YARALI HAYALLER (+18)

By ElisyaRoyal

6.4M 276K 237K

Nüket Kozcu, kendi halinde üvey annesinin yaptıklarından hoşnutsuz bir üniversite öğrencisidir. Bir gece bara... More

YARALI HAYALLER / GİRİŞ
YH • 1 | KARŞILAŞMA
YH • 2 | DÜŞÜŞ
YH • 3 | UFAKLIK
YH • 4 | KÜTÜPHANE
YH • 5 | BENİMLE YAN
YH • 6 |CEHENNEMİN ANA KAPISI
YH • 7 | UNUTMANIN KOZASI
YH • 8 | BEBEK
YH • 9 | TAKIM ELBİSELİ PİSLİK
YH • 10 | SARHOŞLUĞU DİLERKEN
YH • 11 | TUTKUNUN RENGİ
YH • 12 | KARMAŞIK DUYGULAR
YH • 13 | RUHU YAKAN KELİMELER
YH • 14 | FİLM GECESİ
YH • 15 | PLATONİK VAKA
YH • 16 | KIRIK KALP
YH • 17 | GÜL VE ŞARAP
YH • 18 | HODRİ MEYDAN
YH • 19 | ÖPÜCÜK
YH • 20 | KADER AĞLARI
YH • 21 | GÖLGELER
YH • 22 | UYANAN TUTKU
YH • 23 | HİÇ KİMSE
YH • 24 | YALANIN GÖLGESİ
YH • 25 | DUYGULARIN ÇIĞLIĞI
YH • 26 | SAHTE MASAL
YH • 27 | İLK ÖPÜCÜK
YH • 28 | KIRMIZI
YH • 29 | PARAMPARÇA
YH • 30 | CAMDAN KALP
YH • 31 | MEDCEZİR
YH • 32 | CENNETİN ATEŞİ
YH • 33 | GÜL KEFENİ
YH • 34 | YILDIZIN NABZI
YH • 35 | RUH İKİZİ
YH • 36 | İSİMSİZ KADINLAR
YH • 37 | HAYALLER VE UMUTLAR DEVRİLİRKEN
YH • 38 | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER
YH • 39 | GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
YH • 40 | GÜZEL GEÇMİŞE ÇEKİLEN PERDE
YH • 41 | UĞULTULAR
YH • 42 | ALABORA
YH • 43 | HATA
YH • 45 | GÖĞÜSTE TAŞINAN BOMBOŞ KALP
YH • 46 | "BAŞROL"
YH • 47 "DÜŞ ÖLÜMÜ"
YH • 48 | YANSIMALAR
YH • 49 | SIRTLAN
YH • 50 | YÜZLEŞİLEN KARANLIK
YH • 51 | YARALI YILDIZ
YH • 52 | PANDORA
YH • 53 | TEK BİR GECE
YH • 54 | KIRMIZI KUM SAATİ

YH • 44 | ANILAR MUMYALAŞSA

123K 5.8K 6.4K
By ElisyaRoyal


Bölüme oy verip okumaya geçin fıstıklar.

Ve twitterda #yaralıhayaller etiketini kullanarak paylaşım yapmayı unutmayın

Şarkımızı bu akşam sen seç.

Kitap simgemiz buraya 🍷

44. BÖLÜM | ANILAR MUMYALAŞSA

Hayallere susuyor hayalleri ağırlıyoruz zihnimizde, hayaller gerçeklere çarptığında düşünceler değişir.

Hayalle gerçeğin çarpıştığı enkazda, bir düşünce sakatlanır.

Hayallerim, tatlı bir düşün sonu gibi buharlaşıp gitmeye başladığında yerini karanlık düşünceler almıştı.

Önümüzdeki pazartesi sabahı ilk ders için sunumun çalışmalarını mecburen bu haftadan başlayarak hazırlamam gerekiyordu ama bunun yerine perşembe sabahı yatağımda aylaklık yapmaya karar vermiştim. Bugün normalde fakültede olmalıydım, şehir dışı için düzenlenen seminere katılacak birkaç profesör yüzünden dersler ya iptal edilmiş ya da bölüm şeflerine havale edilmişti dersler.

Bilmem kaç yüz tane makale okumam gerekirken, gözlerimi boşluğa dikmiştim öylece. Düzensiz, plansız biri değildim ama ara ara yapacağım her şeyi bir kenara atıp göz ardı ederek tembeller gibi boş boş durduğum, öylece uzandığım veya sorumlulukları yerine getirmek yerine tatlı hayaller kurduğum olurdu. Hayaller... doğru ya öncedendi budala bir kız gibi hayal kurup durduğum zamanlar.

Hiçbir şey yapasım yoktu.

Savaş'ın beni bir daha görmyeceğine söz vermesinin üzerinden geçen cehennem gibi geçen bir hafta boyunca böyleydim, duygularım serkeş haldeydi. Öfke ve acı arasındaki paradoksta yürüyen hayalete dönüşmüştüm.

Savaş Akduman'ı düşündüm. Bu hafta onun için kolay geçmiş olmalıydı çünkü o bana âşık değildi ve etrafında dönüp duran onu hiç yalnız bırakmayan bir kadın vardı yanında. Zamanın içine benimkinden daha başarılı anılar kazıyıp geçmişin içinden gelen bir kadın.

Başak.

Savaş ve Başak'tan haber almak istemediğim hâlde, Beren yüzünden onlar hakkında bir şekilde bilgi sahibi oluyordum. Özellikle Başak'ın gelir gelmez, harekete geçmesi sohbetin yönünü devamlı onlara çeviriyordu ve bir anda arkadaş grubu içinde Savaş ve Başak'tan söz ederken buluyordum yakın arkadaşlarımı. Bense onların adı sohbetlerimizden silinene kadar konuşmaya dahil olmuyordum, sessizliğim dikkat çekince arada küçük yorumlar yapıp tekrar sessizliğe gömülüyordum ama o ikisinin adının aynı cümlede yan yana gelip durması içimi acıya boğuyordu.

İçiniz acıyla kavrulurken, dışarıya her şey yolundaymış gibi davranmak dünyanın en zor şeylerinden biri olduğunu daha net anlamıştım. Böyle anlarda onlara o ikisi hakkında bir şey duymak istemediğimi bağıran cümleler kurmak istesem de kendimi sessizce tutuyordum.

Üstelik kader benimle resmen alay ediyordu sanki. Ben Savaş'la karşı karşıya kalmak zorunda kalmazsam içimde varlığını sürdüren duygulardan geriye küller kalacağına inanıp gözümün önünde olmazsa onu daha kolay atlatacağımı hatta tamamen unutacağımı düşünürken, Savaş hakkında dönen muhabbetlerin ortasında kendimi buluyordum ve bunun Savaş'ı doğrudan görmekle paralel ilerleyen bir sızısı vardı.

Savaş Akduman ne zaman hayatımdan gerçekten çıkıp gideceksin?

Kapıma vuran parmakların çıkardığı ses irkilmeme neden oldu ve ben daha dudaklarımı aralamadan iki saniye sonra üvey annem kapıyı aralayıp içeri girdi.

"Neyseki uyanıksın," dedi. Sonra direkt konuya girip, "Evde ekmek yok," dedi, bebeğini kaybettiğinden beri benimle sakin bir tonda konuşuyordu. "Gidip ekmek alır mısın?"

Ofladım, sıcak yatağımdan çıkasım yoktu, yavaşça doğrulup otordum. "Ece gitse ya," dedim, dağınık saçlarımı omuzlarımın gerisine iterek, kalktığımdan beri hiç konuşmadığım için sesim pürüzlü çıkmıştı. "Dün de ben gittim, uyanmadı mı hâlâ?"

"Dün gece yine sabaha kadar bilgisayarın başındaymış, uyumamış," dedi ümitsizce. "Seslendiğimi bile duymuyor."

"Kızın hiç şaşırtmıyor, çok istikrarlı bir tembel gerçekten," dedim, bıkkınca iç geçirip yataktan doğruldum. "Tamam, üzerime bir şey alıp beş dakikaya çıkarım."

Üvey annem odadan çıktıktan sonra ben de yatağımdaki sıcaklıktan çıktım ve biraz kendime gelmek için çıktığım gibi ayakta birkaç egzersiz hareketi yaptım. Ece gibi geceyi bilgisayar başında geçirdiğim yoktu ama gece doğru düzgün uyuyamamıştım. Bal rengi bakışlarımı yavaşça pencerenin dışına çevirdim, hava yağışlıydı bugün. Bir kesilip bir başlıyordu, yalancı yaz yağmuru gibi.

Belki dışarının serin sabah rüzgârını biraz solursam şu uyuşmuş hâlimden de biraz olsun sıyrılabilirdim.

Kenarda duran aynanın önüne geçtim, rengim kaçmış resmen. Üzerimdeki kırmız çizgili pijama takımımı düzgünce düzelttim, çalışma masamın üzerinden saç bandımı alıp dağınık bir ev topuzuyla saçlarımı başımın tepesinde toplarken küçük adımlarla banyoya geçip elimi yüzümü yıkadım. Banyodan çıkınca pencereden tekrar baktım, şehir akşam yağmurluydu. Bu sabahta hava kasvetliydi ve kuvvetle muhtemel soğuktu. Üzerime kalın, kapüşonlu ve polarlı kımızı bir sweatshirt aldım. Sonra gardırobumdan dizlerime dek uzanabilen kırmızı içi polarlı yağmurluğu çıkarıp uyuşuk bir yavaşlıkla üzerime geçirip odadan gayet fazla kilolu ve kadınsı hatlarımı kapatan bir kombinle çıktım.

Dışarı çıkıp ekmek alacağım kombinimle hazırdım.

Koridora çıktığımda üst üste sabahın bu saatinde mesaj sesi geldi. Hemen odamın karşısına denk düşen kapıdan yani eksik akıl Ece'nin odasından. Kapı aralığından baktım, zaten direkt yatağı görünüyordu. Annesinin sesine uyanmayan kız, üst üste gelen mesaj seslerine yavaşça uyanıp başını yorganın altından yavaşça çıkardı. Ekrana baktığı anda solgun yüzüne derin bir gülümseme yayıldı ve direkt bir şeyler yazmaya başladı.

Bu kız birkaç gündür, böyleydi. Telefonuna uzun uzun bakarak sırıtıp duruyordu.

Sanki benim başımdaki kavak yelleri onun başına konmuştu.

Galiba ben de bir zamanlar Ece'ye olduğu gibi böyle görünüyor olmalıydım, Savaş'ın bana mesaj attığı tüm o anları düşündüm. İnanılmaz bir hızla düşük modum yükselir, kendimi ayaklarım yerden kesilip pamuğa benzeyen bulutlatın üzerinde bulurdum. O anlar gerçeklerden uzaklaşıp hayallerin en içine dalardım.

İç geçirip yavaşça kapısının önünden çekildim.

Merdivenlerden aşağıya inerken üvey annem Nazan'ın mutfakta çıkarttığı tabak tıkırtıları dışında ortalık tamamen sessizdi. Normalde babamın çoktan kalkmış, sabah haberlerini açarak dinlerken kendi kendine içerleyerek konuşması falan gerekirdi ama geçirdiği kötü kazadan bu yana biraz geç uyanıyordu, hâlâ kendine gelememişti. O kazadan bu yana eve yoğun sis gibi çöken kasvetin yanında, babamın baş ağrıları da özellikle rahatsızlık veriyordu ona, bana pek sezdirmek istemese de gece daha çok bastırdığını ve ilaç almak zorunda kalacak kadar şiddetlendiğini iyi biliyordum.

Anahtarlıktan anahtarımı kapının önündeki kapalı ayakkabılıktan da dolabının kapısını açıp botlarımı aldım ve sokak kapısının dışına bıraktım. Ayaklarımı soğuk botların içine yerleştirirken, "Ben çıkıyorum," diye seslendim içeriye, dışarısı ıslak ve çamurlu olmalıydı bu yüzden pijamamın paçalarını botlarımın içine sıkıştırdım.

"Paran var mı?" diye seslendi içerden.

Para tabii. Aptal Nüket.

"Hayır, almayı unuttum," diye bağırdım. Şu günler aklım bir karış havadaydı zaten, sanki her şey düzende ama bir o kadar da karmaşadaymış gibi hissediyordum. "Dün akşam, mutfak rafında para görmüştüm. Onu versen bana? Tekrar yukarı çıkmak zorunda kalmayayım, botlarımı giyiyorum."

Mutfaktan gelip parayı verdi. "Masayı hazırlamaya başlıyorum, çok oyalanma."

Parayı alıp cebime koyarken, "Böyle soğuk havada dışarda ne yapacağımı düşündün ki?" diye sordum, bakışlarım tuhaflaştı. "Eh oyalanmadan geleceğim, şiddetli soğuktan hoşlanan biri değilim."

"Ne bileyim ben, aklın bir karış havada bugünlerde."

Kaşlarımı çattım, bani bu kadar dikkatli gözlemlediğini bilmiyordum. Özellikle şu sıralar evin değişerek sakinlik kazandığı, herkesin daha çok içine kapandığı, bebek kaybının ağır esintileri sürmeye devam ederken.

"Bugünlerde kimin değil ki?" diye sordum. Gözlerinin en içine baktım. "Ama niye her zaman bir tek benimki görünüyor anlam veremediğim bu."

"Ne demek kız şimdi bu?" Gözlerini yavaş yavaş kıstı. "Ne ima etmeye çalışıyorsun sen?"

Omuz silkip, "Bir şey ima ettiğim yok," dedim, bilmecenin gizli kısmını çözmesi gereken oydu. "Sadece senin pek dikkatli gözlerin yalnızca benim üzerimde olmasın, benden başka bir de kızın var diyorum." Sessizlik oldu. "Neyse kaçtım ben."

Onu arkamda şaşkın hâlde öylece bırakıp merdivenlerden indim, bahçe kapısından çıktım. Oturduğum sitenin evleri arasında uzayan yolda ilerlerken bakışlarım yerde, bir noktada takılı kalmıştı. Mart ayazının yüzüme vurduğu serin havayı derin derin içime çektim. Ara ara şiddetlenen rüzgâr saçlarımdan ayrılan ince, diğer tellerden daha kısa olan telleri hareketlendiriyordu. Sonbahar güneşiyse ışığını kaybetmiş bir küre gibi hafif bir ışık yayıyordu göğün doğu tarafından.

Dalgın yürüyüş, dalgın bakış, dalgın hisler ve dalgınlaşan düşünceler içinde markete girdim ve ekmek aldım. Reyonlarda kendi kendime dolaşmaya başladığımda belki de önüme alacağım bir şey çıkar diye tam bir gereksiz, nedensiz tüketici kafasında raflar arasında şehri keşfeden birisi havasında gezindim biraz. Sonunda durdum, aptalım, tek kelimeyle aptal. İçim bu ara öyle sık sık darlıyordu ki ne yapacağımı şaşırıyordum. Eh, şu an olduğu gibi. Göğsümdeki atışını sürdüren kalbimin kırıklığı geçecek miydi?

Bir kalbin tamir olup birleşmesine ne kadar süre gerekirdi?

Her şeyin ilacı zamansa, benim ilacım olan zaman neredeydi?

Arkama döndüm, döner dönmez, "Nüket!" diye şakıyan elinde market arabası olan eski ilkokul arkadaşım Ceren'i gördüm. "Yaa sensin." Bana sıkıca sarıldı. "Uzaktan anımsattın ama hemen seçemedim, kızım. Kat kat giyinmişsin."

Ben de ona kocaman saeılırken, "Ceren," dedim inanamayarak. "Sen İstanbul'da mıydın?"

"Birkaç gün oldu," dedi, sesi bildiğim gibi cam gibi kırılgandı. "Anneanneme geldim, gitmeden sana uğramayı düşünüyordum zaten."

Biz birlikte büyümüştük. Annelerimiz yakın arkadaş olduğu için biz de yakın arkadaş olmuştuk, sonra benim annem öldü, onun da babası. Annemden bir yıl kadar sonra olması lazım, kanserden ölmüştü. Bu onun da hayatını değiştirmişti, annesiyle birlikte annesinin işi için Antalya'ya gitmesi gerekti ve gitti.

Birbirimizden ayrılacağımız için günlerce ağladığımız o anılar zihnimde öylesine tazeydi ki, gözlerimin önüne zorlamadan rahatça geliyordu. Sanki birisi hayatıma gizliden son vermeye çalışıyormuş gibi hissetmiştim, annemin kaybından sonra en yakın arkadaşımın başka bir şehire gidip yaşamaya başlayacağını öğrendiğimde zor atlatıp bu değişikliğe zor alışmıştım. Veya aslında hiç alışamadım, bilmiyorum. Gidişi içimde yeni bir acı başlatmış, bu acıdan da yalnızlığım beslenip büyümüştü.

Böyle şeyler üst üste gelince, sevdiğim herkesi kaybediyorum noktası insanda hareketleniyordu.

"Ne zaman döneceksin?"

"Yarın akşam," dediğinde çok şaşırdım. "Ne, bu kadar çabuk mu dönüş?"

"Maalesef, bu arada dün akşam Ece'yle karşılaşmıştık biz. Burda olduğumu ve yakında size de uğrayacağımı söyledim."

Kaşlarım çatıldı. "Öyle mi?" diye sordum. "Hiç bahsetmedi ama."

"Aklından çıkmış olabilir, sanırım yanında erkek arkadaşı vardı."

"Onun erkek arkadaşı yok-" Tabii bu evden çıkmadan yüzünün bir mesaja karşı aldığı ifadeyi hatırlayana kadardı. "Haberim yok."

Dudağının kenarında imalı bir mimik belirdi. "Ece'yle hâlâ anlaşamıyor musun?"

"Hâlâ," diye yanıt verdim gülerek. "Böyle devam biz."

Gülüştük.

"Aman neyse ne, bırak şimdi Ece'yi falan," dedim ve kolumu omzuna bıraktım. "Hadi gel, bize gidelim. Kahvaltı hazırdır, kahvaltı yapar sonra dışarı çıkar biraz gezeriz ha, eskiden olduğu gibi. Ne dersin?"

Ceren'in yüzü asıldı. "Harika olur derdim ama teyzem tutturdu bana da geleceksin, kalacaksın diye. Anneannem de geleceği için hava kararmadan oraya gideceğiz."

"En azından kalhvaltıya gel, biraz oturalım."

"Bak o olur işte."

Birlikte kasaya gidip ödeme yaptık, sonra marketten çıktık. Gökyüzünden iri, iri kar taneleri parçalanmış kâğıt taneleri gibi dökülmeye başladığında kafamı ağır ağır kaldırıp gökyüzüne baktım. "Şu şansa bak, kar yağmasını hiç beklemiyordum." Elimi ileri uzatıp avucumu yağan karlara tuttum. "İlkbaharda karın yağdığı pek görünmezdi, yani İstanbul'da."

Soğuk taneler avucuma konup tenimde erirken aklıma Savaş'la bir camekanın arkasından İstanbul'a dökülen ilk karların yağışını birlikte izlediğimiz anlar geldi. O an... Kar yağışını izleyenlerin birbirinden ayrılmayacağı batıl tesorisini düşünmemin ardından, onunla birlik içinde izlemiştim; bu romantik teorili düşünce ve bu romantik eylem Savaş Akduman'la yatmayı ilk defa düşünmeme neden olmuşlardı. Gözlerimin gerisinde bir ağlama hissinin bal rengine bürünen gözlerimi zorlayarak dışarı çıkmak istediğini hissettim.

"Havalar tam ısınmadı, mevsim başı ya ondandır," dedi Ceren. Gülümsedi, bu ufak hareketi bile anılara götürüyordu. "Bak gör, bu kar tutmaz."

Gülmem, eğlenmem gerekirdi, çünkü bu bizim aramızda kendimize has, bize özel kalmış bir espriyidi ama işte Savaş'ı ne zaman düşünsem boğazıma kocaman bir yumru oturuyor, o yumru tüm iyi hislerimin boğazına da oturuyordu. "Unutmamışsın," dedim ona bakarak. "Bu kar tutmaz."

İlerlemeye başladık. "Asla unutmam."

Lise'de Barış'a aşık olduğumu sanıyorken mevsim kıştı, Ceren nasıl olduysa ondan biraz bile hoşlanmazdı. Olgunlaşamadığı ve olgunlaşamadığımız şurdan belliydi ya, biz birbirimizi herkesten fazla kıskanırdık. Ceren benim Barış'tan hoşlanmamdan hiç hoşlanmaz, bende onun başka arkadaşlık geliştirmesinden hoşlanmazdım. Belki bu o zamanlar çocukluğun en saf hâliydi, birinin sanki izinsizce sizin alanınıza dahil olup hadsizce size ait olanı almaya gelmiş hissi.

Rüzgârın etkisiyle dönen kar taneleri sarı kızıl saçlarıma tutunuyordu.

Biz o zamanlar arkadaş grubunda Barış'a açılsamaçılmasam mı muhabbetini döndürürken mevsim kış olduğundan o kış sabahı karlar hızlı dökülmeye başlamıştı ve Ceren o an, "Bu kar tutmaaaz," diye uzata uzata bu duruma itiraz etmişti. İşte tam da o andan itibaren tutmayacağını düşündüğümüz her işte Ceren ve ben, 'Bu kar tutmaz,' diye işi espriye dökerek itirazımızı belli ederdik.

Kaldırım kenarından yürürken, "Haberin olmadığına göre Ece, sen dahil herkesten erkek arkadaşını gizliyor galiba, aniden karşısında görünce hem çok şaşırdı hem de inanılmaz gerildi," dedi Ceren. "Sırrını ifşa edip bir de o deliyi bana musallat etme bozuşuruz. Benden duymadın ona göre, Nüket."

"Tamam, tamam, merak etme sen," dedim. Beren'in hiç umrunda olmazdı, umusamaz Ece'yle uğraşmayı ama Ceren ondan biraz bile hoşlanmazdı. "E, nasıl biriydi çocuk?"

"Ne bileyim, sokak serserisine benzeyen aylak bir hâli vardı," dedi. "Bak gör, bu kar tutmaz."

Güldük.

"Sen marketteydin ama bir şey almadın bu arada, alış veriş yapacak mıydın?"

"Yoluma ters, dönüşte alırım."

Ceren o gün öğlene kadar benimleydi, annesinden telefon gelince bir gibi evden çıktı.

Yeniden kasvetli yalnızlığıma itildiğimi hissettim, hani insanın yalnız olmaya tahammül edemediği anlar olur ya, bugün o anı yaşıyordum ben. Sanki hiçbir yere sığamıyordum.

🍷

Öğleden sonranın bir kısmını ders çalışarak geçirdikten sonra, saat 16.00 olduğunda pencere kenarına oturdum. Dışarda yağışı sürdüren kar incelmiş ama sıklığı artmıştı. Bana bir sisin ardından dünyaya bakıyor hissi verirken, kısa sürer diye düşündüğüm kar yağışı beni yanıltmıştı. Evlerin çatısına, yol kenarlarına, ağaçların üzerine birikip başarılı bir ressamın elinden çıkmış gibiydi, çoktan beyaz bir dünyanın resmini gizli bir boyayla çizmeye başlamıştı.

Site evlerinin arasındaki yol bir süre beyaz kaldıysa da bir süre sonra yuvarlanan siyah tekerleklerin altında erimeye başlamıştı. Herkes evlerine çekilmişti, sokağı sessizce ele geçiren kar taneleri anılarımı da eline geçirmiş gibiydi. Her kar yağdığında, her şey beyaza boyandığında ben sadece onu mu hatırlayacaktım? Üstelik Savaş Akduman hayallerimin içine siyahını karıştırmışken.

Onca birikmiş anım varken, zihnim niye onun olduğu anının görüntüsünü sunuyordu ruhuma?

Telefonum çaldı. Arayan Işıl'dı.

"Işıl, n'aber?" diye sordum. "Aradığın iyi oldu bende çok sıkılmıştım."

"O zaman daha iyi bir şey söyleyeyim, bu akşam kızlarla bizde toplanıyoruz ve sen de geliyorsun. Kızlar gecesine hazır mısın?"

"Nasıl oluyor o? Senin ev arkadaşın biraz arıza bir kızdı, böyle toplanmalardan falan hoşlanmazdı ki o, nasıl ikna oldu?"

"Ev arkadaşım yok, o yüzden rahatça gelip bende kalabilirsiniz."

"Derslerin?"

Güldü. "Ayarlandı, hem bir güncük keyif yapacağız ya."

Ben de güldüm. "Eh, bir güncük keyif yapabilirim o zaman, gelirken ne almamı istersin?"

"Bir şey almana gerek yok," dedi Işıl. "Beren ve Ceyla yolda buluşup fast food yiyecekleri alacakları bir markeye uğrayacaklar, sen gel yeter."

Şaşırdım. "Ve sen de yiyeceksin?"

"Bugün izin veriyorum kendime diyelim," dedi sesindeki neşe dikkatimi çekti ve fazla şüphe dolu olduğu bir gerçekti. "Bu arada kendinle pijama getir mutlaka, bu kızlar gecesi unutma."

Bir şey mi olmuştu da ben kaçırmıştım, neyse oraya gidince öğrenecektim. "Tamam, akşama görüşürüz. Öptüm."

🍷

Kırmızı kareli pijama takımı mı çantama koydum.

Havadaki soğukluk da yağan kar da artmıştı.

Maaşım yatmıştı, bu yüzden metro yerine taksi ile gitmeyi tercih etmiştim Işıl'ın evine. Taksi beni Işıl'ın oturduğu sekiz -belki de dokuzdur- katlı binanın önüne bıraktı. Kapı numarasını girip onay tuşuna bastım ve bina kapısının açılmasını bekledim. Birkaç dakika sonra asansörde, daha sonra daire kapısının önündeydim.

Sokak kapısı açıldı, beni sarı saçları dağınık ev topuzuyla başında toplanmış Işıl karşıladı. İçeri geçip ona sarıldım, üzerimi çıkarıp portmantoya yerleştirdim ve salona ilerledim.

Salon boştu. "Ceyla ve Beren gelmedi mi?" diye sordum.

Işıl, "Geldiler," dedi bozuk bir sesle. "Ama Ceyla hanım tutturdu alkolsüz kız gecesi olmaz diye, içecek almaya gittiler işte."

Pencere kenarındaki tekli koltuğa oturdum. "Sen hiç hayatında alkol kullanmadın, değil mi?" diye sordum. Başıyla onayladı. "Yani ne kokusunu, ne de tadını biliyorsun, öyle mi?"

"Aynen öyle, tadını da kokusunu da biraz bile bilmem ve alkolün cahili olmaktan da son derece mutlu bir kişiyim ben."

Pencereden görünen manzaraya baktım, Işıl'ın evi küçük bir öğrenci eviydi ama manzarası son derece güzeldi. Özellikle akşamları şehir ışıklarının altında daha bir güzel, daha bir hoş görünüyordu. Ötelerde sıralı olan ve ışıkları yanan apartmanlar, parlayan üst geçit, üst geçit altından hızla geçen far ışıkları açık arabalar...

"Belki ben de alkolün cahili olmalıydım," diye mırıldandım. "Kendimde olsaydım eğer, belki o zaman bunlar olmazdı."

"Ne dedin?"

"Önemsiz, kendi kendime konuşuyordum."

Kapı çaldı. "Ceyla ve Beren geldiler," dedi.

Birlikte gittik kapıya, alkollerin olduğu poşeti havaya kaldıran Beren tıkırdattı.

Ceyla, bir paketi havalandırıp, "Bakın ne aldım," diye şakıdı. Bu koku... Ah, olamaz. "Midyeee."

"Ne?" diye yüzümü buruşturdum. "İğrenç, bakteri be o midye. Gerçekten o bakterileri afiyetle mideye gönderdiğinize inanmak bile istemiyorum."

Ceyla, "Hadi be ordan, sevimsiz seni," diye sataştı. "Sen hiç deniz manzarası, limonlu midye yapmadın mı?"

"Yapmadım," dedim. "Deniz manzarası ve balık ekmekle gayet mutluyum ben." Bir an sanki Işıl gibi hissettim kendimi, o alkole bense midyeye ağzımı sürmezdim.

Ceyla, "İstanbul'un sokak mutfağı midyedir, midye," diye bastırdı.

"Hayır, İstanbul'un sokak mutfağı balık ekmektir," diye karşı çıktım. "Bunun aksini idda eden de akıl tutulması yaşıyırdur, tam şekil a'da gözüktüğü ve beklendiği gibi."

Beren sıkılmış bir ses çıkardı. "Bence kapı önü tartışması yeter artık, içeri geçsek ve yeni yeni başka başka mevzulara girsek? Örneğin güzel bir film izleyip onun üzerine konuşabiliriz."

Işıl, "Bingo," dedi. "Midye ve balıktan daha eğlenceli geliyor kulağa."

Sonuç olarak bir saat sonra hepimiz pijama takımlarımızı giyinmiş bir hâlde salondaydık ve hepimiz rengarenktik. Benim pijama takımım tabii ki kırmızı, Işıl'ınki sarı, Beren'inki nar çiçeği rengi ve Ceyla'nınki maviydi.

Orta sehapada içecekler ve

Birden aklıma Işıl'ın ev arkadaşı geldi, onu soracaktım ama aklımdan tamamen çıkmıştı.

"Işıl, ev arkadaşın nerde?"

"Konuyu açtığın iyi oldu, bende onunla ilgili konuşacaktım," dediğinde kaşlarımı çattım. "Yani tam olarak öyle değil ama neyse. O şu an erkek arkadaşında, birkaç güne kadar tamamen erkek arkadaşına yerleşecek."

Ceyla, "Aa, o soğuk tıpçının bir erkek arkadaş yaptığına inanmak çok zor," dedi.

Işıl, "Zordu belki ama duruma bakılırsa imkânsız değildi," dedi. " Ama bir şey itiraf etmek istiyorum ki taşındığı için bu kadar mutlu olacağım aklıma bile gelmezdi. Her akşam onun kendi bölümünden şikayet etmesinden, hocalarını eleştirmesinden, en iyi olanı sadece o biliyormuş gibi her şey hakkında, bakın her şey hakkında konuşmasından çok bunalmıştım."

Beren, "Ay haspam ya, seçmeseydin o zaman, sanki silah dayadılar şakağına," dedi.

"Normal değil mi? Tıp fakültesini seçenlerin çoğunluğu mesleğe olan aşkından değil, puanlaması tuttuğundan o bölümü seçiyor zaten," dedim. "Yani bölümün bir al benisi ve nedense bu mesleğin inanılmaz bir karizma değeri var Türkiye'de."

Ceyla, "Ama size bir şey diyeyim mi?" diye sordu ama soru olmadığını hepimiz elbette biliyorduk. "Bu tıp bölümlerinin hocalarıyla birkaç saat geçirin, ortam bir anda nasıl diskoya dönüyor anlatamam. Yaşanır. Çok eğlenceliler."

Ortamı hayal edebiliyordum. Birden çok saçma bir şekilde kahkahayla gülmeye başladık. O noktadan sonra taklit ve ses yeteneği olan Ceyla, yaptığı taklitlerle bizi bir saat boyunca güldürdü.

Sonunda, "Sen ne konuşacaktın, Işıl," diye sordum.

Bana hevesle bakıp, "Kirayı bölüşmek için yeni bir ev arkadaşına ihtiyacım var, ilan vermek istemedim. Yine tanımadığım, huyunu bilmediğim biriyle ev arkadaşlığı yapmak istemiyorum. Sen öğrenci evi arıyordun bir ara, gelip benimle yaşamaya ne dersin?" diye sordu. Ellerimi tuttu. "Sen ve ben gayet iyi anlaşırız, ikimiz de sorunlu değiliz. Birbirimize rahatsızlık vermeyiz, ne dersin ha Nüket?"

Ellerimi yavaşça ellerinden çektim. "Evet, o sıralar evdeki sorunlardan kurtulmak adına öyle düşünmüştüm ama şimdi eskisi gibi değil. Yeni eve çıkma fikrinden vazgeçtim. Fakülteyle evimin mesafesi de iyi, yeni bir masraf kanalı oluşturmak istemiyorum. Ev arkadaşın olmak istemediğimden değil ama öyle denk geldi. Kusura bakma, Işıl."

Işıl, "Haklısın, sanırım okul panosuna ilan bırakmalıyım," dedi. Üzülmüştüm. "Sorun değil."

Beren aniden, "Ben senin ev arkadaşın olurum," diye söze girdiğinde hepimiz ona şaşkınca bakıyorduk. Beren bize bakıp, "Ne, niye şaşırdınız ki?" diye sordu.

Neden böyle heveslice atlamıştı ki sanki?

Harika, kimseden ses çıkmadığına göre onu durumu sanırım ben anlatacaktım. "Beren," dedim sakin çıkan tok sesimle. "Öğrenci evi senin evin gibi değil, tamam işin masraf kısmı seni zorlamaz ama burda iş paylaşımı var. Düzenli olarak temizlik, yemek, alışveriş."

Beren bize bakıp, "Yani sizce ben öğrenci evindeki düzene uyamam, öyle mi?" diye sordu.

Işıl, "Sen hiç böyle yaşam koşullarının içinde olmadın ki," diye açıkladı. "Suyunu bile almak için zahmet etmene gerek yok, çünkü evindeki yardımcın ayağına kadar getirmiştir. Oysa burda kendi suyunu kendin almak, yemeğimi kendin pişirmek zorundasın."

Beren kaşları çatık ama kararlı bir sesle, "Ben de bu düzene uyabilirim," diye ısrar etti. "Sizden farkım yok."

Elbette farklıydık, kocaman bir fark vardı onun ve bizim aramızda; o ağzında gümüş kaşıkla doğanlardandı. Biz istediğimiz şeyi önce hayal ederdik sonra ona sahip olmak için elimizden geleni yapardık. Ya olur ya olmazdı. Beren ise bir şeyi çok istediğinde isterdi, sadece isterdi ve o şey de hemen onun olurdu. Hayal etmesine gerek yoktu.

Sessizlik oldu.

"Işıl, ev arkadaşın olmama izin ver."

Işıl'ın gözlerindeki şüphe yoğundu. "Yani sen illa yapabilirim diyorsan, tamam öyle olsun," dedi.

Beren çığlık atıp ona sarılırken olumsuzca başımı sallıyordum. "Beren, ne diye daha dereyi görmeden paça sıvayan biri gibi şimdiden seviniyorsun ki?" diye sordum. "İclal teyze okey verecek mi bu işe? Ya baban? Baban senin böyle küçük bir yerde yaşamana izin verir mi sence?"

Beren, "Annem babamın aklına girip işimi bozmazsa, babam sorun çıkarmaz," dedi. "Bu yüzden yarın şirkete gidip annemden önce babamla konuşacağım, ondan beni bu konuda desteklemesini isteyeceğim. Anneme karşı güçlerimizi birleştirirsek eğer annem de bir süre sonra pes etmek zorunda kalacaktır." Elini yumruk yaptı. "Onu devireceğiz."

Işıl, "Senin annen var ya, tam bir kraliçe arı," dedi. "Keşke onun yaydığı enerjiyi size gösterebilsem, onu devirmek biraz güç. Haberin olsun."

"Ben de bir noktada onun kızıyım ama, bir prensesim. Her koldan ona saldıracağım, önce babamı sonra abimi ikna edip kendi safıma geçireceğim," dediğinde Savaş'tan söz etmesi yüzümde yer alan gülüşümü bir gül gibi soldurdu. "Sonra Nüket'i çok sever, Nüket'te konuşur annemle, öyle değil mi Nüket?"

Omzuma omzuyla vurmuştu. "Şey tabii, konuşurum."

"Ve bir bakmışsınız ana kraliçe devrilmiş ve tahtından feragat edip yerine ben geçmişim."

Ceyla, "Harika be, yakında cümbüş var desene," diye güldü.

"Cümbüş demeyelim de Beren'in zafer kutlaması diyelim," dedi, herkes gülüştü ama benim keyfim kaçmıştı bir kere. "Bu arada, neredeyse unutuyordum ya. Abim haber yolladı kızlar, öğrenci bilgisayarları için beta test programınız sona erdi. Yarın sizinle son bir kez toplantı yapılacak ve elinizdeki bilgisayarları vereceksiniz."

Işıl, "Ya ayrılıyor muyuz yani, halbuki o kadar çok alışmıştım ki arkadaşım gibi olmuştu," dedi. "Sanki canlı bir dost gibiydi benimkisi."

"Katılıyorum," dedim. "Benimki de öyle."

Ceyla, "Programda olmadığıma inanamıyorum," diye sitem etti. "Neyse, umarım piyasaya çabuk sürülür de artık benim olanı alırım."

"Bilgisayarları göndersek sadece?" diye sordum. "Toplantıya katılmak şart mı, zaten birkaç kez katıldık."

"Şart evet, son bir kez değerlendirme notu alınacak sizden."

"Ya Beren," diye sitem ettim "Bu şimdi mi denir kızım ya? Bilgisayarı getirmedim ve bu gece Işıl'da kalıyorum. Bilseydim en azından bilgisayarı da getirirdim."

"Sory, unuttum, bebeğim."

Bebeğim. Ve Savaş'ın yüzünü andıran yüzü. Canım sıkıldı. Önümdeki şişeden bir yudum aldım.

"Neyse artık," dedim. "Mecburen Ece cadısından, şirkete getirmesini isteyeceğim. Ölsem daha kolay olurdu gerçi, karşılıksız asla yapmaz."

Ceyla, "Bir dakika," dedi. "Bu bilgisayarın piyasa değeri ne kadar?"

Beren boynunu kaşıdı. "Söylemesem daha iyi."

"Söyle, söyle, ne kadar daha şaşırabiliriz ki yani?"

"Sanırım on yedi bin ila yirmi bin liradan başlayacak fiyatlar."

Ceyla, ben ve Işıl, "Çüş," diye tepki verdik, aynı anda. Ceyla ekledi. "Kendimi satsam bile sahip olamayacağım bilgasayara, bir de piyasaya sürülse alırım mı diyordum ben ya?"

Güldük. Piyasanın bizden daha pahalı olduğu ironisine.

🍷

Alkolü fazla kaçırmıştım ama yeni bir şişe daha almak için mutfağa gittiğim sırada, Ceyla'nın bardaktaki meyve suyuna alkol karıştırmakta olduğunu gördüm. Ben mi yanlış görüyorum diye şüpheye düştüğüm sırada gözlerimi kırpıştırıp başımı kendime gelmek için salladım.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum.

Korkarak bana baktı. "Off, sen miydin ya? Korkuttun."

"Ne yapıyorsun?"

"Işıl'ın meyve suyu, alkol karıştırıyorum."

"Yok artık, Ceyla," dedim. "Saçmalama."

"Eğleneceğiz."

"Neresi eğlenceli ki bunun? Kız daha önce hiç alkol almamış, sırf eğleneceksin diye yapmadığı şeyi habersiz mı yaptıracaksın?"

"Evet," dedi gülerek. "Ne var ki bunda?"

Başımı salladım. "Yapmamalısın."

Gözlerindeki kararlılık sesine yayıldı. "Yapacağım ama."

O zaman bu işi başka türden bir eğlenceye çeviririm bende. "Haklısın belki de," dedim, onu ikna edemeyeceğimi anlamıştım. "Biraz eğleniriz."

"Hah kızım, şöyle yola gel işte," dedi Ceyla, tavrımdan memnundu. "Ben Işıl'a bakıp geliyorum, elindeki bitmiş mi bakayım. Bir de meyve kutusu boşalmış mı diye kontrol ederim. Bu deli manyak, biz daha bir şey yapmadan anlayadabilir. Belli olmaz, tuhaftır biliyorsun."

"Merak etme, haydi git," dedim. "Ben seni burda beklerim."

"Bekleme," dedi. "Buna gerek yok, beş dakika sonra bardağı al gel, çaktırmadan önüne falan bir şekilde bırakırız."

Ceyla çıkar çıkmaz alkolle karıştırılmış olan meyve suyunu mutfak lavabosunun içine boşalttım ve sudan geçirip yeniden meyve suyu doldurdum.

Tezgâhın üzerindeki bira şişelerinden bir tane alıp ağzını açtım, meyve suyunun olduğu bardağı da alıp içeri gittim. Kızlar alçak olan orta sehpanın etrafına oturup yeni bir sohbet başlatmışlardı. Ondan önce konusu gizem gerilim olan, insanlarım ölüm saatini bildikleri işlenen bir film izlemiştik.
İyiyiydi, bugünlerde kaliteli yapım bulmak zordu ama dördümüzün zevkine uyan iyi bir filmdi.

Duvar saatine baktım. Gece yarısı olmuştu, sanırım bende sarhoş oldum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. Ben ve Beren koltukta oturuyorduk, Ceyla ve Işıl yerde.

Işıl orta sehapadaki boşalmışları alarak mutfağa gittiğinde Ceyla başını kaldırıp bana bakarak, "Bu Işıl niye sarhoş olmadı?" diye sordu, sarhoşlaşan aklı, ses tonunu da sarhoş yapmıştı. "Onun sarhoş olmasını beklerken, ben sarhoş oldum. Bu terslikte bir iş var."

Kafam bulanıktı, Ceyla'yı çift başlı gördüm. Ama içimde garip bir dalga geçme arzusu vardı. "Işıl'ın sihirli güçleri var," dedim, sesimi de gizemli bir tınıda tutarak. "İçse bile ona işler mi sandın?"

Ceyla'nın kafası da bulanıktı. "İşlemez mi?" diye sordu safça, kelimeler dilinin ucunda türüyordu adeta. "Güçlü mü o kadar."

"Çok güçlü, senin yaptığını öğrendiğinde yatağında ölü bulunmayacağını kim garanti ediyor ki?"

Ceyla inledi. "Henüz ölemem, daha yapmak istediğim pek çok şey var."

Ona tepeden bakıyordum, birazcık eğildim. "Bu işler senin henüz demenle değil, ecelle ilgili," dedim, güldüm... "Söyle ölmeden önce yapmak istediğin ne?"

Sırıttı, kafasının arkasını koltuğun ucuna yasladı. "Savaş Akduman'la yatmak."

Savaş Akduman.

Geçmişin göğsünü acılarla kapattığım dikiş aniden patladı, içinden anılar aktı.

Sinirlendim. Yüzümdeki gülümseme silindi. "Aptal Ceyla," dedim, neredeyse tıslayarak. "Senin bu önüme gelenle yatarım diyerek Savaş'ı da hedef alan saçma tavırlarından bıktım usandım artık." Gözlerimde yerleşik duran sorhoşlukla karışık yumuşak ifadeler bakışlarımın derinlerine gömüldü. "Savaş'ı diline dolamaktan vazgeçsen iyi edersin. Bu kadar basit olmasana. Benim zaten yattığım biriyle yatamazsın."

Bana nasıl bakacağını, söylediğime inanıp inanmama arasında kalmış gibi baktı. "Onunla yattın mı?"

"Evet. Yatmasam yattım der miyim?"

Güldü. "Bu çok komik."

Göz kapaklarımdaki ağırlık büyüyordu. "Bu şaka değil, gerçek."

"Öyleyseee," dedi kelimeleri yayarak. "Onunla yatmak nasıl bir his?"

Dirseğimi koltuğun ucuna bastırdım. "İyi, hoş, güzel," dedim, arka arkaya. İç geçirdim. "Kendimi de iyi, hoş, güzel hissediyordum ama sonra..." Durdum, karanlığın zihnime çökerek hayatımı kuşattığını hissetmiştim. "Ama o hisler bitince iyi hissetmiyordum kendimi, suçlu hissediyordum. Çok suçlu."

Ceyla güldü. "Beren, arkadaşın abinle yatmış," diye haber verdi yüksek sesle.

Telefonuna bakan Beren, "Hangi arkim ya?" diye sordu. Benim gibi koltuğun bir diğer ucuna tünemişti.

"Adı Nüket olan, yakın arkin."

Bana baktı. "Abimle mi yattın, Nüket?"

Kıkırdadım. "Evet."

"Niye?"

"Senin salak abin yüzünden," diye sitem ettim. "Peşimden çok koştu, o kadar çok koştu ki sonunda ikna oldum."

O da güldü, Ceyla gibi. "Şakayı bırak, benim abim seninle yatmaz."

"Ya Beren," dedim onu küçümseyerek. "Sen var ya, gördüğüm en aptal insansın. Altmış dokuz bölüm boyunca aldatıldığını fark etmeyen Adnan Ziyagil aptallığı var sende."

Beren, "Off, kusacağım şimdi ya," diyerek kalktı ve salondan çıktı.

Ceyla, "Artık gitmemiz gerekiyor, geç oldu," dedi, gözlerini kapattı.

Konu orada kapandı.

Yerimden yavaşça kalktım, başım döndü. İçimdeki boşluğun garip ve sorhoş hislerle dolarak taştığını hissettim. Beren'in arkasından gittim. Ben mutfağa girerken o banyodan çıkıyordu.

Başım kelimenin tam anlamıyla çatlıyordu. Büyük bir bardağa su doldurup mutfak masasına oturdum. Beren birkaç dakika sonra elinde telefonda gelip karşıma oturdu.

"Bizi eve götürmesi için abimi arayacağım," dedi ve ekrana baktı, sadece baktı. Sanki aradığı orada değilmiş gibi. "Off, nerede bu numaralar ya?"

Sarhoşluğuna sırıttım. "İyi bak, orada bir yerdedir."

"Yok," diye ufladı. "Yok işte."

Telefonu elinden aldım. "Ver şunu bana."

Telefonun rehberine girdim. İşte oradaydı. Abim diye kayıtlıydı. Telefonu masanın üzerinden ona yolladım. "İşte burada, abin bir tuş uzağında."

"Evet. Oradaymış, ben niye görmedim ki?"

Ensemi kaşıdım. "Çünkü sarhoşsun aptal."

"Ve uykulu," diye devam ettirdi sözlerimi.

"Ve kör," diye devam ettim.

"Öff ya, tamam sus."

"Off ya, susmam."

Güldü. "Abimi arıyorum."

Gülmedim. "Sustum."

Arama butonuna basıp artık kimi aradığını bilerek aramayı başlattığında ister istemez kalbim heyecanla kasıldı. Heyecanlı panik dalgası her yerdeydi. Kalbimde, zihnimde, hatta nereye koyacağımı bilemediğim ama sonunda gergince kucağıma yerleştirdiğim ellerimdeydi.

Arama butonuna basıp telefonu kulağına yerleştirdiğinde yüzümü avucuma yasladım.

"Sonunda açtın," diye sitem etti Beren. "Abi beni almaya gel."

Savaş'ın kalbimi dürten sesini duydum. "O nasıl konuşma? Ayyaşa dönüşene kadar içtin mi?"

Beren kıkırdadı. "Evet, ben bir ayyaşım."

Telefonun diğer tarafındaki yakışıklı yüzünü buruşturduğuna emindim. Ne de olsa Savaş Akduman asla sarhoş olacak kadar içmez. Devamlı vakit geçirmemize rağmen onu hiç sarhoş görmedim. Onun gibi serseri ruhlu birinin alkole yatkın olması beklenebilir ama aksine öyle biri değil. Şaşırtıcı şekilde kontrollü, karizmasını korumaya takıntılı biridir.

"Nerdesin?" diye sordu.

"Işıl'ın evindeyim. Kızlarla toplandık ama eve dönmem gerekiyor."

"Kimler var?"

Beren kayıtsızca herkesin isimleri sayıp en son, "Ve Nüket," diye bitirdiğinde Savaş'ın, "Seni almaya gelemem," dediğini işittim.

Sarhoşluğu yudumlayan aklıma rağmen onun Beren'e neden red cevabı verdiğini biliyordum.

Beren dudaklarını büzdü. "Ama Neden?"

Çünkü sen sarhoşsun. O seni almak için eve kadar girmek zorunda olduğunu, benimle karşılaşma ihtimali olduğunun bilincinde.

Ona karşıma çıkma demiştim.

O da öyle yapıyor.

Ama bu kalbimi çok ağrıtıyor.

"Çünkü gelemem. Sevgilin nerde?"

"O gelemez, şehir dışında."

Savaş iç geçirdi. "Pekâlâ, sakın sarhoşken bir yere ayrılma. Aren'i arayıp seni almasını söyleyeceğim."

Beren esnedi. "Tamam ama yanımda başka bir arkadaşım daha olacak."

"Kim?"

"Ceyla."

"Tamam Aren'e söylerim. Kapatıyorum."

Beren bana bakarak, "Dur, kapatma!" dedi resmen ünleyerek.

"Ne var?"

Beren sesini kısıp, "Abi," dedi yavaşça. "Sen arkadaşımla mı yattın?" Durdu, Savaş onu anlamayacakmış gibi, "Nüket olanla," diye ekledi.

Sessizlik.

Dondurucu bir sessizlik.

Kavurucu bir sessizlik.

Savaş'ın duygusuz sesi sessizliği sert sert çiğnedi. "Saçmalamayı bırak ve hazırlan."

İçim birden kötü olmuştu. Mutsuz hissettim kendimi, bedenimin içindeki yalnız ruhum bitkince dizlerinin üzerine düşmüştü. Ben de rahatça Savaş'la konuşmak istiyordum. Yeniden eskisi gibi olabilmek arzusu içimi doldurdu. Kalbim ona çekiliyordu. Şu an istediğim tek şey burda olup onu uzaktan dinlemek yerine kollarının arasına girerek başımı göğsüne yaslıyabilmek, yarın sabaha onun yanında gözlerimi açabilmekti.

Her şey niye bu kadar kadar karmaşık, bu kadar zor olmak zorunda?

Beren, masadan biraz zorlanarak kalktı ve, "Ceyla'ya haber vereceğim," dedi.

Bense tezgâhın üzerindeki küçük şişelerden birini alıp balkona açılan kapının önünde durup duvara yaslandım. Parlak manzaraya bakarak şişeden büyük yudumlar aldım. Gözlerim doldu.

Işıl yanıma geldi. "Nüket," dedi sesinde hafif bir tereddüt vardı. "İyi misin?"

İyiyim demeliydim ama dilim yüreğimdeki yükü sırtlanır gibi, "Işıl, ben hiç iyi değilim," dedim, sesim titriyordu. Şişeyi tutan elim yanıma düştüğü an bacağıma çarptı. "Ben onu çok özlüyorum. Bu his nasıl geçecek, ne zaman bitecek bilmiyorum."

Işıl şişeyi elimden alıp yakınındaki masanın üzerine bıraktı. "İçmeyi bırakmalısın, neler yaptığını idrak ettiğinde başının da belada olduğunu aynı anda idrak edeceksin Nüket. İşte bu yüzden alkol kullanılmamalı. Yararı olmadığı gibi bir de sonuçları çok kötü olan zararları var."

Ona bir adım atıp sarıldım. "Işıl...," dedim, sarılışımı derinleştirerek. Gözlerime pusu kuran yaş yanaklarıma düştü. "Kurtar beni bundan lütfen, onu sevmeyi istemiyorum ben. Kalbimdeki duygulardan, aklımdaki düşüncelerden, tenimdeki izlerden bir türlü gitmiyor."

Işıl sırtımı ovaladı. "Tamam, gel hadi," dedi ve beni masaya oturttu. "Kahve yapacağım sana, kendine gelmelisin."

Işıl'ın hareketlerini izlerken, "Evet. Kendime gelmeliyim," dedim, yüzümden dökülen acı yaşları avuçlarımla sildim. "Ama o beni öyle bir kendine çekti ki kendime dönüş yolunu unuttum ben."

Kollarımı masaya yaslayıp yüzümü arasına gömdüm. Gözlerim kapanıyordu, sanırım alkol ağır geldi. İçerden aniden gelen müzik sesi düşüncelerimin arasına karıştı.

Işıl kahveyi önüme koydu. "İç hadi," dedi, kızların içerden gelen kendinden geçmiş gibi olan şarkılarından dolayı ekledi. "Beren ve Ceyla gitmeden önce onlara da birer kahve yapıp içersem iyi olacak."

Başımı salladım. "Baş ağrısı gibi sesleri var."

Güldü. "Sanırım öyle," diyerek kahveleri hazırlamaya girişti.

Kahvemi azar azar tükettikten sonra biraz olsun kendime geldiğimi hissettim.

Yirmi dakika sonra kapı zili evin içinde rüzgâr gibi esmeye başladığında kapıyı açmak için Işıl mutfaktan çıktı. O ana dek ben ve Işıl mutfakta onun aldığı bir dersin zorluğu üzerine sohbet ediyorduk.

Ağrıyan şakaklarımı ovalarken, Işıl'ın, "Sen neden buradasın?" diye homurdanan sesini duydum.

"İnanır mısın, çatlak uğur böceği," dedi alay ederek. Bu Aren Karayel'in sesiydi. "Bende bunu sorguluyorum. Yani bakıcılığa nasıl ikna olduğumu."

Yerimden kalkıp antreye çıktım. Son derece sportif giyinerek karizmatik olmanın hakkını veren Aren'i gördüm. İçeri girmişti. "N'aber on dokuz?"

"İyidir, idare ediyorum. Senden?"

"Aynı." Sıkıntıyla iç çekerek içeri bir bakış  attı. "Çok mu sarhoşlar?"

"Oldukça çok," dedim. Bende hâlâ sarhoş hissediyordum ama kahve alkolle uyuşan algılarımı biraz netleştirmişti. "Eğer biraz beklersen Işıl onlara kahve verecek."

"Beklememeyi tercih ederim."

İçeri geçtik.

Beren ve Ceyla arasında saçma bir atışma gerçekleşmişti. Aren, "Bendeki şansa bak," diye mırıldandı. Ceyla, Aren'i görür görmez, "Benim evime gidelim, Aren," diye bağırdı.

Gözlerimi devirdim. Açıkçası bu ikisinden fena şüpheleniyorum. Ceyla genelde ayık kafayla bile farklı erkeklerle yatağını paylaşmaktan çekinmezdi. Eh Aren'in tavrı da belli.

Sonra yorgunluktan bitkin düşüp uyudum.

🍷

Yeniden şirket binasının önündeydim.

İçimde inanılmaz bir gerginlik vardı. Onun bölgesi olan bu şirkete tekrar geleceğimi, onun alanına bu kadar kısa sürede tekrar gireceğimi hiç düşünmezdim.

Ama girdiğim beta test programı yüzünden yine burdaydım.

Bu sırada Beren'de geldi. Arabasından inip yanıma geldi. "Nüket seni burda bulduğum iyi oldu."

"Ne oldu?"

Şirket binasına adımaladık. "Babamla ikimiz konuşalım mı?"

"Olur ama-"

"Sadece yanımda dur," dedi. "Bana destek çık."

"Dün kendinden bayağı emindin."

"O dündü, bugün biraz karışığım."

Asansöre girip Hakan amcanın olduğu kata geldik. Kapıyı tıklatıp girdik.

Hakan amca, "Hoş geldiniz, kızlar," dedi.

Beren'le karşılıklı oturduk. "Baba ben sana bir şey diyeceğim ama hemen itiraz etme."

"Önce ne istediğini söyle."

"Bir şey isteyeceğimi nerden anladın?"

"Kızım bir şey isteyeceği zaman onun halinden anlamaz mıyım?"

"Baba, ben yeni eve çıkmak istiyorum."

"Bu da nerden çıktı?"

"Düşünüyordum zaten, fırsat da çıkınca neden olmasın dedim. Hem yalnız da olmayacağım, arkadaşımla olacağız."

Hakan amca bana baktı. "Nüket'le mi?"

"Hayır, başka bir arkadaşım. Işıl. Seni onu görmedin ama yakında görürsün."

Hakan amca bana bakıp, "Nüket, bize biraz izin verir misin, kızım?" diye sordu.

"Tabii, elbette," dedim ve Beren'e bakarak, "Ben koridordayım," diye ekleyip kapıdan çıktım.

On dakikadır bekliyordum, koridırda ileri geri adımlar atarken onu gördüm, Savaş Akduman'ı.

Onu iyi bildiğim, iyi tanıdığım haliyle özel dikim, üzerine oturan takım elbiseli hâliyle karşımdaydı.

Karşımdaydı, görüntüsü göğsümün içine bir rüzgâr gibi hızla dalıp kaburgalarımın arasındaki o boşluklarda ese ese kalbimi bulmayı başardı. Kalbim hızla çarptı öyle bir çarpış ki kaburgama tutunup saran o derinin yırtılmak için zorlandığını hissettim. Güçlü, kararlı ve sarsılmaz koyu bakışları ağırlayan tecrübeli kahverengi gözleri, benim tecrübesiz bal rengi gözlerimin en derinine doğru dalgıç gibi ahenkle inmeye başladı.

Kalbim parça parça ayaklarımın önüne düşüyordu, onu yeniden görmek buydu.

Ruhum bir sokağın köşesine sıkışıyordu, onu görmek buydu.

O an durduğum uzun bir koridor değildi de içinde alevlerin büyüdüğü bir cehennemdi, bu sıcak his benim başımı döndürüken bir itiraf kalbimden yükselip zihnime fısıldadı.

Savaş Akduman'ı özledim, çok özledim.

En yanlış şekilde de olsa onunla yakındık, şimdiyse uzağız. Sesini duymaya, nefesini hissetmeye, tenine dokunmaya her zaman olduğundan daha büyük bir açlık duydum. Niye böyle oldu sanki? Niye beni biraz bile sevemedi, beni hayatına kabullenemedi? Bunlar yetmiyormuş gibi bir de beni parça parça yaptı, bedenimin değil ama kalbimin derin yarasıydı. Onsuz nefes almak, onun bensiz nefes alabildiğini görmek nerdeyse beni öldürüyordu. Her gün aynı unutmama işkencesine ayın karanlığa tutulması gibi tutuluyordum.

Savaş'ı unutamıyorum, olmuyor.

Sevgisinden vazgeçemiyorum, olmuyor.

Hastalıktan iyileşemiyorum, olmuyor.

Ruhum arafta kalmış, yönü ne cennete ne de cehenneme düşmemiş zavallı bir ruh gibiydi.

Savaş'ın gözleri babasının kapısına kaydı, sonra bana ve daha sonra arkasını döndü. Gidiyordu, çünkü bana bir daha karşına hiç çıkmayacağım dedi. Söz verdi ve bu sözü istikrarlı biçimde tutmayı sürdürüyordu. Ne olurdu tüm romantik kitaplarda olduğu gibi bana aşık olsaydı, benim için savaşsaydı? Yaşattıkları için pişman olduğunu, her şeyi telafi etmek için benden, yakınımdan asla ayrılamayacağını itiraf edip mücadelesine karışsam da karışmasam da kendisinin bu işe devam edeceğinde ısrar etseydi.

Yapmazdı.

Çünkü tüm roman kahramanlarının sonra yaptığı şeyi Savaş en başında yapmıştı. Tenim için peşimde koşmuştu, tenim için benimle savaşmıştı, ne yaptıysa hepsi tenim içindi. Tenini tenime dokundurduğu o andaysa istediği asıl arzuya sahip olmuştu. Bizim hikâyemizin en başında terslik vardı, başında arzu esas alınarak başlanan hiçbir hikâye mutlu sonuçlanmıyordu. Hatalı olan benim, kendime bunu yaptığım, bana bunu yapmasına izin verdiğim için.

Savaş ve ben, şeytanın cennette bir hayat kurması kadar imkânsızdık.

Bunu bile bile yanmaya evet demiştim.

Bunu bile bile acıya bilet kesmiştim ben.

Romanlardan aldığım hayallerle ruh bağı kurmuş bir kıza hayatı bu kadar gerçek yaşatmak zorunda mıydı?

Hayatın zehirli yanını böyle acımasızca göstermek zorunda mıydı?

Niye bu kadar zalimsin sen, Savaş?

Bende arkamı döndüm fakat tam o sırada hatırladığım bir olay beni ani bir hızda durdurup düşünmeye zorladı. Zaten bir kere Savaş'ı görmüştüm, tesadüfü aşan bu karşılaşmaya bakılırsa ondan kaçmanın ya da sözlerin bir anlamı yoktu. Son bir kez biri adına iletişim denemesi yapabilirim.

İçimdeki tüm nefesi boşalttım ve yavaşça arkama dönüp, "Savaş," diye seslendim, sanki bu isim ete kemiğe bürünüp içime bebek gibi yerleşti ve karnımda doğumu başlatan ağır ve çaresiz kötü bir sancıya dönüştü.

Savaş durdu. Bir an yanlış duymuş gibi hiç kıpırdamadı yerinden, büst gibi heykelleşip donuk kaldı. Parmaklarımın ucu gerginlik içinde kıvrıldi ve güneşin batıya battığı gibi avuçlarımın içine çok yavaşça battığında bedenimin kasılışını hissettim. Zamandan gül yaprakları gibi ahenkle dökülen birkaç saniyenin sonunda dönüp bana baktı.

Göz göze geldiğimizde bakışlarında sorgu dolu kelimeler bir ağacın dallari gibi bana doğru yavaşça uzadı, sallandı. "Bana mı seslendin?"

Bakışlarından anlam vermediğim bir parıltı geçerken sorusu kadar gözleri de benden onay bekliyordu.

"Evet," dedim ama ben de en az onun kadar gergindim. Adımlarım geçmişin en güzel yerinde soluklanmak isteyen, ordan çıkmak istemeyen bir çocuk gibi olduğu yerde kalmak isterken, hayatın ruhu beni geleceğin içinde yürümem için zalimce arkamdan itiyordu. Savaş'ın karşısında durdum. "Seninle konuşmam gerekiyor, biraz konuşalım mı?"

"Konuşman gerekiyor?" diye sordu, parıltı yok oldu. Durakladı. "Sen öyle istiyorsan." Etrafı kolaçan etti. "Benim odama geçelim. Burda bile rahat etmez, huzursuz olursun sen, ikimiz de biliyoruz."

Sesinde algımı kelepçeleyen bir ima vardı.

"Olur," diyebildim sadece ama o an, ondan kaçıp gitme arzusuyla doldu içim ve tüm düşüncelerim.

Sonra yönetici asansörüne ilerledik. Savaş düğmeyee bastı, saniyeler sonra asansör içinde yan yanaydık. Tıpkı beni bu şirkete getirdiği o an gibi. İçimi karanlıktan bir his kaplayıp göğüs kafesime yayıldı, anıların da ruhu olmalıydı. Yoksa ne diye en olmaz zamanlarda zihinlerde belirsinler, keşke o anıları en azından mumyalaştırma imkânı olsaydı. Keşke. Savaş'la anıya dönüşmüş olan her yaşanan bana keşke dedittirecekti böyle. Değişmeyecekti. Yaşadımın iyikisi değil de, yaşamasaydımın keşkesi birikiyor varlığımın her bir ayrıntısına; kalbime, dilime, düşünceme, bakışıma, dudağıma, yüzüme burnuma, bedenime.

Asansörün kat düğmesine bastı, asansör yükseldiğinde, "Neden babamın kaspısının önünde bekliyordun?" diye sordu, sesinde stabil bir ton vardı.

O bana bakıyordu ama ben onun yüzüne bakmadım. Yüzümü metal kapılardan ayrı tutmadan, "Baban ve Beren konuşuyordu," diye yanıt verdim. Kokusu baş döndüren bir hızda solunum yollarımdan ciğerlerime doldu. "Bu yüzden koridorda bekliyordum Beren'i."

Gözlerini kıstığını hissettim. "Yani içerde özel bir konuşma geçiyordu, doğru mu?"

"Doğru," dedim, hâlâ beni izliyordu. Savaş yine aramızdaki farkı belli etmişti; ben ona bakamazken o rahatça bana bakabildiğini utanmadan, çekinmeden belli edebiliyordu.

"Seni çıkartacak kadar özel, ne hakkında konuşuyorlar?"

Sonunda başımı çevirdim. "Çok merakta kaldıysan, daha sonra kendin sorarsın," diye tersledim onu. Başımı çektim tekrar. "Bu sorunun muhatabı ben değilim, inan muhatabı olmadığım şeylere yanıt verme ve açıklama getirme gibi huylarım yoktur. Tabii ki sen nerden bileceksin ama hiç ilgilenmedin ki."

"Hâlâ benimle konuşmak istemiyorsun demek," diye homurdanıp önüne döndü. Gergince bir elini kumaş pantolonunun cebine yerleştirdi. "Tersin de amma kötü. Sinirin hafiflemek, öfken de geçmek nedir bilmiyor."

Karşılık vermedim. Sadece öfkeli bir nefes alıp verdim, sanırım o sıra boğanın insan versiyonu gibi görünüyordum. Bu adamın arsızlığına hayranım, yapıyor ediyor ama sonra benden de kendisi gibi davranmamı, umursamazca tavır takınmamı bekliyordu. Şımarık. Ukala. Terbiyesiz. Hissiz. Hissiz olduğu yetmezmiş gibi bir de kalpsiz pislik.

"Nüket." Sessizlik. "Nüket." Sessizlik. "Nüket."

Adım kulaklarıma dolunca, "Ne var, ne?" diye çıkıştım. Bana tuhafça baktı. Hayır ya, dur biraz. Ne? Savaş asansörün dışından bana sesleniyordu, kafa karışıklığıyla o an nerde olduğumu anlayabilmek için etrafa baktım. Ben asansörün içindeydim, o ise dışındaydı ve muhtemelen düşüncelerime öylesine derin dalmıştım ki çıkmam için bana seslenip duruyordu. Zorunda kaldı.

Savaş'ın katında duran asansörden inip hiçbir şey olmamış gibi sakin adımlarla onun odasına doğru ilerlerken muhtemeldi ki bu gelgitli tavırlarımla onu şaşırtıyordum. Aslında benim gibi karakteri net birini de şaşırtıyordu davranışlarım, sanki davranış ve duygu durum bozukluğunun başka bir versiyonunu geliştiriyordum kendimce.

Odasına girdik. Savaş masasının arkasına geçip dönen görkemli koltuğuna sanki tam da oradan sadece şirketi değil de dünyayı da yönetecekmiş gibi karizmatik biçimde yerleştiğinde, ben hâlâ ayakta dikilmiş ve öyle mi kalmalıyım yoksa oturmalı mıyım diye düşünüyordum. Düşünmemin nedeni oturursam onun yaydığı gücün beni etkisi altına alması muhtemeldi, ayakta bu şekil konuşursam da tam tepeden ona bakmaya devam edebilecek ve aramızda hissedilen güç dengesini normal çizgide tutabilirmişim gibi geliyordu.

Savaş mevsim kahverengisi gözlerini bana dikti. Parlayan uzun masanın yanlarına karşılıklı konuşlanmış deri koltukları işaret ederek, "Neden yabancısı olduğun bir yere gelmiş gibisin, otursana," dediğinde, başka bir anı zihnimde belirerek kanıma karışıp karnıma kramp olarak saplandı. "Süresini bilmem ama konuşma boyunca ayakta kalmayı düşünmüyorsan tabii." Yerimden kıpırdamadan ona bakmaya devam ettim ben. "Uzayacağını düşünüyorsan ayakta durmak seni rahatsız edecek, ölüm perisi."

Ölüm perisi.

Ölüm perisi ha? Yine mi? Hangi cüretle?

Bu iki kelimeyi kulaklarıma taşıyıp algıma karıştıran sesin sahibi hangi niyeti kendiyle taşıyordu bilmiyordum ama bir gülü koparır gibi benden kopardığı yüreğim allak bullak, düşüncelerim karman çorman oldu. Hatta kan beynime sıçradı. Aniden. Çürümüş gül mezarlığı göğüs kafesimi kendine mezar yapan geçmişti, çürüyen o güllerden biri de benim için geçmişte ölen bu iki kelimeydi.

"Bana sakın böyle seslenme, sakın," diye çıkıştım, dişlerimi sıkmıştım. Dişlerimin en kökleri ağrıyla doldu. "Midem bulanıyor."

Koltuğa oturdum öfkeyle ve ifadesi biraz bile bozulmayan Savaş'ın yakışıklı yüzüne baktığımda oturduğuma pişman olmuştum.

Sessizlik oldu. Bakışlarım parlak zeminde bir noktaya kilitlendi. Sanki o parlak zemin bana geçmişi gösteren bir aynaydı. Derin bir nefes alıp artık şu işi bitirebilmek için ona baktım, onun mevsim kahve gözlerini pürdikkat benim üzerimde bulunca bir an afallar gibi olsam da kendimi toplamayı başardım.

"Konu Barış," dedim, gözlerinin en içine bakarak, bakışlarındaki değişimi izledim. "Onun hakkında konuşmak istedim seninle."

"Barış, Barış öyle mi?" diye sordu, sesinde beliren tiksinti, yüzüne yayıldı. Çok başka bir şey daha vardı bakışlarına gömülen ifadede ama çözemedim. "Konuşmamız gerekiyor diyerek konuşmanın gerekliliğine vurgu yaparken konunun bu kadar da gereksiz olduğunu tahmin etmemiştim."

"Gereksiz mi? Bu konu gereksiz falan değil, üstelik daha dinlemedin bile."

"Çünkü o kadar gereksiz ki dinlememe gerek bile yok."

Ağzımı sertçe açtığımda kapı tıklatıldı. Savaş öfkeli bir sesle, "Gir," diye emir verdi, sanki içeri girene direkt saldıracak gibi bakıyordu kapıya.

Ama tabii ki saldırmazdı ya da artık saldıramazdı.

Çünkü kapıdan giren kişi Başak'tı.

Savaş Akduman'ın çok sevgili ilk aşkı.

Başak odaya gözleri Savaş'ın gözlerinde girdi. Üzerinde, Savaş'ın en sevdiği renk olan kırmızıdan bir elbise vardı, dizlerinin üzerinde biten çok iddalı mini bir elbiseydi. Ayaklarında sivri topuklu stiletto, bacaklar çıplak. Sarı, kısa saçları dalgalandırılmış şekilde açıktı ve dudaklarında da elbette kırmızı ruj olmalı. Dişlerimi sıktım. Savaş için hazırlandığı, onun zaaflarını iyi bildiği belli oluyordu. Odanın ortasında manken gibi birbirinin önüne aynı çizgide attığı o adımları saymıyorum bile. Kadın süperdi ya da bir süper model denilendendi.

Dış görünüş bayağı techizatlı, donanamlı ve kendinden son derece emindi.

Kolunda o an bir dövme olduğunu fark ettim, medusa dövmesi.

Bakışlarım isteksizce Savaş'a çevrilmeye başladı ama hem ondaki beğeni ifadesini görürüm diye çok korkuyordum, hem de o beğeni ifadesini görüp kırılmak istiyordum. Böyle olursa ondan biraz daha nefret edip uzak kalabilirdim, bir başkasını beğeniyor, onu seviyor diyebilirdim. Çünkü benim karakterimde, başkasının olana ölsem de bakmamak diye bir huy vardı.

Bakışlarım Savaş'ı buldu, kaşlarım çatıldı. Sinirle şakaklarını ovalıyordu. Eğer benim bakacağımı anlayarak yapıyorsa da yalnız çok helal olsun gerçekten, iyi oyuncuydu.

İçimin boğulduğunu hissederken Başak beni fark etti, odanın tam ortasında durdu. Orda bir deniz gibi donup kaldı. Üçümüz arasında garip, sessiz bir bakışma geçti. Sonra ne mi oldu? Savaş ve Başak aynı anda boğazlarını temizler gibi öksürdüler, bu kez ikisine tuhaf bakan bendim. Hadi be. Gergin durumlarda aynı hareketi mi yapıyorlar? Şaka mı bu? Ruh ikizi falan mısınız? Savaş Bey bir de zamanında ruh ikizi istemediğinden dem vururdu. Yalancı pislik.

Başak ilerlemeye devam ettiğinde, "Nalan değil mi?" diye sordu benim yüzüme doğru bakarak. Kaşlarım çatıldı, bu da ne şimdi? Yüzümü süzdü. "Beren'in arkadaşıydın."

Çok bozuldum. Aptal değildi, ben de aptal değildim. Adımı bilerek ve isteyerek yanlış söylemişti. "Hayır, yanlış hatırladınız," diye üzerine gittim, savaş mı istiyordu? Hayır. Ben böyle bir şeyin içinde olmayacağım, benimle savaşamaz çünkü ben onunla savaşmayacağım. "Adım Nüket'ti," diyerek düzeltme yaptım. "Ve doğru ben Beren'in arkadaşıydım."

Başak karşımdaki boş deri koltuğa oturdu. Gözlerimin içine baktıkça bakışlarından gözlerimin içine zehir damlıyormuş gibi hissettim, fakat ne zamanki bakışları Savaş'la buluştu, işte o zaman zehirden yapılma bir denizin içinde boğulup can veriyormuş gibi hissettim.

Savaş, "Senin ne işin var burda?" diye sordu Başak'a, sesi sertti. "Odama öylece gelebileceğini düşünüyorsan çok yanılıyorsun."

Başak, "Odana öylece gelecek kadar aptal değilim, programından randevu koparacak kadar akıllıyım," dedi ya da meydan okudu diyebiliriz bilmiyorum, aralarında garip, güç üreten yoğun bir elektrik vardı. "Benimle randevun var."

Savaş kendinden emin bir sesle, "Seninle bir randevum yok, hayır," dedi ama garip bir şekilde Başak'ta kendinden gayet emin duruyordu.

"Doğru söylediğimi anlamak için neden programını kontrol etmiyorsun, Savaş?"

Savaş hiç tereddütsüz, "Elbette kontrol edeceğim," dedi ve masanın üzerinde duran şirket telefonuna uzandı, bir tuşa basıp birinden hemen odasına gelmesini istedi. Karşıdaki kişi her ne dediyse, "Peki, hemen hallet gel, fazla uzatma," diyerek telefonu kapattı. Sanırım çağırdığı kişi asistanıydı.

Gergin bir sessizlik odayı yavaşça sardı. Başak bana baktı, gülümseyerek, "E, sen nasılsın Nalan?" diye sordu, dudağındaki gülümseme zehirliydi ve son derece çirkin geldi bana.

Gergin bir nefes aldım. "Nüket," dedim, zorlama gülümsemeyle. "Adım Nüket. Ve iyiyim, sen nasılsın?"

Allah'ın cezası, ukala pislik. Kahretsin suç bende ama ne işim var ki burda. Neden tüm bunları yaşamak zorunda kalıyorum?

"Pardon, isim hafızam pek iyi değildir."

Yüzündeki alay beni rahatsız etti, yalan söylüyordu. Bunun isim hafızasının kötü olmasayıla ilgisi yoktu, bunun egosuyla ilgisi vardı. Aynı şeyi en başta Savaş'ta Barış'a yapmıştı. Yani hoşlanmadıkları, kendileri için tehlikeli gördükleri insanlara başka bir isimle hitap ediyorlardı. Bir ortak nokta daha. Midem düğüm düğüm oldu.

Çok öfkelenmiştim. "Dış görünüş yanıltıcı olabiliyormuş demek," dedim, anlamadım der gibi bakınca, "Daha zeki biri olduğunu sanmıştım ama ufak bir ismi bile aklında tutamayabiliyormuşsun."

İsim önemliydi. Bir insanın aynısını temsil ederdi çünkü, isimsiz biri kimliksizdir. Hiç kimsedir. Adımı bilerek yanlış söylüyordu, aslında beni ağır aşağılıyordu.

Başak, "Tek kusurum bu," dedi yapmacık bir yüz ifadesiyle. "Maalesef." Duraksadı. Sanki karşımda Savaş'ın kadın versiyonu duruyordu ama bu tavır Savaş'ta bile bu kadar itici gelmemişti. Gerçi ben aptal bir aşıktım. Belki iticiydi. "Ve dış görünüşün yanıltıcı olmasına gelecek olursak haklı olabilirsin tabii, sen burda ne yapıyordun, tatlım?"

Tatlım? Cidden mi, Başak? Ayrıca o bana dış görünüş yanıltıcıdır diye beni onaylayıp aslında bana mı laf dokunduruyordu. Biraz dur, asıl konuyu kaçırıyorum. Bu ne diye bana böyle gıcık oluyordu? Hayır olamaz, o benim ve Savaş'ın arasında bir şey mi var sanıyor? Eğer olur da içini kemiren bu şüphesini Beren'e açacak olursa, zaten bu konuyu önceden dürten Barış'ın başlattığı şeyi Başak gayet profesyonel, gayet ince biçimde noktalar gibi geliyordu. Her bir ayrıntısıyla.

Aklındaki soru işaretlerini silmeliyim. Hemen. Derhal. Haydı, Nüket. Yap şunu.

Savaş, "Sana ne, Başak?" diye dahil olup benim aksime bütün şüphelerini perçinler gibi daldı. Evet. Adam öylece daldı ya hu. "Neden burda olduğu seni ilgilendirmiyor. Ne yaptığının farkındayım, burda olarak karmaşa oluşturan tek kişi sensin."

Sesinde kibarlık veya hoş görü adına tek bir şey yoktu, yumuşak olmayan bir kibir vardı kullandığı tonlamada. O an daha çok maraklandım, geçmişte aralarında geçen olayların temeli neydi? Savaş neden böyle davranıyordu, Başak neden bu davranışı soğuk bir ilgiyle karşılıyordu? Savaş bana sorarsan söylerim demişti ama o an çok duygusal ve hassas bir andı, şimdi sorsam söyler miydi bilmiyorum. Üstelik de merak ediyor olmama rağmen kırılmış bir tarafım öğrenmek istemiyordu. Sanki olduğu gibi bıraksam her şeyi daha iyi olacaktım.

Başak güldü. "Sadece sohbet etmeye çalışıyorum, Savaş," dedi. "Malum bu tür ortamlarda biri bunu yapmalı, nezaketen."

Canım ya, sen mümkünse sohbet etme. Ben kalbimde yılanlar dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Yalan değildi. Her kelimesi içime zehirli bir yılan gibi düşüyor ve her bir yılan farklı noktalara iç organlarıma sürünerek ilerliyordu sanki. Bu arada yine sesinde geçmişi konu alan başka bir ima yakaladım. Aralarında kendilerine ait bir bilgi sezinlediğimde, bir his rüzgârı ruhumu içimdeki anıların sokakların düşürüp beni ordan oraya savuruyordu.

"Sohbet etme, senden beklenilen asıl şey bu değil. Zaten birazdan odamın dışında olacaksın," dedi, gözleri kısıldı. "Kimsenin sohbet etme gibi bir arzusu da yok, burda nezaketini değil de aklını devreye sok."

İkisiyle aynı ortamı paylaşmaktan hoşnut değildim, gözlerimi Savaş'a çevirip dikkatle baktın ona. Savaş neden bu kadar kötücül gergindi, tabii onu gergin gördüğüm anlar oldu ama hiç böyle kendini sıkıyormuş ya da sıkılıyormuş gibi gördüğüm olmamıştı.

Başak bozulur gibi olduysa da saçlarını geriye attığında, bozulan morali de geriye itilmiş gibiydi. "Sen öyle diyorsan öyledir, Akduman."

Bu nasıl bir kadındı böyle? Sanki canı istemediği sürece sıkılmıyordu hiçbir şeye, tuhaftı ve ne yalan söyleyeyim çok da ürperticiydi. Hani bazı yılanlar itilir de yine de itildikleri noktadan tekrar ama tekrar kendilerinde zehirden oluşan bir gücün bilinciyle yeniden dönerdi ya, öyleydi bu kadın. Sanki içinde ona güç veren, itildiği yerden onu tekrar tekrar dönmeye ikna eden bir zehir taşıyordu.

Ama bu zehrin adı nedir bilmiyordum; aklı mı, amacı mı, kibri mi, inadı mı? Hiçbirini bilmiyorum. Savaş bana böyle davransa balık burcu ruhum devreye girer, hüngür hüngür ağlardım galiba. Onu kırılırdım ve günlerce kırgınlığım onarılmazdı.

Asistan kapıyı tıklatıp içeri geldi, elinde ajandası vardı. Önce Başak'la bana baktı, sonra gözlerini Savaş'a dikti. "Savaş Bey?"

Savaş Başak'ı işaret edip, "Programımda olduğunu idda ediyor, randevu almış, bu doğru mu?" diye sordu. "Teyit etmen için seni çağırdım, nasıl haberimiz olmuyor?"

Asistan defteri açıp muhtemelen bugünün tarihinin açıldığı sayfada durdu ve dikkatle kontrol etti. "Aslında şu saatlerde, yurt dışı Banows şirketinin temsilcisiyle görüşmeniz gerekiyordu."

"Temsilci kim?"

Asistan, "Sadece temsilcinin geleceği not alınmış, kim olacağı söylenmemiş," dedi.

Savaş öfkeyle Başak'a baktı.

Başak, "Banows şirketinin kızı benim iyi bir dostumdur," diye dahil oldu konuşmanın bu noktasında.Gözleri Savaş'taydı, bir an olsun ayrılmadan devam etti. "Randevuyu Banows şirketinin üzerinden oluşturdum. Nasıl, nezaketimi değil de aklımı devreye sokuş şeklimden hoşlandın mı?"

Hadi canım. Yuh yani gerçekten. Bu kadın var ya, yılanların kraliçesiydi. Benim bile nutkum tutuldu, lafı gediğine böyle ustaca koymasını beklemiyordum. Ve kalbim yine kırıldı. Şimdi daha iyi anlıyordum. Savaş'ın neden geçmişte Başak'ı seçtiğini, onunla evlenip sadakâtini ona vermekte kararlı olduğunu. Başta Başak'ın fiziksel özelliği yüzünden ve yanına yakıştığından hayran kaldığını düşünmüştüm ama Savaş tabii bu kadar sığ biri değildi. Eğer bir kadınla hayatını birleştirecekse ondaki kişiliği baz almıştı. Bu kadının mekânik çalışan hızlı, güçlü bir zihni vardı.

Savaş, "Bu yola başvurdun çünkü?" diye sordu.

Başak, "Çünkü konuşmamız gerekiyor, Savaş," dedi, sesi ciddiydi. Onun ağzından çıkan adı bile kalbimi paramparça yapmak için yeterliydi. Sanki adını söylemek bile Başak'a özel bir zevk veriyordu. "Banows şirketi üzerinden randevu oluştursam da şirket adına burda olmadığımı biliyorsun."

Benim kırılmamdan mı çekindi bilmem ama Savaş bana kısa süren kaçamak bir bakış attı. Sonra ona bakarak, "Ne istiyorsun?" diye sordu.

Başak bana bakıp, "Nalan, bize biraz izin verir misin, tatlım?" diye sordu, yüzünde bana acı veren bir gülümseme oluştu. "Biz biraz yalnız konuşsak iyi olur."

İçimde bir şeylerin kırıldığını hissederken, "Nüket," diye düzelttim ama on gereksiz geldi. "Bende kalkacaktım zaten," deyip odadan çıkmak için hareketlendim ama Savaş, "Sakın benim misafirimi kovmaya cüret edeyim deme," diye tısladı. "Çok rahatsızsan sen çık."

"Ben sadece Nalan'ın-"

Başak'a "Ne Nalan'ı diye?" diye tısladı. "Kes şu saçmalığı, hemen! Sakın bir kez daha ona Nalan demeye cüret etme. Nüket. Onun adı Nüket. Nesini aklında tutamıyorsun?"

Sonra bana bakıp, "Bizim konuşmamız sonlanmadı henüz," dedi, Barış meselesi yüzünden hâlâ bozuk atıyordu bana. "Sen bir yere gitmiyorsun Nüket, devam edeceğiz konuşmaya."

Ona öfkeli bir bakış atarken deri koltuğun üzerindeki hareketim, daha fazla dikkat çekmemek için durdu. Savaş ne yapmaya çalışıyor anlamıyorum, ne diye Başak'ın dikkatiyle oynuyordu. Başak'ın zekayla karışık dikkati bizim üzerimize çevrilirse işleyecek sürecin farkında değil miydi? Onun ailesinden başlayan rüzgâr benim ailemde devam eder, fakültede patlardı bu iş. Ve o zaman da felakete uğrayan o değil ben olurdum.

"Madem şimdi konuşacağız, öyle olsun," dedi Başak, sesi çok neşesizdi. "Yakında piyasaya yeni bir bilgisayar süreceğinizi ve tanıtımlara ve reklamlara başlayacağınızı biliyorum, Savaş. Hakan amca tanıtım lansmanında ikram edilecek çikolataların bizim fabrikamızdan çıkışlı olması için, şirketlerimiz üzerinden bir anlaşma metni hazırlamamızı istedi."

"Konuk ikramlarının çikolata olmasına da kim karar verdi ki?" diye çıkıştı.

"Hakan amcam elbette."

Savaş'ın gözlerindeki öfke yoğunlaşarak artıyordu. "Demek Hakan amcan, öyle mi?" diye sordu. "O zaman git, Hakan amcanla yap anlaşmayı, benim odamda ne işin var?"

Başak'ın gözlerinde ilk kez ateş gördüm. "Hakan amca bundan hoşlanmayacak."

Savaş koltuğundan ileri doğru, masasına eğimlendi. "İçine sürüklenmeye çalışıldığım şeyden ben de hoşlanmadım ama bak, karşımda kimle muhatap oluyorum."

Başak da yaslandığı koltuktan ileri doğru eğildi. "Öyle veya böyle, istesen de veya istemesen de bu iş olacak, Savaş," dedi. "Türkiye'de yeniyim, kendi tanıtımım için o lansmanda bulunmalı ve konukların ikramı bizden olmalı."

"Türkiye'de yeni olman benim sorunum değil, bu benim bilgisayarım ve benim lansmanım. Senin aptal çikolatalarının değil!"

"Aptal çıkolataların mı, aptal çikolatalarım öyle mi?"

Savaş bağırdı. "Öyle!"

Başak bağırdı. "Bir zamanlar benim aptal çikolatalarıma bayılırdın ama!" diye sanki bana haykırdığı bu sözler, beni yerle bir etti. Büyük bir sessizlik oldu. "Hem de çok bayılırdın..."

Hem de çok bayılırdın... Ve Başak'ın bunu söylerken gözlerinde beliren tutku... Bana, göğsümün orta yerine saplanan keskin bir hançerdi. Hançerin ateşe basılıp göğsüme saplandığını o an fark ettim. Parmaklarım kıvrıldı, uçları avuçlarımda zaten iz olan noktaya tekrar saplandı. Karşımda bir oyun sahnesinin oynandığını düşünmek istedim ama tamamen gerçekti. Sadece gerçek. Önümdeki görüntüleri sayfadaki yanlış eklenen bir yazının silinmesi gibi silmek mümkün olsaydı, bu anı silerdim.

Bir cümle insanın içini deşebiliyorsa benim içim bu tek cümleyle, o cümleye kattıkları anlamla deşiliyordu. İçimi parçalayan bu görüntünün anlamı neydi böyle. Birbirini yakmak isteyen iki ateşin ortasına düşmüş bir kara kedi gibi hissediyordum kendimi.

Güçlü olmak zorunda hissettiğim anların birindeydim, yine. Bu Savaş'ın kapısının önünde onun hayatından çıkarıldığım gerçeğinden çok daha farklı bir acıydı.

İkisinin bir zamanlar birbirine sahip olduğu, birbirlerinin teninde konakladığı gerçeği ise midemi altüst ediyordu.

Savaş derin bir nefes alarak, koltuğunda geriye çekildi. Başak da aynı şekilde derin bir nefes alarak geriye çekildi, şimdi her ikisinin de sırtı koltuklarına yaslıydı ama benim ruhum öylesine ortada bırakıldı ki yaslanacak hiçbir kimsesi, hiçbir şeyi yok.

Savaş sanki beni kontrol etmek istercesine yine bana baktı, herhâlde yeni fark ediyor varlığımı. Bakışlarında bana gösterdiği o bilinmez ifade genişledi, büyüdü. Anlatmak istediği ama yapamadığı bir hikaye gibiydi.

Savaş, şakaklarını ovalarken yeniden ona bakıp, "Senin içinde olduğun hiçbir metnin altına imzamı atmıyorum ben," dedi, tam olarak Başak'a hissettiği neydi? Geçmişten gelen bir kırgınlık mıydı onu böylesine net ve keskin olmaya iten şey. "Sözleşme yok, uzlaşma da yok, Başak."

Başak ayağa kalktı, omuzları dikti. "Senle ya da sensiz, o sözleşme yapılacak, sen Akduman, beni buralarda görmeye alışsan iyi edersin."

Başak yüreğindeki hırsı adımlarına yaymış gibi uzaklaşırken o an ayakkabı detayını fark ettim, ayakkabısının arkasında yılan figürü olduğunu.

Bu ne anlama geliyordu?

Başak çıktı.

"Buna şahit olmanı istemezdim," diyen Savaş, beni daldığım düşüncelerden çıkardı.

"Yaşadığım en kötü şey değildi, merak etme," dedim, yine o geceye özel bir vurgu yaparak. "Yakışıyorsunuz," dedim birden.

Kahretsin! Ne diyorum ben.

Savaş, "Ne dedin?" diye tısladı.

Birden üzerine gitme hırsıyla doldum. "Yani güzel kadın, birbirinize sadece görünüş olarak değil, huy olarak da yakışıyorsunuz," dedim. "Umarım en kısa zamanda tekrar birbirinize kavuşursunuz, böylece artık başkalarına zarar vermezsin."

Savaş güldü.

"Ne?" diye kızdım. "Komik olan ne?"

"Komik olan şey ne biliyor musun?" diye sordu, gözlerimin içine bakarak. "Benim, çünkü ben ikna olmuştum."

Bakışlsrımdaki karmaşa büyüdü. "Neye?"

"Beni gerçekten sevdiğine, bana aşık olduğuna."

Karmaşa yerini öfkeye terk etti. "Öyle mi? Peki seni şüpheye düşürecek ne yaptım?"

"Umursamıyorsun. Başak'la birleşsek bunu anında kabullenirsin. Ama aşk çok bencil bir şey." Duraksadı, yine aşk derken sanki midesi bulanıyor gibi yüzü buruştu. "Sevdiğin kişinin başkasının olmasını kabullenmek, buna rıza vermek aşkın doğasında yok."

Ayağa kalktım. "Biri benim değilse, kimin olduğunun benim için hiçbir önemi yok," dedim gözlerinin içine bakarak. "Zerre yok."

Savaş şaşırdı. O da ayağa kalktı. "Nereye?"

"Gidiyorum." İçim bunaldı. "Umarım Barış konusunu hemen halledersin ve pazartesi günü tekrar başlayabilir."

"Meseleyi böyle kapatamazsın, çünkü kapanmadı," diye kızdı. "Kesinlikle senin olduğun ortama sokmam o şerefsizi."

Gözlerimden ateş çıkıyordu. "Bana değer veriyormuş gibi konuşmayı bırak."

"Bana inansan da inanmasan da benim için her zaman değerliydin sen."

"Neden inanamıyorum acaba?"

"Çünkü körsün."

Öfkelendim. "Sen de bencil pisliğin tekisin."

Kapı aniden açıldı, Beren içeri girdi. Hayır. Bildiğin daldı. Şok oldum, yüzünde garip, çok garip bir ifade vardı. Korku ya da şok ifadesi, belki ikisi birden bilmiyorum. Hayır ya hayır! Duydu, duydu bizi!

"Abi, Nüket..." dedi ve durdu.

Sesindeki tonlama. Birazdan bayılabilirdim. Onun arkasından Ece ve Başak da girdi.

Artık kesindi bizi biliyordu, öğrenmişti.

Beren, "Abi çok kötü bir şey oldu," dediği esnada, düşüncelerim birden yön değiştirdi.

Savaş, "Ne oluyor Beren?" diye sordu.

Ece, "Nüket," dedi, sesi ağlamaklıydı. "Ben... Üzgünüm."

Savaş, "Biri ne oluyor söyleyecek mi artık?" diye sordu, sinirlenmişti.

Başak, bana bakıp, "Şirketin sana verdiği bilgisayar," dedi, huzursuz oldum. "Çalındı."

Gözlerim yaşadığım şokun etkisiyle genişledi. Çalındı. Çalındı. Çalındı. Kelime zihnimde ordan oraya zıplıyordu.

"Yani daha piyasaya sürülmemiş olan bir bilgisayar, dışarı sızdı."

Yazar, ELİSYA ROYAL

🍷

Oy vermeyimve yorum yapmayı unutmayın, kırmızı çiçekler 🌹

Bölüm öncesi Kesit, iletişim ve duyuru için beni şuralardan takip edin;

İnstagram, elisyaroyal

Twitter, ElisyaRoyal

Spotify, Elisya Royal

TikTok, elisyaroyall

Continue Reading

You'll Also Like

658K 35.2K 68
Başına gelen talihsiz olaydan sonra seks kulüplerini, alkolü ve uyuşturucuyu bırakmış olan Avşar Hancızade'nin hayatı, gecenin bir vakti kolunda kurş...
25.5M 906K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
760 110 19
Seni Seviyorum. Not: Kısa küçük bir hikaye bırakıyorum buraya güzel okurlarım. Hesabıma erişemediğim bir zamanda yazmıştım.
1.4M 3.2K 4
KİTAP OLACAĞI İÇİN YAYIMDAN KALDIRILMIŞTIR! Hayalet yazar olan Winona; tutkulu hikâyelerini, ünlü bir yazarın isminin ardına saklanarak insanlara ula...