SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.4M 434K 407K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak

XLV- "KORKULAR"

76.4K 6.8K 6.4K
By bosverdilan

Sevgili Karadere konağı misafirleri,

İkinci kitabın finaline adım adım gidiyorken benim için bir geçiş bölümü tadında bir bölümle geldim. İnstagram açıklamasını görmeyenler için söylüyorum; bölümlerin arasındaki zamanı kısaltarak ikinci kısmın finaline hızla ulaşmayı hedefliyorum. Üçüncü kısım final kısmı. (Ay ilk defa final dediM galiba...) Bölüm bittikten bir iki saat sonra hemen bir sonraki bölümün sayacını instagram hesabımızda açacağım ve hızlı hızlı yaz bizim diyerek ikinci kısmın final bölümüne va ra ca ğız! 

Yıldıza basar mısınız? 

Gerçekten, lütfen. Hatta bir önceki bölümde de doldurmayan epey kişi var o yıldız kutucuğunu. Kırmayın beni. 

Bir de uzun zaman oldu buralara gelmeyeli, yorum eksikliği çekiyorum doktorum dedi ki 1453x1453 doz yorum okumam gerekiyormuş. Doktor söyledi, Efsun'un Fetih dozunu hemen kabul ettiniz lütfen benimkini de kabul edin. Sonuçta derin bir hukukumuz var. 

Buradan yıldızın yanındaki kutucuğu twitterda #SerçeyiÖldürmek etiketini lütfen boş bırakmayın. 

Instagram: serceyioldurmekofficial





"Evrim Teorisi kediler üzerinden açıklanabilirmiş."

Dudaklarım hafif aralık her an ıslık çalabilecekmiş gibi dursa da bir uğultu dahi çıkmazdı ağzımdan. Çok sessiz çok temkinliydim. Avucumun içinde kalbinin atışını hissettiğim bir can, diğer elimde biberon nefes alış verişim dahi yavaş yavaştı. Ben rahatsız olur diye ses çıkarmıyordum ama Fetih oturduğum yerin arkasından bana eğilmişken konuşuyordu. Tabi kısık sesle.

"İlk bulduğumuzda bir böceğe benziyordu," diye dediği şeyi açıklamaya başladı. Gözleri henüz açılmamış ama büyüdüğünü hissettiğim yavrunun yorulduğunu hissettikçe biberonu bir an çekiyordum. Dinlensin diye. Minicikti. O kadar minikti ki hiçbir şeye tutunamıyordu. Ve ben günlerin sonunda onu emzirebilmiştim. İçim içime sığmıyor ama temkinli oluşumdan taşmıyordu da.

"Günler geçti ve şu an bir fareye benziyor."

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsedim Fetih'in başının yakında olduğunu bilerek saçlarımı çenesine sürttüm.

"Bunun bir kedi yavrusu olduğuna yüzde yüz emin miyiz?" bu soruyu sormak için ne kadar geç kaldığını bilmem farkında mıydı? Başımı geriye doğru düşürüp ona baktım.

"Dokunmak ister misin?" gözlerini küçülttü, yüzü biraz tuhaflaştı ve benle kedi arasında gitti geldi gözleri.

"Cık." dedi önce. Avucuna bırakıp kaçsam eli ayağı tutulacaktı sanki. "İstemem. Fareye benziyor."

Zorlamadım ve tekrar elimdeki yavruya baktım. Biraz daha sabretmem gerekiyordu. Gözlerini tamamen açacaktı önce sonra Fetih'in onu başka bir hayvana benzetemeyeceği kadar bir kediye dönüşecekti. Tüyleri artacaktı bir kere. Daha kıpır kıpır olacaktı. Hem zaten şu an hareket edeceği alan çok dardı.

İkimiz de öylece süt tozunu içişini izledik. Fetih birkaç kez fotoğraf çekti, uzaktan uzaktan kendince yorumlarda bulundu, fare olduğunu bastırdı, beslenmesiyle alakalı birkaç soru sordu, günlerdir kaldığı yere bir kalite kontrol yaptı.

Ben ona "Fetiih," diye seslenene kadar kendi halinde takıldı. "Şimdi buradan çıkaracağımız gün eve götüreceğiz ya," dedim biraz da öyle olmasını temenni ederken. Bunu hiç konuşmamıştık, ben kafamda öyle kurmuştum. "Evdekiler kabul edecekler mi?"

Halbuki daha da büyük bir ayrıntı vardı ortada. Diğerleriyle zaten çok içli dışlı olamazdı ama Fetih'le dört duvarı paylaşacaklardı. Paylaşabilecekler miydi ya da? Benim sorduğum sorunun ötesinde o da ne düşündü biliyordum. Yavruya baktı bir süre, sinesinin yükselip indiğine şahit oldum. "Onu o zaman konuşuruz, takma kafana sen."

Dedi demesine ama asıl kafaya onun takacağını biliyordum. Bizimle ne kadar kalacağını nasıl bir süreç izleyeceğimizi bilmiyor, kafa da yormuyordum. Tek düşündüğüm şu anıydı. Yaşaması, kendi vücut ısısını kontrol edebileceği kadar büyümesi. Geriye kalan her ayrıntıyı zamanı gelince düşünürdük. Anı yaşamak. Tek yaptığım buydu evet.

Eline makyaj malzemelerimi alıp yüzümü süslediği gecenin üzerinden iki gün geçmişti. Fetih'le olduğum anların kaplumbağa hızında geçtiği iki gün. Beni izliyordu her an. Ne düşündüğünü bilmiyordum sadece gözlerimi kaçırıyordum. Telefonumda onun yaptığı makyajla birkaç fotoğrafım vardı. Müthiş bir işçilik yoktu belki ama işinden dolayı galiba net çizgilerin olduğu her ayrıntı profesyonel bir elden çıkmış gibiydi. O kadar zorlanmıştı ki o gece, bu fiili bir zorlanış değildi tamamıyla ruhsal bir durumdu. Çok kez bırakıp gidecek sanmıştım. Hava çok soğuk olmasa kapıyı pencereyi açacaktı. Nefes alışları çok sıkıntılıydı.

Öyle ya da böyle atlattığımız geceden sonra bu ilk gelişimizdi zaten veterinere. Bugün nöbetim vardı yarın gelebilir miydik bilmiyordum ama yarın gelemesek bile bir sonraki gelişimizde kesinle onu da yanımıza alacaktık.

Boşalmış biberonla eş zamanlı olarak tekniker kapıdan içeri girerken ben de yerimden yavaşça doğruldum. Beslenmesiyle alakalı on farklı soru soran Fetih maalesef ki boşaltım sistemine şahit olamadı. En azından şimdilik. Daha öğreneceği çok şey vardı, çook...

🕊🕊🕊

Gözümün takıldığı saat ibaresi 12.22'yi gösteriyordu.

Art arda gelmiş birden fazla malum sayı yüzümü ekşiterek telefon ekranını kapattırırken bana başımı kaldırdım yatağa oturmuş hastayla göz göze geldim. Bu ifademi kendi üstüne alır diye telaşa düşsem de bana bakıyordu ama beni görmüyordu. Sadece dalmıştı gözleri henüz kapatmadığı telefonundaydı tüm algısı.

"Eğer bana randevu vermezseniz yarın sabah erkenden kapının önünde bekleyeceğim bakanı." sesi varla yok arasındaydı. Öksürdü, burnunu sildi, sesini toparlamak için bir çabaya girdi ama hiçbir şey değişmedi. Elimdekilerle ona doğru yaklaştım telefonu kapatması için gösterdiğim sabrın birinci dakikasını doldurmak üzereydik.

"Başka bir yol gösterin o zaman!" diye ansızın yükselmeye kalkıştığında tek yaptığı kendi ağrısını arttırmak oldu çünkü sesi sadece tizleşti. Daha fazla duyan olmadı onu. "Sınıfın öğretmeni bile hasta! Çözüm yollarım tükendi tek başınayım, sınıf buz gibi! Her gün soba borusu tıkanıyor, elektrikli soba hiçbir işe yaramıyor, okul dökülüyor ve siz bana her gün ayn-" kaşları çatıldı hemen ardından iri iri açtı gözlerini. Hastalıktan bitkin düşmüş yüzü sinirle kabardı. Yaşının çok genç olduğunu anlayabiliyordum, bir de öğretmen olduğunu. Ayrıca eklemek gerekiyor ki şu an konuştuğu kişi karşısında olsa tek kaşık suda boğacaktı.

"O randevuyu bana vereceksin! Bu senin görevin!" işin rengi aniden değişti, sizden sene geçti yerinden doğrulduğunda üstüme yürüyormuş gibi bir adım geriye gittim. "Sen her gün benimle muhatap olmak da zorundas- alo! Duyuyor musun beni? Alo, duyuyor musunuz beni?!" telefon ekranına baktı öylece, onunla beraber ben de. Arama sonlanmıştı. Ağzından öfke dolu mırıltılar döküldü bir peçete daha aldı ama bu kez burnunu değil gözlerini sildi. Ellerinin titreyişiyle beraber kalktığı yere tekrar otururken "İyi misin?" diye sordum sessizliği fırsat bilip.

Başını iki yana salladı ardı ardına öksürdü. Çantasından çıkardığı küçük şişeden birkaç yudum aldığında ona yaklaştım. Ağzını açmasını beklerken elimdeki ışığı açtım.

"Okulda ısınma problemi var sanırım." diye basit bir yorum yaptım. Belki yapmamalıydım, çok gergindi çünkü. Ağlıyordu bir de.

"Okula dair tek şeyi içinde öğrencinin olması. Harabe."

Başımı ağır ağır sallarken "Sırtını açar mısın?" diye sordum. Ona gerekli alanı bırakıp kat kat giyindiği kıyafetlerinden kurtulmasını bekledim.

"Sorumlu kişiyle iletişime geçemiyorsun anladığım kadarıyla."

Tekrar başını salladı yaşları bir sinir boşalmasından ötürü sicim gibi dökülüyordu gözlerinden. "Kafayı yiyeceğim. Çocukların yarısı hasta diğer yarısı soğuktan kalem tutamıyor ve ben tek bir kişiye bile ulaşamadım. Zamanında sunulan çözüm yolları da hepsi sözde."

Kaç kat giyindiğini ben sayamadım. O kadar çoktu ki gözüktüğünden daha zayıftı ve ben tek parça giyinişimden utandım o an. Fetih'in zorla giydirdiği atletle de iki parçaydım. Steteskop kulağımda sadece öğretmenin derin nefesleri duyuldu odada. Ara ara burnunu çekişleri bir de. Ağlaması da şiddetleniyordu düşündükçe galiba.

Geri çekildiğim an masaya doğru ilerledim "Çalıştığın okulun ismini öğrenebilir miyim?" derken sağ köşeden reçete aldım. Aynı zamanda bilgisayar ekranında da vereceğim rapor için gerekli evrak vardı.

"Hiçbir şey yapamazsınız Doktor Hanım." dedi bana bakmadan. "Şu an muhatap alınabilecek en yetkili kişi benim, alınmıyorum tabi orası ayrı."

Raporunu doldururken "Eşim mimar," dedim Fetih'le iletişime geçmeden biraz da güvenerek bunu öne sürerken. "Elbet yapacağı bir şeyler vardır ama en kötü ihtimalle," makineden çıkan kağıda uzandım. "Nikah şahidimiz belediye başkanıydı. Mutlaka bir şeyler yapabiliriz." boş bir kağıdı ona uzattım "Okulun adını ve kendi numaranı yazarsan elimizden geleni yaparız."

Gözleri verdiğim bir ayrıntıyla bana tutundu "Nikah şahidiniz miydi?" diye sordu şaşkınca. Yerinden doğrulup bana doğru gelirken başımı salladım. Bu sanırım hayatımda ilk kez yarı torpil kullandığım bir andı. Dayın varsaaa, kalıbını iliğime kadar hissediyordum. Dayım yoktu ama nikah şahidim vardı. Yeterdi bence.

Verdiğim kağıda istediğim bilgileri yazarken "Ufak bir ricada bulunursanız onlar zaten bana ulaşırlar rahatlıkla. Gerçekten sadece bu bile yeter." dedi hızlı hızlı. Gözleri suluydu ama akan bir şey yoktu.

"Ben arayacağım eşimi birazdan. Bu reçeteniz, bu da raporunuz." ardı ardına ikisine de imzamı bastım ve uzattım. Aldı, birkaç kez ardı ardına teşekkür etti, eşyalarını toparladı sonra bir kez daha teşekkür etti ve yanımdan çıktı. İlk önümdeki okulun ismini internetten arattım ama çıkmadı herhangi bir resim. Tam köy adına bakacaktım ki bunları bilmemin bana çok yararı olmayacağını bildiğimden Fetih'i aradım direkt.

İkinci çalışta sesini duydum. "Efendim Efsun." biraz düşünseydim aramadan önce, bir saat beklerdim en az. Dün çalışanlarının diğer kısmı gelmişti ve bugün bu saatlerde toplantısı olduğunu söylemişti sabah bana veterinerden çıktıktan sonra. İki gün sonra bu kadar insanı burada toplayan, koca ülkede Urfa'yı görmek isteyen ve bütün düzeni buraya taşıyan kişiler de gelecekti. Sadece Fetih'in günübirlik giderek halledebileceği bir iş için koca ofis buraya taşınmıştı. Fetih'in cins cins ben bir isotu basayım dillerine dediğini hatırlıyordum. Alın size Urfa, Mezopotamya der gibi...

"Müsait misin?" diye sordum bana her türlü müsait olacağını bile bile.

"Dinliyorum seni."

"Ya şimdi şöyle," diye başladım. "Az önce bir öğretmen geldi hasta olarak. Çok da genç yaşı, yeni atanmış muhtemelen. Okuluyla alakalı sıkıntılar varmış. Soba borusu devamlı tıkanıyormuş, soba yakıyorlar galiba okulda." bu ayrıntı şu an dikkatimi çekti. Soba yakan okullar var mıydı ki hâlâ?

"Tamam." dedi dinlediğini belli ederken.

"Elektrikli sobada yetmiyormuş, okul kötü durumdaymış. Öğretmen dahil çoğu öğrenci hasta, hasta olmayanlar da soğuktan kalem bile tutamıyormuş. Okulun hali de vahimmiş, işte öğretmen şu an yetkili birilerine ulaşmaya çalışıyor da randevu o bu şu derken yapamıyor. Sonra benim aklıma sen geldin," dedim ve ne alaka şu an bilmem sesime bir şeyler karıştı. "Dedim ki benim eşim mimar, böyle boylu boslu, yardımsever, tatlı mı tatlı, pamuu-"

"Eee Efsun?"

Yutkundum, sırıttım biraz. "Eee'si işte dedim ki biz elbet bir şeyler yapabiliriz, en kötü nikah şahidimiz belediye başkanıydı. Aldım ben bilgileri sonra da seni aradım. İyi yapmış mıyım Fetih?"

Kağıda diktim gözlerimi dudaklarımı öne doğru büzmüşken. Önce biraz ses gelmedi, böyle sabır dercesine nefeslendi falan. Sabır çekecek ne bulduysa artık. "Yapmışsın." dedi en sonunda. "Nerede bu okul?"

Köyün ismini söyledim sadece. Tahmin ettiğim gibi de bildi "Dağ köyü orası," dedi önce. Ne demekti bilmiyordum. "Ulaşımı çok zor olur. Tamam ben bugün arayıp bir şeyler öğreneyim sonra bakalım ne yapabiliriz ne yapamayız diye."

"Öğretmenin numarasını da aldım bana da haber ver mutlaka."

Bu akşam nöbetteydim yarınsa büyük gündü. Burcu ve ailesini konakta ağırlayacağımız o kutsal gün. Benim ve Fetih'in müsaitlik durumu göz önünde bulundurularak en yakın tarihi yarın olarak belirlemiştik. Karadere konağında bu durum nasıl karşılanmıştı tam olarak bilmiyordum. Gerekli bilgilendirmeyi ailesine Fetih yapmıştı. Nasıl karşılanmıştı bu durum bilmiyordum ama Fetih'in 'içini rahat tut' dediğini anlıyordum, ben annesine bakarken uzaktan. Hani ben gerekli şeyleri, tehditleri(?) savurdum. Her şey yolunda. Fetih'in stresi ailesinden yana değildi o konuda sıkıntısızdı benim aksime. O bireysel olarak iyi hissetmiyordu. İlbey amcanın gerginliği vardı üstünde.

Bilmiyorum, belki de haklıydı.

🕊🕊🕊

Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, diye başlardı ya bazı masallar; şimdi revize edilmeye kalksam kesinlikle dere tepe yerine dağ, düz yerine de engebe kullanırdım. Urfa'nın sınırları içinde miydik artık ondan bile emin değildim ben Fetih bıraksa elimi aramıza çok fazla mesafe açılırdı. Bir süredir gördüğüm ama asıl şimdi yaklaştığımız okulun ismini okudum bir kez daha. Arabanın bir yerden sonra bize eşlik etmeyişiyle yola yürüyerek devam etmiştik. Havada genzimi yakan bir koku, evlerin bacalarından yükseliyordu, yerlerde günlerdir kaldığı yerde sertleşmiş karlar vardı. Urfa'nın iklimi çok yumuşak kalıyordu buraya göre.

"Telefonum çekmiyor." diye yineledim. Öğretmen geleceğimizi biliyordu ama yine de varmadan önce arayacağımı söylemiştim.

"Çekmez, boşuna bakma." dedi ben sadece okulun küçük tabelasına bakıyorken onun perspektifi daha çok çevreyi içine almışken. Adımları durdu derin bir nefes alıp etrafa baktı. 270 derece kadar. Yüzüne çökmüş memnuniyetsiz ifadeyi izliyorken ben yorulduğunu sandım bir an. Benim elimde eldiven vardı onun yoktu. Bana atkı ve şapka takmıştı ama kendisinde yoktu.

"Zeliha," dedi ama o. "böyle bir yere mi atanacak?" iki eliyle birden çevreyi gösterdi. İlk kez ben de o gözle baktım. Doğuya atanacağını biliyordum. Bu bir köyü de olabilirdi bunu da biliyordum ama dağ köyü kavramından ilk kez haberdar oluyordum.

"İhtimaller dahilinde." dedim sessizce. Olmaması için bir nede yoktu çünkü bana hasta olarak gelmiş öğretmenin de yaşından belli oluyordu ki ilk görev yeriydi.

"Beni dinlemez ama sen bir şekilde kanına girersen Efsun, çok iyi bir özel okulda da çalı-"

"Hiç hoş değil bu söylediğin." elini sıkarken yürümeye onu da çekiştirmeye başladım. "Ne ben bu konuda kanına girmeye çalışırım ne de o buna izin verir. Eğitim hakkının eşitliğinden girerek bizi utandıracak şekilde sonlandırır konuşmasını. Ki haklı da."

Onu çekiştirmem bir yerden sonra son buldu ve kendi isteğiyle bana uyum sağladı. "Şu an yürüyerek Suriye'ye gidebilirim." diye açıkça merkezi yerden ne kadar uzaklaştığımızı belli etti.

"Sana Zeliha gibi mi cevap vereyim Efsun gibi mi?"

İkisi için de hazırda bir cevabım vardı. İkisi de onun hoşuna gitmeyecekti ve "İkisini de istemiyorum." dedi. Elini bırakıp koluna girdim, yanağımı koluna yasladım. İyi hissedemedim o an. Ne Efsun ne de Zeliha'nın cevabını düşünmedim ve sadece bir abla gibi ölçüp tarttım. İçim bir sıkıştı, yerini yadırgadı. Aklıma birkaç şehit öğretmen haberi geldi sonra Fetih'in yürüyerek varacağını söylediği yerde yaşanan olaylar, çekmeyen telefon, ulaşımın çok güç olması, koşullar... Nefesimi öyle bir verdim ki sesi de kulağıma geldi. Bunu düşünmek için çok erkendi. Ama düşünmemek de elde değildi.

Dün Fetih gerekebilecek herkesle konuşmuştu, neler yapılabilir neler yapılamaz diye enine boyuna tartışmıştı. Artık birçok yetkilinin buradan haberi vardı, var olan sorundan, öğrencilerden ve öğretmenden. Dışarıdan da çok net gözüktüğü gibi okulun yenilenmeye değil yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardı. Dökülen dört duvara çok eski bir çatı koymuşlardı. Camlar ve kapı içler acısı haldeydi. Duvarlar dökülüyordu neredeyse. Yaz tatili bekleniyordu sözde. Ya da gerçekten öyleydi bilmiyordum. Yeniden bir yapılanma için eğitimi aksatmamak adına... Hani sanki bu haliyle çok güzel bir eğitim yuvasıymış gibi. İşin sonucunda yetkililerin yarın geleceğini bilerek biz bir gün önceden uğramak istemiştik. Biraz da benim ısrarımla. Nöbetten çıktığım sabahın devamındaydık. Öğlen saatlerindeyken birkaç saat uykunun ardından çıkmıştık evden. Evden. Bu gece çok mühim misafirleri ağırlayacak evden. Hummalı bir çalışmanın içindeki evden.

Vardığımız kapıyı iter miyiz, çalar mıyız ikileminde kalırken pencerenin ötesinden birkaç çocuk sesi geldi. Biz onları göremeden onlar bizi gördüler. Önce biraz gürültü çıktı sonra pencerenin önüne koştular. Bu zamanda hiç kalmadığını düşündüğüm mavi önlüklü kişileri gördüm. Ben giymiştim. Fetih de muhtemelen giymişti ama yeni nesil de ilk kez görüyordum. Meraklı gözlere odaklanamadan önümüzdeki çelik kapı açıldı ve dün gördüğüm halinden daha iyi olan öğretmen hanımla göz göze geldik.

Gülümsedi, önce bana baktı sonra Fetih'e. "Hoş geldiniz." dedi ve elini de ilk bana uzattı. Sesi dünkü kadar olmasın hala kötüydü. "Merhaba." dedim. Ellerimiz ayrıldığında aynı el Fetih'e uzandı ve bu kez ismini de söyledi.

"Gülsüm ben."

Uzatılan el Fetih tarafından kendini tanıtarak sıkıldı ve Fetih direkt olarak "Müdür burada mı?" diye sordu. Direkt yetkili kişiyle konuşmak istedi ama aldığımız cevap beklediğimiz gibi değildi.

"Evet şu an tam karşınızda."

Aklıma mutlak bir ikinci kişi geldiğinde etrafa bakındım bir an. Ben çözemeden kendisi söyledi zaten. "Müdür de benim öğretmen de." okulun içini gösterdi "Hademe de. Tek yetkili benim. Başka öğretmenimiz de yok."

Tamam okulun küçük olduğu her halinden belliydi ama muhakkak bir sınıf daha ve mutlaka bir müdür bekliyordum. En azından müdür yetkisinde herhangi biri. Ya da bir öğretmenin okulun temizlik işine kadar bakabileceğini hiç hesaplamamıştım. Fetih oflarcasına bir nefes verdi "Tek başına." diye yineledi. Aklından neler geçtiğini tahmin edebiliyordum ben onun. Hani kuş uçmaz kervan geçmez yerde tek başına bir öğretmen. Başka da kimse de yok. Hani Zeliha... Hani yükselen tansiyon... Hani akıl tutulması...

"Tek başına." geri çekildi ve geçmemiz için yol verdi. "Daha fazla kapı önünde beklemeyin. Bu sabah erkenden beni kaç kişi aradı sayamadım bile. Teşekkürler, mahcubiyetler, planlar, programlar, yardımlar... Sesimizi duyurabilsek güzel ülkeyiz aslında. Gereken şeylerin yapılması için müthiş bir beraberlik. Ama sesimizi duyurana kadar her gün çile, her şey eziyet. Duyulmazsan görünmezsin. Bağırmak gerekir. Bir de biz devlete bağlı çalışanlar bizim işimiz daha da çıkmaz. Sosyal medyadan çırpınma hakkımız yok pek. Hele de biz öğretmenlerin. Hani her şerde sahiden bir hayır var galiba, hastalanmasam bir sonraki adımım ne olurdu bilmiyorum."

Hani açık alandan kapalı bir alana girince ısınırdı ya insan kışın, ne kadar çok üşüdüğünü o an anlardı bir kez daha. Ama bu olmadı. Birkaç tane kapı vardı biz içinde öğrencilerin olduğu kapının önünde durduk. "Yarın sabah erkenden geleceklermiş yetkililer teşekkür ederim tekrardan."

Bir şey söyleyemedim. Teşekkür edilecek bir şey göremedim ben aksine utandım. Hani bir yerlerde bazı insanların verdiği çabadan ve eşitsizlikten. Eğitimde eşitsizlik. Sağlıkta eşitsizlikle kıyaslanamaz geldi o an bana. Okuduğum okullar geldi gözümün önüne sonra bana açılan kapıdan gözüken sınıf. Yerin bir kısmında halı seriliydi. Bu bana anasınıfı ortamını hatırlatmadı. Öyle güzel ya da renkli bir ortam yoktu. Her şeye rağmen duvarlar süslenmeye çalışılmıştı ama sıvası akan yerler gizlenememişti. Bir avuçtan fazla gözleri parıl parıl parlayan küçük mavi önlüklü çocuklar hepsi montlarıyla oturmuştu. Bazılarında atkı ve eldiven bile vardı, masaların üzerinde defterler ve açılmaktan küçücük kalmış kalemler, küçük silgiler, dağınık saçlar, mavi önlüğün altına giyilmiş kalın pantolonlar, kış için asla uygun olmayan ayakkabılar, yedikleri yemekle ağızlarının kenarları hafifçe lekelenmiş olan yüzler, oturdukları yere küçük gelen boyları, bizi merakla dikilmiş ve sessizce bizi izleyen bakışlar, arada birbirlerine attıkları kaçamak laflar, dürtmeler, öksürmeler ve dahası.

Hepsi aniden ayağa kalktı ama öğretmenlerinin ikazıyla geri oturdular. Hangisiyle göz bağı kursam utanıp gözlerini kaçırması çok kısa sürüyordu. Orta yerde sanırım devamlı tıkanan bir soba vardı. Biraz daha sıcaktı burası ama kalındıkça üşümemek imkansızdı. Fetih'le ellerimiz ayrıldı ama o önce beni yönlendirdi sınıfa, ardımdan o girdi ve kapıyı hemen kapattı. Kara tahtası vardı. Görmeyeli uzunca bir zaman olmuştu onu da.

"Size bu sabah bahsettiğim doktor ve mimar misafirlerimiz geldi, hadi selamlayın misafirlerimizi." önce atkımı bir şal gibi açtım sonra eldivenlerimi çıkardım. İstanbul Türkçesinin şiveyle bezenmiş halini duyduk. "Hoş geldiiiniiiiz." belliydi. Daha önce prova yapılmıştı. Fetih'in sesi benden daha gür çıktı, o tutulmuşluğumu üzerimden atamadım ben hoş bulduk derken bile. Her şey o kadar gerekçiydi ki suratıma bir tokat yemişim gibi kalakalmıştım. Bana bakamıyor göz kaçırıyor demiştim ama onlar o kadar cesur olsa ben olamazdım.

"Şimdi siz size verdiğim ödeve devam edin birbirinizle konuşmadan sonra sırayla bakacağım." orta yerlerden bir ses yükseldi.

"Örtmenim açacakla kalemi açayım mı?"

Bir an ne dediğini anlamadım, elindeki kalemtıraşı görmesem anlayamazdım da. Onunla beraber bunu yapmak isteyenler artınca öğretmenin gözü çöpe kaydı.

"Sırayla Elif," dedi uyarıcı bir tınıyla. "Biri dönmeden diğeri kalkmasın. Orada toplandığınızı görmeyeyim."

Bunu der demez biri fırladı önümüzden. Kendisi gibi kalemi de küçüktü. Bilseydik elimiz dolu gelirdik ama yanımda bir tane bile kalem yoktu. Fetih'le göz göze geldik. O da çöpün kenarında kalemini açan Elif'e bakıyordu. O ne düşünüyor tam olarak bilmesem de ne kadar yakındı düşündüklerimiz birbirine görebiliyorduk.

"Okulun yeniden inşası düşünülüyor, o zamana kadar da en yakın köyde bir sınıf bize verileceğinden bahsedildi ama hiçbir velinin bu koşullarda çocuğunu götürebileceğini sanmıyorum açıkçası. Yarın geldiklerinde konuşacağız bunları ama..."

"Halledeceğiz onu bir şekilde, konuştuk bu durumu aklınız kalmasın." dedi Fetih. Ben her ayrıntıyı sormamıştım, gerçi bu kadar ayrıntı gerektirecek bir durumun olduğunu da bilmiyordum. "Elbet bir hal çaresi bulunacak, başka yolu yok." kağıtla aralarında sıfır mesafe bırakan çocukları izliyordum sessizce. Ve her seferinde küçülmüş kalemlerine bakıyordum öylece. Yaşadıkları köyün adını almış okullarında her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Belki de bunu normal sanıyorlardı. Bu köyün ötesindeki artık lüks olarak sayacağım hayattan bir haber çabalıyorlardı. Küçük kalemleriyle.

"Yani siz anlarsınız diye düşünüyorum okulun yeniden yapımı ne kadar sürer tahmininizce?"

Fetih dönen arkadaşıyla kalemini açmaya kalkan bir kız öğrenciyi eliyle durdurduğunda herkesin gözleri onlara dikildi. Kız bir adım geri çekilirken yanında çok ama çok uzun kalan adama bir bayrağa bakarcasına bakıyordu. Fetih kimsenin fark etmediği ayrıntıya doğru eğildi, yazlık ve bağcıklı ayakkabının açılan bağcığını bağladı. Diz çöktüğü yerden doğrulmadan önce küçük kıza bir kez göz kırptı beni de kendiyle beraber gülümsetti. Kız koşar adım Fetih'ten uzaklaşırken "Normal süresinden daha da kısa sürecek," dedi Fetih.

"Validen gerekli izinleri almaya çalışıyoruz, okulun yapımını gönüllü olarak üstleneceğiz."

Üstleneceğiz. Kim? Biz. Kim? Benle Fetih. Nerede, ne zaman?

Öğretmenden ne eksik ne fazla bir şaşkınlıkla Fetih'e baktım. Öyle mi yapacaktık? Ben bilmiyordum. Tam da şu an öğreniyordum.

Ne öğretmen ne de ben konuşabildim. Fetih bir ara bana baktı bir göz kırptı havalı havalı falan. Sonra alttan alttan bana cevap verdi.

"Olur mu olmaz mı, mümkün mü değil mi diye düşünüyordum buraya gelmeden hemen önce olumlu bir dönüş aldım. Prosedürleri tamamlayalım hemen kolları sıvayacağız."

Herhalde hiçbir şey benim, bu kadar eksik içinde yüzümü güldüremezdi. Hemen alıcı bir gözle baktım az önceye kadar büyük bir umutsuzlukla baktığım duvarlara. "Alan kullanılmamış olsa da büyük ve yeterli. Arsanın büyük bir kısmı MEB'e ait. Daha kullanışlı, bir okul ortamını yaşatacak, hiçbir şeyden mahrum kalınmayacak güzel bir yapı. Öğrencilerin ve sizin de istekleri göz önünde bulundurularak, her mevsime uygun bir yer." bunları söylerken etrafı gösteriyordu. Kafamda öyle şeyler canlanıyordu ki, başarılı bir mimarın ve onun zevkli mi zevkli eşinin elinden çıkmış, tüm kötü koşulları unutturacak, ülkenin sınırından bile parıldayacak, herkesler tarafından imrenilecek, paylaşılacak yeni neslin de ötesinde dört dörtlük bir eğitim yuvası.

Duvarlara baktım. Bence ben seçebilirdim hangi renge boyanacağını. Sonuçta bunu bana Fetih söylemişti. Beraber boyarız demişti. Hangi renge istersem. Öyle değil mi?

🕊🕊🕊

Ben, bazı anlarda insanların kullandıkları eşyaların üslup yerine geçtiğini düşünürdüm. Mesela tam da şu an nereden çıktığını bilmediğim ve sanırım kenarları gerçekten altın kaplamalı olan yemek takımına bakıyorken içimden geçenlerin haddi hesabı yoktu. Mesela bu masanın verdiği bir mesaj vardı, hatta bir siyasi görüş, bir boy gösterisi ve daha fazlası. Gösterişi odaya girilir girilmez fark edilen masada her şey o kadar abartıydı ki rahat bir yemek yemenin yanında konuşulacak ve dikkat çekecek olan şeyler başkaydı. Yemeklerin lezzetinden önce masanın şatafatı konuşulurdu.

Zühre Karadere tabiri caizse şov yapıyordu. Hem de öyle böyle bir şov değil. Hani bir hiyerarşinin, saltanatın ya da üstünlüğün anlatıldığı bir tema vardı. Giyimi kuşamı, tabağı çanağı. Kısacası her şeyi.

Fetih'in bir gece baş başa konuştuğu aile bireyleri benim için gelecek olan misafirleri karşılamak için el birliğiyle hazırlık yapıyorlardı.

"Hiçbir şey," dedi otoriter bir sesle. "asla ama asla gecikmeyecek, eksik gelmeyecek, soğuk olmayacak. Bir aksilik çıkarsa," bir makineyle konuşur gibi olan tavrını ben böldüm.

"İnsanlık hali deriz, kimse de ayıplamaz merak etmeyin."

Bana bakmaya tenezzül bile etmedi, gelen yemekleri kendisi yerleştiriyordu. "Benim evimde benim himayem altında misafir böyle ağırlanır." dedi tam da tahmin ettiğim gibi. "İzle öğren bana laf yetiştirmektense. Gün gelir senin yapman gerekirse rezil etme bizi. Sizden gelecek olan ayıplamaz ama bizden gelecek olan bize yakışır bir ağırlama bekler. Bu evin," dedi ve durdu, bir an küçük düşürücü bir bakış attı bana. Bana yanlışım yoksa gelinlik dersi veriyordu. "Bu ailenin, bu soyadın bir ağırlığı var. Kurulacak sofrayı geçiştiremezsin. Her şeyi dört dörtlük yapacaksın ki gelecek olan misafir de nereye geldiğini unutmasın. Bilincinde olsun." tırnaklarını birkaç kez masaya vurdu. "Bu sofra her önüne gelene kurulmaz. Bir kere oturan da kimin masasına oturduğunu unutmaz kolay kolay."

Tam da tahmin ettiğim bir gövde gösterisiydi. Gelecek olanların gözüne sokarak kendilerini oturdukları masada çok kıymetli hissetmelerini sağlayacaktı. Kıymet misafirden değil, bu masaya oturmaya hak kazanıştan gelecekti. Tabakları işaret ettim.

"Tabi ben de altın işlemeli tabaktan yemek yesem unutmam bir daha. Ama inanın gerek yoktu böyle bir görmemişliğe. İnanın gelenler yeterince görmüş geçirmiş kişiler ama siz derseniz ki görmek isteyen benim..."

"Haddinden fazla cüretkar konuşuyorsun yapma, laf cambazlığına soyunma. Bu gece yediğin her lokma zor geçer boğazından."

Kabul açık seçik bir tehdidi beklemiyordum ve ben Zühre Karadere'yle bir süredir neredeyse hiç muhatap olmuyordum. Oğluyla başlayan gönül ilişkisi sanırım beni ondan uzak tutup formdan düşürmüştü.

"Beni tam olarak neyle tehdit ediyorsunuz?"

Benim hazırladığım zeytinyağlı yemekleri neredeyse masaya bile koymayacaktı. Tabakları öyle bir yere yerleştirdi ki her an kendi istekleriyle kalkıp gideceklerdi. Odadaki diğer çalışanlar da bizi dinliyorlardı her ne kadar işleriyle ilgilenseler de.

"Ama neyse ki bir kulağımdan bile girmeyecek şeyler. Bu gece sizden bir mum performansı bekliyorum Zühre Hanım." herkes bir an duracak gibi oldu. Göz göze kaldık. "Fetih'in de olduğu bir masada aksi beklenemez. Gecenin sonunda tüm emekleriniz ve sükunetiniz için size mutlaka teşekkür edeceğim."

Odadaki üç kişiyi aniden "Çıkın siz." diyerek kovdu. Halbuki hepsinin de eli doluydu. "Hadi!" diye tekrar etti. İtiraz kabul görmeyen sesiyle herkes elindeki işi olduğu yere bıraktı ve son kez, son kez derken, bana bakıp geniş salonun kapısını açtı ve çıktı. Genelde direkt beni insanların yanında haşlamayı tercih ederdi. Ne yapacak da bunu istedi diye düşünürken ben sanırım yaradan tarafından seviliyordum ki kapı kapanmadan Fetih'i gördüm. Bekliyordum zaten ama hani bu kadar da denk gelir mi bilmiyordum. Zühre'nin açılan ağzı geri kapandı Fetih'in sesiyle.

"Emir varmış, ara arkadaşını insinler." Zühre Karadere'nin yüzünde son lafı kendisinin söylemeyişiyle oluşan bozguna baktım. Renk bile değiştirdi desem yeridir. Ben telefona uzandım hiçbir şey olmamış gibi o ise hiçbir şey söylemeden aldığı nefesle bile küfür ede ede Fetih'i teğet geçip çıktı odadan. Fetih bir an arkasından baksa da anlam veremedi ve Burcu aramamı yanıtladı.

"İndim ben," dedi ben konuşmadan. "Ve gördüm bize eşlik edecek kişiyi." sesi aniden yükseldi ve "N'aber katakulacı?" diye sordu. Emir'in sesini duyamadım ama Burcu devam etti. "Yine tansiyonun oynadıysa yerinden annemler inmeden söyleyeyim de bir tuzlu ayran getirsin."

"Burcuuu," diye uzattım. "Bulaşma adama." aklı daha o gecedeydi. İnsafına gelmişti ve yukarı çıkmasını söylemişti kandırıldığımızdan habersiz.

"Nereye bulaşma? Yalan makinesiyle başka ne yapılır?" Emir bir şey söyledi ama bir uğultu olarak duydum, ne dediğini seçemedim. "Şu an cevap verirdim de dua et babamlar geldi." diye karşılık aldı Burcu. "Hadi Efsun kapat, geliyoruz biz."

İçimden kazasız belasız bir yolculuk olacağını dileyerek dualar ede ede, yüzüme kapanan telefonu masaya geri koydum. Fetih karşıma bir sandalye çekmiş masaya bakıyordu. Stresliydi. Geçen sefer ki kadar olmasın ama ben anlıyordum. Nefes alış verişinden bile. "Masa iyi gibi." dedi öylesine. Sırf konuşmak için.

"Fazlasıyla iyi, bak altından tabağımız bile var." derken kenarlarındaki işlemeleri gösterdim.

"Gösterişin yıkılmayan kalesi Zühre Karadere." dedi. Bu masaya bakan aksini düşünmezdi bile. En son gördüğümde hazırlanan Zeliha da geldi ama elleri dolu diye epey bir çırpındı kapıyı açıp kapatırken. Halbuki bugün Gaziantep'e anne tarafından yengesinin evine gidecekti bugün. Yengesinin torunu olmuştu, birkaç gün gidip kalacaktı. Eğer bugün misafir olmasa sabahtan gidecekti ama öğrendiği an akşama çekmişti yolculuğu. Ve sabahtan beri büyük bir heyecanla hazırlıklara yardım ediyordu. Her şeyin dört dörtlük olması için çabalıyordu. Annesiyle aynı temele dayanmıyordu bu çabası. Tamamen kendilerini gelecek olanlara beğendirme çabasıydı. Hani bakın Efsun güzel bir ortamda, gözünüz arkada kalmasın dercesine...

Son günlerde elinden geldiğince evde vakit geçirmiyordu. Çoğunlukla ders çalışmak için mesela o yeni keşfettikleri yeri kullanıyordu. Çoğu zaman Emir ya götürüyor ya da getiriyordu. Biri bir yere gidecek gibi oluyordu hemen kendisi de takılıyordu peşine. Ya da biri çağırıyor hemen kabul ediyordu gitmeyi. Evden sıkıldığını ve odasında kitap ağzı açmayı bile istemediğini söylemişti. Bazen Fetih'in çalışma odasında ders çalışıyordu. Bazen mutfakta. Eğer izin günümdeyse ben teklif etmeden o dışarı çıkmayı istiyordu artık. Hatta son günlerde ben yoksam Fetih'le ofise gidiyordu. Evde durası yoktu. Sanki bir kuştu ve kafesinden ölesiye sıkılmıştı. Odalara sığmıyordu.

Elindekilere masada yer verdi ve geri çekilip masaya baktı. "Yemekleri bir tadar mısın Efsun abla." dedi stresle. Karşımda iki kardeş, gerim gerim gerilirken ikisinin de kafasını ısırmamak elde değildi. YA NE OLUYOR NE OLUYOR diye bağıracaktım şimdi. "Acı olmasın diye bin kere söyledim ama bu evin acı olmayan yemeğine bile kaşık kaşık isot giriyor. Aşağıda ayılıp bayılacaktım en son isot kavonozunu sakladım."

Söyledikleri Fetih'i direkt dikleştirdi. "Acı mı yaptılar?" dedi hemen ve bir çatala uzandı. İlk önüne gelen yemeğin tadına baktı ve kardeşine de uzattı. İkisi de meraklı ve iri açtıkları gözleriyle bir sonuca ulaşmaya çalışırken ilk Fetih "Değil gibi." dedi. Dudaklarını yaladı Zeliha sonra büzüştürdü. O kadar tatlılardı ki kıt kıt kıt katlanmalıktı ikisi de.

"Bence de ama," çatalı dudağına bastırdı. "Ya bize öyle geliyorsa? Hani dil tomurcukları alışır ya. Efsun abla da baksın o anlar." Aynı çatal bu kez bana uzatıldı hemen aldım, vereceğim tepki belliydi zaten. Dilim damağım yanmış gibi çenemi sıkarken elimle ağzımı yelledim. Acı değildi. Belki aylar önceki Efsun'a biraz acı gelirdi ama şimdiki Efsun'a normal geliyordu.

"Hassiktir," dedi ilk Fetih. Bana su doldurmaya girişti hemen. "Ya ben elli kere uyardım ama.." diye de isyan etti Zeliha, bana uzatılan suyu yavaş çekimde alırken elime "Ay ne kadar da acı bir ezme," sesimdeki alay fark edilirdi halbuki ama karşımdaki iki kişi kendini ağzımdan çıkanın doğruluğuna kodlamıştı bir kez. "Yandım yandım yandım," sudan bir yudum aldım sonra ezmeden biraz daha. "Ne kadar da acı bir ezmee ay yandımm,"

İlk Fetih çaktı omuzları düştü gözleri bayık bayık bana baktı, "Komik misin?" diye sordu. Yüzündeki ifade... O sinir ama biraz da rahatlayış. Başımı salladım. Komikti bence.

"Şaka mıydı?"

Kimsenin gülmeyişini umursamadan gerine gerine yaslanırken arkaya "Hiç anlamıyorsunuz şakadan komiklikten. Gülsenize biraz."

Fetih tepkisizce beni izlerken Zeliha üzerime doğru yürümeye başladı. Ellerim kendimi korumak için havalandı istemsizce ama elleri karnıma doğru atıldı. Aniden gıdıklanmaya başladığımda iki büklüm oldum sandalyede.

"Gülmek mi istiyorsun?" diye sordu dört bir yandan elleriyle beni gıdıklarken.

"Zeliha ha-" sandalyeden aşağı düşecek gibi oldum diğer taraftan gıdıklayıp dengeledi. "Hayır Zeliha dur!" Elim Fetih'e doğru uzandı beni kurtarsın diye. Bir taraftan gülüp diğer taraftan kendimi yere atarak kurtulmaya çalışıyordum. Elimden tuttu ve kalktı yerinden ben de kalmaya çalıştım ama geri itti beni. Sanırım elimi dosta değil düşmana uzatmıştım. Kardeşi beni delicesine gıdıklarken onu dibimde hissettim, kendimi yere atma çabamı başımdan tutarak tamamen sonlandırdı. Ellerinin altında bir balık gibi çırpınırken yüzümü avuçlayan kişi gıdıklanmamdan doğan gülüşlerimi acı dolu bir çığlığa dönüştürdü.

Bu gecenin ilk lokması Fetih tarafından iki üç gündür rahat bıraktığı elmacık kemiğimden alındı. Geriye solan gülüşlerim acı dolu çığlığım kaldı.

🕊

Bir tören havası estiren kapıdaki duruşumuzun başını Osman Bey alıyordu. Ardından Zühre ve devamında biz. Gariptir yaş sıralamasına bile uyuyordu sıralama. En sonda Kürşat vardı mesela. Tabi bu sıralama açılan kapı ve gördüğüm insanlarla bozuldu. Öne çıkma ihtiyacı hissettim ve ilk "Hoş geldiniz." Diyen ben oldum. Hemen ardımdan Fetih. Ellerindeki torbayı aldım ilk sonra eller öpüldü. Burcu'nun bir adım uzakta kalarak sadece izleyişine ben de tam olarak Meltem teyze Zühre Karadere'yle yüz yüze kalınca dahil oldum.

Zühre Karadere'nin yüzünde sahte de olsa bir maske vardı. En azından İlbey amcayla tokalaşırken gülümsüyordu ama bilmem neden ne zamanki Meltem teyzeyle denk geldiler o ifadesi sekteye uğradı. Tamamen bozulmadı ama bir an gözü ellerine kaydı. Birbirine tutunan ellerine. Bir şey mi oldu telaşesiyle ben de baktım ama absürt bir şey görünmüyordu. Asıl olay bakışlardaydı ama. İlbey amcadan çok uzaktı eşinin gözleri. Buraya gelişi, gözüne kestirdiği kişi... Meltem Teyze gerginliğin İlk çıtasını tutuşturulan. Bir şeyler söylendi, herkes tanıştı. Hoş geldinizler, hoş bulduklar havada uçuştu. Diken üstünde herkese aynı anda bakmaktan tek bir şeye odaklanamadım. Hiçbir şeyi kaçırmayayım derken belki çoğu şeyi kaçırdım. Bilmiyordum.

Öyle ya da böyle benim yazmam gerekse 'Geldiler, herkes hoş geldi ve hoş buldu. Sonra da bitti.' diye anlatacağım birkaç dakika yaşadık. Ne iyi hissettim kendimi ne de kötü. Bu eve ilk kez benim için birileri girdi ve kapıda karşılandılar. Kötü bir şey olur mu acaba gerginliğiyle sadece bakındım durdum. Neyse ki kıştı, hava günlük güneşlik değildi de bu gergin dakikaların sonu merdivenlerde bitti. Fetih'in elini belimde hissederek en arkadan ilerlemeye başladık. Geniş salona geçtik ve direkt olarak hazırlanmış sofraya oturduk. Her şey ya sahiden çok hızlı ilerliyordu ya da ben takip edemiyordum. Geriden geliyor yetişmek için hızlanıyor, hızlandıkça kendi çabamın içinde kavruluyordum. Öyle ki bir an bir yerlere çarptım, Fetih'e tutundum. Burcu bir şeyler söyledi, Zeliha'ya gülümsedim. Kürşat'ı ilk kez bu kadar ciddi gördüm. Genelde huysuz olurdu ama bu sefer ciddiydi, oturmasına kalkmasına bile dikkat ediyordu. Osman Bey desem sanki on yıllık tanıdığını ağırlıyordu sofrada. Zühre Karadere maskesini yine takmıştı. Meltem teyze masada en çok Zühre'ye bakıyordu. Bazen bana.

Önce her şey çok normal başladı. Yemeklerden, hava durumundan, yolculuktan, memleketten, Kanada'dan, çocuklardan, işten güçten konuşuldu. O kadar normal davrandı ki iki taraf bu sanki ilk görüşmeleri değildi. Böyle oldukça yavaş yavaş ben de rahatladım. Biraz yemekler yendi, Kürşat sofradan kalkıp ödevini yapmak için aramızdan ayrılmadan önce onunla sohbet edildi ve gariptir Burcu'yla anlaştılar. En azından kalmak üzere olduğu Tarih dersinin ödevine son kez Burcu bakacaktı. Numarasını vermişti son halini atması için. 

Sonra Zeliha'yla konuştular. Burcu öğretmen adayı olarak tanıttı, Zeliha'nın utancı diş kamaştırıcıydı. Tam olarak öyle değil henüz sınava hazırlanıyorum demişti. Ama ne zamanki İlbey amca ben eğitimciyi gözünden tanırım diyerek bir motivasyon verdi gözlerinin içi parlıyordu. Dolu dolu konuştu iki eğitimciyle Zeliha. Biz sadece dinleyici kaldık, öyle bir gururlandım ki bu haline...

Sandım ki bu böyle sürecek. Kimse kimseye bulaşmayacak, bu gece olaysız bitecek. Dört dörtlük ağırlanıyordu herkes, Zühre Karadere neyi nasıl istediyse harfiyen uygulanıyordu.

Konu konuyu açtı, havalardan birkaç kez konuşuldu. Hani normali buydu ya konuşacak bir şey bulamazsak hava durumuna bağlardık. Keşke böyle de sürseydi ama kendimi kandırıyordum.

"Efsun," dedi Osman Bey aniden. "Rahatsız olduğunuzdan bahsetti." Ben değil oğlu bahsetmişti muhtemelen ama o an muhtemelen benim bahsetmem daha uygundu şartlara. "Geçmiş olsun, iyi misiniz artık, her şey yolundadır inşallah."

Fetih'in kaşla göz arasında tabağıma koyduğu tepsi kebabını çatalımın ucuyla ittim. İki türlü yapılırdı, biri patlıcanla diğeri sadece etle. İkincisini tercih etmişlerdi eşeleye eşeleye yiyeceğim bir şey yoktu. Patlıcanlarını ayırıp etten yerdim ama etin neresini ayıracaktım ki? Yaptığımı fark eden Fetih köşeden ortaya tekrar itti.

Ben ne yapacaktım bu adamın etçilliğiyle ve herkese zorla et yedirme çabasıyla?

"Şükür," dedi İlbey amca. "bir badireydi atlattık."

"...sayılır." diye tamamladı Meltem Teyze. Sanki benim yaptığımı biliyor gibi masada Fetih'le beraber zeytinyağlıları yiyen tek kişiydi. Osman Bey'e tahminimce yasaklıydı.

"Düğüne de bu yüzden katılamadınız galiba." Diye girdi hemen Zühre sohbete. Eksik kalsa olmazdı zaten.

"Öyle oldu," dedi Meltem Teyze. "Düğün de aceleye gelince... Ki biz katılabilseydik bu kadar aceleye de gelmezdi. Şey gibi oldu biraz," parmak uçlarını düşünür gibi birbirine sürttü. "Yangından mal kaçırır gibi. Alelacele."

Zühre Karadere başını salladı gülümseyerek sonra aniden bize baktı. Bana ve oğluna. "Alın bizden de o kadar. Çok söyledik, çok uyardık ama engel olamadık. Ne aceleleri varsa biz de çözemedik."

Bu durumdan kendisi de memnuniyetsizdi. En azından öyle gözüküyordu. Halbuki onun derdi kararın erken oluşundan değil kararın kendisiyleydi. Fetih masanın üzerinde duran elimi tuttu hafifçe kaldırdı. Çok sakindi çok yapıcıydı. Her şeyi tatlı dille halletmeye yemin etmişti sanki.

"Biz o şekilde uygun gördük diyelim." Sesi yumuşaktı, hani bu konuyu uzatmama amacıyla kapatmak istiyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım sadece. Gerçekten verilecek dolu dolu bir cevap yoktu ortada. Geçmiş hakkında konuşulacaksa kuracağımız cümleler de uzun uzun değildi. Evlenmiştik ve bitmişti. İlerisi yoktu.

"O işler öyle olmuyor evlat." İlbey amca ellerimize baktı, hatta dikti gözlerini de ben öyle rahatsız olup ayırdım. Hani burada fevrice ve şov yaparcasına davranmak istemiyordum. Her ne kadar elim o amaçla tutulmasa da. "Ki bunu siz bizden iyi bilirsiniz. Bu ülkede en örfüne adetine bağlı kalmayı başarmış toplum halbuki tam da burası. Biz uygun gördük bir açıklama mı?"

Bizi hedefinden çıkardı masanın başında oturan Osman Bey'e baktı. "Hadi onlar genç, toyluğuna verelim. Biz de yoktuk malum sebeplerden ötürü. İş büyüklere kalıyor yani size. Yolu yordamı bu muydu Osman Bey? Sizin de kızınız var, öyle değerlendirin. Her şey oldu bittiye gelmiş."

Kimseden çıt çıkmıyordu. Kim konuşuyorsa geriye kalanlar ona bakıyordu pür dikkat. Sorunun muhatabı derince soluklandı "Değildi tabi." dedi. Olayların ne kadar karman çorban olduğunu bilmiyordu kimse, e tabi açıklayamıyorlardı da. Kimse diyemiyordu Efsun aslında bu evi bastı. Silah çekti. Biz de kızımızı zorla evlendiriyorduk. Oğlumuz da delirmenin kıyısına geldi. O dönem savaş meydanından farksızdı buralar. "Ama olan da oldu. Tek diyeceğim hiçbir şeyi eksik olmadı gelinimizin. Dört dörtlük bir düğünle anlı şanlı evlendi. Hızlı oldu ama eksiksiz oldu."

Bu cümleleri bekliyormuş gibi düğün günü aklıma geldi. İlk odama giren de bu cümleyi söyleyen de aynı kişiydi. Sanki ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk zira döndü ve bana baktı. Ben her şeyi harfiyen hatırlıyordum, peki ya o? Hiçbir zaman gelinim olmayacaksın demişti şimdi söylediği gelinimiz kelimesinin aksine. Ve daha neler neler... Günün ilk zehrini atan oydu. Ne kadar göz göze kaldık bilmiyorum ona nasıl baktığımı bilmediğim gibi. Sadece kaçtı gitti bakışları benden.

Ben bir kapalı kutuydum. Kapağım kapalıydı yeni şeyler eklense de eskiler çıkıp gitmiyordu o kutudan. Sadece altta kalıyordu. Ben o kutuydum. İçimde ne var ne yok, ne kadar altta kalırsa kalsın biliyordum. Unutmuyordum da. Her şey bende bir yüktü. Unutmam ne mümkündü?

"Tabii," dedi Burcu neredeyse alayla. Ne ben ne de Fetih büyüklerin arasına girmeye niyetli değildik. Resmen uslu duruyorduk. Eskiden olsa, aylar önce olsa muhtemelen burada sadece o kişilerin anlayacağı imalar yaparak bu masayı daha çekilmez bir hale getiriyor olurdum. Zaten şafak sayıyor olduğumdan kalan günleri hala içimde tükenmek bilmeyen bir kinle devam ettiriyordum. Zaten az kaldı, bana ne yaptıklarını bilsinler unutmasınlar diye devamlı enselerinden fısıldıyordum. Ama her şey şu an o kadar uzaktı ki o duruma. Aksine burada İlbey amca ve Meltem teyzenin aklı kalmasın diye çabalayan bir kadına dönüşmüştüm. Şafakta yoktu.

Velhasıl benle Fetih'in sakinliğine biliyordum ki Burcu uymazdı. "Bir aşirete uygun bir düğündü. Çok kalabalık oldukları için ailecek düğün de öyleydi. Sanırım eksiksiz anlayışı bu. Ama tabi biz isterdik bir düğün de İzmir'de kız tarafının memleketinde yapılsın. Mesela. Bizim örf adetlerimize göre. Eksiksiz anlayışımıza göre."

Bambaşka bir konuyu açtı. Ya da fark etmeden yarayı. Bilinçsizce. Beklemiyordu ne o ne de ailesi bu istek karşısında gelecek tepkiyi. Sessizliğim sağ tarafımdan gelen bir kurşunla genişledi, büyümedi aksine daha çok yer kapladı.

"Bizim yaptığımız düğüne bir masa insan ancak geldi. İzmir'de yapılsa katılacak kimse var mıydı ki?" dedi Zühre Karadere. Aniden. Beklemediğim bir anda. Dondum kaldım, bu denli bir kalabalıkta aklınca gizli saklı yaptığı imayı neredeyse herkes anlamıştı. Bir saldırının ilk kurşunu sıkıldı, ölümcül hissettirdi o an. Ben daha oturtamadan cümleyi kafamın içinde savunma başladı bile.

"Elbette vardı!" diye yükseldi Meltem Teyze. Evet yükseldi. Masada ilk kez bir ses yükseldi. Tereddütsüz, hırçınca. "Ne sanıyorsunuz ki on beş gün içinde kendi çevrenizle yaptığınız basit, akraba buluşmasından ibaret bir düğüne Türkiye'nin diğer ucundan insanlar alelacele katılamadı diye kimsenin olmadığını mı? Bu nasıl bir düşünce? Bu şekilde mi kendinizi kandırıyorsunuz?"

O an payıma Burcu düştü nedensiz. Aklımaysa onun yanında yaptığım birkaç telefon görüşmesi. Suna annemin yakınlarını arayıp ret yemiştim. Yutkundum, Burcu ne düşündüğünü çıkaramazken bana baktı. Niye ağzımı açıp tek kelime etmiyordum? Dilim tutulmuştu.

"Estağfurullah," diye girdi hemen Fetih araya. Sesi yine annesi yerine mahcubiyeti ve utancı taşıyordu. Otuz bir yaşındaydı annesinin ayıbıyla uğraşıyordu daha. "annem ne dediğini bilmiyor."

"Ahahaha katılıyorum Fetihciğim!" Burcu elini şıklatıp Fetih'i işaret etti. Bendeki durgun bakışları aniden canlandı. Masadan soyutlanmıştım o an. Konuşanı dinliyordum, geriye kalanlar sanki bana bakıyorlardı ama ben hiçbirini görmüyordum. "Ayrıca bizim kesimin hepsi işinde gücünde insanlar Zühre Hanım. Ha deyince düğüne derneğe gelemezler kim evlenirse evlensin. Evde oturup davetiye bekleyen, düğün dernek olsun da hemen gidelim aman ha dedikoduyu kaçırırız diye yaşayan kimse yok. Bir de şey bizim düğünlere hazırlık aylar önceden başlar böyle on beş günlük yalapşap şeyden ibaret olmaz, o yüzden de herkes kendini ayarlar."

Taramalı tüfek gibi cümleler sarf edildi. Herkes sırasını biliyormuş ve araya kimseyi almamak için nefessiz konuşuyordu sanki. Sıra hemen Meltem teyzeye geçti. Biri araya girmeye çalışsa başaramazdım. Belki de o yüzdendi Zühre'nin sessizliği.

"Aynen öyle. Aylar önceden başlar. Bu yaşıma geldim on beş günde düğünü bir sizde gördüm. Düğün evladımıza verdiğimiz değeri gösterir. Aceleye getirip de başımızdan savar gibi çıkarmayız evden ne kızımızı ne oğlumuzu. Siz Efsun çok kötü bir zamanımıza geldi diye yanlış şeyler düşünmüşsünüz ama bunları düzeltelim." meydan okuyordu, beden dili bile. Herkese bakıyordu bunları söylerken. Karadere olan herkese. "Katılacak da bir dünya dolusu insan var, Efsun'un ailesi fazlasıyla saygın insanlardı. Öyle ailesinin kalabalıklığı kan bağından da gelmiyor üstelik. Kan bağı mecburidir, gönüllülük daha geri plandadır. Bilirsiniz elbet. Hâlâ adı sanı anılan değer gören eğitimcinin sağlıkçının kızıydı Efsun. Annesinin babasının yetiştirdiği her öğrenci şu an muhakkak bilir sayar Efsun'u. Manevi annesinin çalıştığı hastanede çalışan onca insan biz Efsun'a söylemedik ama tepkililer. Kimsenin işi gücü uygun değildi tek bir yönü bile 24 saat süren yol için ama İzmir'de bir düğün dernek nasıl yapılmadı diyorlar."

Tüylerim diken diken olmuşken çenemi sıktım, öyle miydi bilmiyordum. Beni benden çok sayıp sevdiklerini bilirdim. Uzak duruşlarıma rağmen ama on beş gün sonra yapılacak ve benim için aylar sonra bir imzadan ibaret olan düğüne kimseyi çağırasım gelmemişti. Bir hakkım vardı sanki çağırmak için ve onu da günün birinde gerçek bir düğün için kullanırım sanmıştım.

Meltem teyzenin bir nefeslik verdiği arada kızı girdi hemen. "Haklılar da. Ama işte anne suç biraz bizde. Bak sonra anlamsız fikirler doğmuş, katılacak kimse var mı diye soruluyor. Hep derlerdi de inanmazdım, erkek tarafı ne kadar kolay atlatırsa bu düğün dönemini kadının kıymeti o kadar bilinmezmiş. Şehir efsanesi sanıyordum ben meğerse gerçekmiş! Baksana asaletinden, görgüsüzlük olmasın diye sakince uyum sağlayan Efsun'un gördüğü değ-"

"Rica ediyorum," diye bastırarak girdi araya Fetih. Fetih? Burcu'ya? Gerçekten rica etti. Başıma girmiş ağrıyla sadece dinliyordum. Kimseyi susturmaya ya da sakinleştirmeye çalışmıyordum. "Olayı Efsun üzerinden başka yere çekme. Efsun'a verdiğim değeri çalacak iki davul zurnaya bağlayıp değersizleştirmeyelim İlbey Bey." Burcu'yu muhatap almadı pek fazla ve anne babasın yöneldi. "Meltem Hanım hoş değil. Annem de yanlış anlaşıldı," gözleri annesine çevrildi. "dilesin özrünü kapatalım konuyu."

Özür dile. Bu cümlenin açık seçiği buydu. Emirdi. Ya oğluna ya da kendisine bakacaktım ama tercihim bizzat kendisinden yana oldu. O Fetih'e ben ona. Nefretle bakmadım. Öfkeyle de bakmadım. Sevgi ve saygı hiç olmamıştı zaten. Boşlukta süzüldü bakışlarım. İlerisini görmek için çabaladım. Nereye kadar ve ne zamana kadar. Nasıl ve ne şekilde. Birbirimizden kurtulacağımız bir tarih yoktu. Bu halinin bir sonu olmadığı gibi. Çok kırgındım. O kadar kırgındım ki kime olduğunu bilmeden. Zeliha'yı ve Fetih'i neden o doğurmuştu? Neden böyle sonu gelmez kopmaz bir bağ ile yer alıyordu bu hikayede? Neden anne sıfatı ona verilmişti? Aylar olmuştu bunu düşüneceğim raddeye ilk kez geliyordum ve bu çok berbattı. Hırçınlığımla nefretimle daha mutluydum. Cevabı olmayan sorularla muhatap olmak daha katlanılamazdı. Bu sorgu sual benim kafa yorabileceğim türden değildi.

Cevap vereceğini, çıkışacağını hissettiğim an Osman Bey'de aynı şeyi fark etmiş olacak ki "Hanımlar birbirini yanlış anladı." diye engel oldu buna. Bu yaptığının altında Zühre'nin özür dilemesini engellemek de vardı biliyordum. "Elbette ki sandığınız gibi bir şey düşünmedik. Dediğim gibi yanlış anlaşıldı ama ta-"

"Tamam özür dilesin." diye tekrar etti Fetih. Sadece annesine bakıyordu. Ondan başkasına gözleri bile değmiyordu. Kilitlenmişti. "Olmadık şeyler anlaşıldı, dilesin özrünü."

Zühre'nin yüzündeki hayal kırıklığı, kendi doğurduğu oğlunun onu düşürdüğü bu durum, kendine yediremeyişi ve en çok da o yazıklar olsun tutumu. Fetih'in ısrarını belki de bu masada durdurabilecek tek bir kişi vardı. İlbey amca "Tamam özre hacet yok," diye bunu sağladı. "ilk kez tanışıyor herkes birbiriyle olur öyle yanlış anlaşılmalar."

Masadaki diğer büyükten de destek çıktı "Tadımız kaçmasın, gençler de huzursuzlanmasın." diye ekledi Osman Bey. Zühre Fetih'le olan göz bağlantısını kesti ve önüne döndü. İçinde ne yaşadı bilmiyorum ama masanın geri kalanında ağzına tek bir lokma bile alamayacağını farkındaydım.

"Olan olmuş. Bizi de yanlış anlamayın. Efsun bizim kızımız gibi. İyiliğini düşünüyoruz. Evlilik önemlidir Osman Bey, böyle ansızın olunca insanın aklına bin farklı şey geliyor. Geçmişe müdahale etmek ne mümkün, ilerisine bakmak gerek. Efsun mutlu mu, huzuru yerinde mi," Meltem teyzenin yüzünde histerik bir gülümseme oluştu ve o devam etti. "burada kendini iyi hissediyor mu yoksa yabancı mı kaldı her şeye, kadri kıymeti biliniyor mu, hak ettiği değer veriliyor mu kızımıza? Arada ciddi bir kültür farkı var. Bir doktor olarak alışması zorken aniden kendini bir evliliğin içinde buldu. Kültürün bir parçası yaptı. Halinden memnun mu?"

Gariptir söz hakkı bana geçti o an ilk kez. Hiç olmayacak sandım. Gerçekten hiç konuşma sırası beni bulmayacak sandım. Derin bir nefes aldım, gülümsedim. "İyiyim." dedim her şeye rağmen. "Farkındayım erken ve çok çabuk oldu ama iyiyim. Mutluyum, pişman da değilim verdiğim karardan. Aklınız kalıyor farkındayım ama her şey yolunda. Alışıyoruz birbirimizin kültürüne. Hiçbir şey tek taraflı değil.  Ben de Fetih de çabalıyoruz." Fetih'e baktım beni izliyordu ve tahminimce tansiyonu yükselmişti. "Ve başarıyoruz da galiba."

Gülümsememe baktı sonra o da gülümsedi. Her şeye rağmen. Başını salladı yaslandığı yerden öne doğru çıktı. "Başarıyoruz." dedi. Bu yetsin artık bugün için dedim. Tamam artık noktasına geldim ama bir tek ben geldim herhalde olmadı.
Fetih'in niyeti söylediğini pekiştirmekti ben farkındaydım ama bu masa o masa değildi. Kısa cümleler kurulmalı, başka sohbetler açacak şeyler söylenmemeliydi.

"Evlilik iki kişilik bir müessese. Kültür, aile, düğün, örf adet, her şey bir yere kadar. İki kişi tamamsa devam etmemesi için hiçbir şey etkili olamaz. Biz tamamız."

Benim Meltem teyzeye öncesinde söylediğim Fetih bana yeter cümlesi gibi buna da aynı kişiden itiraz geldi. "Keşke öyle olsa Fetih," dedi. Buna inanmıyordu. Hiçbir koşulda sevginin yeteceğine inanmıyordu.

"Keşke sadece sevmek yetse ama özellikle aile kavramı evliliğin öyle bir yerinde ki, bunu gençsiniz daha evliliğinizin çok başındasınız diye ikiniz de anlamıyorsunuz ama gördüğüm onca canlı kanlı örnek üzerine söylüyorum bunu oğlum." Zühre'ye çevirdi gözlerini birkaç saniyeliğine. "Annen ve baban da anlayacaktır elbet beni. Kaç çift gördük birbirini çok sevdiğini söyleyen ama bir yerden sonra sevginin yetmediğini acımasızca fark eden. Genelleme yapmak istemem ama şu ana kadar gördüklerimin hepsinde hayatı evlendiği kişinin ailesi tarafından zindan edilen genelde kadınlar oluyor. O aile terörü genelde erkek tarafından doğuyor. Bunu bir tane oğlu olan bir erkek annesi olarak söylüyorum. O yüzden aile o kadar soyutlanacak bir şey değil evlilikten. Değil mi İlbey?"

İlbey amca başını ağır ağır salladı. "Öyle," dedi sakince. İlbey amca sanırım biraz Osman Bey'in de katkısıyla kendini yumuşatmıştı ama Meltem teyzeyi yumuşatmak için Zühre'yi yok etmek gerekiyordu. "Her şey bir yere kadar kurtarır. Nikah şahitliğini yaptığım bir çift vardı. Çok da seviyorlardı birbirlerini ama geçen sene boşandılar. Çekişmeli olarak üstelik. Sorun neydi? Adamın ailesinin kadını kabullenmeyişi."

Meltem teyze gözümün içine baktı. Bana konuşuyordu. "İlk günden başlayan bir terör. Evet yumuşatacağım bir şey değil, açık seçik bir terör. Aşk kurtarır deyip bir yola başladılar ama bir yerden sonra tak etti canına kadının. Ailede köklü bir aileydi, tanınan, bilinen. Bir tanede çocukları vardı boşandıklarında. Yakınen tanıyorum kadın çok direndi, çok çabaladı, çok yıprandı ama eninde sonunda pes etti. Çünkü onunki de candı. Bir noktada patladı."

Bunlar bana onların benim hakkımdaki gelecek tahmini olarak mı aktarılıyordu bilmiyordum. Emin değildim. Ya da kuruntu yapıyordum Fetih'e ailenin öneminden bahsediyorlardı.

İlbey amca olayı daha da genişletti belki bir öğütten ibaret kalacak sohbet kişisele döndü. "Kadının ailesi eninde sonunda gitti aldı kızlarını da torunlarını da o evden. Geç bile kalmışlardı bana göre. Ben olsam çoktan yapardım bunu."

Bir nokta. Bu masada dikkat çeken bir nokta. Kulak tırmalayan bir ayrıntı. Osman Karadere çattığı kaşlarıyla "Torunu da aldılar?" diye sordu. Gerçi bu ne kadar soru olarak nitelendirilirdi bilinmez. Sanki bu masaya bir yem kondu ve verilecek tepki ölçüldü. En net bunu hissettim.

"Tabii," dedi İlbey amca. Konuşmanın rengi değişmeye başlamıştı. Yutkundum bir yudum su aldım. İçimde bir huzursuzluk, yine doğmamış bir bebek ve benim anneliğime varacaktı sanki ucu. "Hatta tuttukları avukat için ben referans oldum. Öyle bir avukat ki karşı taraf ne kadar köklü bilindik olursa olsun tek celsede aldı velayeti. Torunlarını o evde bırakacak halleri yoktu."

Zühre'nin elindeki çatalı tabağa sürttüğünü hissettim. Üstlerine alınıyorlardı. Kız tarafı olarak değil erkek tarafı olarak. Empati kuruyorlardı. "Çocuğu babasının evinden getirmedi ya kadın, ne curetle çocuğu kendi babasının evinden alıp götürüyor ben onu anlamadım."

Evet bu bir yemdi ve direkt düşmüşlerdi. Aklıma Zühre'nin söyledikleri düştü bir bir. Bana da kurmuştu benzer cümleler. Bana sonuna kadar kapı açıktı defolup gitmem için ama Fetih'ten olan bir parçayı götürmeyi aklımın ucundan bile geçirmememi söylemişti açık seçik.

"Annesine iyi davranmışlar mı ki çocuğa iyi davransınlar?"

"Ki Zühre Hanım," diye girdi araya Burcu hemen. "Hani siz göğsünüzü gere gere geçen sefer Efsun'a çocuğa anne bakmalı, anne işini gücünü bırakmalı kendini çocuğuna adamalı, oğlum mu bırakacak da oturup çocuğa bakacak kadının işi ne türevi şeyler söylediniz ya adalet sistemimiz de tam olarak sizinle paralel düşünmese de sonuç noktanız ortak. Hiçbir şekilde kolay kolay çocuğu anneden almazlar. Çok kötü bir noktada olması gerekiyor kadının. Her anlamda. Diğer türlü annede kalır çocuk. Baba tarafı kim olursa olsun anneden ayırmamak üzerine kuruludur sistem."

Burcu her şeyi bir bir dökerken ortaya zevkle geriye yaslandı ve duydukları karşısında tiksinircesine masaya bakan Fetih'e dikti gözlerini. Alnının ortasından bir damar dallanıp budaklanarak belirginleşmişti.

"Hayırdır anne?" dedi suratına bile bakmadan. İçimden bir ses herkesin dağıldığı bir anı beklediğini söylüyordu. Elini kolunu bağlayan bir şey vardı ve kendini bastırdıkça tansiyonu yükseliyordu. "Bizim vereceğimiz kararları ne zamandan beri sen verip bir de cümle aleme duyuruyorsun?" parmaklarını ritmik şekilde masaya vuruyordu ve tek bir noktaya odaklanmıştı. Derin derin nefesler aldıkça beyaz gömleğinin altında bedeni belirginleşiyordu. Bazen o kadar şişiyordu ki gövdesi düğmeler patlayacak sanıyordum.

"Sizin yerinize karar vermedim olması gerekeni söyledim ben. Çünkü senin karının düşündüğü şeyler,"

"Çünkü benim düşündüğüm şeyler mesleğimi bırakmayacağım üzerine." bu konu bam telime basıyordu. Ben bu gece Meltem teyze ve İlbey amcanın aklında olumsuz kalmasın diye sustukça, duymazdan geldikçe hoş olmayan yerlere gidiyordu her olay. Üstüme çullanıyordu sanki herkes. "Öyle sandığınız gibi korkunç şeyler değil. Anne olunca bırakayım diye dirsek çürütmedim ben. Bu. Başka bir şey değil."

Derdi buydu. Tam olarak benden ne bekliyordu bilmiyordum. Asla oğlundan çocuk sahibi olmamı istemeyen de oydu olunca bütün hayatımı bırakıp o çocuğa bakmamı isteyen de oydu. O çocuk. Beni o kadar çok soğutmuştu ki iyelik eki bile koyamıyordum.

Karısının hırçınlığını önlemek yine kocasına düştü. Saçma bir denklemdi. Herkes farkındaydı. Ne yaşıyorduk biz ya?

"Kimse sana mesleğini bırak demiyor zaten Gelin Hanım, Zühre'nin de bahsettiği şey baba hiçbir koşulda bir anne kadar olama-"

"Yapmayın Osman Bey," dedi Burcu. "Ben de oradaydım yapmayın lütfen. Efsun bir şeyleri bas bas bağırarak söylemiyor diye mi bu yapılanlar? Açık seçik yapmadığı taktirde söylenilenleri, anneliğine çamur atıldı."

Fetih'in ruhsuz gülüşünü duyduk hepimiz. Sonra öne doğru çıktı ve annesine döndü. Parmak eklemlerini birkaç kez masaya vurdu. "Bunları aklına iyi kazı," diye   kısık sesle konuştu. Herkes duyuyordu halbuki sadece bu kısık ses korkunçluk katıyordu bu haline. "bu gece bir de bana anlatacaksınız. Misafirlerimizi ağırlayalım adabıyla sonra bir tur da babasına anlat doğmamış çocuğun."

"Yani bu şekilde annenin kutsallığıyla falan olayı yumuşatmayın. Efsun'un eli ayağı titriyordu en son. Sırtını dönmüş Atakan kucağındayken sakinleşmeye çalışıyordu. O kadar aile üyesinin yanında üstelik söylenilen şeyler. Eşiniz burada inkar edebilir mi?" sustu bir an inkar edecek mi diye Zühre'ye fırsat verdi. Zühre inkar edemezdi. Ederse Burcu'nun daha büyük oynayacağını biliyordu. Masaya doğru çıktım alnımı ovaladım. Dirseğimi masada eziyordum ve artık midem bulanıyordu.

"Anne babamın kast ettiği durum da tam olarak bu. Efsun üzülüyor mu, Efsun'a nasıl davranılıyor, kıymeti biliniyor mu yoksa ilk günden beri her bulunan boşlukta böyle canı mı okunuyor?"

Fetih'in alttan belli bir ritimle yere vurduğu ayağı masayı hafif titreştiriyordu. Ailesini savunmazdı ama bu ortamda saldıramazdı da. Kavga da edemezdi.

"Benim iki kızımda kendi ayakları üzerinde durmayı bilen iki kadın. Günün birinde hor görülecekleri bir ortamda durmamayı bilirler." İlbey amcanın cümlesinin altında yatan şeyi ilk an hissettim. Belki de şu an ceketimi alıp onlarla gelmemi bekliyorlardı. Çok çabalamıştım, susmak benim için en büyük çabaydı. Akılları burada kalmasın, benim çevremden bir kişide olsa artık inansın güzel bir evliliğimin olacağına, mutlu olabileceğime inansınlar istedim. Ama olmadı. Yine elimde bir hiçlik kaldı. Tek bir kimse bile inanmadı. Sanki ben yanlıştım.

Son bir gücüm kaldı onu da gözlerimin dolmaması için feda ettim.

"Sonra bizim kapımızın onlara sonuna kadar açık olduklarını da bilirler." diye devam etti Meltem teyze. Sesinde büyük bir hayal kırıklığı vardı. Karı koca karşılıklı olarak devam ettiler.

"Hiçbir yere sonsuza kadar bağlı olmadıklarını da bilirler."

Kurumuş dilimi damağımı ıslatmak için bir yudum su aldım. Fetih ne durumdaydı bilmiyordum. Stres yapan oydu ve tüm gerginliğini haklı çıkarmıştı bu sofra.

"Hiçbir kötü muameleyi hak etmediklerini de bilirler. Kendilerine bunu reva görmezler."

"Ha oldu da gözleri kör oldu, bir şeylerle kendilerini kandırdılar, haksız bir savaşı devam ettirmek için çabaladılar, annesi babası onları göz bebeği gibi büyütürken onlar kıydılar kendilerine, işte o zaman varsa torunumuzu da,"

Elimdeki su bardağı benim için oyalanacak tek yoldu. Pür dikkat kulaklarımı dikmiş, belki bir taht savaşını, belki bir muharebeyi izliyordum. Evet tam olarak buydu, sırayla birbirlerine karşılık veriyorlardı. Tarafım yoktu ne karşımda oturan insanların istediğini yapıp bu gece ceketimi alıp gidecektim onlarla ne de yanımda oturan kişilerin gelini gibi davranacaktım. Siz ne demek istiyorsunuz diye tepki gösterecektim.

Konu bendim, konuşulanların temeli bendim ama bir o kadar da yabancıydım. Evlendiğimden beri ilk kez önümde bir zırh vardı, her zaman yüz yüze kaldığım insanlarla şimdi göz göze bile gelmiyordum. Önümdeki zırh ya da zırhlar izin vermiyordu. Olur da bana dikilecek gibi oluyordu bakışlar, tabağa sürtülen bir çatal sesi ya da masaya çarpılan bir bardak ya da daha tok çıkan bir ses engel olabiliyordu buna. 

İlbey amca şimdiye kadar söylediklerini toparlarcasına öyle bir cümle kurdu ki, başından beri kendilerine karşı sükunetini koruyan Fetih'in bedeninin nasıl kabardığını, elinin yumruk oluşunu, aldığı nefesi, aldığı kadar veremeyişini... Her şeyi hissettim. Yanıbaşımdaydı zaten. Her müdahalesi ufak ve ailesine karşı olmuştu şu ana dek.

En büyük mesele şuydu ki bu cümlelerin hedefi Fetih'ti de. Hatta en çok etkilenen de konuşulanlardan oydu. En çok pay alan. Gözdağından en çok nasiplenen. Masadakileri gerim gerim gerecek tek şey belliydi, gerisiyle çok da ilgilendiklerini sanmıyordum ama Fetih...

"kızımızı da," diye devam etti bastıra bastıra. "geliriz alırız." dedi İlbey amca. Kural gibi, yasa gibi, ferman gibi. Cümlenin sonundaki nokta masanın ortasına kondu, dilimi ısırdım. Fetih için ipler koptu, hoş geldiniz efendim diye karşıladığı kişi gözünde bir düşmana dönüştü belki.

"Kimse," dedi ağırlığı olsa hepimizi altında ezecek kuvvette bir sesle. "hiç kimse," diye düzeltti, masadaki herkese tek tek baktı. İpler bir kez daha kopacaktı, bu bir savunmaydı. Arkasından ailesinin de geleceği bir boy gösterisine dönüşecekti. "Benim karımı gelip alamaz."

"Kafanızda ne geçiyor, ne oluştu bilmiyorum. Size boynum kıldan ince, hoş geldiniz masamıza. Bu beraber oturacağımız son masa da olmayacak ama açık seçik bir şekilde beni Efsun'la tehdit edemezsiniz. Feriştahı gelse Efsun gitmek istemediği sürece bu odadan bile çıkaramaz kimse. Hiç kimse beni karımın yokluğuyla tehdit etmesin."

Fetih'in sabır taşı çatladı, fırsat o ya hemen arkasından geldiler. "Efsun düşman evinde değil İlbey Bey, evimizin tek gelini. İlk göz ağrımızın çocuğundan da bahsediyorsunuz üstelik. Gelip alırız demek yakışı değil." dedi Osman Bey.

"Karadere konağından gelip parçasını, torununu da almak öyle kolay değil." diye de ekledi Zühre Hanım.

Meltem teyze bir tek Fetih'e baktı. "Ben bir anne olarak gelip kızımı almak istesem sen mi önümde duracaksın Fetih?"

"Ben bir anneyi kapıma getirecek şeyler yaparsam yol sonuna kadar ben eşlik ederim Efsun'a Meltem Hanım."

"Öyle bir durumda arabayı zaten ben kullanırım Meltem teyze." gittikçe yükselen harareti bir şekilde bölmem gerekti. Yoksa kafalarında Fetih'i de en az Burcu kadar kafalarında canavarlaştıracaklardı. "Endişenizi anlıyorum ama kendi ağzınızla söylediniz. Nerede ne yapacağımı bilirim. Fetih benim eşim ve ben bundan dolayı çok mutluyum. Yine evlenecek olsam onu seçerim. Her şeye alışmamın zor olduğunu düşünüyorsunuz ama sandığınız gibi  tamamen alışmamı gerektirecek bir durum da yok." Bundan sonra söyleyeceklerim bazılarının hoşuna gitmeyecekti. "Şehir, kültür, aile vesaire... En fazla mecburinin sonuna kadar buradayız. Ne benim de ne de Fetih'in düzeni burada kurulu değil. Geçici bir dönem Urfa'daki hayatımız. Fetih'in ailesi daima ailesi Kürşat mesela nerede olursa olsun evimiz, daima evimizin küçüğü olacak ama bizim kurduğumuz aile de farklı. Zeliha o ailenin hep kızı olacak. Burada kötü bir şey söylemiyorum bu arada. Bunu zamanında siz de Osman Bey siz de yaptınız. Bizim Fetih'le kurduğumuz aile bağımsız. Doğacak çocuk da bağımsız, hayatımızın geri kalanı da bağımsız."

"Öyle," diye destek oldu Fetih. "Bir yerde Efsun'un işi için duruyoruz burada. İstanbul'da benim düzenim. Ama birimizden birinin feragat etmesi gerekti bir dönem, bana düştü bu. Müşterek hayat. Hiçbir şey kadına ya da erkeğe tapulu değil. Efsun'un elinde değil işiyle alakalı şeyler, devlet memuru. Benim öyle bir durumum yoktu ben kendi düzenimden ödün verdim."

Bazılarının zoruna gitse de bazılarının hoşuna gitti. Meltem teyzenin yüzündeki memnuniyet okunmayacak gibi değildi. Az da olsa yüzüne bir rahatlama geldi. İlbey amca sadece dinleyiciydi. Bu insanları mutlu ya da mutsuz etsin diye söylenmiş bir şey değildi zaten. Gerçeklerdi. En yalan günde bile söylenmiş bir gerçekti.

"Güzel." dedi Meltem teyze. "Oh ne güzel o zaman. Muhtemelen İstanbul'a gidersiniz. Bir ayağımız zaten hep oralarda. Sonuçta iki kişi yaşayacaksınız bir şeye ihtiyacınız olur falan hemen geliriz."

Bu durum onu o kadar memnun etti ki yudum yudum keyif suyu içti. Bu sanırım şey demekti, Fetih'e tamamdı. Ailesi sorundu.

"Tabi gelirsiniz gelirsiniz de siz Kanada'dan gelene kadar biz elli kez yetiştiririz kendimizi hiç merak etmeyin." dedi Zühre cins cins. Keyfi kaçmıştı keyif kaçırmak istiyordu ama Meltem teyze aniden değmeyin keyfime haline geldi.

"Sonuçta aynı ülkede olmak nerede farklı ülkeden gelmek nerde. Ama gözünüz arkada kalmasın."

Sanki mümkünmüş gibi... Meltem teyze ufak bir kahkaha attı. "Gözüm hiç arkada kalmasa olur mu? Ama zaten bizim de bir iki seneye ülkeye dönme fikrimiz var. Çocuklarımız burada. Evlenip barklanmaya da başladılar. İstanbul'a yerleşiriz temelli olarak. Yani siz gelene kadar Urfa'dan biz elli kere yetişiriz, sizin gözünüz arkada kalmasın asıl. Aynı şehirde olmakla farklı şehirde olmak bir mi?"

Sesleri çok aşırıya dönüştü aniden. Sanki çevrede başka konuşanlar da vardı ve birbirlerine duyurmaya çalışıyorlardı ama onlardan başka kimse konuşmuyordu ki.

"Yok yok benim de gözüm arkada kalır. Biz de mutlaka geliriz. Yarın öbür gün çoluk çocuk olur, sizin başınız kaldırmaz belki. Bizim aile çok geniş alışığız biz o curcunaya."

Dedi. Zühre Karadere. O kadar hırslandılar ki bence kendileri de ne dediklerini farkında değillerdi.

"Aaa olur mu öyle şey tabi ki kaldırır niye kaldırmasın? Ben zaten annenanne olmayı dört gözle bekliyorum. Sizi bilemeyeceğim. Pek öyle bir haliniz yok gibi. Ama benim hangi çocuğum ilk sağlarsa bunu gerekirse ben bakarım."

Bu kez Zühre'nin kahkahasını duyduk. "Ne münasebet ben de oğlumun baba olmasını dört gözle bekliyorum. Toru-"

"Çok özür dilerim," diye girdi aniden nahif bir ses araya. Zeliha... Zeliha'm.
"Benim daha fazla geçe kalmadan çıkmam gerekiyor. Müsaadenizi istesem."

Bunun sebebi bir çok önce gitmek değildi elbet. Bir şeyleri artık bölmek. Ciddi bir şey değildi konuşulan. Rahatça kesebilirdi. Anlayışla da karşılandı. Kalktı herkesle tek tek vedalaştı, ben ve Fetih hariç. Biz direkt onunla beraber çıktık. Fetih valizini aldı sessizce ben montunu giydirdim. Biraz Emir seni bıraksaydı serzenişine girdik ama gerek yok akşam akşam buraya kadar gelmesine diyerek istemedi. İndik çantalarını koyduk bagaja sanki iki üç günlük bir uzaklaşma değil gibi abartılı bir veda geçti ikimizin arasında. Fetih daha sakindi. Fetih hatta çok sakindi. Ben en son kardeşini ısırıyordum o bizi izliyordu dümdüz.

Son bir kez beraber öptük sonra bindirdik arabaya. Fetih onu götürecek kişiye birkaç şey söyledi sonra el sallayarak uğurladık. O odadan çıkmak o kadar iyi geldi ki bize adımlarımız hiç anlaşmadan yavaştı. Öyle sallana sallana geri çıktık, Fetih'in kollarının arasındaydım ben. Kata geldik her şey o kadar yavaştı ki bu sakinlik sonuna kadar sürecek dedim ama aniden ilk odaya çekilmem ödümü kopardı. Refleks olarak da bağıracaktım da zaten ama dudaklarımın üzerinde yerini alan bir çift dudak engelledi bunu.

Sırtım kapıya yaslandı ve geriye doğru gide gide kapattık kapıyı. Dışarıdan gören bunu bekliyorum sanardı hemen Fetih'in yüzünü avuçladım ama öpemedim. Sadece o öptü. İki dudağı iki dudağımı, dilimi, damağımı her bir köşeyi sömürdü, sömürdü, sömürdü.

Bir daha öpemeyecek gibi öptü.

Ona bu hissettirilmişti.

Yüzünü okşadım böyle hissetmesin diye. Ateşi vardı. Gerçek anlamda yüzünün ısısı yüksekti.

Burnunun uyguladığı baskı bile hafif değildi. Belimden sımsıkı tutuldum ayaklarım yerden kesildi beni kendine bastırdı. Bedenlerimizin arasından rüzgar bile geçemezdi.

Beni ondan alacaklarmış gibi öptü.

Ona bu hissettirilmişti.

Biraz ipin ucundan tutup dudağını kavramaya çalıştım böyle hissetmesin diye. Az biraz izin vermedi hep ben hep ben dedi ama çok geçmedi dudaklarını biraz da bana bıraktı. Onu öperken bile anladım bendeki tahrişi. Soyulmuş dudağıma alkol değdirmişim gibiydi sızısı.

Ne kadar öpüştük, bir saatte ne kadara tekabül etti bu bilmiyorum ama ne elimiz ne de kolumuz uslu durdu dudaklarımız gibi. Ciğerlerimiz ne kadar dayanabilirse o kadar dayandık, ayrıldığımız yer boğulmaktan son an kurtulmuş bir insanın nefes alışı kadar hararetli oldu. Sessiz ve karanlık odada nefes nefese alınlarımız birleşik bir şekilde dururken yüzünü okşayan ellerime örttü ellerini. İki avucumun içini de sırayla öptü. 

"Efsun," dedi isyan dolu bir sesle. Yüzünün birkaç noktasına minik minik buseler kondurdum. 

"Az kaldı bitiyor." dedim. Nefes nefeseydim. "Rujumu bozduk bu arada." 

Ellerinden biri belime indi etimi avucunun içine kıstırdı ve burunlarımızı birbirine sürttü. "Rujunu sevsinler senin." 

Çok isterdim. Böyle mır mır bu odada yiyişip öpüşüp duralım. Ama çıkmamız gerekiyordu. Çok da sağlıklı değildi onları o şekilde bırakmak orada. El ele odadan çıktık, etrafa bulaşmış rujumu kıkırdaya kıkırdaya sildik. Dudaklarımız şişmişti onun utancını yaşadım biraz ama yapacak bir şey yoktu. Odaya geri dönerken herkes sağdı, kan da çıkmamıştı. Hatta İlbey amcayla Osman Bey en baştaki gibi sohbet ediyordu. 

Meltem teyze "İkinizin de telefonu çaldı." dedi masada bıraktığımı telefonları işaret ederken. Yerlerimize adımladık tam oturuyorduk ki ardı ardına telefonlarımıza mesaj geldi. İkimiz de birbirimize garip bir bakış atarken aydınlanan ekrandan bana gelen mesajı okudum. 

    Denetimli serbestlikle salındı hastanede olay çıkaran psikopat. Bir sonraki duruşmaya kadar serbest. 

Bu mesajı anladım ama birkaç kelimesi farklı olan bir diğer mesajı Fetih'in telefonunda anlamadım. Kelime kelime okudum ama bir cümle olarak algılayamadım. Öylece Fetih'e bakakaldım onun iki telefondaki mesaja baktığı gibi. 

"Bir şey mi oldu çocuklar?" diye sordu Meltem teyze ama o an cevap verecek bir halde değildim. İş o ya Osman Bey'in de telefonu çalındı. Açabildi ama o bizim aksimize. Başta her şey normaldi ama teker teker infilak etmeye yemin etmişiz gibi bu kez onun beti benzi attı. Başta haber ona da geldi sandım ama o sadece karısına bakıyordu. 

"Müsadenizle," diyerek masadan kalktı ve odanın çıkışına doğru ilerledi. Ne ben ne de Fetih ona odaklanamadık. Bir tek Zühre "Ben bir bakayım." diyerek kalkıp eşinin peşinden gitti. Bize endişeyle bakan iki çift göze biraz da olsa gülümsemeye çalıştım. 

"Hastaneden bir haber geldi de." diye geveledim de ama tastamam bir cümle çıkmadı ağzımdan. Sessizlikle dakikalar geçti Fetih elindeki telefonu parçalayacak kadar sıktı, birilerine bir şeyler yazdı ama ben mesaja görüldü bile atamadım. Geçen dakikaların ardından aynı solgun tene sahip iki kişi girdi oraya. Zühre Karadere'ye bile bir şeyler oldu. 

Hepimiz birbirimizden bağımsız hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştık. Kimse diğerine ne olduğunu bilmiyordu. Muhtemelen anladılar ama Burcu dışında kimse üstelemedi. O da bir yerden sonra bıraktı. Zorlayamadı herkesin içinde. Şükür ki daha fazla oturmadılar. Kalktılar. Ben gülümseyemeyecek bir haldeydim çünkü. 

Kesin vardığım bir yargı vardı ki, sonuna geldiğimiz yemek masası benden kilo eksiltmişti. Bu kadar insanın içinde olmasak başımı Fetih'in koluna yaslayacak ve yüzümün bir kısmını ona verecektim. Yüzümde yorgun bir gülümseme, içimde bitmek tükenmek bilmeyen bir huzursuzluk varken gün burada bitmemişti biliyordum. Telefonlarımıza düşen o iki aynı mesaj patlamaya hazır bir bomba gibi vaktini bekliyordu.

Biri geçse karşıma ve ne hissettiğimi sorsa cevap veremezdim bu konuyla alakalı. Olması gereken buymuş diyemiyordum, bu değildi çünkü. Aramızda geçen basit bir tartışma değildi. Ellerimi sıktım, şu an kullanamıyor olabilirdim. Serbest bırakılmıştı. Denetim diye başına bir kelime eklenmişti. Ne olduğunu bilmiyor ve ne olduğunu düşünmek istemiyordum. Sonuç olarak serbest bırakılmıştı işte. Bitmişti buydu. Denetimli ya da denetimsiz fark eder miydi? Etmiyordu sanki. En azından benim için.

Beynimin içi bir bütün olmaktan uzaklaşmış birden fazla şeye odaklanmak için çabalıyor bunun sonucunda da hiçbir şeyi elle tutulur düşünemiyordu. Öyle ki Osman ve Zühre Karadere'nin diken üzerindeki halleri bile kısacık sürede dikkatimi çekmeyi bırakmıştı. Yüzüne baktıklarında endişelerini görebiliyordum ama neden olduğunu artık sorgulamıyordum.

Hepimiz tek tek vedalaştık, en azından ben gitmeden son bir kez de olsa vedalaşmak için sözleştim. Gelen araca bindiler. Bu kez Emir değildi götüren kişi. El salladım, araba dar sokaktan çıkana kadar kimseden ses seda çıkmadı. Çıktığı an da Osman Karadere'nin telefonunu çıkardığını gördüm. Önce kendisi sonra eşi girdi arkasından eve.

"Ne oluyor?" diye ilk soran Fetih oldu ve hemen arkalarından da biz girdik. Osman Karadere gömleğinden bir iki düğme açtı.

"Açmıyor." dedi eşine bakarken. Girdiğimiz kapı hemen arkamızdan kapandı. En azından şimdilik.

"Kim açmıyor, ne oluyor size?"

Osman Bey duymuyor muydu bilmiyorum ama yine aynı kişiyi aramak için muhtemelen telefonu kulağına götürdü. Fetih üst üste gelen şeylerden ötürü köpürmek üzereydi. Ben de bir o kadar durgun. 

"Devran," dedi Zühre Karadere. İsim bir an çok da yabancı gelmedi. Muhtemelen ucu bucağını yakalayamadığım akrabalardan birinin ismiydi. Yüz canlanmasa da ismi duyduğuma emindim. "Ahmet Bedir'in kızını kaçırmış."

"Af buyur?"

Cümleler bana bir şey ifade etmiyordu ama ne zamanki tesadüf eseri saniyelik bir boşlukta Osman Bey'in ekranında parlayan ismi gördüm bir şeyler bende de koptu. Zeliha'yı neden arıyordu?

"Kız kendi rızasıyla kaçmış." diye düzeltti Zühre Karadere. Kim niye ve neden kaçmış şu an neden Zeliha'ya bu denli ulaşılmaya çalışılıyor bir yapboz gibi önümdeydi. Birleştiremiyordum. Kafamın içi karman çorbandı.

"Kimden bilmiyoruz ama kan da dökülmüş."

Film başa sardı, bir aralık gecesi bu eve girdiğimde kapıda öylece dikilen kişileri Fetih'e soruşum geldi aklıma. Niye duruyorlar ki demiştim? Az önce ardımızdan hemen kapanmış yavaşça aralandı.

Hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazken "Zeliha'nın yanında kim vardı Fetih?" sorusuna sırtım dönüktü, kapıdan iki kişiyle göz göze geldik. Devran kişisi artık bedenen de can buldu zihnimde. Hatırlıyordum bu adamı. Ben Fetih'in kuzeni sanmıştım ilk gördüğüm zaman ama Osman Karadere'nin kuzeniydi. Fetih'ten belki de küçük olmasına rağmen. Çok şaşırdığımı hatırlıyordum o an, bir türlü oturtamamıştım kafamda. Ta ki Osman Karadere'nin babasının, yani Fetih'in dedesinin, kendi ailesini ikiye katlayan kardeş sayısını öğrenene kadar.

Fetih'in ağzından bir küfür duyuldu bu gece bize atılan mesajlara bile odaklanamayacağımız şeyler yaşanmaya başladı. Kapının açıldığını bile o an idrak edemedi. Cebinden telefonu çıkardı. "Zeliha dışarıda." diye içimi titretecek o cümleyi kurdu. Zeliha dışarıda.

Film sona geldi Dila'nın herkes eninde sonunda bu eve gelir, o kapıyı çalar cümlesini duydum. O zaman kabul görmediğim ve çok saçma bulduğum o anlamsız sözler bir bir doğruya çıktı. Burası yıkılmayan tek kale. Herkes günün birinde gelir bu kapıya. Bir canı alsa da, bir can doğursa da.


Berdel merdel cart curt ihtimalini silelim aklımızdan. Töre hikayesi okumuyoruz. Kalp kalp kalp

Continue Reading

You'll Also Like

1M 66.1K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
612K 21.1K 60
Tayini Kars'a çıkan Fen bilimleri öğretmeni Masal ve Kars'ta görev yapan yüzbaşı Bora'nın hikayesi. ... Kars'ı özel gören öğretmen bir kız. Hayatını...
780K 101K 25
Yasemin, kendine ait dünyasında ona bu dünyayı veren birçok dostuyla beraber yaşayan, kalbi yaralı ama yaralarından en güzel çiçekler inşa eden bir k...
1.9K 1K 13
✨WattpadRomanceTr | Yetişkinliğe Adım Atanlar Okuma Listesinde✨ "Başkalarının ne düşündüğü zerrece umurumda değilken o hâlâ neyin derdindeydi? Sırf e...