktığımda rahatlamıştım. Bu kadarsa zor değilmiş diye geçirmiştim aklımdan. Sonra okula giderken kaybolan kartım için bankaya uğramıştım. Soyadım değişti diye sorun yaşadım. Aptal gibi bankacıya on saat dil dökmüştüm soyadım Saraç diye diye." Hem güler hem ağlar mıydı bir insan? Bahar ikisini bir anda yaptı. Bir kere daha sildi yüzünü. Ekmeğini yanına bırakıp dizlerini karnına çekip sarıldı.

"Bir gün dolaba sıra sıra gelinlik asmışlar. Giy dediler, fotoğraf çekimi olacakmış. Ben ders çalışmaya çalışıyorum oysa... Oktay'ın kafası uçmuş gitmiş. Mesela o zaman mı gelseydim yanına? Dibe batmıştım Ozan. İstemeyeceğine emindim. Her şeyden çok emindim ama evet, gelseydim kurtulurmuşum. Neresinden dönsem kârmış ama bunu bugün söyleyebiliyorum. O zaman öyle değildi ki. Yastığımın altına bıçak, makas, tornavida ne bulursam onu koyup da yatıyordum. Kimdi ki o insanlar? Benim orada ne işim vardı?"

Sustular. Pay edilmiş mutsuzlukları raftan çıkardılar. Her biri üstüne düşeni aldı, giydi. Rüzgâr esti, üşüdüler.

"Bir kere arasaydın..."

"Bin kere aklımdan geçmedi mi sanıyorsun? Her gün, her saniye bin kere düşündüm."

"Düşüne düşüne kuzey ışıklarına mı gittin?"

Ozan'ın yüzüne baktı Bahar. Ozan gözlerini kaçırdı. Bahar önüne dönüp ayak parmaklarına yapışan kum tanelerine baktı.

"Oraya daha çok var," dedi sonunda. "Oraya gidene kadar..."

"Ben o güne kadar bekledim," dedi o zaman Ozan. "Gelirsin, dönersin. Pişman olmuşsundur. Seviyorsundur. Hep bekledim."

"Pişmandım. Çoook. Her şeyden çok." Bir kere daha Ozan'a baktı Bahar. Ozan yüzüne bakmıyordu. Ciğerlerinde biriken havayı bıraktı. "Ama çok geçti," dedi o zaman.

"Ne için çok geçti?" dedi Ozan. Başını kaldırıp Bahar'a baktı. Bahar kendisine bakmıyordu.

"Tus'a girmemiştin. Sınav zamanı Sezerlerin kabin valizi gibi yanlarında taşıdığı bir köpek olarak Amerika'daydım. Orada da bir oda verdiler bana. Küçük, merdivenin altında. Sen o eve hiç gitmemişsin, bilmezsin. Sınavın olduğu gün ve gece hiç uyumadım. Oturdum uzun uzun dua ettim senin için. Sonra, akşamına İbo'yu arayacak cesaretimi topladım. Sadece sınavının nasıl geçtiğini merak ediyordum. Söylemedi İbrahim. Girmemişsin sınava. Oktay'dan duydum. O bir şekilde haber alıyordu senden."

"N'apıyordunuz?" dedi o zaman Ozan. "Akşamları sahilde oturup biranızı yudumlarken benden mi bahsediyordunuz?"

Bir süre sustu Bahar. Kollarını daha sıkı sardı dizlerine. Öyle değildi demek geçti aklından ama... Ama anlatması zordu. Yorgun hissetti, çok yorgun. Elbette bunları soracaktı Ozan. Aslında her an beklediği şey buydu. Belki de bunun için buraya gelmişlerdi. Yine de az evvel adamın kollarındayken... Uzun sürdü suskunlukları. Ozan hatıraların içinden birini seçip gece gündüz kıvrandığı yatağına girdi. Bahar ise Amerika'nın boğucu kasvetini yakıştırdı kendisine. Küçük dertleri için bir çare, bir çıkar yol arayan Bahar'ı kolundan tuttu, çekeledi, itti kaktı ve konuştu.

"Öyle olmadı," dedi düşündüğü gibi. "Ama öyle olsun isterdim," dedi sonra. "Çok isterdim hem de." Adama baktı, ilk kez buluştu gözleri. "Keşke yan yana gelip kaybettiğimiz Ozan'dan bahsedebilecek kadar dost olabilseydik."

Gözlerini birbirinden çekmeden "Ha!" dedi Ozan. Aydınlanır gibi. "İki sevgilinin arasındaki nahoş bir anıydım herhalde ben."

İşittiğini anladığında birdenbire güldü Bahar. Durumun abesliği karşısında eliyle ağzını örtme gereği duydu. "Özür dilerim," dedi hemen ardından. İçindeki yangın ateşi soluğunu bırakıp "Sen bizim aşk sözcükleriyle birbirimize sarıldığımızı hayal etmişsin. Ama hayır. Sen benim gözümde içinden kovulduğum cennettin. Ben ise Oktay için ailesiyle birlik olup ona iş çeviren orospunun tekiydim." Kelime dilini acıttı ama yine de devam etti. "Üstelik benim yüzümden senden de olmuştu. Oktay'ı benden iyi tanıyor olman lazım. Nefret ettiği birine şerbet içirmez. Sahilde oturup senden bahsettiğimiz tek bir zaman dilimi oldu, onda da benim yüzümden sınava girmediğini sündüre sündüre bana anlatmıştı. Bir yolunu bulup ölmemi istiyordu. Ölmem için bana yol gösteriyordu. Benim de bir türlü cesaret edemediğim şey buydu."

"Yaşamaktan keyif alıyor da değildim ama hayatta kalma güdüsü çok kuvvetli bir şey. Bir şeymiş. İpin ucunu bırakmak kolay değil. İstemediğimden de değil ama bırakmadım, bırakamamışım. Pardon senin sorduğun bu değildi. Şey diyorduk. Evet, olmadı ama Oktay bana senin haberlerini taşısın isterdim."

Kurduğu cümleyi biraz daha düşündükten sonra Ozan'a bakarak başını salladı Bahar. "Çok isterdim," dedi sonra. "Çünkü senden hiç haber almıyordum. Hiç. Ne yaptığını ne yapmadığını bilmiyordum. Telefonlara o zamandan beri küsüm. Sosyal medya hesaplarım olmadı. Senden başka bir merakım da yoktu ama bunun için elime telefon almadım. Ama merak ediyor muydum, evet. Deliler gibi, çılgınlar gibi merak ediyordum. En kötü anlarımda hep seni elinde bir kadeh şarapla terasta hayal ederim. Ah o ev!"

Tarif edemeyeceği bir özlemle dudaklarını birbirne bastırıp başını göğe kaldırdı Bahar. "Immm," diye bir ses yükseldi dudaklarından. Gözlerini örttü. "Dünyanın en güzel yeri. Dünyanın en mutluluk kokan, mutluluk veren yeri. Cennet dedikleri oradan daha güzel olamaz değil mi?"

"Bilmem," dedi o zaman Ozan. "Senden sonra mutlu olduğum bir yer değildi."

Bahar bir süre hafızasındaki cennette durdu. Küçük adımlar attı orada. Elindeki kadehten yudumlar alıp kuleye doğru sarktı. Eğilip bir mum yaktı. "Bir de sen aksini düşünsen de, ben senin hayatında önemli bir yerim olduğunu düşünmüyordum. Hele ki zaman geçtikçe buna dair var olan inanç kırıntılarımı bile yitirmiştim. Zaman geçtikçe Oktay'la uzlaşabildiğimiz tek konu boşanmak oldu. Aklımca hayal kuruyordum. Boşanıp yanına gelecek ve senden özür dileyecektim. Sonra öğrendik ki o da bir yıldan önce olmuyormuş..."

"Sen de koyverdin gitti, öyle mi? Serbest bıraktın içindeki Oktay aşkını..."

Bahar az önce mum yaktığı terastan tepe taklak düşüverdi. Ölmedi de, bir yerleri kırıldı. Öyle baktı Ozan'a. Göz gözeydiler.

"Çünkü bir yerde birbirinize sarılıp aşk sözcükleri fısıldadığınızı biliyorum. Beni nasıl andığınızın bir önemi yok. Bir yerde geçmişteki hayalete dönüştüm ben. Çünkü hiçbir kuvvet Oktay'a kendi hesabından senin fotoğrafını paylaştıramazdı. Babası bile yapamaz bunu. Devam ettiniz, yürüdünüz, uçtunuz. Kuzeye doğru..."

Su yoktu yanlarında. Olsa, bir yudum su içmek isterdi Bahar. Dili damağı kuruyunca fark etti bunu. Ne yapacağını bilemedi. Kurumuş boğazı öksürmesine neden oldu. Normaldi bu. Bu. Bu. Soracaktı elbet. Soracaktı. Soruyordu işte. Nasıl cevap verecekti? Ozan'a baktı.

"Ne duymak istiyorsun?" dedi en ince sesiyle. Ağlıyor değildi. ağlamamak için kendisini sıkıyordu ama kotarıyordu bu işi. Renk vermedi Ozan'a. Sorduğu soru da samimiydi. Ozan ne isterse onu söyleyecekti.

"Duymak istediğin her şeyi sana söylemeye hazırım." Kollarını çözüp iki yana bıraktı. Ara ara elleri kalkıyordu, bir şey, bir dert anlatmaya çalışıyordu. "Ne istiyorsan. Ne istiyorsan, hepsini söylerim. Çok pişmanım. Çok yazık oldu. Çok özür dilerim. Sana yaşattığım her şey için çok özür dilerim. Çok özür dilerim. Çok özür dilerim." Dizlerinin üzerine kalkıp Ozan'a yaklaştı bedeni. Ellerini baldırlarına koyup "Gerçekten," dedi. "Bütün kalbimle, var oluşumla, aldığım her nefesle çok pişmanım. Yaşattığım her şey için, hissettirdiğim her şey için..." Serinkanlılığı orada paramparça oldu.

Bahar yanı başında çırpınırken "Mutlu musun?" dedi Yabancı. "Görmek istediğin bu muydu?" Efendi katıldı o sese. "Ozan," dedi. "Burası çıkmaz sokak. Yapma oğlum. Yapma, buradan dönemeyiz. Bunları konuştuk. Mutsuzduk, çok mutsuzduk. Yine mi mutsuz olalım?"

"Benim yüzümden oldu her şey. Her şeyi ben mahvettim. İlmek ilmek işlediğin, kurduğun o hayatı ben dağıttım. Benim hatalarım..." Cümlesinin içinde boğuldu Bahar. Öksürükle gözyaşı birbirine karıştı. Sonra bir kucak buldu kendisine. Ozan'ın bedeni onu sarmalarken ağlayışı dinmek yerine fırtına halini aldı. "Biri benim cezalandırsın. Hatta en iyisi sen yap bunu. Gerçekten. Hak ediyorsun. Ben de hak ediyorum. Cezayı yani. Ama sen değil. Senin hak ettiğin bu değil." Aklı öyle çok dağıldı ki... Ozan'a bakarken, seri halde özür dilerken telefon direkleri devrildi, hatlar birbirine girdi. "Özür dilerim Leman abla," dedi Bahar. "Ben böyle olsun istememiştim. Ozan üzülsün istemedim. Hiç istemedim."

Ağlayışı yakarış oldu. Saçlarına uzanan eller vardı. Ozan'ın elleri. Onların yanına erişti elleri. Ama Ozan'ınkiler saçlarını okşarken, Bahar'ınkiler tuttuğu saçları öbek öbek çekmeye başladı. Öyle ki ağlayışı şekil ve boyut değiştirip sükunetten fersah fersah uzaklaştı. "Yeter," diyordu bir yanı. "Yeter, yeter dayanamıyorum. Yeter. Yeter arık, yeter."

"Şşşşt! Şşşşt Bahar." Ozan önce Bahar'ın ellerine mâni olmaya çalıştı. Onları tutup zapt ettiğinde bile Bahar'ın örtülü gözlerle başka bir denizde boğulduğunu anladı. O zaman elleri kızın yanaklarına uzandı. "Bak bana," dedi acınası bir sesle. "Bak bana. N'olur bak bana."

Bahar'ın kulakları Ozan'ı duymadı bile. Aynı şeyleri söylüyordu durmaksızın. "Özür dilerim. Çok özür dilerim. Mahvettim her şeyi. Seni de ben mahvettim. Özür dilerim. Çok özür dilerim Ozan."

O zaman kızın yüzünü öpmeye başladı Ozan. Neresi olduğu mühim değildi. Bu şey, bu özür hiçbir yarasına, hiçbir acısına iyi gelmemişti. İyi gelmek bir yana örtüldü sandığı bütün yara bere aynı anda kendini gösterip kanamaya başladı. Tufandı bu. Yok ederdi. Hem Bahar'ı hem de kendisini. "Şşşşt!" dedi yeniden. Bu kez şiddetliydi sesi. Bedeni kızınkine çarpar gibi sarıldı. Elleriyle kızın ellerini tutup ardında birleştirdi. "Yapma," dedi yüksekçe bir sesle. "Yapma Bahar. Yapma! Yapma."

Özür dilemekle yeter arasında bir girdap kurdu Bahar. Çarpa çarpa yorgun düştü. Belki daha da açmazdı gözünü ama ani bir öğürtüyle sarsıldı bedeni. O zaman ıslanıp birbirine yapışmış göz kapakları aralandı. Bir eli Ozan'ı iterken bir eli karnını tuttu. Eğildiği yerde havayla dolmuş karnı kasılıp duruyordu. Öyle çok korktu ki kusmaktan... Emekler gibi kumsala doğru yol almaya çalıştı. Bir eliyle ağzını örtüp dudaklarını sımsıkı bastırdı birbirine. Yanı başında kendisiyle ilgilenmeye çalışan adamdan uzaklaşmaktı bütün gayesi. Başaramadı.

Ozan'ın kollarında vurdu deniz kıyısına. Soğuk su çarptı yüzüne. Kim bilir kaç kez yıkandı o suyla. Nefes almaya başladığında dünya da yeniden dönmeye başladı. Tıkanmış kulakları açıldı. "İyi misin?" diyen Ozan'ı fark edip başını öylesine salladı. Ne olmuştu, nasıl olmuştu? Anlamlandırması zaman aldı. Bir kere daha "İyi misin?" dedi yanı başında duran adam. Yeniden başını salladı. "İyiyim," dedi sonra.

"Dur burada," dedi Ozan. Sonra ayaklanıp bir anda koşmaya başladı. Ne olduğunu bile anlamayan Bahar onun ardından baktı. Ozan koştu, koştu. Minicik bir nokta oldu. Suya döndü Bahar. Suyun içinde oturduğunu fark etti. Her yanı sırılsıklamdı. Uzun zaman olmuştu herhangi bir kusma nöbetine kapılmayalı. Çok uzun zaman... Ve yeni bir dalganın Ozan'ın gözü önünde yaşanmasına öyle çok üzüldü ki; genzinden yükselen ekşi tat diş etlerini uyuşturdu. Soğuk soğuk terliyordu şimdi. Bir de titremesi vardı ki... Islanmış yerlerine sardı kollarını. Ardından hissizlik geldi. Küçücük balıklar yüzüyordu kıyıda, küçücük. Ayak parmaklarını öpüyorlardı sanki.

Burnu kaşındı. Onu kaşırken duyduğu sesle başını çevirdi. Ozan'ın elinde büyük bir şişe suyla koşarak geldiğini gördü. Derin bir nefes aldı. Bir kere daha "İyi misin?" diyerek yanı başına çöktü Ozan. "İç şunu," dedi sonra. Suyu nereden bulmuştu, hiç anlamadı ama çölde bulmuş gibi sarıldı şişeye. İyi geldi. Neye iyi gelmezdi ki zaten? Kana kana içtikten sonra suyun şükrüyle nefes aldı. Alçak sesle "Özür dilerim," dedi bu kez. "Böyle olsun istememiştim."

"Özür dilenecek hiçbir şey yok," dedi Ozan. Şişede kalan suyu avucuna akıtıp Bahar'ın yüzünü silerken "Bir kere daha ağzından özür lafını duymak istemiyorum," dedi. Farkında olmadan ellerini kaldırıp adamın yanaklarına götürdü Bahar. Öylece dokundu adamın yanaklarına. Gözlerine baktı. Bir dirhem güç ve huzur bulduysa onun güzelliğindendi.

Sonra eğdi başını. "İstersen dönelim."

"Dönmek mi?" dedi adam. "Dönmek mi istiyorsun?"

Bahar baktı, Ozan tebessüm etti. "Bir zamanlar evime ilk kez adım atan Bahar da böyle boynu bükük çıkmıştı evden. O zaman sana ne dediğimi hatırlıyor musun? Bir daha evimden böyle küs ayrılmak yok. Sözümü dinlemeyince bak n'oluyor..."

"Evde değiliz ki."

"Birlikte olduğumuz her yer bize yuva."

Farkında olmadan gülümsedi Bahar.

"Biraz uzanalım mı şuraya?"

Ardına dönüp baktı Bahar. Kalkıp az evvel oturdukları yere dönmek nasıl da zor geldi. Zaten oradan buraya nasıl geldiğini de anlamamıştı. Bahar'ın kuşkulu bakışından rahatsız olan Ozan ise kızın yanı başına, suyun geri çekildiği yere bıraktı bedenini. "Gel bakayım şuraya," derken göğsünü gösteriyordu. Sürünür gibi geri çekildi Bahar. Adamın göğsüne sokulurken istemsizce bir öpücük bıraktı oraya. Bilinçle yapmadı. Dudakları konuverdi öyle.

Ozan'ın kolu yastık oldu kıza. Nefesi adamın göğsüne yaz rüzgârı gibi dokunup durdu. Sonra titremeye başladı Ozan'ın göğsündeki kuş. Eliyle örtmek istedi onu. Bu yetmeyince "Bir saniye," diyerek ayaklandı Ozan. Üç koca adımla Bahar'ın ceketiyle üzerinden çıkardığı tişörte ulaştı. Saniyeler içinde döndü kalktığı yere. Bahar ne olduğunu bile anlamadan üstü iki parça kumaşla örtüldü. Yastığı baki kaldı.

Sözleşmiş gibi gözlerini örttüler. Bahar uyudu. Hem de öyle kolay çekildi ki uykuya... Nefesi uzayıp seyrekleşince Ozan bir nöbete tutuldu. "Korkuyorum," dedi Yabancı. Onu teskin etmek Efendiye düştü. "Sakin ol," dedi adam. "Bir eşikten geçtik. Yüksek bir eşik. Atlamak kolay değildi. Sarsıldık ama ayaktayız." Ağır ağır başını salladı Yabancı. Ama yineledi. "Ya şimdi... Korkuyorum."

"Korkma," dedi bir daha Efendi. "Hatalarımızdan ders çıkararak yürüyoruz. Aynı hatayı tekrarlamayacağız. Bak Bahar ne güzel uyuyor. Uyku örter, uyku unutturur." Gözlerini açtı Ozan. Bahar'ın yüzüne baktı uzun uzun. Lekelenmişti gözleri. Ruju uçup gitmiş. Sandviçi bile yarım kalmıştı. Dudağını ısırarak baktı gökyüzüne.

Bahar böyle özür dilemişti ya... Hiç mi ferahlamazdı içi? Hiç ferahlamamıştı. Hiç. En ufak bir iyilik, güzellik uyanmamıştı içinde. Eskinin muhasebesine girdi ama sınıfta kaldı. Boş kâğıttı önünde duran, bomboş bir kâğıt. Yeniden Bahar'a çevirdi yüzünü. Kokusunu duymak için derin derin nefes aldı. Sonra su sesi yayıldı içine. "On dakika uyuyayım mı şurada?" dedi Efendiye. Yabancı kuvvetle başını salladı. "Lütfen," dedi. "Lütfen."

*

"Uyandırdım mı?" dedi Bahar. Üzerindeki tişörtü alıp Ozan'ın üzerine sermeye çalışırken açılmıştı Ozan'ın gözleri. Önce nerede olduğunu ayırt etmeye çalışmış sonra kronolojik bir sırayla olanları anımsayıp gözlerini Bahar'a çevirmişti. Üşümek hissettiği şeyler arasında yoktu.

"Dalmışım," dedi uykunun kattığı sersemlikle. "Uyumayacaktım aslında."

"Uykusuzsun ki," dedi Bahar. "Kaç saat uyudun bugün? Bugün de değil, dün." Bugün, dün, evvelsi gün... Hepsi birbirine girdi aklında. Cevap vermeyince Bahar devam etti. "Üşümüşsündür de."

"Ck," dedi Ozan. "Üşümedim." Bahar'ın örttüğü tişörtü üzerinden çekecekken "Kalsın," dedi Bahar. "Cıscıbılsın. Esiyor bak. Hatırım için kalsın."

Sırtüstü yatarken gülerek sağa döndü Ozan. Sırtına yapışmış taşların yatakları acıdı ama mutluluğu suyun sesinden bile fazlaydı.

"Unuttun mu? Benim içimde hiç sönmeyen bir yangın var."

"Unutmadım da... Olsun, örtül sen yine de."

"Tamam," dedi bu kez adam. Sırf Bahar'ın içi rahat etsin diye kumaş parçasını gelişi güzel bıraktı gövdesinde.

"Uyumuşum ben de. Pekmezim bitti. Kanım oynuyor galiba. Sızıp kalmışım."

Hem güldü hem de sol eliyle kızın yüzünde gezdi adam. Bembeyazdı. Parmakları gözlerinin etrafına dağılmış siyah lekelerde gezerken "Geçmişin içinde gezmek yoruyor," dedi. "Bir daha yapmayalım bunu."

İki kez gözlerini kırptı Bahar. Sonra gökyüzüne baktı. Uyumadan önce olanlar çok eski bir geçmişten kopmuş gibi akın etti hafızasına. "Geçmiş..." dedi önce. "Hangi geçmiş. Ben senle olan geçmişte gezmeyi seviyorum. Hatta o geçmişin yüzü suyu hürmetine yüzdürüyorum bu gemiyi."

Tatlı bir tebessüm yayıldı Ozan'ın yüzüne. "Yüzme bilmeyen gemi yüzüyor artık..."

Dudaklarını birbirine bastırsa da gülümser gibi oldu Bahar. Gökyüzünden çekmedi gözlerini ama başını salladı. "Arada su alıyor, arada sarsılıyor, devrilecek gibi oluyor ama bir şekilde yüzüyor. Galiba."

"Gemi bu. Elbet boğuşacak denizle."

Bir an Ozan'ın gözlerine baktı Bahar. Sonra göğe döndü.

"Beraberimde seni de sarsıyorum ama..."

Bu kez başını iki yana salladı Ozan. "Benim de hatalarım var," dedi. "Bir bir saymak bize bir şey katmaz. Katmayacak. Ama söylemek istediğim bir şey var buna dair. Söylemesem de olur da, içimde kalmasın, bil. Bil de öyle örtelim bu defteri."

Yalan değil, hakiki bir merakla Ozan'a baktı Bahar.

"En büyük hatam, evden öylece çıkmana müsaade etmek. Ama bunun altında yatan şey. İşte asıl bilmeni istediğim bu. Sağlıksız bir durumdaydın. Bunu bile bile bıraktım seni. Peşinden koşmadım. Aramadım. Sen benim sadece sıradan bir arkadaşım olsaydın ve evlenmekten bahsettiğin kişi kitap gibi ezbere bildiğin bir adam olsaydı... Yine de alacağın karar doğru olmazdı. Hani nikah kıyılırken sorarlar ya... Baskı ve tesir altında kalmadan kabul ediyor musun diye..." Durdu Ozan. Bahar kırık bir gülüşle "Bilmem," dedi. Ona kimse bir şey sormamıştı.

"Senin yerine kimi koyarsam koyayım, öyle olmaz, olmamalı. Öyle evlenilmez. Öyle sebeplerle evlilik olmaz. Ama diyeceğim bu değil... Ben bunca kızdıysam, bunca korktuysam, sonra bu korku ve öfkeyle peşine düşmediysem... Kıskançlıktandı." Güç bir itiraftı bu. Ozan'ın bunca düşünüp dile getirmekten çokça korktuğu bir itiraf. Bahar'ın gözbebekleri büyüdü. Ozan ise daha ötesini ona bakarak söyleyemedi. Sırtını yeniden yere verdi.

"Ona aşık değildin. Ama ona zaafın vardı. Bunu içten içe biliyordum ve ikinizin yan yana gelme fikri beni korkutuyordu. Onu tanımıyordun ama beğeniyordun. Binlerce kilometre öteden, çok zaman öncesinden gelen bir beğeniydi bu. Bunu biliyor olmakla baş etmek zor geldi bana. Bu, kıskançlığın bir yarısıydı. Diğer yarısı beni daha acınası bir hale düşürdü Bahar..."

Ozan önce sustu. Sonra damaklarını ısırdı, bekledi ve devam etti.

"Zaaflarının karşılığını onda bulmandan korktum. Oktay kendisini senin gibi seven, senin gibi gören birinden etkilenir diye korktum... Bunu söylemek benim için de kolay değil ama kim etkilenmez ki? Kimin hoşuna gitmez?" Konuşurken karnı ağrır gibi kıvranacak oldu Ozan. Dizlerini bir çekti, bir uzattı.

"Bir de sen kabul etmesen de ışık saçıyordun. Öyle bildiğimiz, etrafımızda olan kızlar gibi parıl parıl değildin. Öylesine aşinaydık biz. Ama senin ışığın yaklaşmadan görülmüyordu. Yaklaşınca da hiç göz yormayan, uzun uzun bakılsa bile doyulmayan ancak aydınlatan bir ışıktı bu. Ben görmüştüm, bana aitti. Görülsün istemedim. Hele ki onun tarafından. Bir de ya ona daha çok parlarsan? Bu korku beni yedi. İçime sokup saklamak istedim seni. Yan yana gelmenizi istemedimse biraz da bundandı."

İşittiğiyle şaşırıp gözlerini anlamsızca kırptı Bahar. "Seni seviyordum," dedi. "Bunu biliyordun."

"Biliyordum da bu korkmama engel değildi ki... Benden önce onu beğenmiştin. Hiç tanımadan sessizce peşine düşmüştün. Sevgin yumuşacıktı. Tadan bırakır mı? Seni saklamak istedim. En çok ondan saklamak. Ama bak bu dünyada korktuğun hiçbir şeyden kaçamıyorsun. Aksine en çok neyden korkuyorsan o geliyor başına.

Onun seni sevmeyeceğini sık sık söylüyordum kendime. Oysa yalan. Elbette sever. Kimse itmez böyle bir sevgiyi. Öbür taraftan Oktay'ın içindeki cehennemi de biliyordum. İçten içe ona iyi geleceğini bile... Ama asıl felaket; senin onu tanıdıkça sevmen, öbür türlü sevmen, çok sevmendi. Belki gerçekten âşık olurdun. Bunun fikri bile beni kahretti... Yıkıldıysam, öfkemden delirdiysem, kendimi kaybettiysem işte bundan. Kıskanmak alışık olduğum bir duygu da değil. Oysa İbo'ya ördüğün bereyi bile kıskanmıştım. Uykudan önce bu bile canımı sıkıyordu. Bir de bu... Hâlâ bununla baş etmekte zorlanıyorum."

Konuşurken farkında olmadan kızı daha sıkı sardı Ozan. Daha sıkı, daha sıkı. Parmakları tutunduğu kolda iz bıraktı.

Ozan'ın parmakları etine saplandıkça mutlulukla gözünü örttü Bahar. Sola doğru yuvarlanıp Ozan'ın bedenine yasladı kendi bedenini. Ozan düzgün cümleler kuramaz olunca da araya girdi. "Kıskançlığın ne olduğunu biliyorum," dedi sadece. Sustular. Uzun uzun sustular.

Ama sonra Ozan'ın üzerine bir avuç soğuk su dökmek istedi Bahar. "Ara ara neyi düşünüyorum biliyor musun?" diye sordu. Birbirlerinin yüzlerini görmüyorlardı ama kulakları hep ağızlarındaydı.

"Elime sihirli bir değnek verseler ve geçmişe dönebilsem... Al Bahar, istediğin gibi yaz çiz. İstediğini değiştir deseler... Hep aynı cevabı veriyorum kendime. O kantine asla adım atmam. Oktay'ı da diğerlerini de görmek, bilmek, duymak bile istemem."

Bahar'ın "diğerleri" dediği şeyin bir parçasıydı Ozan. Bunu bilmek canını sıkarken Bahar'ın içinden kazımak istediği her şeyi anladı. Bu istence saygı duydu. Yerinde olan hemen herkes belki de bunu isterdi ama... Ama...

"Sonra düşünüyorum. O kantinde olmasam, seni de tanımamış olurdum. İçimden senle ilgili şeyleri çıkardığım zaman öyle çok üzülüyorum ki... Geçmişi değiştirmeye kıyamıyorum. O sihirli değneği yere bırakıp öylece seyrediyorum hayatımı. Gözüm hep seni arıyor."

Bu kez hevesle kıza döndü Ozan'ın yüzü. Gerçekten mi diye sormak istedi ama bu saçma bir soru olacaktı. Yalnız baktı, baktı. Bahar'ın gözünde düştü düşecek duran yaşı dudağıyla silip gülümsedi. "Belki kütüphanede karşılaşırdık ha?" dedi.

İstemeden gülüverdi Bahar. Omuz silkti yattığı yerden. "Gelmezdim ki bu okula. Koç'a giderdim. Mezun olan şirket içinde çalışmaya başlıyormuş doğrudan. Ben daha iş arama serüvenine başlayacağım."

"Türkiye ellincisisin sen, hiç açıkta kalır mısın?"

"Onun borusu buraya kadarmış. Daha öte götürmez beni. Bölüm birinciliğinden yürüyeceğim ama işler mi bilmem. Eylüle kadar aynı tas aynı hamam. Eylülde iş bulamamış olursam..."

"Eee?"

"Köye dönerim herhalde."

Bir anda güldüler, tıpkı bir anda öpüşmeye başladıkları gibi. Ama öylece son bulmadı bu öpüş. Uzadı, uzadıkça çam balı gibi şekerle doldu ağızları. Bahar'ın dudağı Ozan'ın iki dişi arasında kalınca gülüşmeler geri geldi.

"Hem sen beni kütüphanede görsen fark etmezdin ki."

"Öyle bakarsan nasıl fark etmeyeyim?"

"Öyle bakar mıydım..." Muzip bakıyordu gözleri. Elini Ozan'ın kulağına götürdü Bahar. "Küpe takarsan belki..."

"Başka türlü giderim yok mu yani?" Sorarken kulağına uzanan parmağı tutup onunla oynamaya başladı.

"Giderin var da... Bana nasip olmazdı o güzel bakışlar. Bu cilvenaz haller, bu gülücükler... Hele şu çukur bana yatak olmazdı."

Çocuk gibi küskün baktı Ozan.

"Hem neden ben bakıyorum sana? Sen düşseydin o zaman peşime. Sen dolansaydın etrafımda. Ama yok, nerde... Kafanı bile çevirip bakmazdın."

Başını iki yana salladı Ozan. "Elbet bir gün yanına denk düşerdi sandalyem. O zaman kokunu duymaz mıydım hiç? O kokunun peşine düşünce saçındaki tokayı çekip almaz mıydım? Saçlarını açıversen önce onlara âşık olurdum. Ama şu yüzünün hakkını yemek istemiyorum. Öyle duru ki, fotoğraf makinemle peşine düşerdim. Yalvarırdım birkaç poz için. Belki ikna da ederdim ha? Bir tenhada çeksem seni... O zaman şimdikinden bile önce düşerdim peşine. Belki seni tavlamak için Âşık'la Narin'i yem yapardım."

Ozan konuştukça saklanmayacak bir gülüş oturdu Bahar'ın yüzüne. Ozan ne dediyse bir bir hayal etti ve bu hayali öyle çok sevdi ki; "Ağzın laf yapıyor!" diye kıvranarak dönendi. Kalbindeki tereyağı Ozan'ın güneşinden sakınmaya çalıştı. Eriyecekti yoksa. Gülüyordu yüzü. Oyunu sürdürdü.

"Belki İbo yanıma otururdu da, çaydı kahveydi, çubuk krakerdi derken onunla tanışırdık. Belki öyle kesişirdi yollarımız, oradan yürürdü dostluğumuz..."

"Hayır!" diyerek karşı çıktı Ozan. "O zaman İbo'yla kanka olurdunuz. Gelemem öyle ikinci olmaya."

Gülerken üzerlerindeki örtüler kuma düştü. Bacakları birbirine çarpa çarpa suya dokundu.

"Birinci olmak için çabalardın belki ha? Çünkü ben kocaman bir listeyle savaşa savaşa tırmandım senin kalbine."

"Şimdi koca bir sayfada sadece senin adın yazıyor."

Ağır ağır başını salladı Bahar. Yanaklarını şişirip baktı gökyüzüne. Beyaz ve pofuduk bulutlar güneşin yolunu kesmişti.

"Bana vaktiyle listede yazan isimleri adam gibi tanıtsaydın bütün bu tantanaya gerek kalmazdı belki. Biri satıcı, biri müptela, biri eskort mu ne belaysa... Diğerlerini deşelemedim daha nasıl bir felaket güruhu çıkardı bilmem. Bilseydim, duysaydım ayaklarım kıçıma vura vura kaçmaz mıydım?"

Sahiden merak ettiği bir şeydi bu. Öte yandan Ozan Bahar'ın neyden bahsettiğini anlamak için kısa bir süre düşündü. Bahar'ın ciddiyetini görünce de "Bana düşmezdi," dedi. "İnsanları böyle tanıtamazdım."

"Niye?" dedi o zaman Bahar. "Saf gibi Oktay'dan ağrı kesici almazdım. Melis çağırınca koşarak gitmezdim. Cüneyt'in yüzüne bile bakmazdım."

"Aynı zamanda onlardan selam bile almazdın. İnsanları ayrıştırmak olur bu. Benim yapabileceğim bir şey değil."

"Evet, onlardan aldığım selam öyle çok işime yaradı ki..."

"Yanlış anlama herhangi birinin tek bir hareketini bile savunmuyorum. Sadece yaptıkları şeylerin meslekleri ya da buna ne dersen; onla ilgili olmadığını düşünüyorum. Melis para kazanmak için böyle bir yol seçmiş de olsa iyi biri olabilirdi. Sana ya da bir başkasına kötülük yapmayabilirdi. Yaptığı işle bir ilgisi yoktu olanların. Ya da Cüneyt. Ciğeri beş para etmeyen bir adamdı ama parasıyla uyuşturucu alanların peşindeydi. Kimseyi batağa çekmek gibi bir derdi yoktu. Müptezel olmak da insanın kendi tercihidir. Savunmam ama uyuşturucu kullanmakla birine kullandırmak arasında bir fark olduğunu düşünüyorum."

Önce bir şaşkınlık geçti kızın yüzünden. Sonra başını iki yana sallayarak çıktı o şaşkınlıktan. "Sana katılmıyorum," dedi Ozan'a. Gülmek istemezdi ama engel olamadı kendisine. "Melis'in bir sosyal sınıfa ait olmak için edindiği meslek ya da tercih ettiği yol, mensup olmak istemediği bütün insan sınıflarını hor görmesinden geçiyor. Ben böyle yaşıyorum derken onun gibi olmayan herkese nefret kusuyor, onları yerin dibine sokuyor. En basit örneği İbo. Melis birileriyle yatarak kazandığı paralarla İbo'yu hor görmüyor muydu? Zavallı İbrahim, ondan duyacağı tek bir güzel söz için neler yapmazdı da arada koca bir sınıf engeli var sanıyordu.

Halbuki Melis'in hayatta edindiği yer kendisine reva gördüğü meblağ kadar. Onun bir fiyatı var ve kendisine parasal değer biçmeyen insanlardan üstün olduğunu düşünüyor. Mesela ben. Ben neydim ki Ozan? Ben ona ne yapmıştım da beni tanımadığım adamların kollarına itivermişti? Diğer iki asalak da alkış tutmuştu buna. Üstelik bu kötülük diğerlerini gölgede bırakmasın. Senden de nefret ediyordu. Senin için söylediği her bir cümle mide bulandırıcıydı. Yalnız bu da değil, Lale'nin kalbini deşsem, ona yaptıkları belki hepsinden fenadır. Kötüydü Melis. Baştan sona kapkaraydı."

Konuşmaya devam edebilmek için derin bir soluk aldı Bahar. "Daha denecek çok şey var da... Anmak istemiyorum. Tek diyebileceğim; sen gerçekten en az Bahar kadar aptalmışsın Ozan."

Bir süre nefes bile almadan sustu Ozan. Sonra oflayarak baktı göğe. "Bunun bir özrü yok," dedi. "Ayaklarına kapanıp af dilesem de bunun telafisi yok. Keşke..." Yarım kaldı cümlesi.

"Keşke sokağına girme," dedi Bahar. "Ben sadece onların içinde ne işin olduğunu anlamlandıramadım. Boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Yalnız yaptıkları iş değil. Ayrıştırmayayım hadi... İçlerinde iğne deliği kadar iyilik olmayan insanlardı bunlar."

Ozan susunca, yüzünü görmek için bedenini ona doğru çevirdi Bahar. O zaman sakince "Benim de pişmanlıklarım var," dedi Ozan. "Geçmişe dönüp değiştirmek istediğim çok şey var. İnanmamam gereken, güvenmemem gereken çok insan var."

Elini uzatıp Ozan'ın boynundan aşağı yürüdü. Ozan gözlerini kapatıp mırıldandı. "Bahar aptaldı ama Ozan da sandığı kadar akıllı değilmiş."

Tıpkı Ozan gibi gözlerini yumarak onu onayladı Ozan. Ve sonra gözlerini açmadan devam etti. "İnsanların bir neden yokken yalan söyleyebileceğini düşünmüyordum. Güvenim buradan geliyordu. Şimdi öyle değil. Öyle kalabalık bir adam da değilim. Daha doğrusu kalabalıksam bile kimse umurumda değil. İbo bile köfte ekmek yerken yüzümü güldüren o adam değil. Haftada bir hastanedeki çocuklarla dışarı çıkıyoruz. Yoksa ne yapsam, nereye gitsem tek başımayım." Nefes aldı Ozan. Biraz yüklü biraz da ağırdı hava. "İçimde bir sen varsın. O da bana yetiyor."

Dudaklarını büküp "İnansam mı?" dedi Bahar. "Sergi salonu düğün yeri gibiydi. İskeçeli pek yalnız kalacak biri değil."

Yarım ağızla güldü Ozan. "Eskiden evime kimseyi sokmazdım. Artık bahçeme de kimseyi sokmuyorum. Ama sokaktakilere karışmıyorum. Adı üstünde, sokaktakiler işte. Tanışırsın hepsiyle. Gözünün tutmadığını sokağa da almayız."

Nedensizce güldü Bahar. "Ben anlamam," dedi. "İnsanların içini görmeyi bilmiyorum. Ya da insanların derisi çok kalın. Renk vermiyorlar. Ama bunu eskisi gibi önemsiyor musun dersen; hayır. Eskiden yalnızlık benim için mecburiyetti. İsterdim de kimseyle iki laf edemezdim. Artık tercih meselesi. İnsanlarla konuşmak korkunç gelmiyor bana. İstesem gider konuşurum. Saçmalar, lak lak yaparım. Sanki diğer insanların başka bir şey yaptığı mı var. Ama içimden gelmiyor Ozan, gerek yok diyorum."

O zaman "Lale?" dedi adam. "Ben buna biraz şaşırdım da..."

Dişleri meydana çıktı Bahar'ın. "Özlemiş tokatlarımı!" derken hem göğe baktı hem sırtını kaldırıp saçlarını ensesinden ayırdı hem de esnedi. "Bir gün kantinde karşılaştık. Savaştan çıkmış, silahlarını kaybetmiş, gazi olmuş iki hemşeri gibi yan yana geldik."

Baktı ki Ozan dinliyor, hem de pürdikkat dinliyor... Devam etti Bahar. "O da çok hata yaptı. En önemlisi hatalarının farkında. Ama bunlar bireysel şeyler. Bizi yan yana getiren ortak bir geçmiş var. O geçmişin içinde hep hır gür içindeydik. Sessiz bir savaş. Üstün gelme çabası. Onun elinde iyi bir aile vardı. Arkasında olan bir aile. Benim kıskandığım buydu. Benimse elimde parmak ısırtan bir okul başarısı. Ben onu sessizce kıskanırdım. Ama onun kıskançlığı gürültülüydü. Aldığım her güzel notun onların evinde Lale'nin başına kakıldığını bilir ve sahip olamadıklarım karşısında bununla övünürdüm. Oysa ne saçma. Türkçeden aldığım doksan sekiz benim boyumu uzatmıyor. Lale'nin kafasına taş gibi düşse ne olur? Ona eziyetti bu.

Bu eziyetin karşısında elindeki son model Barbie bebeklerle bana saldırırdı. Büyüdük. Silahlarımız da büyüdü. Ben üniversite sınav sonucumu onun yüzüne sallayıp durdum. O aldığı elbiselerle üzerime yürüdü. Acınası bir şey. Yirmi yaşıma geldiğimde çocukken oynadığım anne işi bez bebekler gözüme güzel görünmeye başladı. Bir Barbie bebeğim olmadıysa da bunun suçlusu Lale değil. Ders çalışırken kafası çok dağılıyor. Üff. En çok ders çalışırken hayallere dalıyor. İyi olmayan sınav sonuçlarının sorumlusu da ben değilim. Ne saçma savaş ama!

Sonra İstanbul çarptı bize. Bana başka, ona başka. Birimiz daha şanslıysak; o benim. Çünkü en büyük yaraları alırken yanımda sen vardın. Güvenli bir liman. Oysa yalnız başına savrulmuş. Her neyse. Hâlâ ona çok güveniyor falan değilim. Sadece onunla yan yana durmak zorlamıyor beni. Yeni bir insan tanımanın yükü binmiyor omuzuma. Hatta yüzümü güldürüyor. Eskiden de böyle komik miydi Lale, bilmiyorum. Ama birkaç seferdir görüşüyoruz ve yanından ayrıldığım zaman kötü hissetmiyorum. Hatta aksine iyi bile hissediyorum."

Susunca "Çok konuştum," diyerek bir elini ağzına örttü Bahar. "Lale'nin düşük çenesi bana da geçti galiba." Çipil çipil bakıyordu; "Günler boyu konuşsan, hiç sıkılmam dinlerim," dedi Ozan.

"Ne anlatayım ki?" dedi.

"Ne isterse canın..."

O zaman fütursuzca eline aldığı sazı bırakmadı Bahar. "İbo'yla görüşüyor musunuz?" dedi önce. Sonra düzeltti. "Tabii görüşüyorsunuzdur. Ben ara sıra özlüyorum onu. Ayarsızdı, ağzından çıkanı kulağı duymazdı ama güldürürdü beni. Onun yanındayken tasasız olurdum. Bana kızgındı. Kızgındır yani. Haklı da. Neticede senin arkadaşındı ve haksızlığa uğradığını düşünüyordu. Öyleydi zaten de..."

"Kıvranma bu kadar," dedi Ozan. "İçinden geldiği gibi kur cümlelerini. Düzeltmeye, ille de genel kabul gören anlayışa göre konuşmaya çalışma."

Ozan'ın gözlerine bakınca aklına Leman abla geldi. Benzer şeyler söylemişlerdi galiba. Gülümsedi. "Aslında," dedi. Bunu demek daha çok gülümsemesine yol açtı. "Aslında ben de ona bir parça kırgınım. Evet, senin arkadaşındı ama beni sevdiğini düşünürdüm. Yani bizim de kendi çapımızda bir arkadaşlığımız var zannederdim. Taraf tutsaydı, bana çok kötü bir şey yaptın deseydi. Deseydi ama beni böylece koymasaydı kapının önüne... Çünkü ben senden haber alamadığım zamanlarda çok üzgündüm. Sonra, çok sonra İbo'nun evlendiğini duydum. Bir tuhaf oldu içim. Arama demesine rağmen, yüzsüzlük yaptığımı söylemesine rağmen evlendiğini duyunca onun adına nasıl sevindiysem, arsızlıkla aradım onu. Tebrik etmekti niyetim. Kızım sen bizi hatırlıyor musun hâlâ dedi. Ateş gibi düştü içime. Ne yalan söyleyeyim çok şaşırdım dedi sonra. Biz unutmuştuk dediğinde..." Sustu Bahar. Ağlayacağını anlayıp aniden frene basmış ve yanakları acıyana kadar şişirmişti onları. Sakinleşene dek konuşmadı. Sonra "İnsanlar yargılıyor," dedi.

"Haklılar belki ama bu benim yaşamamı çok zorlaştırıyor. Mesela dün..."

"Ne olmuş düne?"

"Şey... Dün akşamdan bahsetmedin hiç?"

"Dün akşam mı? Senli olup sensiz geçen ilk akşamımdı, hoşuma gitmedi." Ozan gülümsedi, aynı zamanda yüzünde soru işaretleri vardı.

Bunun üzerine "Babanlar?" dedi Bahar.

"Eee?"

"Bir şey dediler mi? Demediler mi? Ya da sen dedin mi?"

"Ne demelerini bekliyorsun?"

"Hoşnut olduklarını sanmıyorum. Ya da fotoğraf paylaşmışsın ya.... Bir şey derler. Demezler mi? Mesela İbrahim. Demez mi, neler neler der?"

Yalan söylemedi Ozan. Önce dudak büktü. "Bilmem," dedi. "Bir şeyler düşünürler, derler. Bilemiyorum. Doğrusunu istersen umursamıyorum. Üç koca sene. Mutsuzluğun her sayfasını yazdım, çizdim, okudum. Bütün bunları yalnız yaptım. Yalnız düştüm, yalnız kalktım. Şimdi bu kadar mutluyken, bu kadar zaman sonra böyle mutlu nefes alırken buna çomak sokmak isteyen biri varsa... Yani ben mutsuzken susup mutluyken buna dil uzatacak biri varsa, ben de efendi çizgimden çıkarım."

Bir kolundan güç alıp doğrulacak oldu Bahar. "O ne demek?" dedi.

Bahar'da gördüğü tedirginlikle güldü Ozan. "Yat şuraya," dedi önce. Bahar yastığına dönünce de "Bahçe temizliği yaparız demek. Otları ayıklar, yeni çiçekler ekeriz demek."

Bahar'ın gözlerindeki duman dağılmayınca kızın burnuna dokundu Ozan. "Aklından tek bir kötülük geçmesin. Bitti hepsi. Geride kaldı. Şimdi ne var biliyor musun? Birbirini çok seven, birbirini çok özlemiş iki insan. Zaman onların zamanı."

Biraz durup gözlerini albeniyle kırpa kırpa "Öyleyse hâlâ sevgili miyiz?" diye sordu Bahar.

"O ne demek?" dedi kaşlarını çatan adam. "Bu kadar çabuk mu sıkıldın benden? Daha üçüncü günümüz dolmadı."

"Yok da..."

Bahar tıkanınca eğilip kızın dudaklarına dokundu Ozan. Bahar'ın araladığı ağzından dilinin ucunu çıkarıp dudaklarına dokunma çabasıyla alevlendi. Sırtını olduğu yerden çekip Bahar'ın üzerine örtüldü. Sol eli toprağa bir iş makinesi gibi dokunup Bahar'ın bel çukurundan dolandı. Kızın bedenini yükseltip kendisine çekti.

Bu kadar zaman sonra bu kadar aşkla yan yana gelecekler ve birilerinin ağzına bakacaklardı ha? İbo'yu dinleyeceklerdi ha? Amansız bir küfür geçti aklından. Dünya dilerse bugün yok olabilirdi. O Bahar'ın elinden tutup yanmayı mutlulukla beklerdi.

Bu hevesle sanki dünyanın sonuna gelmiş gibi öptü Bahar'ı. Aynı ateşe sarılmış karşılığı bulunca sağ eliyle o narin kumaşı yukarı sıyırıp Bahar'ın bedeninin üzerinde, bacaklarının arasında yer edinmeye çalıştı. Ötesi yoktu aklında. Bahar'ın arzularını son damlasına içmek ve içindeki ateşi hissettirmekti niyeti. Dudakları gezdiği yanaktan gerileyip kulaklara yaklaşınca Bahar'ın ellerini sırtında hissetti. Parmakları var gücüyle sarındığı sırtı bastırıp kendine çekiyordu.

Buradan sonrası yüksekten düşen su kadar olağandı. Kendi mecrasına akmak istiyordu, akacaktı. İçgüdüsel bir kavis çizmeye başladı kalçaları. Bahar hararetli sesiyle "Ozan dur," demese saniyeler içinde altındaki şortu bile çıkarabilirdi. "Dur" ile şaşırdı. "Dur" ile durmakta zorlandı. İçinden çıkamadığı tutkularla baktı Bahar'ın yüzüne.

"Sahildeyiz," dedi Bahar. Kuşkuluydu gözleri. Ozan'ın altından çekilmeye çalışırken Ozan yükünü Bahar'dan aldı. Başını salladı. İki nefes kadar dinlenip "İleri gittim değil mi?" dedi.

Bahar henüz cevap vermemişken de devam etti. "Benim içim zaten yangın yeri. Sonra senle göz göze gelince kendimi unutuyorum. Sınırı aştıysam, kırdıysam..." Sustu. Yüzünde buruk bir tebessüm vardı. Bahar'ı okumaya çalışıyordu. Öylesine renk vermiyordu ki kız; aklından geçeni görmek de anlamak da zordu.

"Sadece sahildeyiz diye böyle kirece dönmedi değil mi yüzün?" Kimsesiz oyda gezdi adamın gözleri. Bahar'ınkiler ise Ozan'ın çıplak karnıyla göğsü arasında gidip geldi. Sonra başını iki yana salladı ama bu neye cevaptı, kime cevaptı kendisi de bilmiyordu. Dudaklarını yaladı konuşmadan evvel.

Dünyanın en rahat yerine uzanırmış gibi yan çevirdi bedenini. Ozan'ınkine yakındı ama dokunmuyordu. Nasıl izah ederdi ki içindeki korkuyu? Göbek deliğinden ince bir çizgi halinde aşağı inen, keskin bir sancı vardı. Vardı ya da var gibiydi. Elle tutulabilirmiş gibi bir elini oraya götürdü. Varlığı elle tutulur bir cisim olsa tutup çıkaracaktı içinden.

Konuşmak, konuşabilmek için bir kolunu boynunun altına aldı. Gözlerini üzerinden çekmeyen Ozan'a bakarak "Sen ileri gitmezsin," dedi. "Kötü hissetmemi istemezsin, bana zarar vermezsin."

Sessizce tekrar etti Ozan. "Vermem."

"Ama Ozan benim arzuladığım hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı." Cümlenin ağırlığı çöktü Ozan'ın üzerine. Elleri Bahar'a uzanmak isteyip hadsizlik yapmış gibi yumruk olup sıkıldı.

"Arkama dönüp baktığımda çocuksu meraklarla hayal ettiğim, bazen rüyalarıma giren, hayatım boyu unutamayacağımı sandığım bir sürü şey..." durdu. Yüzünü bile görmediği bir adamın dudaklarında harcanan, avucuna sakladığı kuş misali uçup giden öpücüğü, hayal bile etmekten utandığı, prenseslerin yaşadığı şatolarda sakladığı sevişme arzusu...  "Unutmak istediğim saçma sapan anlardan ibaretti. Sen hep bana sevişmenin güzel bir şey olduğunu falan söylerdin. Keyifli derdin, zevkli derdin..." Öyle bir cümleye girmişti ki bin pişman oldu. Bunu yalnızca kendisiyle konuşabilirdi. Ya da Leman ablayla. Şimdi nasıl çıkacaktı buradan?

Yanaklarını şişirip içindeki tüm hava tükenene dek ofladı. Gözlerini gökyüzüne kaldırıp rüzgârın gözünde biriken yaşları kurutmasını bekledi.

Ozan'ın eli yanağına uzanıp denizi andırır sesi "Bahar," demese devam etmezdi ama Ozan'dan önce konuşmak istedi.

"Ozan ben bir şeylerin ucunu tutmaya çalışıyorum. Elimden kayıp giden şeyleri yakalamak için çok çabalıyorum. Gerçekten çok. Hatalarımı düzeltmeye çalışıyorum, bana ait bir hayat kurmaya çalışıyorum. Seni mutlu etmeyi çok ama çok istesem de..." Alt işte bir tane daha dedi kendisine. İçinden çıkamayacağı bir cümle daha kurmuştu.

"Ben zaten mutluyum, çok mutluyum. Dünyanın en mutlu insanıyım..." Bahar'ı buna nasıl inandıracaktı ki?

"Ama ben mutlu olmayı bilmiyorum," diye araya girdi Bahar. O cümlenin sonu bu muydu? Emin olamayınca yeniden izah etmeye çalıştı. Belki Leman abla haklıydı ha? Ozan'la konuşmaya, görüşmeye hazır değildi. Bundandı böyle cümlelerin içine sıkışıp kalması.

"Saçmalıyorum biraz. Henüz Leman ablayla da konuşamadım. Randevu alamadım..."

"Bahar ben saçma sapan davrandım, seni incitmek değildi niyetim. Sadece,"

"Yanlış bir şey yapmadın sen. Sadece ben hazır değilim." Sanki boğazını tıkayan şey her ne ise ağzından küçük bir balık gibi çıkıvermişti. Soluk almaya başlayınca, eli kalbine gitti. "Galiba," dedi daha sessiz. "Hazır değilim."

Son bir gayret ekledi. "Anlıyor musun?"

Anlıyordu. Anlıyordu ama anlamasına karşın ileri giden ve Bahar'ın çizdiği sınırlara saldıran bir adam gibi davrandığı için kendisine kızıyordu. Öpebilirken, sarılabilirken başka bir tutkunun peşine düştüğü için kızdı.

"Bana kendini anlatmaktan n'olur çekinme. Seni anlarım. Seni seve seve dinlerim. Sesinin bana nasış iyi geldiğini bir bilsen... Sana her koşulda saygı duyarım. Ölene kadar beklerim. Ben bunu zaten göze aldım Bahar. Şimdi yanımdasın ve sana kötü hissettirmişsem, inan bana bu benim şımarıklığımdan. Sana sarılmanın, seni öpmenin verdiği şımarıklıktan." Gülümsedi Ozan. "Düşünsene iki gün önce yüzünü görebilir miyim diye kıvranırken şimdi kokun burnumda. Saçlarına dokunuyorum. Öpüyorum seni... Mutluluktan şımardım. Çok şımardım hem de."

Eli uzanıp Bahar'ın saçını usulca kulağının arkasına götürdü. "Varlığınla beni öyle çok mutlu ediyorsun ki... Aksini düşündüğün için üzüldüm."

İşaret parmaklarıyla iki gözünü birden sildi Bahar. Uzandığı yerden kalkıp yeniden bağdaş kurdu. "Üzülme," dedi. "Halledeceğim ben hepsini. Valla bak. Toparlıyorum. İstemediğimi de sanma. Sadece şimdi durmazsam daha bok edeceğim işleri."

Gözlerini kaçırınca bundan rahatsız olan Ozan da kalktı yerinden. Bahar'ın karşısına Bahar gibi oturup çenesine uzandı. Gözlerinin içine baktı.

"Üzülme," dedi Bahar. "Benim içimde koca bir temizlik olduğunu düşün. Yeni eski ne varsa ortaya dökmüşüm. Ayıklıyorum, gereksizleri atıyorum, her tarafı hortumla deterjanla foşur foşur yıkıyorum. Bazı lekeler zor çıkıyor, çitiliyorum bir güzel." Güldü, güldürdü de.

Ama sonra dilini son kez dudaklarında gezdirip içinden ne geçiyorsa onu söyledi. "Beni dövsen bile gıkım çıkmaz. Elbette bunu yapmayacağını bilirim. Ama yapsan da karşı koymam. Bunun yanlış olduğunu biliyorum. En azından artık biliyorum. Yine de bu korku denilen merete alışık olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Ama içimdeki Ozan'ın herhangi bir yerinde korku yok. Hatta korkuyla Ozan'ın hiç ilgisi yok. Olmasın da. Devam etmekten çekiniyorsam bundan. Canım yanar, korkarım, sesimi çıkaramam ve sen de o korku döngüsüne katılırsın. Çözeceğim ben bunları. Biraz zamana ihtiyacım var sadece. Biraz... Sen hep güzel şeylere katık ol istiyorum, anlıyor musun?"

Bir süre sadece birbirlerinin gözlerine baktılar. Bahar'ın gözlerinde hem heyecan hem de endişe vardı. Anladığını belli edercesine gözlerini yumdu Ozan. Sonra derin bir iç çekişle "Sarılalım mı?" diye sordu.

Sarıldılar. Sarıldılar ve taşa dönmüş heykeller gibi öyle uzun kaldılar ki o halde... Bahar örtülü gözlerini açmadan "Mutlu oluyorum," dedi Ozan'a. "Sen sarıldığında, öptüğünde, dokunduğunda... Eskiden de böyleydi, şimdi de öyle. Hiç değişmedi. Hayatta beni en çok mutlu eden şey sensin."

Ozan olabildiğince açtığı avuçlarını Bahar'ın sırtında gezdirdi. Belinin iki yanına inip onu kendisinden uzaklaştırırken eller yukarı doğru süründü ve başparmakları küçük memelerin başlarıyla karşılaştı. Gülerek baktı Bahar'a. "Mutluluk karın doyuruyor mu?" diye sordu önce. Sonra başparmakları arzu değil sevgiyle dokundu aynı tepelere. "Hem yemek yemedin hem üşümüşsün."

Bahar "Üşümüyorum," dedi. Gözleriyle adamın ellerinin dokunduğu yere baktı. "Ha..." dedi Ozan'ın neyi kastettiğini anlarken. Gürültülü bir jeton düştü zihnine. "Sen şeyi diyorsun. Üşümekten değil ki onlar." Bir elini kaldırıp saçını kaşır gibi oldu. bir gözünü kısarak ama aynı zamanda muzip bir gülüşle baktı Ozan'a.

"Tamam korkuyorum dedim de bedenim sana kayıtsız kalacak kadar şey değil."

Öldürseler "şey" yerine koyacak bir kelime bulamazdı. Bu sebeple Ozan'la beraber güldüler. Birlikte iç çekip birlikte yutkundular. Tutkularını bir yana koyup benliğini ilk kuşanan Ozan oldu. Oturduğu yerden kalkıp denize baktı. Suyun rengini görüp Bahar'a döndü. "Hadi şu balıklarla biraz oynayalım."

Hevesle kendisine uzanan eli tuttu Bahar. Zıpkın gibi kalktı. İki adımla girdi denize. "Ne çoklar!" dedi su berraklaşınca. "Ne kadar çoklar."

Suyu bir sanat eserini izler gibi seyredurdu. Ardından yanaşıp bir hamlede kendisini kucaklayan Ozan'ı fark etmekte geç kalınca balıklar Bahar'ın çığlığından korktu. Ozan koşar adım ilerledi suda. Baldırlarına kadar ıslanınca "Atayım mı seni?" diye sordu.

Boynuna kız çocukları gibi dolandı Bahar. Ozan tekrarladı.

"Bak atıyorum."

"Balıklar mı yesin beni?"

"Ne ziyafet çekerler ama!"

"Kıyar mısın bana?"

"Neden kıymayayım?"

"At o zaman! Senin gibi bir köpekbalığına yem olacağıma binlerce balığın karnını doyururum."

"Benim arzum seni yemek değil ki, ben seninle oynamayı seviyorum!"

"Sana oyuncak olacağıma balıklarla birlik olup ayaklarını ısırırım. Hadi bırak, hadi at beni suya!"

"Atıyorum!"

"Atma!"

"Atıyorum!"

"Atma o zaman üşürüm, valla üşürüm!"

"Buradan eve gideceğimizi söylersen atmam."

"Hangi eve?"

"Evimize."








*








Şüphesiz Küçük Malatra'da geçirdiğimiz gün, son yıllarımın içinde en güzel olanıydı. O gün, önceki, daha önceki gece; hatta Bahar diye diye içtiğim rakı. Rakıların en güzeliydi. Bardağı bile tuttuklarımın içinde en güzel cama sahip. Ya yemek yediğim çatal... Bambaşka güzel, mezelerin hepsi lezzetli. Bahar'ın süründüğü her şey, adının dokunduğu telefon mesajları, yazıyorsam kâğıt, mürekkep veren kalem... Cisimlerin en güzeli, varlıkların en ilahisi. Yeniden Ozan oldum. Kendimi doğurdum.

Acıyan yerlerim iyileşti. Yeni yaralarım var ama Bahar dokundukça iyileşmesi pek kolay.

Ayaklarımızı ısıran balıklar bile hayvanların en güzeli. Hatta onlar bizi yemedi de kutsadı. Ölü derimizi bizden söküp aldılar, yenilendik, tazelendik. O kadar çoktular ki... O kadar çok seviyorum ki. Haykıra haykıra seviyorum. Haykırdım da. Naralar attım. En çok Bahar duysun diye. Dağ taş yankılandı. Balıklar alkış tuttu bize.

Tuzsuz Karadeniz bizi yıkadı. Vaftiz olduk. Burunlarımız yanmış. Dönüş yolunda Bahar yorgun düştü, uykuya direndi ama sonunda sızıverdi yanımda. Gözlerinin alt yanı, burun çeperi nasıl da kızarmış. Ağzı açık, boynu yamuk. Birkaç kez uyandırıp boynunu düzeltmeye çalıştım ama geniş koltukta bacaklarını altına çekerek "Uyumuyorum," diye diye örttü gözlerini. İnce bir horultusu bile vardı. Şarkıların alt yanında kaldı.

Bir gözüm hep ondaydı. Bir yanım cennette bir elma ağacı bulmuştu, ona yaslanıp elma kemiriyordu. Bir yanımsa sırat köprüsünde cambaz gibi yürüyüp durdu. Suç, suçlu, günah, mekruh, hata, hatalar, mağdur, kurban, cellat ve maktul kavramlarıyla savaşa girdim.

Mutluyum demek mutsuzum demekten daha kolay. Mutsuzluğun sebebini kurcalamak insanı nefessiz bırakır. Mutluyum demekse cümlenin sonundaki nokta gibidir. Mutluluk ve mutsuzluktan bahsedince hakikat değer kazanır. Misal, ben gerçekten mutluydum. Mutluluğumun çok gerçek sebepleri vardı. Ama Bahar'ınki öyle miydi emin değilim.

Çünkü gün boyu bir sürü dalga vurdu Bahar'a. Bahar bir sürü kere alabora olup ayağa kaldı. Ağladı, güldü, sonra yine ağladı.

Oraya giderken düşündüklerimin bir kısmı cevap buldu. Bir kısmının yerini daha zor sorular aldı.

Kendime kızdım. Bahar'dan akan her damla yaşın sorumlusu ya da sorumlularından biriydim. En alakasız diyebileceğiniz meselede bile parmağım var. Bununla beraber savaşan bir Bahar görmek beni mutlu etti. Direnen Bahar eskisinden daha güzel çiçekler açmaz mı, açar.

Aslında hayatın kendisi bir direniş değil mi? Sorsunlar kiraz ağacına, meyve vermek için ne zaman çiçek açacağını kırk kere düşünmüyorsa ben de Ozan değilim. Yalancı güneş, yalancı yağmur, yalancı sıcak... Birine bile kansa meyvesiz kalır. Hayatın kendisi bir savaş.

Bu savaştan galip çıkmak için asgari de olsa güç gerek. Bahar'ın güçlendiğini gördüm. Evet, kuvvetlenmiş ama zayıf olduğu anlarda ne yaptı? Nasıl başa çıktı? Hadi sor Ozan, neyle başa çıktı Bahar?

Öpüşleri yalan olamaz. O kadar sahici yalanları bilmez Bahar. Kor gibi yakıp içimi eritiyor. Bahar için her şey olabilirim. Dost, arkadaş sevgili. Ama o bana her öpüşmemizde öyle bir bakıyor ki; yalnızca erkek olduğumu hissediyorum. O yüzden oyum, bürün dokunuşlarının, öpüşlerinin gerçekliğinden yana. Daha ötesine gitmemiz gerekmiyor. Beklemek dert falan değil. Ancak, Bahar'ın dert edindiği şey ne. Korkuya bulaşık olmaktan bahsetti bugün. Hangi korku?

O yanımda büklüm büklüm uyurken aklıma türlü çeşit senaryo geldi. Bahar'ın kendisine acıyı layık gördüğü bir ilişki modeli benim de acı içinde kusmama sebep olabilir. Öte yandan bu düş, bu tiksindiren hayal o kadar Bahar'a uygun ki... Bunun farkındalığıyla başım ağrımaya başladı. Simülasyonu geliştirirsem, adını anmak istemediğim o şerefsiz bu modeli reddetmez. Ve nihayet elimde sevişmekten korkan bir Bahar bulurum. Değiştirmeye çalıştığı şey bu mu? Arabayı durdurup hüngür hüngür ağlamak istedim.

Benim koynumdan kaç kadın çıkmıştır bilmiyorum. Ama biri bile çıkıp da Ozan saçımın telini incitti diyemez, demez. Ben mutlu olduğumca mutlu ettim. Başka türlüsü olabilir mi hiç? İki yetişkin insan başka amaçlarla bir araya gelebilir evet, ama ben değil, ben yapmadım. Keyifle başlayıp biten bütün sevişmelerin içinde her şeyin önünde saygı vardı. Ya Bahar? Bahar'ın kendine duyduğu bir saygı var mıydı sahi?

Cevap vermeye korksam da kaçmanın anlamı yok. Bahar'da en az olan şey özsaygıydı zaten. O şerefsizin lügatinde ise herhangi bir şeye, nesneye bile, saygı duymak diye bir şey yoktur, olamaz. Böylelikle kahreden simülasyon tamamlandı.

Aklım tiksindiren bir filmi kurgularken ezbere bildiğim yolu karıştırdım. Yalıköy çıkışını kaçırmışım. Yolumuz zaten uzunken daha da uzadı. Canım sıkıldı. Dönsem mi dönmesem mi diye düşünürken Bahar uyandı. Sağına soluna bakıp "Nereye geldik?" dedi. istanbul'da olduğumuza zaten inanmamıştı, sağlı sollu tarlaları görünce "İskeçe'ye mi götürüyorsun beni?" demesiyle kendime geldim.

Yüzüm güldü. Karanlığımdan çıkıp Bahar'a döndüm. "Nasıl anladın?" dedim hemen.

Ardımızdaki sepetten çikolata çıkarmaya çalışıyordu. Altın sarısı folyoyu açarken esnedi. "Salı günkü sınava da girseydim de öyle gitseydik," diye sürdürdü şakayı.

Pasaport meselesi olmasa harika bir hava değişikliği ve güzergâh olurdu. Öyle çok istedim ki... Sonra Bahar kikirtiyle güldü. Nasıl anlatsam o sesi. Şaşkın, uykulu, keyifli bir zil sesi gibi. "Aaa bak kuzular!" dedi. Elinde kırık bir çikolata. Parmağı camda.

"Hakikaten neredeyiz biz?"

İki yanımızda ekili tarlalar vardı. Çeperleri çitle kapatılmıştı. Onların ardında meşe ağaçları görünüyordu. Az sonra ekili tarlalar bitti de meralar başladı. Bahar iki inek ve bir buzağının otladığını görünce koltuğa sığamayıp sinek misali cama yapıştı. Nasıl güldü yüzüm, nasıl. Ona kalırsa her inek bir Nazlı. Her buzağı bir Nazlı yavrusu. Şosenin kenarına yanaştım. Büyük araç gelse geçmesi zor olurdu ama şans diyerek durdurdum arabayı. Niçin durduğumuzu bilirmiş gibi atladı hemen. O koştu, ben peşinden adımladım. "Bak!" diyordu bana durmadan. Bir eli Akdenizi işaret eder gibi inekleri gösteriyordu. "Nazlı da böyleydi ama buraları daha alacalıydı. Büyük büyük alacalar."

Oysa kaç tane Nazlı fotoğrafı gördüm bugüne kadar. Nazlı Milka'nın ineklerinden hallice bir inekti. Defalarca konuşmuştuk bunu. Bahar ise koşusunu sürdürdü. Buzağıya yaklaştığında, Bahar'ın korkusuyla koşmaya başladı orta kıyım yavru. "Kaçmasana!" diye peşine düştü Bahar. Nafile bir çabaydı. Bahar geri çekilip ineklerin hizasında kaldı.

"Örüklememişler ki!" dedi ben yanına vardığımda. "Yakındır herhalde sahipleri. Kaybolur yoksa bunlar." Sağına soluna bakınmaya başladı.

Sırf o gülsün diye "Bunlar da anasıyla babası mı?" dedim. Önce ciddiyetle "Ck," dedi. Sonra bana bakıp kocaman bir gülümsemeyle "İlahi İskeçeli!" diye kahkaha attı. "Hadi şehir çocuğusun da hayvanların yere sarkmış memelerini de mi görmüyorsun?"

Hiçbir zaman öküzle ineği ayırt edemeyecek kadar şehirli olmadım ama Bahar pek severdi benim şehirliliğimle dalga geçmeyi. Yoksa Pamela Anderson ile Paris Hilton kıvamındaki ineklere öküz diyecek kadar... Neyse ne, Bahar güldü, ben güldüm. "Öyle miymiş?" dedim.

"Öğreteceğim hepsini sana," dedi. İneklerden birine yanaşıp tam da hayvanı sevecekken hayvan kuyruğunu salladı Bahar bir adım geri sıçradı. "Atma kuyruğunu," diye azarladı hayvanı. Baktım ki inekler ve Bahar arasında bir münakaşa doğuyor, Bahar'ı omuzundan çektim. "Gel bakalım," dedim ona.

Kolumun altına altım kendisini. "Hanımefendi bu Bahar," dedim. "Sizi bir tanıdığına benzetmiş, kusura bakmayın, kişisel alanınızı ihlal etmek istemezdik. Rica etsem Bahar'la bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?"

Önce katıla katıla güldü Bahar. Sonra "Ben onla poz vermem," diye tutturdu. "Diğeriyle ver o zaman," dedim. "Olur," deyip yanaştı sarı ineğe. İneklerle dalaşan kıçımın köylüsü sevgilim... İbo'yu andım burada.

Telefonuma davrandım. Bahar esirgediği dişleriyle baktı kameraya. Bir eli sarı ineğe uzandı. Birkaç pozun ardından "Hiç inek görmediniz mi gençler?" sesiyle arkamıza döndük. Bize yanaşan adam çok yaşlı değildi ama yine de kuru bir dalı baston misali kullanıyordu. Buzağı onun peşindeydi çünkü taşıdığı torbada her ne taşıyorsa yeşil yapraklar sarkmıştı.

Fırsatı kaçırmadım. "Evet amca," dedim. "Arkadaş hiç köy görmemiş de inekleri görünce dayanamayıp durduk."

Bahar'ın bana bir bakışı vardı ki... Korkumdan adama yanaştım. "Köy ötede," dedi adam. "Tabiat Parkına mı geldiniz? O şu tarafta. Köy bu tarafta."

"Biz inekler için durduk," dedim. Sonra Bahar'ı gösterip "İnekle öküzü ayıramadı da arkadaş," diye devam ettim. Bahar'a baktığımda kaşları çatıktı. Sırıttım. "Bunların ikisi de inek," dedim izah eder gibi.

Adam da "He ya," diye destek çıktı bana. "Bunlar inektir. Bu da bunun buzağısı. Düve olacak."

Bahar yeniden buzağıya yanaşmak istediğinde "Gelmez," dedi adam. Sonra torbadan bir mısır koçanı çıkardı. "Al bakalım bununla kandır," dedi. Bahar koçana uzandı. "Tazecikmiş," deyip buzağının peşine düştü.

Ayaküstü konuştuk adamla. Bilmezmişim gibi yolu şaşırdığımızı söyledi. Yaklaştığımız köy Danamandıra'ymış. Camiden sonraki ev adamınmış. Hanım bahçededir, geçerken selam verin size tandır ekmeği ikram etsin dedi. Bahar ancak o zaman buzağıyı bırakıp sohbete katıldı. "Kaymağı da var mı ineklerin?" dedi.

Adam var deyince "Teyzeden istesek verir mi?" diye devam etti. "Parasıyla tabii," diye girdim araya. "Önce ikram," dedi adam. "Beğenirseniz sonra gene gelir alırsınız." Daha bizim yanımızda aradı karısını. "Çayı koy," dedi. Bizimle gelmesini teklif ettim ama hayvanları otlatıyormuş.

Teşekkürler eşliğinde yola koyulacakken "Buzağıyla resim çekilmeyecek misin şehirli kız?" dedi adam. Bahar'ın ağzı hafif açık kaldı.

Gülerek "Çekeyim," dedim hemen. Bahar ne olup bittiğini hiç anlamadı. Ketenpereye geldi. Buzağı bile poz verdi de Bahar bana öfkeli öfkeli bakıp durdu. Yola koyulduk. Adamın tarif ettiği eve varana dek "N'aber şehirli kız?" diye takıldım ona.

"Şehirli diye senin gibi kulağı küpeli zibidilere derler," dedi.

Hiç bozulmadım. "Haklısın," dedim ona. "Köylü dediğinin saçı mavi olur. Bacağında da muhakkak bir dövmesi."

Uykusu kaçtıysa hırsından. Nasıl tatlı öfkesi, nasıl... Çimdiklenmedik yerim kalmadı. Camiden sonraki evi bulmamız zor olmadı. Zira Gönül teyze bizi bahçede karşıladı. Ekmek sıcaktı, kaymak benim damak tadıma çok hitap etmese bile Bahar neredeyse oracıkta bir tabak kaymağı ekmeğe süre süre bitirdi. Çay için bin kere teşekkür etti. Bugün hiç içmemiş de içmeyince eksik hissediyormuş da... Bahar içtikçe kadın bardağını doldurdu. Aynı telden konuştular. Gönül teyze ve Sadık amca doksan iki senesinden beri Danamandıra'da yaşıyormuş. Aslen Ordulularmış. Ben fahri Trabzonluyum. Kısaca, bir Trabzonlu, bir Artvinli bir de Ordulu bir araya gelince dehşet bir potansiyel oluştu. Az daha otursak akşam yemeğini geçtim, yatıya bile kalacaktık da yetişeceğimiz yer vardı. Kalktık. Ama kaymak için muhakkak yeniden gelecektik. Bir torba erzakla yolladı bizi Gönül teyze.

Kırık dökük yerlerimi unuttum. Bahar muzip bakışlarla şarkıdan şarkıya geçti. Kimisine benimle beraber eşlik etti. Şehre yaklaştıkça trafik boğucu bir hâl aldı ama bizim keyfimiz yerindeydi. Beşiktaş'a vardığımızda Bahar "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.

"Evimize," dedim. İstikamet Beyoğlu oldu.








*











"Ama bana söz vereceksin."

Burnunu adama doğru uzatarak baktı Bahar. Sabırsızlığı ile gözüne dolmaya başlayan yaş yarışır gibiydi.

"Ağlamayacaksın içeride. Ağlamak yok. Kendime söz verdim, artık bu evde ağlamak istemiyorum. Sen de söz ver, ağlamak yok." Burunları birbirine sokuldu. Bahar başparmağını ağzına dayadı. Söz verirdi de, nasıl tutulurdu bu söz? Ozan devam etti.

"İçeride bizi bekleyen çok güzel anılarımız var. Gülmemiz lazım. Yalnızca gülmemiz. Tamam mı?"

Ellerini kızın başının iki yanına koydu, kulaklarını örttü. Bahar'ın gür dallı bir ağacını andırır saçları başıyla aynı istikamette bir aşağı bir yukarı sallandı. O zaman sağ eli aşağı indi adamın. Şortunun arka cebinden şıngırdayan bir anahtar çıkardı. Onu kaldırıp kızın burnunun dibinde salladı. Anahtarın ucunda sallanan şey... Üzerinde "İskeçeli" yazıyordu. Farkında bile olmadan tebessüm etti Bahar. Dudakları gülümserken gözleri ise buğulandı...

Ozan daha o dakika az evvel aldığı sözü kıza hatırlatmak zorunda kaldı. "Ck," dedi hemen. "Ağlamak yok. Zaten ev bize küsmüş. Gönlünü almamız lazım. Bir de böyle ağlarsan, nasıl affettireceğiz kendimizi?"

"Ama," diyecek oldu Bahar. Anahtarlığa dokunmak istedi parmakları.

"İçeride bundan çok daha fazlası çıkacak karşına. Ağlamak yok." Bir kere daha tamam mı dercesine baktı kıza. Bahar bir daha salladı başını. "Mutluluktan ağlarsam ne olacak?" dedi sonunda.

Ozan bir süre düşündü, aldığı nefesle göğüs kafesi şişti. "Mutluluktan ağlayacak gibi olursan dudaklarıma anlat bunu. Öpüşürsek, ağlamış sayılmayız."

Bahar ciddi bir ders dinler gibi ağır ağır başını salladı. Binaya girmek için adım attığı sırada Ozan onun elini tutup kendine çekti. Kulağına eğdi dudaklarını. "Sonra..." dedi. "İdari makamlardan gereken izinleri aldıktan sonra, bu evin her köşesinde tereyağlı reçelli ekmek yiyeceğiz."

İkisinin de gözlerinde ışıklar parladı. Bahar büzdüğü dudaklarıyla baktı adama. Bir şey diyecek olup tuttu kendini. Ama hevesli hevesli sallandı başı. Parmakları iç içe girdi ve Ozan ağır kapıyı iterek açtı. Binaya aynı anda adım attılar. 

Sıcak İstanbul'a karşın serin holde ağır ağır yürüyüp ilk üç basamağı beraber çıktılar. Sessiz sakin. Ama neyden sonra, ne için ve nasıl olduğunu anlamadan birinin adımları hızlandı. Bir anda. Sonra kendilerini basamaklarda yarışan iki çocuk gibi koşarken buldular.

Öyle ki kâh Ozan Bahar'ın kolundan tutup ardına çekti kâh Bahar onun eline asılıp ardına düşürmeye gayret etti. Ayakları yeri döve döve, kahkahaları duvarları boyaya boyaya... Kırmızı kapıya vardıklarında nefes nefeseydiler. Bahar bir elini göğsüne götürdü. Ozan elindeki anahtarla sırtını kapıya dayadı. Yüzü kıza bakıyordu. Yanakları kızarmış, alnı terlemişti. "Önce öpmem lazım," dedi. Güldü. "Üç dudaktan bir yanaktan."

Bahar başını kaldırıp dudaklarını uzatırken bilakis Ozan'ın elini göğsüne götürdü. Nasıl atıyordu nasıl... Üç kere öptüler birbirlerini. Üçüncü de dudakları birbirinde asılı kaldı. Kalbi daha fena atmaya başlamıştı. Neyden sonra gözlerini açıp Ozan bu çarpıntının sebebini merdivenleri koşarak çıkmaları sanmasın diye "Koştuğum için değil," dedi. "O geceden beri ne zaman beni öpsen ya da öptüğünü düşünsem başka türlü atıyor." Heyecanlıydı sesi. "Delirdi galiba..."

Geri kalır mı? Ozan da Bahar2ın elini tutup kendi kalbine çekti. Bir şey demek isteyip diyemedi. Yalnızca odalara, evlere sığmayan bir gülüşle başını kapıya yasladı. Bahar'ın eli usul usul sevdi olduğu yeri. Duyulmadı sesi ama dudakları "Ah Bahar," deyip duruyordu.

Alt kattan gelen seslerle kendilerini buldular. Işıklar söndü, yandı, söndü. Ne yapıyorlardı ki öylece kapı eşiğinde durup? Birbirlerinin kalp atışlarını dinlemekten başka? Sonunda "Girelim mi?" dedi Bahar. Ozan ancak o zaman kapıya serdiği bedenini topladı. Bir eli yine kızın elini buldu. Diğeri anahtarı deliğine oturttu. Kapı gıcırdayarak açıldı. Burunlarına biraz rutubet, biraz havasızlık, biraz toz, biraz da geçmişin özlemi doldu.

İçerisi karanlıktı. Allah'tan pencerelerde perde yoktu da Beyoğlu'nun ışıkları yollarını aydınlatıyordu. İlk adımı Ozan attı. İkinci adımında "Nazike!" diye seslendi. Sanki yeterince karanlık değilmiş gibi başını kaldırıp gözlerini kapadı. "Nazike ben geldim, evde misin?"

Geçmişin içinde sıradan bir hafta içi akşamı. Ozan eve geldi diye düşündü Bahar. Yayıldığı yerden apar topar kalktı.

"Ozan sen mi geldin?" diye seslendi. "Mutfaktayım!" diye bağırdı sonra.

Söz vermişlerdi ama nasıl dolmayacaktı gözleri? Bahar karanlığa sığınıp gözündeki yaşı büyüttü. Koridorun ortasında öylece duruyorlardı. Ozan başını sola çevirip terk edilmiş salona baktı. Âşık ve Narin'in kafesi orada öylece, boş halde duruyordu.

"Âşık," diye seslendi Ozan. "N'aptın bugün? Narin'in canını sıkmadın inşallah?"

"Narin!" diye eşlik etti Bahar. "Âşık başını şişirmedi inşallah?"

Salona doğru birkaç adım atacak oldu Bahar. Bir yerde Ozan'ın eline takıldı. Ozan ilerlemesine müsaade etmeyince. "Âşık bize bakıyor," dedi adam. "Benim sözüm vardı ona. Sana aşkımı itiraf edince üç öğün onların gözü önünde sevişecektik."

Gülmekle ağlamak Bahar'ın yüzünde birbirine karıştı.

"Tutamadık," dedi Bahar. Vadesi geçmiş söz çoğullaştı.

"Ck," diye karşı çıktı Ozan. "Senin çocuklara da verdim aynı sözü."

Dudakları birbirini buldu. Uzun uzun ama heyecanını hiç yitirmeyen öpüşlerdi bunlar. Nefes almak için verdikleri kısacık molalardan birinde "Kucağıma gel," dedi adam. Bahar hevesle zıpladı, Ozan kızın bacaklarını karşılayıp yükseltti onu. Bir öpücük daha koptu gönüllerinden. Sonra gözlerini sımsıkı yumup "Biz geldik!" dedi Bahar. Yüksekti sesi.

Ozan önünü görmeden yürüdü. Eskiden de gıcırdardı şu parkeler. Sesleri yükselmişti sanki. Terasın kapısına dayandıklarında, iş birliği içinde hareket ettiler. Bahar inmedi adamın kucağından. Ara ara kayıyordu olduğu yerde ama Ozan sımsıkı kavrıyordu bacaklarını, yükseliyordu hemen. Olduğu yerden eğilip açtı kapıyı. Parmaklarına bulaşan tozu üfledi. Bir eşikten geçtiler.

Kuleyi ilk gören Bahar oldu. Gözleri kulede elleri adamın yüzündeydi. "Biz geldik," dedi daha alçak bir sesle. "Hâlâ çok güzelsin. Çok."

Kuleye arkası dönük olan adam "Küsmüş mü bize?" diye sordu. Bahar, Ozan'dan çektiği gözlerini kuleye dikip "Küs müyüz?" dedi. Sonra Ozan'a döndü. Ozan bir şey dinler gibi başını salladı. "Duydun mu?" dedi kıza.

"Bir daha olmasın," diyor. "Bir de öpecekmişsin beni."

Bahar mutluluk dolu dudaklarını gülmeye, gözlerini gözyaşlarına, ellerini gökyüzüne teslim etti. Ozan o mutluluk çemberine kattı kendisini. Kızı yere kondururken dudaklarına uçtu. Paslanmış demirlere yaslanıp uzun uzun, soluksuz kalana dek öptü Bahar'ı. Sonra kuleye döndü yüzü. Bahar'dan daha yüksek bir sesle "Biz geldik!" dedi. Aynı anda göğe bakıp "Anne biz döndük," dedi içinden.

Hevesle mahalleye çevirdi gözlerini. Şarkılar, çaylar, kahveler, bir bayram havası, bir şenlik, bir kutlama sofrası... Herkesin keyfi yerindeydi. Bahar'a döndü yeniden. "Benimle soğutulmamış ama yıllanmış bir şişe şarap içer misin?"

Alt dudağını ısırdı Bahar. Ozan'ın tadı vardı dudaklarında. Ellerini korkuluğa yaslayıp başını salladı. Ozan içeri girerken bedenine sığamayıp olduğu yerde zıpladı. Kuleye el sallarken bir daha haykırdı. "Biz geldik, biz geri döndük."








*








"Mutfaktaki musluk akmıyor. Kadehleri banyoda yıkadım. Mutfak dolaplarının acilen elden geçmesi gerek. Ayrıca acına, üzüntüne çok saygı duysam da evi böyle nasıl bırakabildin Ozan? İnsan dolaplarda duran erzağı bari toplar. Sadece buzdolabının etrafında beş böcek cesedi var. Leş gibi kokuyor mutfak. Buzdolabını açmaya elim ermedi. İçinde fosilleşmiş bir şeyler var gibi geliyor bana."

"Yoktur diyemem."

"Yeni bir organizma bile üretmiş olabilirsin."

"Bir genetikçiye inceletiriz."

Ozan sırıtarak bakınca bacağına bir tokat attı kız. Sarı brandalı şezlongun ayakucuna bedeninin yükünü vermeden oturuyordu. Ozan ise sahildeymiş gibi uzanmıştı aynı şezlonga. Ellerini ensesinde birleştirmişti. Bir güneş gözlüğü eksikti.

Toz ve pislik içindeki şezlonga dolapta yıllanmış bir çarşaf örtme fikri Bahar'dan çıkmıştı. Yoksa Ozan öylece bırakmıştı bedenini. Çok iş vardı evde. Bunu zaten biliyordu. Birilerini çağırırlardı temizlik için. Bazı işleri ise bizzat ve seve seve yapacaktı.

Ama bunlar öyle önemsiz detaylardı ki... Mühim olan bu eve adım atmaktı. Mühim olan onca zaman sonra bu terasta Bahar'la olabilmekti. Şarabın sıcaklığı en büyük derdiydi şimdi. Daha öte tek bir şey bile düşünmüyordu. O yüzden Bahar'ın emanetmişçesine şuracıkta oturup evin yarasını beresini anlatması gülünç geliyordu adama. Gülünçtü ama pürdikkat dinliyordu Bahar'ı. Dinlemek bir yana, gözleriyle bir kuleye iki Bahar'a bakıyordu. Bahar kuleden bile güzeldi.

"Duydun mu?" dedi bu sırada Ozan.

"Neyi?"

"Kule neden ona kıçını dönerek oturduğunu soruyor?"

"Çünü sana bakıyorum," dedi Bahar.

"O da onu diyor işte. Niye öyle karşıdan bakıyormuşsun. Neden kıç kıça değilsiniz diyor. Yanıma yatarsan bir yandan kuleye bakıp bir yandan beni öpebilirmişsin."

Önce bir hamle yapacaktı oldu Bahar. Sonra "Ck," dedi. "Eskiden de sağlam değildi bu şezlong. Bazıları da sağ olsun yağmurda çamurda havalansın diye dışarıda bırakmış garibimi. Yatarsam kırılır."

"İncileri mi dökülürmüş diyor kule."

"Hayır ama..." diye söze girdi Bahar. Sonra durdu. Bir ardına dönüp kuleye baktı bir Ozan'a. Sıcak esiyordu hava. Saçlarını ardına atıp bileğinde bir toka var mı diye yokladı. Yoktu. Dudak bükerek baktı Ozan'a. "Mezuniyet konuşması yapacağım ben. Mezun olmadan kıçımı başımı kıramam."

Bunu işiten Ozan kadehinden bir yudum aldı. Yıllanmak bu vasat diyebileceği şaraba bile yakışmıştı. Ah bir de soğuk olsaydı. "Bak aklıma şahane bir fikir geldi," dedi bunun üzerine. Bahar kulak kesildi.

"Sen şöyle gel, üzerime yat. Böylece olası bir kırılmada senin küçük çanağı korumuş oluruz."

Bahar, ciddi bir şey diyecekmiş gibi Ozan'ı dinleyen kulağına kızdı önce. Şu gevşeklikle şuraya yatan Ozan ne zaman ciddi bir şey söylemişti ki şimdi söyleyecekti. Ona aynı lakaytlıkla cevap vermek istedi. Bu yüzden bir elini adamın bacağına uzattı. Cilvenaz bir edayla "Öyle mi diyorsun?" dedi.

Sırıtarak başını salladı Ozan. Bahar ise iki şekline getirdiği parmaklarını adamın bacağının üzerinde ağır ağır yürüttü. Sağ parmak, sol parmak. Sağ parmak, sol parmak. İki bacağının tam arasında, bir yol ayrımında durdu o parmaklar. Sonra kanvas kumaşı usulca okşayarak Ozan'ın fermuarının başladığı yöne ilerledi. Ama tüy gibi gezmiyordu o iki parmak. Aksine kumaşın altında yatan bedeni uyandırmaya gayret ediyordu.

Bir süre o parmakları seyretti Ozan. "Ne yapıyorsun?" dedi sonra Bahar'a. İkilemde kalmış gibiydi yüzü.

"Yatacağım zemini inceliyorum. Bir nevi kalite kontrol diyebilirsin. Mahsuru var mı?"

Derin bir nefes ve artan kayılmayla "Elbette hayır," dedi Ozan. "Ev senin, sokak senin, mahalle senin. İstersen üstüne çıkıp tepinebilirsin."

İçinden "Dilbazın tekisin Ozan," diye geçirdi Bahar. sonra parmakları olduğu yerden uzaklaştı. Adamın sağ cebine soktu elini. İlerleyebildiği kadar ilerledi orada. Ozan'ın uykudan uyanan uzvunu bulana dek yokladı o cebi. Bulduğunda ise hemen geri çekmedi elini.

Ozan'ın yüzünün rengi değişti. zaman istemişti Bahar ama fikri mi değişmişti? Düzkafa bir borazan çaldı. Acil durum demekti bu. Kalçalarını farkında olmadan Bahar'a doğru itti. Bir daha "Ne yapıyorsun?" dedi kıza ama bu kez yüzünden alevler çıkıyordu.

Bahar gözünü örtüp ağzını araladı. Başını havaya kaldırıp parmakları Ozan'ın sertleşen yerine dokunurken "Bir şey yapmıyorum," dedi. Dedi ama o nasıl demekti... Bir eli derhal vazifeye koştu. Fermuarı açıp kendisini Bahar için hazırlayacakken, Bahar içine girdiği cebe hapsedilmiş tel tokayı buldu, "Ah işte buradaymış," dedi. Tokayla beraber çekti elini.

Sağ yanındaki saçlarını tokayla tuttururken Ozan'la göz göze geldi.

"Oyun mu oynadın bana?" dedi adam. Şüphe vardı yüzünde. Demek gerçekten etkilenmişti. Sırıtarak Ozan'ın yüzüne baktı Bahar. Ardından saniyeler içinde adamla boğuşurken buldu kendisini. Ozan kucağına çekiyordu bedenini. Bu denli gülmese, kahkaha atmasa belki kaçabilirdi Ozan'dan ama ne mümkün...

Oyun oynadığı kucağa bir anda çekildi. Parmaklarıyla dokunduğu uzvu bu kez bacaklarıyla hissetti. Ozan'ın dudakları ensesindeydi. Elleri ise masum göğüslerini tutuyordu. "Bırak," diyordu gülüşen sesiyle. "Bırak beni Ozan!"

Bu tepişmelerin ortasında küçük bir zelzele oldu. Bedenleri sarsıldı ve üst kattan alt kata inmiş gibi oldular. Ama bu onları durdurmak yerine sırtlarına bir kamçı gibi imdi. Mutluluk kamçısı. Kahkahaların sebebi buydu. Sonunda "Al işte kırıldı!" diye bağırdı Bahar. "Kırıldı işte mutlu musun?"











--------------------------------------------------<3


Merhaba,

Nasılsınız? Keyfiniz yerinde mi? Bayram ve tatil modlarını kapatabildiniz mi? İyi hissediyor musunuz?

Beni soracak olursanız ben iyiyim. Temmuz yoğunluğunu biraz kırdım. Küçük sağlık meseleleriyle oyalanıyorum. Bu zaman zarfında iki bölüm arasını çok uzun tutmuşum. Önce bunun için özür dilerim. Ayrıca bu çok uzun bölümü de özrün bir parçası olarak kabul edin.

Umarım seversiniz. Yorumlarda görüşmek üzere.

Çokça sevgiyle!
Anita Felipova Emilova

Continue Reading

You'll Also Like

1.3K 657 31
Jeolog profesör Luca Ozario, yapılan bir keşfi fırsat bilip kendini öne çıkarınca yeni kurulan bir araştırma merkezine davet edilir. Alp Dağları'nın...
27.1K 3.2K 16
❝Kırgın ruhlar senfonisi; kimisine ölüm ninnisi, kimisine yaşam emaresi.❞ Hayatını travmalarının yönettiğinin bilincinde olan bir kadın, onlardan kaç...
511K 29.7K 20
Daima kalbimin sesini bastırmak için yüksek sesli ve kalabalık konuşurum. Çamurlu bir nehir yatağıyla beraber mor rengindeki lotus çiçeklerinin resme...
738 51 12
"Ölüme yalın ayak koşanların öyküsü bu." "Bu motorun üzerine bindiğin zaman zebaniler sana cehennemden yer ayırtmıştı hanımefendi, cehennemde görüşür...