Beni Sen İnandır

By zeynebinyeri

24.3K 4.5K 1.2K

Benim adım Güzide değil. Yıllardır insanlara ısrarla bunu anlatmaya çalışıyorum. Biriyle yeni tanıştığımda ki... More

2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
FİNAL

1. Bölüm

3.7K 266 177
By zeynebinyeri


"Güz, geliyor musun?

"Geliyorum," deyip gözlerimin gördüğü en güzel görüntü olan Mostar Köprüsü'ne son bir bakış daha attım. Hayatım boyunca çok gezme fırsatım olmadı. Ailem gezme konusunda çok istekli değildi. Bizim tatil anlayışımız her bayramda memleketimiz Erzincan'a gidip gelmek olmuştu. O nedenle çok farklı yerler, şehirler görme fırsatım olmadı. Ta ki hayatımın en büyük değişikliğini yapmamı sağlayan tekvandoya başlayana dek. Çocukluğumdan beri yaptığım bu spor beni her yönden geliştirmekle kalmayıp bir de dünyayı tanımama sebep olmuştu. Katıldığım yurtiçi ve yurtdışı turnuvalarda hep gezmek için fazladan bir günümüz olurdu. Ekipte bu boş günü turistik yerleri gezmek için kullanan az sayıda kişiden biriydim. Çoğunluk otelde dinlenirken ben birkaç kişiyle çevrede görülmeye değer yerlere giderdim. Mostar son durağımızdı. Osmanlı'dan kalma önemli bir eser oluşu onu gururla izlememe sebep olmuştu. Muhteşem mimarisi ve heybeti ile gelenleri karşılıyordu. Tarihindeki ihtişamlı zamanların hatrına kötü günlere direnmiş ve bugüne kadar gelmişti.

"Çok güzel değil mi?" diyerek arkama bakarak yürümeye devam ettim. Ahsen koluma girdi çünkü beni çekmese Mostar'ı izlemeye devam edebilirdim. Onun dürtmesiyle önüme döndüm. Bosna'daki turnuvaya kulüp olarak çok sayıda sporcu ile katılmıştık. Hepimiz için çok önemliydi. Aylardır çalışmanın sonucunda iyi bir başarıya ulaşmak ise bütün zorluklara değmişti. Buradan madalya ile dönememiştim ancak çeyrek finale kadar çıkmış olmak bile önemliydi. Dönünce çalışmalara daha sıkı devam edecektik çünkü önümüzde Türkiye ve Dünya şampiyonası vardı. İki çalışma arasındaki bu mola çok iyi gelmişti.

"Akşam etkinliğe gitmek zorunda mıyız?"

"Sevgili Güz, her turnuvanın ardından bu soruyu sormak zorunda mısın?" diyerek gözlerini devirerek bana baktı. Normalde bu tarz bakışların sahibi benimdir ancak üzüm üzüme baka baka kararırdı ve Ahsen zaman içerisinde biraz bana benzemişti.

Omuzlarımı silktim. "Çünkü gitmek istemiyorum. Turnuvalarda yeterince insanla yüz yüze geliyorum zaten. Bir de tanışma etkinliğine katılmak eziyet gibi geliyor."

Zoraki bir gülümsemeyle yüzüme baktı. "İnsanları bu kadar seviyor oluşun gözlerimi yaşartıyor. Bazen beni sevdiğin için bile şaşırıyorum."

Ahsen ile arkadaşlığım çoğu zaman beni de şaşırtıyordu. Onun kötülüğünden değil elbette, dünya tatlısı, cıvıl cıvıl bir insandır. Onu sevmek kolaydır. Problem bendeydi, ben insan sevmezdim. Ne kadar az insanla muhatap olursam o kadar iyiydi benim için. Kalabalık ortamlardan uzak durduğum için çok fazla arkadaşım olmadı. Ahsen'le de gerçek anlamda bir dövüşün ortasında tanışmıştık. Tekvandoya başladığım ilk günlerde hocam beni tecrübeli olduğu için Ahsen ile eşleştirmişti. O beni güler yüzle karşılamıştı ancak ben mutsuzdum. Çünkü çok stresliydim ve aynı yaşta olduğumuz için onun bana öğretecek olmasını gururuma yedirememiştim. Ancak Ahsen bir hafta boyunca her yerimin ağrımasına sebep olacak hareketleri gösterdikten sonra ona içten içe saygı duymaya başladım. O benimle arkadaşlık etmeye çalışıyordu ancak buna izin vermiyordum. Kafamı tekvando harici hiçbir şeye veremezdim, ne kadar kısa zamanda çok şey öğrenirsem benim için o kadar önemliydi.

"Bence bunun tam tersi daha çok geçerli. Bana katlandığın için dünyanın en efsane insanı olabilirsin." Kolumu omzuna atıp sıkıca sardım. Ahsen bunu yapabildiğim nadir insanlardandı. Gülümseyerek bana sarıldı. "Bugün sevecenliğin üstünde bakıyorum da. Başımıza taş yağacak diye korkuyorum. Ya da döndüğümüzde bir hafta boyunca herkesle iletişimi kesecekmişsin gibi hissediyorum. Yapmadığın şey değil çünkü."

"Ortalıkta bir sevecenlik varsa bana denk gelmiş olması imkânsız," Tertemiz havayı içime çektim. "Kendimi özgür hissediyorum, ondandır."

Birkaç saniye yüzüme bakıp gülümsedi. Birbirimizi herkesten çok tanıdığımız için konuşmamıza gerek kalmadı. Çünkü zihninde söylediklerini duyuyordum ve o da benim vereceğim cevabı biliyordu.

Akşam etkinlik vakti yaklaşınca hep birlikte hazırlanmaya başladık. Bu geceyi önemsemeyen tek insan bendim ancak yine de özensiz giymeme izin verilmemişti. Tüm hayatımı eşofman ve spor kıyafetler ile geçiren bir insandım ve beni tanıdığı için Ahsen olaya müdahale etti. Annemin zorla bavuluma koyduğu pantolon tunik takımı yerine Ahsen'in benim için bavuluna koyduğu elbiseyi giymek zorunda kalmıştım. Beni gerçekten tanıdığı için o an ondan nefret ettiğimi söylesem bile işe yaramadı. Giyindikten sonra hoşnutsuz bir ifade ile aynada kendime baktım. Buz mavisi renginde, eteklerinde pileler olan bir elbiseydi. Başıma da krem renginde bir şal takmıştım. Benim topuklu ayakkabım olmadığı için annem bavuluma ablamın topuklu ayakkabılarından birini koymuştu ancak onu giymeyi katiyetle reddettim. Bütün benliğimi yansıtabileceğim tek şey beyaz spor ayakkabılarımdı.

Saraybosna'nın en bilindik restoranlarından birine gidiyorduk. Restoran sadece bizim etkinlik için rezerve edilmişti, sporcular, hocalar ve turnuva yetkililerden başka kimse yoktu. Herkes bu tarz etkinliklere büyük önem verirdi. Yeni insanlarla tanışılır, turnuva hakkında sohbetler edilir, ödül alanlar onore edilir, katılan herkese hediyeler verilirdi. Bizim camianın Oscar gecesi gibiydi.

Ahsen'in yanında restorana girerken huzursuzca üzerimdeki elbiseyi düzelttim. Yol boyunca bunu çok kez yaptığım için Ahsen beni umursamadı ve etraftaki insanlara gülümseyerek yanımda yürümeye devam etti.

"Artık elbiseni rahat bıraksan da etrafına baksan Güz," Ahsen'in sözüyle elbisemi bırakıp etrafıma bakmaya başladım. Restoran, dağın eteklerinde bulunan bir nehrin üzerinde yer alıyordu. Muhteşem bir manzarası vardı, dört bir yanı ağaçlarla süslenmişti. Nehir, Saraybosna'nın en güzel yerlerinden biri olduğunu kanıtlarcasına ahenkle akıp gidiyordu. Burnuma gelen mis gibi melisa kokusunu içime çekip bir saniyeliğine gözlerimi kapadım. Gözlerimi açar açmaz görüş alanıma genç bir adam girdi. Ondan sonrası bir dizi sahnesi gibi yavaş ilerlemişti sanki. Dalgalı sarı saçları buralı olduğunu belli edercesine ışığın altında parıldıyordu. Gözleri açık maviydi ve canlılığı ışığın parıltısını gölgede bırakıyordu. Yüzündeki samimi gülümsemeyle gelenleri karşılıyordu. Hayatım boyunca hiç kimseye karşı böyle bir şey hissetmemişken, tanımadığım bir adamın sadece gülüşüyle kalbime çöreklenen bu his ellerimi nereye koyacağımı şaşırmama sebep olmuştu. Kollarımı vücuduma sarıp derin bir nefes aldım. Birine böyle uzun uzun bakmanın yanlış olduğu aklıma geldiğinde başka yere bakmak istedim ancak tam o an bakışları bize döndü ve göz göze geldik. Yaptığım spor sebebiyle kalbimin hızlı atışına çok kez şahit olmuştum ancak bu gözümü yumup umursamayacağım bir şey değildi. 'Ben buradayım,' dercesine ortalığı inletiyordu. Birinin bana çarptığını hissedince arkamı döndüm, birkaç kişinin bana ters ters baktığını gördüm. Arkamdakilerin bana çarptığını fark edene dek durduğumu anlamamıştım. Bekleyenlerden özür dileyip utanç içinde yürümeye başladım. Bakışlarımı hızlıca gözlerinden çektim. Onun yanında durduğumuzda Ahsen ile çok kısa bir sohbet gerçekleştirdiler. Ahsen'le konuşuyor olmasına rağmen sıklıkla bana bakıyordu. İngilizce konuştukları için hiçbir şey anlamıyordum. Kendimi rahatsız hissettiğim için  Ahsen'in kolundan ayrılıp masaların olduğu yerlere doğru ilerledim.

Bulduğum ilk masaya geçip oturduğumda oturanları tanımadığım için tedirgin oldum ancak Ahsen'in gelişi ile rahatlamıştım. Yüzündeki zoraki tebessümle masadakileri selamlayıp bana döndü, "Burası bizim masamız değil," deyip kolumdan tutarak beni yerimden kaldırdı. Kendi masamıza geçip oturduğumuzda yüzündeki sıkılmış ifadeyle, "Ne oldu sana?" diye sordu.

Az önce yaşadıklarımla alakalı kafamda beliren onlarca sözcüğü dile dökmeyi reddedip, "Ekstra bir şey olmasına gerek yok ki," deyip somurtarak ona baktım. Ahsen başını iki yana sallayıp daha az önce otelde birlikte değilmişiz gibi ekiptekilerle selamlaştı. Yanıma geçince, "Mekân ne kadar güzel," deyip etrafına bakındı. O sırada etkinliğin ev sahipliğini yapan yetkililerden biri sahneye çıktı. Boşnakça konuşmaya başladı, söyledikleri eş zamanlı olarak İngilizce'ye çevriliyordu. Tabi, kimse İngilizce ya da Boşnakça bilmeyen ben ve benim gibileri düşünmediği için hiçbir şey anlamadan konuşan kişiyi izliyordum. Etrafımdakilere bakınca herkesin bir şekilde anladığını gösteren ifadelerle karşılaştım.

Herkes benim gibi İngilizce öğrenmemekte inat etmediği için muhtemelen aralardan yakaladığı kelimelerle konuşmayı anlamlandırmıştı. Hâlbuki böyle zorluklara hiç gerek yoktu. Herkes Türkçe öğrense bütün problem ortadan kalkacaktı.

İlkokul dördüncü sınıftayken hevesle öğrenmeye başladığım İngilizce yüzünden liseye geçene kadar dalga konusu olmuş hatta okul değiştirmeyi bile düşünmüştüm. Ancak bunu aileme söyleyecek cesaretim olmadığı için adımın 'portıkıl' olarak kalmasına göz yummak zorunda kalmıştım.

On yaşındaki heyecanlı bir kız çocuğunun portakalın İngilizcesini bilmesini kimse beklememeliydi.

"Geldiğimiz için teşekkür ediyor, madalya alanları ve tüm katılımcılara tebrik ediyor. He, bir de," deyip gururla gülümsedi Ahsen. "Türkiye'den gelen misafirleri burada görmekten mutluluk duyuyormuş," Onun gururlu gülüşüne ben de katıldım. Ülkenizi temsil eden bir sporcu olduğunuzda herkesten on kat fazla milliyetçi oluyordunuz. Hayatınızdaki en önemli şey o bayrağı göndere çekmek olduğu için bağlılığınız, sevginiz çok daha özel oluyordu. Türkiye'yle alakalı söylenen olumlu sözlerle göğsünüz kabarırken, duyduğunuz en ufak olumsuz lafta mangalda kül bırakmıyordunuz.

Etkinlikteki tek başörtülü sporcu oluşum gelip geçen herkesin ilgisini çektiği için yanımızdan geçerken bana bakan çok kişi olmuştu. İyi niyetli bakışlar olduklarını görebiliyordum çünkü daha önce tam tersi tavırlarla karşılaşmıştım. İlk başladığım zamandan bugüne dek başörtülülerin spor yapmaması gerektiğine dair bana laf atan insanlar olmuştu. Bunu herhangi bir mantıklı nedene oturtmadan sadece kendi görüşlerine uymadığı için dayatmaya çalışıyorlardı. Bu söylemi hiç tanımadığım insanlar da, ailemden bazı kişiler de yapmıştı. Başlarda umursamadan geçiştirsem de bir süre sonra kendi inandığım ve doğru bulduğum şeyi insanlara anlatmak için çaba harcamanın daha doğru olduğunu fark ettim.

Özgürlük kavramını yanlış anlayan ve herkesin kendi inandığı şekilde yaşaması gerektiğini düşünen insanlarla doluydu etrafımız. Bunu aşmanın yolu sinmek veya sessiz kalmak değildi. Bazen ayaklarının üzerinde dimdik durmak ve yaptığın şeyle gurur duymak birçok kelimeden daha kuvvetliydi.

Konuşmalar bitip yemekler yenirken lavaboya gitme ihtiyacı ile ayağa kalktım. Ahsen'de benimle gelmek istemişti ancak dil bilmesem de kendimi idare edebileceğim düşüncesi ile gelmesini istemedim. Salonun dışına çıktığımda tüm gürültüyü ardımda bıraktığım için mutluydum. Bir süre sessizliğin tadını çıkardıktan sonra etrafıma bakınmaya başladım. Salonda her şey Boşnakça yazılmış ancak altına İngilizce kelimeler de koyulmuştu. Benim için Boşnakça ve İngilizce arasında hiçbir fark yoktu çünkü ikisini de anlamıyordum. Telefonumu yanıma almadığım için de sözlükten bakabilmek gibi bir şansım yoktu.

Kulağıma çalınan Türkçe konuşmaları duyduğumda ileride bekleyen iki kıza doğru yürüdüm. "Merhaba," dediğimde burada olduğumu fark etmemiş olmalıydılar ki sıçradılar. "Lavabonun ne tarafta olduğunu biliyor musunuz?" dediğimde aslında arkamda duran ve görmediğim lavabonun yerini nazikçe tarif ettiler. Kocaman WC yazısını görmediğim için utanarak teşekkür ettim ve hızla içeri girdim. Elimi yüzümü yıkayıp dışarısının sessizleştiğinden emin olduktan sonra lavabodan çıktım. Kızlar gitmişti ancak girişte karşılaştığım ve yine neden heyecanlandığıma anlam veremediğim genç adam erkekler tuvaletinin orada yanında birkaç kişiyle bekliyordu. Erkekler tuvaleti ile kadınlar tuvaletinin her zaman neden bu kadar yakın dip dibe yapıldığına sinirleneceğim aklıma gelmezdi ancak açar açmaz gıcırdayan kapıyla üçünün de bakışları bana doğru dönmüştü. Bakışların üzerimde olması utanmama sebep olurken aynı zamanda da sinirlenmiştim. Kendi kendime söylenirken gülerek sarf edilen birkaç Boşnakça sözcük kulağıma çalındı. Önce gülüşmelerle devam eden muhabbet araya başka bir sesin girmesiyle ufak bir kavgaya dönüşmüştü. Umursamayarak yürümeye devam ettim ancak arkamdan, "Hey," diye birinin seslendiğini duyduğumda durmak zorunda kaldım. Arkamı dönmedim, ayak seslerinden gelen kişinin yaklaştığını hissediyordum. Üzerimde hiçbir şekilde bir korku hissetmiyordum çünkü birinin bana herhangi bir şekilde zarar vermeyi düşünmesi bile o kişinin ayakta yürüyeceği son zamanları olabilirdi.

Bana seslenen kişi görüş alanıma girdiğinde kapıda karşılaştığımız genç çocuk olduğunu fark ettim. Yüzünde gergin bir ifade vardı. "I'm sorry. Yani, seni rahatsız etmediler değil?" dediğinde şaşkınlıkla çocuğa baktım. Bosna'lı olduğuna emindim ancak bozuk da olsa Türkçe konuşuyordu. Bu şaşkınlık ona herhangi bir cevap vermemi engellemişti. Benden bir tepki bekleyerek yüzüme bakarken kafamı iki yana salladım hızlıca yürümeye başladım. Sadece kalp atışlarımın yüksek sesini duyuyor olmak arkamdan gelmediğine işaretti. Bu beni sevindirmişti çünkü bu çocuk saçma bir şekilde dengemi bozmuştu.

Salona tekrar girdiğimde az önce şikâyet ettiğim gürültüye kavuştuğum için mutluydum. Az önce yaşanan anı unutup Ahsen'in yanına gittim. Nerede kaldığımı sorduğunda omuz silkerek cevap verdim. Boşnak çocuğun neden özür dilediğini merak ediyordum ancak bu konunun üzerinde durmak onunla alakalı daha çok şey düşünmeme sebep olacaktı. Masada yapılan sohbete kafamı vererek az önceki anı, sözlerini ve bakışlarını unutmaya çalıştım.

Etkinliğin sonlarına doğru görevliler ellerinde kutularla masaları geziyor, gelenlere hediye dağıtıyorlardı. Benim yanıma gelmesin diye içimden dua ettiğim genç adamın ortalıkta gezindiğini görünce bakışlarımı hızla onun olduğu yerden çekip başka bir yere baktım. Kafamı oyalamak adına telefona bakınsam da kalbimin gümbürtüsünü duyabiliyordum. Önüme, üzerinde Mostar Köprüsü'nün çizimi olan bir kutu uzandığında başımı kaldırıp baktım. Oydu, kocaman salonda onca insan varken bana denk gelmesi sinirimi bozmuştu. Romantik biri olsam buna 'Kader bizi birleştiriyor,' derdim ancak hiçbir zaman öyle biri olmamıştım. Kaba davranmamak adına, "Teşekkür ederim," dedim, gözlerine bakmaktan itinayla kaçınıyordum. "Rica ederim," dediğinde kulağıma gelen ufak gülüş ile başımı kaldırdım. Gözleri bendeydi, yakalandığım için kendime kızarak tüm ilgimi hediye edilen kutuya verdim. Ellerim titriyordu ve bu durum daha çok sinirimi bozuyordu.

Masamızdan gittiğini fark ettiğimde derin nefes alıp kutuya baktım. Tahta bir kutuydu bu, kenar kısımları işlemelerle süslenmişti. Kutuda, Baş Çarşı Sebilinin işlendiği bakır bir tepsi, iki adet kahve bardağı, lokumluk ve cezve vardı. Annemin bayılarak kullanacağı bir set olduğu için içten içe sevindim. Gözleri dolu dolu hediyemi kabul edeceğinden emindim çünkü gittiğim yerlerden ona hediye getirdiğimde dünyanın en mutlu kadını oluyordu.

Bir süre sonra ekip olarak gitmek için hareketlendik çünkü ertesi gün erken saatte uçağımız vardı. Etkinliği düzenleyenlerle vedalaşıp mekândan ayrılmak için kapıya geçtik. Kapıda yine o genç adam vardı. Mekan küçük de değildi, her an denk geliyor oluşumuz sinirimi bozmaya başlamıştı. Neyse ki farklı ülkelerde yaşamak gibi bir şansa sahiptim. Bir daha onu göreceğimi düşünmüyordum ve bu düşünce beni rahatlatmıştı.

Ayrılanları yolcularken tüm Boşnak ekibin içinde bir tek onun Türkçe bilmesi beni şaşırtmıştı. Türkiye'den gelen ekipten değildi ve ev sahibi olduğu çok barizdi. Kendi ekibi ile Boşnakça konuşurken bizimkilerle Türkçe, geri kalanlarla da İngilizce konuşuyordu. Kravatını biraz gevşetmişti ve saçları sanki daha az önce karıştırmış gibi dağınıktı. Yüzündeki tebessümden yorgunluğu belli olsa da günü başarılı bir şekilde bitirmenin mutluluğu ile dimdik duruyordu. Her gidenle teker teker ilgilenip arkalarından el sallıyordu. Bu durum gülümsememe sebep olmuştu çünkü kocaman bir adamın gidenlerin ardından el sallaması beni eğlendirmişti. Ahsen güldüğümü görünce baktığım yere döndü ve 'Ne oldu?' dercesine göz kırptı. Omuz silkip gelen araca bindim. Arkamı dönüp bakmak için içimde oluşan dürtüye kulak asmamıştım ancak bizim arkamızdan da el salladığına emindim. 

***

Geri döndüm... ❤

Çok duygusalım şu an. Sizleri Güz ile tanıştırmaktan dolayı o kadar mutluyum ki. Hep bu anı hayal ettim ve sonunda oldu. Uzun bir süredir buralardan, sizlerden, kitaplarımdan uzaktım. Belli sebepleri vardı ama artık gerideler. 

Yeniden beraberiz. ❤

İnşallah Beni Sen İnandır'ı çok seversiniz. Desteklerinizi, yorumlarınızı merakla bekliyorum. Hala buradaysanız ses verin. :) 

5 günde bir yeni bölüm sizlerle olacak. Beğeni ve yorumlarınızı esirgemeyin olur mu?

İyi ki varsınız, hep olun. 

 ***

İnstagram: zeynebinyeri-zeynebinkitapligi

Continue Reading

You'll Also Like

280K 24.5K 49
Dört genç adam..."Yörünge" rock grubunun parlak çocukları...Ama hayat hikayeleri ve aşklarıyla,aynı zamanda bizden birileri onlar... Kerim ve Ela...
5.7M 188K 98
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
81.9K 7.2K 51
WattpadRomance TR romantik komedi okuma listesinde 💖 Şaşkın bir telefon kulübesiyle hüzünlü bir sarmaşığın yolları kesişirse neler olur? Yol Arkada...
786K 29.3K 44
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...