DÜŞMAN OKULLAR

By DilaraKeskin2

17.7M 468K 199K

Ephesus Yayınları aracılığıyla raflarda yerini alan Düşman Okullar serisinin ilk bölümlerini buradan okuyabi... More

Bölüm 1: ''Yeni Kız''
Bölüm 2: ''Kuzey Erkekler Okulu''
Bölüm 3: ''Düşmanların Kaçamak Gecesi''
Bölüm 4: ''Ceza''
Bölüm 5: ''Beklenen Gün''
Bölüm 7: ''Köpek Saldırısı''
Bölüm 8: ''Ruh''
Bölüm 9: Güzel Haberler
DÜŞMAN OKULLAR 2: YAPBOZ
Bölüm 1: Ne Olacak Şimdi?
Bölüm 2: ''Bir Karmaşa Buldu Bizi''
Bölüm 3: ''Grup İşi!''
Bölüm 4: ''Çözülmeye Başlayan Düğümler''
Bölüm 5: ''Bitmeyen Karmaşa''
Bölüm 6: "Korku"
Bölüm 7: ''Huzur Kokan Ruh''
DÜŞMAN OKULLAR 3: SON DERS
BÖLÜM BİR
BÖLÜM İKİ
BÖLÜM ÜÇ

Bölüm 6: ''Rekabet Devam Ediyor''

729K 27.1K 16K
By DilaraKeskin2

DUYURU: Arkadaşlar bundan sonra bölümleri haftada bir yayınlamaya karar verdim. Siz her gün yeni bölüm için kıvranmazsınız, ben de rahat rahat yetiştiririm. Bölümleri Pazar günleri yayınlayacağım :)


''Koğuş kalk!'' İrem'in kulak tırmalayıcı sesiyle huzursuzca kıpırdandım yerimde.

Bu gün için Gizem Hanım bize öğlene kadar uyumamız için izin vermişti. Saat beşe doğru gelirken uyuduğumuzdan yedi saatin yeterli olacağını, yedi saatin sonunda derslere kaldığımız yerden devam edeceğimizi söyledi. Yedi saat mi yetecekti? Genelde on saat uyuyan bir tiptim. Hoş, buraya geldiğimden beri aynı olan ne olmuştu ki? Yavaş yavaş, her saniye değişiyordum. Belki de içimde uyumakta olan gerçek Defne'yi uyandırıyordu bu insanlar, bilmiyorum.

''Zalimin kızı,'' diye söylendiğini duydum Su'yun.

''Ulan yolacağım şimdi sizi!'' diye bağırdı İrem.

''Yolacaksan sen yol be kardeşim,'' dedi Sıla uykulu sesiyle.

''Kızlar abartmayın,'' dedi İrem. Onu duymamazlıktan geliyordum. Yatağımda bir dakika bile değerliydi sabahları. Bir dakika fazla uyumak için nelerimi vermezdim...

Ben İrem'in bana hiç bulaşmamasının tadını çıkartırken sanırım evren bana hayatta kalmamam gerektiğinin mesajını İrem'le veriyordu. İrem omuzlarımdan tutup beni hızla yukarı kaldırıp, sonra sertçe yatakla buluşturmaya başladı. ''Kalk Defne!'' diye bağırıyordu İrem ''Ülke savaşa girdi! Sığınaklara gitmeliyiz!''

O beni uykumdan zalimce ayırırken ben bir yandan durması için çığlıklar atıyordum ama o, beni bıraktığı anda uyumaya devam edeceğimi biliyordu. Yaklaşık otuz saniye sonra, başım dönmeye başladığında beni bıraktı. ''Allah'tan kork!'' diye bağırmamı duymamazlıktan gelip diğer kızları uyandırmak için ayrıldı yanımdan.

Uykumdan kaçmasından şikayetçi bir şekilde hazırlanmak için kalktım. İrem'in cidden hiç acıması yoktu. Üstelik bu kadar enerjiyi bulması sinir bozucuydu bazen. Biz şuna her zaman diyelim.

Dişlerimi fırçalayıp saçlarımı taradıktan ve topuz yaptıktan sonra okul formamı geçirdim üstüme. Uykusuzluk bedenimi ele geçirdiği için çok yorgundum. Yorgunluğum yüzünden ağır hareketlerde bulunuyordum. Sırt çantama defterlerimi ve kitaplarımı koyduktan sonra şarj ettiğim telefonumu aldım. Saate baktığımda daha on dakikam vardı derse gitmek için. 

Yatağımda oturup, sırtımı duvara verdim ve biraz dinlenmek için izin verdim kendime. Düşüncelerim sürekli dün gerçekleşen maça gidiyordu ve yüzümde istemsizce bir sırıtma oluşuyordu. İrem'in ve Sıla'nın beni omuzlarına almaları, Çağatay'dan aldığımız intikam, Mete'nin suratına formayı atışım ve onun yüzünde oluşan ifade... Ölene kadar unutacağımı sanmıyordum. Nasıl unutabilirdim ki? O yüz ifadeleri... Bu anlatılamazdı.

''Niye kendi kendine sırıtıyorsun?'' diyerek gözlerimi açmama neden oldu Sıla. O da okul formasını giymiş, saçlarını açmayı tercih etmişti. Yanıma oturup ayaklarını uzattı benim gibi.

''Dünkü zaferimizi düşünüyordum,'' dedim. Yüzünde sıcacık bir gülümseme aldı yerini. Sıla mavi gözlere sahip olduğu için gülmek ona çok yakışıyordu. Güldüğü zaman denizi izliyordum sanki. Canım sıkkın olduğunda hep deniz izlemeyi severdim. O da yoksa bir göl olabilirdi. Sıla bana bunları anımsatıyordu. Bir deniz veya bir göl kadar huzur veren gözleri vardı.

''Fena gömdük,'' dedi ''Beter olsun şerefsizler.''

''Acaba şu an ne yapıyorlardır?'' diye bir soru attım ortaya. Cidden merak ediyordum. En az bizim kadar, yani kızlar kadar çalışmış olmalılardı. Şimdi ise çabaları buzun erimesi gibi erimiş, bir değeri kalmamıştı. Öfkeden kuduruyor olmalılardı. Tam anlamıyla şerefsiz olmasalardı gözümde, belki acıyabilirdim. Ama o haklarını kaybetmişlerdi.

''Umurumda bile değil açıkçası. Üzüntüden sosyal hayattan ellerini ayaklarını çekerler inşallah,'' dedi Sıla. Sıla'nın bedduaları da bir garip oluyordu. Sanırım beddua insanı bulduğu söylendiğinden çekiniyordu beddua etmeye. 

Saate bakmak için telefonumu aldım elime. Saate bakayım derken cevapsız arama olup olmadığına da bakmak istemiştim. Gözümden kaçmış olabilirdi. Cevapsız arama olmaması ilk kez beni öfkelendirmemişti. Sadece onların ayıbına şaşırıp kalıyordum, o kadar. Bir anne nasıl bu kadar umursamaz olabilirdi? Bir baba nasıl kızını merak etmezdi? Madem merak etmiyorlardı, etmesinler o zaman. Ben de onlara meraklı değildim zaten.

''Kalkalım mı artık?'' diye gülümsedim. Her güzel şeyin bir sonu vardı. Bu dinlenme için de geçerliydi ne yazık ki. 

''Kalkalım bakalım,'' dedikten sonra bıkkınlıkla nefesini dışarı verdi. Çantamı alıp sırtıma attım. Zıbarma Yeri 1'den çıkarken Su beklememizi söyledi. Çantasına bir ton eşya atarken biz Sıla'yla ona çabuk olması için yalvarıyorduk. Zaten yatılı okulda kalıyorduk, sınıflarımızda bize ait olan dolaplarımız vardı. Neden çantasına bir ton eşya atıp kendine eziyet ettiğini anlamıyordum.

''Su, dişi dediğin bekletir, anlıyorum ama dişi dişiye bunu yapmaz,'' diyerek isyan etti bir ara Sıla.

''Tamam tamam geldim,'' diye yanımıza koşarak gelirken çantasını omzuna atmıştı Su. İrem'in yokluğu beş saniye sonra gözüme batmıştı. Alıştırmıştı kendine zilli.

''İrem nerede?'' diye bir soru attığımda ''Buradayım hayatımın kadını,'' diye İrem'e ait olan bir ses işittim arkamdan. Arkama dönmeden gözlerimi devirip gülümsedim. Her zamanki İrem, her zamanki şirinlikleri. 

Dünkü zaferin tadı damağımızdayken hep birlikte gülerek ilerlemiştik. Sınıflarımızın ayrılacağı an geldiğinde yine moralim bozulmuştu biraz. Gizem Hanımla hâlâ sınıf mevzusunu konuşmamıştı. O yüzden sınıflara giderken ayrılmak zorundaydık. 

''Ne zaman konuşacaksın?'' dedim.

''Bu gün giderim yanına,'' dedikten sonra gülümsedi ve öpücük attı. O öpücük attıktan sonra İrem elini dramatik bir şekilde kalbinin üstüne götürüp ''Beni bununla mı aldatıyorsun sevgilim?'' dediğinde yüksek sesle gülmeden edemedim. Sıla ''Allah'ım sen sabır ver,'' derken İrem, Su ve ben kendi sınıfımıza ilerlemeye başladık. İlk dersin yorgunluğu her zaman ve her zaman ağırdı. Daha önce neden bu kadar uyuşuk olmadığımı merak ettim. Derslere hep aşıktım ben. Belki de içimde yatan gerçek Defne aslında dersler sevmiyordu. 

Derin bir nefes alıp şu kırk dakikanın ışık hızında geçmesi için içimden dua ettim.

Bu Sırada Kuzey Erkekler Okulu

Arda ve Mete en arka sırada, duvar kenarında oturmuştu. Mete telefonunu kurcalayacağı için duvar kenarına oturmuş, alnını sıraya dayamıştı. Mete'nin önünde Çağatay, onun yanında ise Bora oturuyordu. Fatih ayaklarını uzatmak istediğini söylemiş, Bora'ya kahvaltıdaki sosislerini vererek yerine kurulmuştu. Çağatay ve Bora, ders din olduğundan dersi dikkatle dinliyorlardı. Daha doğrusu Bora dinliyor, Çağatay kendisini derse vermeye çalışıyordu. Dünkü yenilgileri aklından çıkmıyordu bir türlü. Fatih ise uykusuzdu ve dünkü maçın yorgunluğunu atamadığından ayaklarını uzatmış, sırtını duvara dayamış, gözlerini kapatmıştı. Dersle alakası bile yoktu.

Mete bir ara başını kaldırıp ofladı. Canı sıkılmıştı. Dünkü aşağılamadan sonra kafasını dağıtmak için yemekhaneye gidip fasulye bile ayıklamıştı. Ama bir türlü çıkmıyordu aklından. Çok canını sıkmıştı bu olay Mete'nin. Maçta yenildikleri yetmiyormuş gibi bir de yeni yetmenin biri onu okul arkadaşlarının gözü önünde rezil etmişti. Forma atıp ''Salak olduğunuzu hatırlarsınız!'' diye bağırmıştı kız ona. Kız olmasa onu parçalara ayırırdı Mete.

''Mete?'' diye fısıldadı Çağatay arkasını dönüp ''Formayı ne yaptın?''

''Çöpe attım,'' diye yalan söyledi Mete. Çöpe falan atmamıştı. Yeni kızı dinleyecek, o formaya bakıp bakıp hırslanacaktı.

''Çok zoruma gitti lan,'' diye fısıldadı Çağatay.

''Senin yüzünden kaybettik o maçı,'' dedi Arda doğrudan Çağatay'a bakarak.

''Bu da aynı anda hem ders dinleyip hem laflara yetişiyor. Nasıl bir zeka var oğlum sende?'' dedi Çağatay.

''Haklı,'' diye lafa daldı Bora ''Karşındaki de bir kızdı be oğlum. Ne kadar Güney Kızı olursa olsun bir kızdı.''

''Bora kes Allah aşkına. Ben ne bileyim geri zekalının topa atlayacağını?'' diye kendini savundu Çağatay.

''Çağatay sen kimi sikiyorsun?'' dedi Bora ''Kızın hırstan gözü dönmüştü. Son sayımızdı o bizim. Elbette atlayacaktı. Sen de biliyordun atlayacağını. Sana yakışmadı.''

Çağatay da biliyordu ona yakışmadığını. Su'ya karşı saf bir nefret vardı içinde. Hem sarışındı, hem Güney Kızı. Bu nefret etmesi için büyük sebeplerdi ama çok ileri gitmişti. Kız bağırarak yere düştüğünde korkmuştu da ama yanına gidip durumunu soramamıştı. Her şeyden önce vicdanı ona bağırıyordu ''Şerefsiz! Adam mısın ulan sen?'' diye. Geçmek bilmeyen dakikalar sonunda kız maçı izlemek için gelince içi o zaman rahatlamıştı. Ama bunu arkadaşlarına söyleyip duruşunu bozmayacaktı. Belki ilerde itiraf ederdi, şimdi değil.

''Bora ilk kez yemek dışında uzun bir konuşma yaptı beyler. Ölen kurt için düzenlenen cenazeye sizleri davet etmek istiyorum,'' dedi Mete gülerek.

''Ciddiyim oğlum,'' dedi Bora.

''Tamam Bora, ne yapayım? Özür mü dileyeyim?''

''Ben olsam dilerdim ama senin dilemeyeceğini bildiğim için en azından hatanı bilmeni istiyorum.'' Çağatay hatasını biliyordu ve çok pişmandı zaten. Ama o gurur denen şey hep onu 1-0 yeniyordu.

''Bora, beni çok şaşırtıyorsun dostum,'' dedi Arda. Bora'nın ciddi ve yemekten başka konu konuştuğu pek görülmezdi. Arda bu yüzden şaşırmadan edemedi.

''Haklısın Bora,'' dedi Çağatay bıkkınlıkla nefesini dışarı verirken. Hepsi önüne döndüğünde Fatih'in el kaldırdığını görmek onları şaşırttı.

''Evet?'' dedi öğretmen.

Fatih ayağa kalkıp ''Hocam, ben göz göze gelmenin bile günah olduğunu duydum. Öyle mi?'' diye bir soru sordu.

''Karşı cinsle mi?'' diye Fatih'e bir soru sordu Arda.

''Yok Arda, benle. Beni götür,'' diye Fatih cevap verdiğinde herkesten bir kahkaha kopuverdi. Arda başını arkaya yatırıp gülerken, Mete öğretmenin de gizlice güldüğünü gördü. Yaşının getirdiği olgunluğa katlanmak zor işti.

Fatih yüzünden ders kaynadı ve öğretmen toparlayamadı konuyu. Öğrenciler artık kopmuşlardı dersten. Öğretmen Fatih'e uyarır gibi işaret parmağını gösterirken bile sırıtıyordu. Masasına oturup öğrencilerle sohbet etmeye başladı ama öğrenciler din öğretmenine pek hoş sorular sormuyorlardı açıkçası.

''Hocam,'' dedi sınıftan bir çocuk ''Sağ elimizi kullanmak günah mıdır?'' Hoca uyarır gibi baksa da bir şey demedi. O da genç olduğundan takılmıyordu. Öğrencileriyle zaman geçirmek hoşuna gidiyordu öğretmenin. Zaten çocukların dün kötü bir yenilgiyle okula geldiğini biliyordu. Biraz kafalarını dağıtmalarını istiyordu.

''İkisine de eşit davranmalıyız bence hocam,'' diye lafa atladı Çağatay. ''İkisi de önemli bence.''

''Ah o eller yok mu o eller...'' dedi Fatih.

''Eller günahkâr hocam,'' dedi Mete sırıtarak. Hemen ardından Sezen Aksu'nun şarkısını mırıldanmaya başladı Mete.

''Hocam hacda beni atsalar kabul olur mu?'' dedi Bora. Bu lafının üstüne Arda, Bora'nın kafasına yapıştırdı bir tane. 

''Hocam Counter'da ölsek şehit sayılır mıyız?'' dedi Mete. Kendisini muhabbete dahil etmek ve kafasını dağıtmaya çalışmak istiyordu herkes gibi. Herkesin canı sıkkındı ama kimse çaktırmıyordu. Mete'nin canı şu kıza felaket derecede sıkkındı. Erkek olması için belki de milyonuncu kes dua etti içinden. Ciddi ciddi kız olmasına üzülüyordu. Neyse diye geçirdi içinden Mete. Bu kelimeyi hiç sevmezdi. Daha karşılaşacağımız çok konu var.

''Sen sayılırsın evladım,'' diye karşılık verdi öğretmen gülerek.

''İşte Mete Erdoğan farkı!'' diyerek güldü Mete.

''Asıl, Bora Kızılay adamdır hocam,'' dedi Bora. Arda kafasına bir tane daha yapıştırınca ''Anasını satayım üç tane beyin hücrem var, onları da sen alıyorsun,'' diyerek sitem etti Bora.

''Beyler akşam bir yerlere gidelim,'' dedi Fatih. ''Kendimi regl günündeki sinirli kadınlar gibi hissediyorum.''

''Mustafa'nın mekanına gidelim,'' dedi Mete. Açıkçası o da kafasını dağıtmayı istiyordu. Mustafa, ağabey olarak gördükleri biriydi.

''Durun lan durum atayım,'' dedi Bora. Sosyal ağların hastası değildi ama ortama uymak için alıştırmaya çalıştırıyordu kendini. Ona ve arkadaşlarına saçma gelse de telefonundan durum attı Bora.

''Mekan fark etmez,'' dedi Arda ''En azından kafamız biraz dağılacak.''

Güney Kızlar Okulu

İlk dersi mucize eseri hayatta kalarak atlattıktan sonra Sıla ile birlikte Gizem Hanımın yanına gittik. Şu sınıf değişikliği konusunu halletmemiz gerekiyordu. Sıla'sız eksik gibi hissetmeye başlıyordum. Kendimi onlardan biri gibi hissetmeye başlamıştım. Sanki bir bedenin farklı organlarıydık.

Sıla kapıyı çaldıktan sonra Gizem Hanımın ''Gel!'' diye seslendi ve önden Sıla, arkadan ben girdik içeri.

Gizem Hanım, oturduğundan sadece beyaz gömlek ve siyah ceket giydiğini görebiliyordum. Muhtemelen altına kalem etek giymişti. Bu tarz giyinmenin onun için nasıl bir işkence olduğunu tahmin ettim. Tamamen ruh halinin dışında giyinmek zor işti. Bilgisayarıyla uğraşmayı bırakıp bakışlarını bize çevirdi Gizem Hanım.

''Hocam ben sınıf değişikliği yapacaktım da,'' diye açıklama yaptı Sıla.

''Bizim sınıfa alsanız?'' diye direkt konuya dalarak Gizem Hanımın hafifçe kaşlarını yukarı kaldırmasına neden oldum.

''Size nasıl güveneceğim?'' dedi Gizem Hanım haklı olarak. Bize güvenmemesi gerektiğini düşünmekte haklıydı. Kadının arkasından okuldan kaçıp yaşımızın tutmadığı bir yere gidecek kadar aptallaşıyorduk yan yana geldiğimizde.

''Söz veriyoruz şikayet işitmeyeceksiniz,'' diye yalvarma hazırlıkları yaptım. ''Sıla olmayınca kendimi eksik gibi hissediyorum. Sınıfta boş yer de var zaten.''

Söylediklerime Gizem Hanım hafifçe tebessüm ederek cevap verdi. O anda bakışları bana buraya baskın yapar gibi geldiğim günü hatırlattı. Eve gitmek istediğimi bağırmış durmuştum sadece günler önce. Gizem Hanım da bir ayın sonunda burada kalmak isteyen kişinin ben olacağımı söylemişti. Şimdi ise Sıla'nın yokluğunda kendimi eksik hissettiğimi söylüyordum. Hayat ne kadar da garipti böyle. Sözümüzü günler içinde yutturuyordu.

''Bu konuyu düşüneceğim,'' dedi Gizem Hanım.

''Ama emin olun, bir sorun çıkarmayacağız,'' diye söz verdim ''Söz veriyoruz.''

''Tamam Defne, düşüneceğim.''

''O kelime o kadar tatmin edici değil işte. Düşünmeyin. Tarih düşünenleri değil, gerçekleştirenleri yazar. Tarih yazın Gizem Hanım,'' diye olayı abartmaya başlarken Sıla'nın gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. Gizem Hanım ise anlayışla gülümsedikten sonra ''Eğer en ufak bir hatanız olursa-'' diye devam etmeye çalıştı ama ''Olmayacak,'' diyerek sözünü kestim.

''Pekala Defne, sen çıkabilirsin,'' dedi Gizem Hanım ''Gerisini biz hallederiz Sıla'yla,'' dedi Gizem Hanım.

''Tamam hocam,'' diyerek geri geri adım atmaya başladım. Bir yandan gülüyor ve hafifçe öne eğilip saygı gösterisi yapıyordum. ''İyi günler hocam.''

''Çıkmazsan vazgeçeceğim,'' diye Gizem Hanım uyarıda bulunduğunda arkamı dönüp koşarak çıktım odadan. Biraz aptal durumuna düşmüş gibi hissettim ama riske atmaya gelmezdi. 

Sınıfa gittiğimde Su ve İrem ellerinde telefon, bir konu hakkında anlaşmazlığa düşmüş gibi birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı. Yine aksiyon dolu hayatımız etkisini göstermeye başlıyordu sanırım. Derin bir nefes alıp verdikten sonra yanlarına gittim.

''Cidden saçmalıyorsun,'' diyordu İrem Su'ya.

''Nesi saçmalıkmış? Bence harika bir fırsat,'' dedi Su.

''Beni de takıp ne olduğunu söyleseniz?'' diyerek olayın ne olduğunu anlamaya çalıştım.

''Su kafayı yemiş,'' dedi İrem çok ayrıntılı bir cevap vererek.

''Bora bir durum atmış,'' diye mantıklı açıklama yapmaya girişti Su ''Akşam bir cafeye gidiyorlarmış. Biz de gidelim, zaferimizi gözlerine sokalım diyorum, saçmaladığımı söylüyor,'' diye anlattı olayı.

''Aslında dahice bir fikri var Su'yun,'' diyerek Su'ya hak verdim. Maçı hatırlatıp onları sinir krizlerine soksak harika olurdu. Gözümüzün önünde sinirlerine yenildiklerini görmek... Bu müthiş bir his olurdu.

''Sen de mi Defne?'' diyerek hayal kırıklığına uğrattığını belirtti İrem.

''Ne oluyor?'' diyerek Sıla yanımıza geldi. ''Defne'ye ne olmuş?''

''Hallettin mi?'' diye asıl konuyu unutup Sıla'ya odaklandım.

''Halloldu merak etme,'' diye cevap verdi ''Yarın bu sınıftayım. Olayın ne olduğunu söylemediniz?''

''Kuzey Erkekleri akşam bir cafeye gideceklermiş. Su ve ben bizim de oraya gitmemizi, onların morallerini bozmamızı öneriyoruz,'' diyerek kısa bir açıklama yaptım.

''Harika,'' diyerek karşılık verdi Sıla ''O zaman akşam gidiyoruz.''

''Ya siz kafayı mı yediniz?'' diyerek yine çorbamıza limon sıkmaya niyetlendi İrem. Çorbada limon sevmediğimi söylemiş miydim? ''Durduk yere kavga çıkartacaksınız.''

''Niye kavga çıksın?'' dedi Sıla ''Hep birlikte toplanır, kahkaha atar, zaferimizi kutluyoruz ezikler, falan deriz. Sonra da geri geliriz.''

''İyi, üçünüz gidersiniz o zaman,'' dedi İrem.

''Öyle bir dünya yok, İrem,'' dedim sinir bozuculukla.

''Cidden istemiyorum ya,'' diye mızmızlansa da geleceğinin o da farkındaydı.

''Geleceğini bilen ama son saniyeye kadar direnen İrem'in dramı,'' diyerek dalga geçti Su.

''Allah'ınızdan bulun,'' diyerek dudak büzdü İrem.

Günümüzün geri kalanında ise Sıla'sız son günüm olduğunu vurgulamıştım kendime. İrem ve Su çok eğlenceliydi ama Sıla da olsa keyfime dokunulmazdı desem yeriydi. Akıllandığımız için Gizem Hanımdan izin istemeye karar verdik. Aramızdaki en cicimiz ve başkanımız olan İrem, oflayıp puflasa da üç kişinin baskısından sıkılıp verilen görevi kabul etmek zorunda kaldı.

Gizem Hanımın odasından olumsuz cevapla geleceksen gelme, deyip onu yolladığımızdan on dakika kadar yalvarmış Gizem Hanıma. Alkolün olmadığı bir mekan olduğuna dair yeminler etmiş. Bize on beş dakika kadar tavır koysa da, trip atarken ne kadar itici olduğunu fark etmiş ve yine eski haline dönmüştü.

Kıyafet seçimi ise en kolayıydı. Sanki tesadüfen karşılaşmışız gibi yapmayı planladığımızdan günlük kıyafetlerimizi giyelim dedik. Zaten bir kafeye gidecektik. Çok süslenmemiz gereksiz olurdu.

İrem siyah saçlarını at kuyruğu yapıp, bordo bir pantolonla siyah bir gömlek giymişti. Beyaz spor ayakkabılarını unutmamıştı. Yeşil gözlerine dikkati toplamak için göz kalemi ve maskara sürmüştü sadece. Bir de Su'yun ısrarıyla dudak koruyucusu.

Su, lacivert ve beyaz yatay çizgili, tek omzu açıkta bırakan bir bluz giymişti. İçine beyaz bir atlet giymeyi unutmamış, açık renk bir pantolonla tamamlamıştı kıyafetini. Çok hafif bir makyaj yapıp saçlarını iki yandan örmüştü. Önlerinden birkaç dalgalı saç tanelerini örgüden ayrı tutmuş ve çok şirin bir görüntüye ulaşmıştı.

Ben ise açık kırmızı, bol bir tişört ile siyah bir pantolon giymiş ve kırmızı spor ayakkabılarımı geçirmiştim. Kahverengi saçlarımı sol tarafımda mısır örgüyle toplamış, renkli bilekliklerimi takmıştım. Maskara ve dudak koruyucusu sürmenin yeterli olduğuna karar verdim. Şu yaşı küçük ama yaptığı makyajla ellilerinde görünen kızlara üzülürdüm b. İleride sahip olacakları büyük gözeneklerin farkında bile değillerdi.

Sıla ise mavi gözlerini ortaya çıkartmak için sadece göz kalemi ve maskara sürmeyi tercih etmişti aynı İrem gibi. Açık pembe bir pantolonla beyaz bir gömlek giymişti. beyaz spor ayakkabılarını da giydikten sonra saçlarına maşa yapmış ve serbest bırakmıştı.

Hep birlikte yola çıkıp otobüs durağına hızlı adımlarla ilerlemeye başladık. Saat kaçta gideceklerini bilmememize rağmen içimizde geç kalma korkusu vardı. Hızlı ve telaş dolu hareketlerimizden kolaylıkla anlaşılıyordu. Anormal miydik, neydik?

Otobüse karşılıklı olan dört koltuğa oturduk. Benim ters oturduğumda başım döndüğü ve midem bulandığı için cam kenarına ve ters olmayan tarafa oturdum. Yanımda İrem, karşımda Su ve onun yanında da Sıla oturmuştu. Yolculuğun yarısında uyukladığımdan otobüs yolculuğu çok çabuk geçmiş gibi gelmişti.

Otobüsten inip biraz yürüdük. Adresi bilmediğimden dolayı ses çıkartmamış, kızları takip etmiştim. Dakikalar sonra kapısının üstünde büyük harflerle ''DENİZ KAFE'' yazan iki katlı binanın içine girdik.

İçeri girdiğimizde bu çocukların gittiği mekanların yaratıcılığına şaşırıyordum doğrusu. Açık maviye boyalı büyük bir odaya açılıyordu girdiğimiz yer. Odanın köşesinde, merdivenlerin önünde bir masa ve masanın arkasında bir sandalye duruyordu. Ödemeler buraya yapılıyordu sanırım. Duvarlar deniz yıldızlarıyla, balıkçı ağlarıyla ve büyük balık resimleriyle süslenmişti.

Beyaza boyanmış merdivenleri mekana hayran kalarak çıktım. Bir ara etrafıma bakmak için tökezlemiştim ama İrem kolumdan tuttu ve kimseye çaktırmadan ilerledik.

Üst kat, alt kattan daha güzeldi. Masalar alt kattaki gibi deniz yıldızlarıyla süslenmişti. Koltuklar beyaz ya da açık maviydi. Duvarlarda balıkçı ağları asılıydı. Yere deniz dalgalarını çizmişlerdi. Gitar sesi gelince sevinçle çırptım ellerimi.

''Canlı müzik mi var?'' diyerek ümitle sordum.

''Görürüz,'' dedi İrem hafifçe sırıtarak ve sesin geldiği yöne ilerledik. Sağa dönüp, tekrar sağa döndüğümüzde karşımıza yerden yaklaşık beş santim yüksekliğinde, geniş sayılabilecek bir sahnenin üstünde, bar taburesine oturarak gitarını kurcalayan bir çocukla karşılaştık. Canlı müzik vardı! En sevdiğim.

Sahnenin önünde boş olan masaya oturacaktım ama üstünde ''Rezerve'' yazısını gördüğümde hevesim renklilerle birlikte makineye atılmış beyazlar gibi oldu bir an. O kadar büyük bir hayal kırıklığı...

Yanındaki masanın boş olduğunu fark etmemiştim. İrem çekiştirdi kolumdan. Arkamı döndüğümde karşılıklı sol tarafta iki kişilik mavi, sağ tarafta iki kişilik beyaz koltuklu bir masa seçtiklerini gördüm. Mavi tarafa İrem'le oturdum. Su ve Sıla karşımıza oturmuşlardı.

''Neredeler lan?'' dedi Su.

''Gelmeyecekler mi yoksa?'' dedi Sıla.

''Size iyi oldu,'' dedi İrem ''Tartışma yaratmak için gelmiştiniz zaten.''

''Tartışma yaratmak için değil, tartışma yarattırmak için. Onlar tartışmaya çabalar diye düşünüyorduk. İkisi arasında büyük fark var. Lütfen, dikkat edelim,'' diye düzeltme yaptım.

''Defne, bana kelime oyunu yapma,'' dedi İrem bir çocuk gibi.

''Gelmezlerse bizde cidden zaferimizi kutlarız,'' dedi Sıla sırıtarak. Hemen ardından ''Bakar mısınız?'' diyerek garsonu çağırdı.

''Buyurun?'' dedi beyazlar içindeki garson.

''Ben çikolatalı pasta istiyorum,'' dedim ''Bir de şeftali suyu.'' Şeftali suyuna cidden bayılıyordum.

''Ben de çikolatalı pasta alayım,'' dedi yanımda oturan İrem ''İçecek olarak da kola.''

''Ben çok açım ya,'' dedi Sıla ''Hamburger menü yok mu?''

''Var, efendim,'' dedi garson gülümseyerek.

''Ben ondan alayım o zaman,'' dedi Sıla gülerek ''Kola alırım bir de.''

''Peki siz?'' Garson, Su'ya odaklandı.

''Pizza var mı?'' dedi Su.

''Evet,'' dedi garson.

''Orta boy karışık alırım,'' dedi Su.

''İçecek?''

''İrem'den ve Sıla'dan otlanırım,'' dedi Su. Ama ikisi de ona öldürücü ve olumsuz bakışlarını attıktan sonra ''Kola olsun,'' dedi Su.

Garson siparişlerimizi alıp yanımızdan uzaklaştıktan sonra dikkatimi sahnedeki çocuğa verdim. 1.85 boylarındaydı aşağı yukarı. Açık kahverengi saçları vardı. Deniz renginde gözlere sahip olduğunu görmek mekanın sahibinin adını çok ciddiye aldığını düşündürttü bir an bana. Siyah bir pantolonla siyah bir tişört giymişti. Boynuna ise siyah bir zincir takıp mükemmel bir görüntüye ulaşmıştı. Gitarının telleriyle oynarken ne yaptığına baktım. Akordunu kurcalıyor, iki saniye sonra uyumsuz sesler çıkartıyor, sonra suratını buruşturup tekrar akordu kurcalıyordu.

''Çocuğu bakışlarınla yedin.''

Sıla'nın sesini duyduğumda bakışlarımı ona çevirip utançla araladım gözlerimi. Öyle bir amacım yoktu ki. Yüzümde nasıl bir ifade oluştuğunu bilmiyordum ama kızların kahkaha atmalarına neden oldu. Kızlardan çekinmiyordum ama yanlış anlaşılmanın hoşuma gittiği söylenemezdi. Ama onlarda bir suç da yoktu. İki saattir mal gibi çocuğun tekine odaklanmıştım. İçimde hiçbir kötü niyet olmamasına rağmen öyle anlaşılabilirdi.

''Vallahi öyle şey etmemiştim,'' diyerek kendimi inandırmaya çalıştım.

''Ne etmemiştin, Defne?'' diyerek dalga geçti Su.

''Dünya dönmüyor, desen inanabilirdim be kızım,'' dedi Sıla ona katılarak.

''Karışmayın benim Güney Kızıma,'' diyerek dudaklarını büzdü İrem. Bir yandan saçlarımı okşamaya başlamıştı ''O hiç mi şey edemez?'' Tam İrem'in dalga geçmediğini düşünürken en büyük kazığı yemenin verdiği şaşkınlıkla afallamıştım. Hepsi İrem'in söylediği söze gülerken ben dudaklarımı büzmekle yetindim.

Su arkamızdaki bir noktaya baktığında ve gülümsemesi dudaklarına bu sefer şeytani bir şekilde yayıldığında bakışlarımı arkama çevirme gereği bile duymamıştım. Kuzey Erkekleri gelmişti. Ona aynı şeytanı gülümsemeyle bakarken bakışlarını bana çevirdi. Başımı hafifçe aşağı eğerken Sıla'nın da İrem'e aynı mesajı verdiğini gördüm. Bir vücut gibiydik.

İrem derin bir nefes alıp bize uyma kararı aldıktan sonra ''Dün nasıl gömdük ama?'' diye bağırdı ve sonra bir kahkaha attı. Onun bu haline daha şiddetli ama gerçek bir kahkaha ile cevap verdim.

''Kırk yıl acısını çekerler artık!'' diyerek başka bir kahkaha patlattım.

''Zaferler alışık olduğumuz şeydir hatunlar,'' diyerek tebessüm etti Sıla. Yan masamın sandalyesinin çekilme sesini duyduğumda yanımızdaki masaya oturacaklarını anladım.

Su, sanki hiç fark etmemiş gibi bakışlarını sağa çevirdi ve Kuzey Erkekleriyle karşılaşınca ''Nasılsınız ya?'' diyerek sırıttı.

''İyi uyuyabiliyor musunuz?'' diyerek kafasını uzattı Sıla.

Mete solumda oturmuştu. Görebildiğim kadarıyla yanında Fatih, karşısında ise Bora oturuyordu. Bora'nın yanında Arda, masanın başında ise Çağatay oturuyordu. Bir daire oluşturmuşlardı. Bizi umursadıkları söylenemezdi. Aslında umursadıklarını biliyordum, sadece duymamazlıktan geliyorlardı. Mete boş bakışlarını masaya odaklamış, Arda telefonunu kurcalıyordu. Fatih ve Bora bir muhabbete girmişlerdi. Çağatay ise gülüp bakışlarını tavana odaklıyordu. Ona hâlâ çok kızgındım. Serseri piç.

Sahnedeki çocuk mikrofona hafifçe dokunduktan sonra ''Selam,'' deyip gülümsedi. Dikkatimi tamamen sahneye verdim ve çocuğu dinlemeye başladım ''İstek parçası olan varsa söyleyebilir. Şimdi Mehmet Erdem'den Haydi Gel Gidelim parçasını dinleyeceksiniz,'' dedi ve gülümsedi. Çok çekingen ve kibar bir tipti.

Mehmet Erdem'in parçalarını severdim. En sevdiğim sanatçı ya da en sevdiğim şarkıların yaratıcısı değildi ama yine de bazen şarkılarında buluyordum kendimi. Çocuk gitarın tellerinden uyumlu ve hareketli sesler çıkartırken yerimde kıpırdanmaya başladım.

Haydi, gel gidelim eski günlere.

Bak herkes çok mutlu. Ne gerek var kedere?

Bırak artık kavgayı, şimdi barış benle!

Yiyeceğim üç lokma. Huzur yoksa nafile...

Vakit geçer olsun pişman genede.

Sevgini söyle vaktin var yine de...

Şarkının sözleri devam ederken Su'yun bana kahkaha atarak baktığını fark ettim. Bir an kendimi beş gözüm varmış gibi anormal hissettim bakışları yüzünden. Herkes dans edebilirdi!

''Yakışıklı prensin söyleyince kaptırdın tabi kendini,'' dedi Su.

''Yemin ederim yanlış anladınız,'' diyerek kendimi inandırmaya başladım.

''Tamam tamam,'' dedikten sonra gülümsedi Su. Ben de şarkının sözlerine kendimi verip yerimde kıpırdanmaya devam ettim. Bir ara sahnedeki çocuğun deniz mavisi gözleriyle karşı karşıya geldim. Beni dans ederken, daha doğrusu kıpırdanırken, görmüş olmalıydı. Ben de biraz göze batacak şekilde hareket ediyordum açıkçası. Çocuğun suratında bir gülümseme yayıldı. Bakışlarımı hemen çevirdim sağımdaki duvara ve desenleri incelemeye başladım. Rengarenk balıklar ve ağlar uyum içindeydi. Ağların örüldüğü şekle baktım. Ne kadar da birbirlerine benziyorlardı ağların şekilleri...

Şarkı bittikten sonra derin bir nefes alıp bakışlarımı sahneye çevirdim. Neyse ki çocuk bakışlarını ayırmıştı benden. Göz teması kurmaktan çekinerek mikrofona yaklaşmasını ve bir şeyler söylemeye hazırlanışını izledim.

''Aramızda eğlenceli ama içindekini dışa vuramayan tipler görüyorum,'' dedikten sonra bakışlarını bana çevirdi. Kızlara şaşkınca baktım. Onlar da bana bakıyorlardı aynı şaşkınlıkla. Hemen ardından üçü sanki anlaşmış gibi kahkaha attı. ''Acaba senden de bir şarkı dinleyebilir miyiz, güzellik?'' dediğinde heyecanlanmadığımı söylesem, yalan söylemiş olurdum. Çocuk için değildi heyecanımın nedeni. Allah var yukarıda, yakışıklı çocuk ama beni asıl terleten şey bu kadar insanın içinde şarkı söyleme düşüncesiydi.

İrem beni iterken ben ''Yok yok yok,'' gibi bir şeyler mırıldanıyordum. Sıla Su'yun üstünden geçip yanıma geldi ve beni kolumdan tutup çekiştirdi. Arkamdan İrem de itince mecburen ayağa kalkmıştım ama bir yandan da yalvarmayı ihmal etmiyordum. Sıla beni sahneye atıp İrem'in yanına oturduğunda, bir alkış koptuğunu duydum. Su bana bakmak için yan dönmüştü. Hepsi sırıtıp bana bakarken, Kuzey Erkeklerine rezil olduğumdan emin olduğum için oraya bakmamaya özen gösterdim.

''Ne söylemek istersin?'' dediğinde suyun içindeymiş gibi sırılsıklam olan ellerimi göğsümün altında birleştirmiş, gergince ovalıyordum.

''Şey,'' dedim derin bir nefes alıp verdikten sonra ''Bilmiyorum ki.''

''Pekala,'' diyerek anlayış dolu gülümsemesini sundu. Mikrofonu bana uzatırken ''Mehmet Erdem'den başladık, Mehmet Erdem'den devam edelim istersen,'' dedi. Başımı onaylar gibi salladım. Mehmet Erdem kimdi? Az önce hangi şarkısıyla başlamıştık? Herkesin ilgi odağı olmak dikkatimi dağıtmıştı.

''Herkes Aynı Hayatta,'' dedi çocuk ''Ne dersin?''

''Olur,'' dedim güçsüz çıkan sesimle.

Derin bir nefes verip baş dönmesinin beni bulmamasını dilerken, çocuk gitarındaki tellerle uyumlu sesler çıkartmaya başladı. Ben de dudaklarımı aralayıp, şarkının sözlerini söylemeye başladım:

''Herkes aynı hayatta, kendini bir şey sanma.

Ne kadar çok bilirsen, o kadar bela başa.

Sen bilirsin aslında aklımdan geçenleri.

Zaman her şeyi çözer, şu beklemek olmasa.''

Nakarata giriş yapmayı beklerken baştaki heyecanım kalmamıştı. Bakışlarımı kızlardan çevirdiğimde bir Kuzey Erkeği ile göz göze geldim. Mete ile. Bal rengi gözleri bana odaklandığında nakaratı söylemeye başladım.

''Gözlerimi açsam da sen çıksan karşıma.

Gel beni azat et, kayboldum karanlıkta...

Ben bizi unutmam, gitmek yakışmaz bana.

Yolcuyuz hayatta. Sen gel otur yanıma...''

Çocuk gitarını çalmaya devam ederken bakışlarımı Mete'den çektim. Boğazımda bir yumru oluşmuştu ve aldığım nefes düzensizleşmişti bir an. Mete ile göz göze gelmek beni korkutmuştu hafif.

Çocuk şarkının son kısmına gitarından çıkan seslerle can verirken herkesten bir alkış kopmuştu. Heyecandan titreyen ellerimle mikrofonu çocuğa uzatırken hafifçe gülümsedim. Sıla, İrem'in yanından kalkıp kendi yerine geçerken İrem ''Helal lan!'' diye bağırıp gülmüştü.

''Ölecektim az kalsın,'' diye sitem ettim.

''O kadar kötü sesin yokmuş ama,'' dedi Su ''Yani hayran olunacak kadar değil ama o kadar kötü de değildi.''

''Sağ ol,'' diyerek dudaklarımı büzdüm.

''Benim minik kelebeğim darılmış mı?'' diye çocuk taklidi yaptı Sıla. Ona omuzlarımı silkerek cevap verdim.

''Trip atınca çok itici oluyorsun be zilli,'' diyerek dudak büzdü Su.

Ona gülerek cevap verdim. Benim aldığım ve alacağım tavır bu kadardı işte! Telefonumu çıkartıp cevapsız arama olup olmadığına baktım. Cevapsız arama olmadığına şaşırmamak artık üzmeye başlıyordu beni. Bu kadar mı yoklardı yani? Hep orada bir yerde olduklarını düşünürdüm oysa. Ama yokmuşlar.

''N'aber İrem?''

Arda, masamızın yanına gelmiş, ellerini masaya koymuş ve doğrudan İrem'le konuşuyordu. Yanında Mete vardı. Diğerleri masada oturuyordu.

''Asın seni sormalı Mete,'' dedi İrem gülerek.

''Sen zaferleri bu kadar yüze vurmazdın, hayırdır?'' dedi Arda gülerek.

''Vurmuyoruz zaten,'' dedi İrem.

''Niye bilerek bizimle aynı mekana geldiniz o zaman?'' dedi Arda.

''Buraya geleceğinizden haberimiz yoktu,'' diye lafa atladım. Arda'nın bakışları bu sefer beni bulduğunda gayet dik durmaya çalıştım ama siyah gözleri, yüzünün şekli, hatta duruşu bile insanın güvenini sarsıyordu.

''Buna inanmayı çok isterdik ama sarı arkadaşınız yanlışlıkla Bora'nın durumunu beğenmiş,'' dedi Mete ''Yani buraya geleceğimizden haberiniz vardı.''

Mete ve Ardayı 2-3 saniye görmeyip hepimiz Su'ya tip tip baktık. Su koltuğuna yaslanıp kızardı ve yavaşça koltukta biraz kaydı. Yerin yarılmasını dilediğini anladım.

''Madem geldiniz,'' dedi Arda ''Rekabet olmazsa olmaz.''

Hepimiz ona anlamayan bakışlarımızı gönderdik. Neyden bahsediyordu bu çocuk? Ne rekabeti? Şimdi voleybol mu oynayacaktık?

''Ne saçmalıyorsun sen Arda?'' dedi Sıla.

''Zeki bir kızsın, biliyorum,'' dedi Arda Sıla'yı duymamazlıktan gelerek ''Var mısın minik bir satranç turnuvası yapmaya?''

Satranç! Tamamen strateji ve zeka gerektiren bir oyundu. İrem'in sorunları başından aşkındı, biliyordum. Bir şey söylemiyordu ama biliyordum. Sorunları olan insanlar asla mantıklı düşünemez. Bu kadar basit.

''Vay be,'' diyerek lafa atladım İrem'i kurtarmak için ''Yenilgiye doymuyorsunuz demek.''

''Sen kes sesini yeni,'' dedi Arda. Dikkatini çekmeyi başarmıştım. Kabaca bir cümle kursa da dikkatini bana vermişti. Bu iyiydi.

''Kesmiyorum,'' dedim ''Ne kadar zavallısınız.''

Mete, bir adım öne çıktından sonra sol omzunu Arda'nın sırtına koydu. Arda hâlâ elleri masamızda, hafifçe öne eğilmiş bir şekilde duruyordu.

''Ne oldu?'' diye bir soru sordu bana ''İçinde kaybedeceğinden korkan zavallı mı uyandı? Forma atıp kurtulacağını sanıyorsan çok yanılmışsın sen.''

Bir an niye o formayı attım diye düşündüm. Aptallık etmiş olabileceğim aklıma geldi ama açıkçası o zevk tekrar aklıma geldiğinde içimdeki pişmanlık tozları görünmez bir el tarafından halının altına süpürüldü. Ben de bakışlarımı önüme çevirip, en sinir bozucu gülümseme olan ''sen aptal ve zavallısın ama bak ben senden daha olgunum gördüğün gibi seni umursamıyorum'' gülümsemesini takındım. Sinirli bir nefes aldığını duymak, hoştu.

''Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin İrem,'' dedi Su.

''Saçmalıyorlar işte,'' dedi Sıla. Kaybedeceklerini düşünmüyorlardı, benim aksime. İrem'in sorunları olduğunu bilmiyorlardı. Bu yüzden İrem'in bizi tekrar zafere taşıyacağından eminlerdi. Aslında ben de tamamen umutsuzluğa kapılmamıştım. Sadece olası problemleri düşünüyordum, o kadar.

''Pekala.''

İrem, Arda'nın meydan okumasını kabul ettiğinde şaşırmıştım. Kabul etmesini pek beklemiyordum. Sorunlarını benden çok düşünür sanıyordum. Ama niye şaşırıyordum ki? Onun ateşler parıldayan yeşil gözlerinin ham maddesiydi rekabet.

''O zaman şu masaları birleştirelim,'' diyerek yanımıza geldi Fatih. Biz çantalarımızı kolumuza atıp koltuklardan kalkarken Fatih masayı, Arda ve Mete koltukları çekip kendi masalarıyla birleştirdiler.

Biz masanın sol tarafına, yani sahneyi tam karşımıza alacak şekilde yan yana oturduk. Kuzey Erkekleri ise, ortalarına Arda'yı alarak oturmuşlardı. Arda'nın bana göre sağında Mete ve solunda Çağatay, en solda Fatih ve en sağda Bora olmak üzere dizilmişlerdi. İrem, Arda'nın karşısına gelecek şekilde oturmuştu. Onun soluna ben, benim soluma Su oturmuştu. İrem'in sağında ise Sıla yerini almıştı.

Kısa bir sessizlik oldu bir an. Aynı masada oturmak bana çok enteresan gelmişti. Garipsemiştim bu durumu. Anlaşılan ilk kez Kuzey Erkekleriyle aynı şeyi düşünüyorduk ki, herkes sessizdi. Sessizliği bozan isim Su oldu.

''Ben şu satranç şeyini alayım,'' dedi.

''Neyini?'' diye sordu Bora.

''Şey işte,'' dedikten sonra kalkıp yanımızdan uzaklaştı. Biz de tekrar o gelene kadar sessizliğe gömüldük. Su, elinde daire şeklinde, uzun bir kutuyla geri geldikten sonra sol tarafımda, ayakta satranç taşlarını bir kenara ayırdı. Hemen ardından plastik siyah-beyaz kareli satranç damasını koydu İrem ve Arda'nın ortasına. Canı çok sıkılmış olacak ki, satranç taşlarını da damalı zemine kendisi yerleştirdi. Su, taşları yerleştirirken, Çağatay'ın beş saniye kadar Su'yun sarılı ellerine odaklandığını gördüm ve bir an pişman olduğunu sandım o bakışlarından. Ama sadece beş saniye bakmış sonra kafasını başka, alakasız bir yöne çevirmişti. Büyük ihtimalle pişmandı. Ama bazen pişmanlıklar yapılan hataların yok sayılması için yeterli olmuyordu.

Derin bir nefes aldım Su pulları dizmeyi bitirince. Su, yanıma oturmuştu. Beyaz tarafı İrem'e armağan etmişti Su. Bu yüzden ilk hamle bizimdi. İrem birkaç saniye düşündükten sonra piyonunu oynadı. Aynı hamleyi Arda da birkaç saniye düşündükten sonra oynamıştı. Biraz oyun böyle devam etti. Hepimiz sessiz bir şekilde ne yapacaklarını izliyorduk. Kimse, arkadaşının dikkatini dağıtmak istemiyordu.

Sonunda İrem, Arda'nın kalesini aldığında derin bir nefes verdim. Su, ellerini heyecanla çırptı ama biraz sert vurduğundan yüzünü buruşturdu. Ona 'İyi misin?' bakışımı attıktan sonra bana gülümsedi. Öfkelenen ama uslu durmak zorunda olan bakışlarımı Çağatay'a çevirdiğimde başını önüne eğmişti. Su'dan başka her yere bakıyordu.

Oyunun geri kalanında ise Fatih'e tip tip baktım bir ara. Sonra Bora'ya hafif öfkeli bakışlarımı attım. Su'ya o topu yollayan Çağatay'dı ama ona o topu veren Mete de, onu durdurmayan arkadaşları da Çağatay kadar suçluydu benim gözümde. Belki haberleri yoktu, bilmiyorum ama olma ihtimali daha çok aklıma yatıyordu.

Yemeklerimiz geldiğinde kimse yemekle ilgilenmemişti. Heyecandan hiçbirimizin iştahı eskisi gibi değildi. Bir tek Sıla yemeğinden patates almıştı. Garson ketçap ve mayonez getirdiğinde bir patates alıp üstüne biraz ketçap sıktı ve Bora'nın tam gözlerinin içine bakarak patatesini yedi. Onu böyle görmek beni gülümsetmişti. Hemen ardından Bora da bir meyveli pasta ve hamburger sipariş etti. Çağatay da acıkmış olmalıydı. O da bir pizza ve kola istediğini söyledi. Fatih de çikolatalı pasta aldı. Mete ve Arda daha sonra sipariş vermek istediklerini söylediler.

İrem, Arda'nın piyonunu aldı. Arda atı, sonra piyonu aldı. Böyle böyle bizim vezirimiz, bir atımız, dört piyonumuz ve bir kalemiz; onların ise kalesi, üç piyonu, fili kalmıştı. Tekrardan zafer kazanacağız gibi görünüyordu. Derin bir nefes alıp rahatlamaya çalıştım. Oyun bitmeden rahatlamayacağımı bilsem de denedim en azından.

Arda kırk saniye kadar düşündükten kalesini bana göre sola doğru hareket ettirip ''Şah,'' dedi. İrem, düşünmeden atını oynayıp kalesini aldıktan sonra Arda'nın dudaklarında içimi ürpertecek kadar sinsi bir gülümseme belirdi. Aynı şey diğer kızlarda da olacak ki, hepimiz damalı zeminde bir kusur bulmaya başladık. Ama bir şey yoktu. Bu pişmiş kelle gibi neye sırıtıyordu?

''Siktir,'' diye mırıldandığını duydum İrem'in. Hemen ardından kafasını önüne eğmişti. Arda'nın eli filine giderken her şeyi yeni idrak etmeye başlamıştım. Boğazımda yutamayacağım bir yumru oluşurken Arda'nın dudakları hareket etti.

''Şah mat.''

Derin bir nefes vererek başımı öne eğdim. Voleybol maçındaki performansımız için hâlâ onları sinir edebilirdim. Ama sanki bu pek iştah açıcı bir durum olmamıştı. İrem başını önünden kaldırmazken, Kuzey Erkeklerinden kahkaha seslerinin yükselmesi sinirlerimi bozmuştu. Mete eline şahı alıp çevirmeye başlarken öfkeden yanağımın içini ısırdım. Cidden şu yenilgi zor işmiş, onu anladım. Dün de mi böyle hissetmişlerdi acaba?

''Basit galibiyetlerle avutun kendinizi,'' diye Sıla mırıldanırken Kuzey Erkeklerinin yemekleri gelmişti.

''Nerede kaldınız?'' diye söylenen Bora hamburgeri midesine yollamaya başladı.

''Basit mi?'' diyerek bir kahkaha attı Arda.

''Kazanmanıza çok şaşırdım,'' dedi Su laf sokacağını belli eden bir yüz ifadesiyle. ''Kazanmak için karşısında bir kız olduğunu unutan bir avuç zavallıdan başka bir şey değilsiniz sonuçta.''

Kelimelerinin hepsini insanı yerin dibine sokabilecek bir ses tonuyla, Çağatay'ın gözlerinin içine bakarak söylemişti. Çağatay bir an ne diyeceğini bilemediğinden Su'yun öldürücü bakışlarından kaçmak için bakışlarını başka yöne çevirdi. Hemen ardından tekrar Su'yun gözleriyle buluşup dudaklarını hareket ettirdi.

''Roket gibi gelen topa atlayacak kadar aptal olmasaydın sen de.''

''Ben? Aptal?''

Ve sonra, olanlar oldu.

Çağatay'a zaten ben bile aşırı derecede öfkeliyken Su'yu düşünmek bile istemiyordum. Üstüne bir de hakaretlerini işitmişti Çağatay'ın. Benim çikolatalı pastamın bulunduğu tabağı alıp masaya tırmandı ve daha hiçbirimiz ne olduğunu anlamadan pastayı Çağatay'ın suratına yapıştırdı. Çağatay kısa bir şokun ardından Fatih'in çikolatalı pastasını Su'yun suratına yapıştırdı. Sıla da tamamen refleks olarak mayonezini Bora'nın üstüne boşaltmaya başladı. İrem, Su'yun pizzasını kapıp Arda'nın suratına fırlattı. Mete'nin eli, Bora'nın pastasına uzanınca hemen masadaki ketçabı alıp suratına sıktım. Meyveli pastasının hedefi ben olmuştum ne yazık ki. Ketçabın tamamını üstüne boşaltmamış, masada kalkmış ve geri kalanı Fatih'in üstüne sıkmıştım. Ama sanırım Fatih'in pek ihtiyacı yoktu kirlenmeye. Su, onurlu bir asker gibi ikisiyle de mücadele ediyordu. Arkamdan biri beni boğazımdan geriye doğru tutup çektiğinde refleks olarak ellerim beni tutan ellere gitti ama tam suratımın ortasına çikolatalı pasta yemekten kaçamamıştım. Dudağımı dişleyip pastanın tadına baktıktan sonra debelenmeye başladım.

Birden beni tutan eller serbest kaldığında, Sıla'nın Arda'nın sırtına çıktığını ve benim suratıma pastayı yapıştıran ellerin sahibinin Arda olduğunu fark ettim. Gözlerimi hızlıca sildikten sonra Sıla'nın Arda'yı çok oyalayamayacağını bildiğimden ayağımın dibindeki mayonezi alıp onun suratına boşalttım. Sıla ve ben kahkahalarımıza hakim olamazken, korku filmlerinde arkadan çıkan katil gibi Bora birden Sıla'nın arkasında belirip onu belinden yakaladı ve çekti. Arda, özgürlüğüne kavuşurken Sıla'yı kurtarmak için öne atıldım ama kaderlerimiz aynı olacak ki, sahibini bilmediğim bir kol beni belimden kavrayıp ayaklarımı herden kesti. Ayaklarımı bir sağa, bir sola sallarken elimdeki mayonezi arkamdaki kişinin suratına boşalttım.

''Gözüme kaçtı ulan!'' diye sızlanan Mete'nin sesini duyduğumda kendimi az önceki yenilgiyi unutacak kadar mutlu hissettim.

''Ne oluyor burada?!''

Kirli sakallı, yirmi üç veya yirmi beş yaşlarında bir adam görüş alanıma girdi. Buranın sahibi olduğunu tahmin ediyordum. Mete, beni sıkıca tutan kollarını gevşettiğinde masanın üstünde biraz öne ilerleyip tam karşımda duran adama baktım. Siyah saçlara, siyah gözlere sahipti. Beyaz bir tişört ile üstüne bir kot giymişti. Kırgın, bir o kadar da öfkeli bakışlarını Kuzey Erkeklerine yolluyordu.

''Kusura bakma ağabey,'' dedi Çağatay. Su, Çağatay'ın sırtında, elindeki ketçapla neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. ''Bırak,'' dedim dudak hareketlerimle. O da kollarını serbest bırakıp ayaklarının yere temas etmesine izin verdi. Kafamı hafifçe çevirdiğimde Bora'nın kızardığını ve omzundaki İrem'i indirdiğini gördüm. Gözlerim Sıla'yı bulduğunda çoktan ayakları yerdeydi. İki yanında Arda ve Fatih duruyordu.

''Ağabey, bunların tek sorumlusu şu kızlar,'' diye olayı tamamen taraf tutarak anlatmaya başladı Fatih.

''Bana şu hıyar aptalsın demese bir şey olmayacaktı. Bileklerimi çıkartmasına rağmen hâlâ konuşuyor,'' diye dudaklarını büzdü Su.

''İki saattir kafama ketçap kutusu ile vururken o bileklerin niye ağrımıyordu Su?'' diye bir soru sundu Çağatay. Su ne diyeceğini bilemediğinden bakışlarını başka yöne çevirdi.

''Kusura bakma ağabey,'' dedi Mete ''Gidiyoruz şimdi.'' derken utandığı belli oluyordu. Masanın üstünden inerken ben de masadan inmem gerektiğini hatırlayıp indim. Çantalarımızı alıp cafeden çıkarken hepimiz sessiz bir şekilde ilerlemiştik. İnsanlara rezil olduğumuz kafeden çıkıp ılık havayla buluştuğumda kafama dank etmişti. Az önce ne kadar... garip bir duruma girmiştik öyle!

Çantamın kirlenmesini umursamadan kapıda Kuzey Erkekleriyle ayrılıp sola döndük hep beraber. Şu günün biran önce bitmesini ve sıcak, samimi yatağıma kavuşmayı o kadar çok istiyordum ki. Garipti. Samimiyet ve sıcaklık dediğimde artık aklıma gelen ilk şey ailem değil, okulum oluyordu.

''Defne!''

Adımı Mete'nin ses tonundan duymamla ciddi ifademi takınarak arkamı dönerken kızların da arkasını döndüğünü gördüm. Küçük, beyaz bir şey fırlattı bana doğru. Ne olduğunu merak ederek öne uzanıp attığı şeyi yakaladım. Bu, az önce onları zafere götüren şahtı.

''Sende kalsın,'' dedi Mete alaycı ifadesini takarak ''Bakıp bakıp ne kadar salak olduğunu hatırlarsın!''

Öfkeyle şahı tutan elimi sıkıp bir şey söylemeden arkamı dönüp hızlı adımlarla ilerledim. İnsanın yaptığı şeyler dönüp dolaşıp kendisini buluyordu. Kuzey Erkeklerinin attığı kahkahayı duymamazlıktan gelmeyi tercih ederek hızlı adımlarla ilerledik hep birlikte.

İnsanlar, otobüste dört tane yemek kazanına girmiş ve çıkmış kız görmeye alışık değillerdi sanırım. Herkeste anormal olduğumuzu haykıran bakışlar vardı. Bir ara otobüse kayalara bin basacak yakışıklılıkta bir çocuk bindi. Yanımda oturan Sıla çocuğa hayran hayran bakarken kıyafetlerini fark edip eliyle gözlerini kapattı. ''Neden şimdi?'' diye mırıldandığını duydum ve onun için üzülmeden edemedim.

Okula gizlice girmiş, duşumuzu almıştık. Gizem Hanım'ın karşısına temiz bir şekilde çıkıp ona akşamımızın iyi geçtiğini söylemiştik. Güney Kızları ise sırrımızı saklamaya dünden gönüllüymüş gibi anlayışlıkla gülümsemişlerdi.

Temiz pijamalarımı giydikten sonra ışıklar kapanmıştı ama ben sıcacık yatağımla buluşmanın rahatlığını bir türlü yaşayamamıştım. Sürekli aklıma ne kadar küçük düştüğüm geliyordu. İçimden kafeye gittiğimiz için pişmanlık duyuyordum ama asla İrem'e kızmıyordum.

Yatağımın altındaki siyah ve yemekle karışmış pantolonumu alıp cebinden şahı çıkarttım. Pantolonu tekrar yatağımın altına koyduktan sonra dakikalarca boş bir şekilde şaha baktım. Şah taşını yastığımın altına koyduktan sonra bir sonraki karşılaşmamızda tekrar zafer kazanacağımıza dair söz verdim kendime.

Başka bir oyunu kazandığımızı ve onların yüz ifadelerini hayal ederek uykunun huzurlu kollarına bıraktım kendimi.











Continue Reading

You'll Also Like

590K 34.7K 33
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
376K 31.8K 51
Texting ağırlıklıdır. (galiba) Dershanenin homof*bik serserisi Mete ve kalbi güzel sert oğlanımız Dorukhan arasında geçen pek de hoş olmayan mevzular.
112K 5.4K 18
0535**: Bir daha önüme atlama. Siz: Ay sanki bilerek önüne atladım ne bu tavır? ⛸️🏍️ -03.03.2024🩵 📣Küfür ve Argo içerir.
256K 23.7K 16
Sertçe yutkundum ve kısık çıkan sesimle "Çok acıyor mu?" diye sordum. "Evet ama senin ölmüş olman daha çok acıtıyordu." dedi. Gözlerimin dolmasına en...