KIZIL GECE +18

By DuruMavii

3.8M 310K 185K

Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediğ... More

KIZIL GECE
1.BÖLÜM : "Arayış"
2. BÖLÜM: "Safir Mavisi"
3. BÖLÜM: "Kehanet"
4. BÖLÜM: "Kızıl Esaret"
5. BÖLÜM: "Zincire Vurulan Ruh"
6.BÖLÜM: "Kaderdeki Zelzele"
7. BÖLÜM: "Büyü"
8. BÖLÜM: "Üç Büyükler Ve Ateş Sahası"
9. BÖLÜM: "Yargısız İnfaz"
10. BÖLÜM: "Geçmeyen Geçmiş"
11. BÖLÜM: "Sahipsiz Ruhlar Mezarlığ
12. BÖLÜM: "Ceza Muhakemesi"
13. BÖLÜM: "Gece Kraliçesi"
14. BÖLÜM: "İtirazlar"
15. BÖLÜM: "Kurbanlar"
16. BÖLÜM: "Efsunkar"
17. BÖLÜM: "Vecalar"
19.BÖLÜM: "Kimpras'ın Soluğu"
20. BÖLÜM: "Kayıp Parçalar"
21. BÖLÜM: "Kırık Geceden Kaçış"
22. BÖLÜM: "Zamanın Pençesi"
23. BÖLÜM: "İzsiz Suretler"
24. BÖLÜM: "Sessizlik Alfabesi"
25. BÖLÜM: "Tehlikenin Surları"
26. BÖLÜM: "Zihnin Ölümcül Duvarları"
27. BÖLÜM: "Kızılın Kıvılcımı"
28. Bölüm: "Ruhların Savaşları"
29. BÖLÜM: "Gecenin İntiharı"
30/ Birinci Kitap Finali: "Kırık Dökük Nefesler"
31. BÖLÜM:"Ruhun Sancısı"
32. BÖLÜM: "Kızıl Göl Ve Siyah Çakıltaşı"
33. BÖLÜM: "Kabuk Tutmayan Yaralar"
34. BÖLÜM: "Sarmaşıklar"
35. BÖLÜM: "Dokunuş ve Doğuş"
Kızıl Gece 1 Kapak!
36. BÖLÜM: "Bağlılık Yemini"
37. BÖLÜM: "Zaman Tutulması"
38. BÖLÜM: "Karmaşa"
39. BÖLÜM: "Uçan Balonlar"
40. BÖLÜM: "Aşk ve Geçit"
41. BÖLÜM: "Kraliçe'nin Perileri"
42. BÖLÜM: "Zamansız Döngü"
43. BÖLÜM: "Bir Tutam Sarı Saç"
44. BÖLÜM: "Pembe Küpeler"
45. BÖLÜM: "Alaz"
46. BÖLÜM: "Bebek Kokusu"
47. BÖLÜM: "Tuzak"
48. BÖLÜM: "Kavuşma Ve Ölüm"
49. BÖLÜM: "Bağ"
50/ İkinci Kitap Finali: "Yol Ayrımı"
Kitaplarımız
Kızıl Gece 2 Kapak!
51.BÖLÜM; "İki Dünya Arasında"
52. Bölüm; "Zamanın Kuytusu"
53. BÖLÜM; "Döngü"
54. BÖLÜM; "Ruha Dönüş"
55. BÖLÜM; "Labirent"
56. BÖLÜM; "Cam Kırıkları"
57. BÖLÜM; "Tutsak"
58. BÖLÜM: "Dönüş"
59. BÖLÜM: "Geleceğe Dönüş"
60. BÖLÜM: "Anne"
61. BÖLÜM; "Kapıyı Aralamak..."
62. BÖLÜM: "Yeniden Merhaba"
63. BÖLÜM; "Her Şeye Rağmen..."
64. BÖLÜM: "Dün Ve Bugün"
65. BÖLÜM; "Ruhların Tuzakları"
66. BÖLÜM; "Birkez Daha..."
67. BÖLÜM: "Kan Ve Kurşun"
68. BÖLÜM: "Acı Mucize"
69. BÖLÜM; "Tutkuyla Dans"
70/Üçüncü Kitap Finali; "Sanrılar ve Sancılar"
Kızıl Gece Şarkı Ve Kapak🖤
71. BÖLÜM: "Başka Bir Evren"
72. BÖLÜM; "Seni Buldum"
73. BÖLÜM; " Kayboldum Bebeğim"
74. BÖLÜM; "Küreyi Arayanlar"
75. BÖLÜM; "Geçiş Kapısı"
76. BÖLÜM: Safornikon'a Açılan Kapı"
18 yaş üstü okurlarımın dikkatine!
77. BÖLÜM; "Ayrı Dünyalar"
Dertleşebilir miyiz?
78. BÖLÜM; "Efsunlu Yağmurlar"

18. BÖLÜM: "Bilinmezin Bilineni"

55.8K 4.5K 3.5K
By DuruMavii

Selam.

Oy ve yorum bırakmayı unutmayın olur mu?


Sermest ~ Kayıp

Beethoven~ Ay ışığı sonatı

Keyifli okumalar

🖤


Yaşadığımız acı lahzaya gecenin kızıl bekçileri şahitti.

Şimdi onunla odanın iki ayrı köşesinde otururken, sızı bedenimden ruhuma intikal etmişti.

Sessizdik. Sessizliğimiz dakikalardan saatlere akmıştı. Sırtlarımız birbirine bakıyordu. Gözümün önünde, her şey son bulduğunda avuçlarına düşen kederli bakışları kalmıştı.

Bir de o avuçları dolduracak kadar büyüyen karnım...

Sadece birkaç saniye içinde beş aylık hamile bir kadının görüntüsüne kavuşmuştum. Sadece birkaç saniye içinde dünyam bir kez daha tepetaklak olmuştu.

Gözümden akan yeni bir damla ıslak yanağıma doğru aceleci bir yol izlerken, içimde bana ait olmayan bir varlığı taşımanın ızdırabıyla kıvranıyordum. Daha az hissederken her şey daha kolaydı. Şimdi... Daha fazla hissetmek bana çaresizlikten başka bir şey getirmemişti.

Ne olduğunu bilmiyordum. Nasıl olduğunu bilmiyordum. Neticesini bilmiyordum. Savrulduğum muammalar beni sürekli olarak birbirine şutluyordu.

İçimi çektim. Bu kez sessiz olmayı başaramamıştım.

"Uyu artık." Dakikalar sonra duyduğum sesine yorgunluğun en saf hali yansımıştı. "Ben yerde yatarım, yatağa geç."

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve parmaklarımın dış boğumuyla gözlerimi sildim. "Uyumayacağım. Yatağı sen al."

Başım omzuma çevrilirken, başının omzuna çevrildiğini fark ettim. "Günün aymasına birkaç saat kaldı. Sağanak başlarsa - ki yüksek ihtimal başlayacak- arabayla dönemeyiz. Atın önüne uyuyakalıp üzerime yığılmanı istemiyorum."

Ona neden avuçlarına baktığını sormak istedim. Sebepsizce nedenini öğrenmek büyük bir istek duydum ancak ondan alacağım tek cevap hakkım vardı. Cevabını lehime kullanabileceğim bir soru yöneltmeliydim. Bunu bilerek vazgeçtim.

"Tamam." Ayaklanmak için dakikalardır koruduğum oturma pozisyonunu bozmam bedenime rahatsızlık vermişti. Belimi tutarak yatağa ilerledim. Niyetim yabancıya bir yastık ile örtü vermekti ama önümdeki manzara bunun mümkün olmayacağını gösterdi. Yatakta uzun bir yastık ve kalın, büyükçe bir örtüden başkası yoktu. Dışarıdan isteyemezdik. Parlak, siyah zeminde halı bile yoktu. Pencerenin dibinde bulunan ahşap iskemle onun iri ve uzun bedenini oturmak için bile kabul etmezdi.

"Bu katta başka odalar var, biri değilse diğeri boştur. Kimseye fark ettirmeden kalabilirsin." Yatağın sol ucuna uzandığımda onu yine arkamda bırakmıştım.

"Koridordaki hizmetliler Alte ailesinin kayıt cihazından başka bir şeyi değil. Önerini kendine sakla ve uyu."

İtiraz etmeyecektim. Haklı olduğu ortadaydı. Sadece yemek odasından misafir katına çıkarken bile hizmetlilerin dikkatli bakışlarını üzerimde hissetmiştim. Şu durumda odadan çıkması demek, ayrı odalarda uyuduğumuzun tüm Lovangos'a yayılması demekti. Gözlerimi kapattım. Taşta mı yatacaktı? Yatabilirdi. Ne yaptığıyla ilgilenmiyordum.

Uykunun kollarında sendelerken, gözlerime vuran aydınlıktan kaçmak için huzursuzca döndüm. Aynı saniyelerde burnuma çalınan tanıdık koku o huzursuzluğu usulca def etti. Kırdığım dizimi bilinçsizce ittiğimde, sert bir yere sıkıştığını fark ettim ancak uyku hali öyle baskındı ki gözlerimi açamadım. Karanlığa uğradım, geri döndüğümde burnumunda hissettiğim ılık rüzgar dingindi ancak saç diplerime onlarca dikenin battığını hissediyordum. Bu hem can yakıcıydı hem de tenim alışmak için can atıyordu.

Sert bir yutkunma sesi zihnimdeki ampullerin patlamasına sebep oldu. Alnımdaki hareketlilikle kirpiklerimi araladım; gözlerimin bana sunduğu ilk manzara bir süre nefes almama izin vermedi.

Siyah kazakla örtülmüş geniş erkek göğsünün kime ait olduğunu biliyordum.

Alnımda hareket eden şeyin onun adem elması olduğunu bildiğim gibi...

Başım göğsündeydi. Sağ bacağım bacaklarının arasında, sol kolu belimdeydi. Bu rastgele bir temastan çok bir tutuşu andırıyordu.

Açılan avucum onu itmek için göğsüne yapışmaya hazırdı ama uyuyan yüzüne tırmanan bakışlarım öyle düşünmüyordu.

Kaşları nihayet özgürdü. Dudak çukurları her zaman olduğu gibi gergin görünmüyordu. Konuşurken sol burun duvarından el sallayan o çizgi ise şimdi belli belirsizdi.

Bu onu ilk sakin görüşümdü.

İlk kez normal bir adam benziyordu; hiç acı çekmemiş ve hiç zalim olmamış bir adama...

Belki de sadece bu yüzden onu itmek yerine sessizce uzaklaşmaya karar verdim. Parmaklarım avcuma kapanırken, göğsünde olduğunu henüz fark ettiğim elimi geri çekmeye niyetlendim. O anda bana engel olan şey avucuma vuran hızlı kalp atışlarıydı... Kaşlarım sebebini anlayamamanın şaşkınlığıyla inerken, kalbi mümkünmüş gibi biraz daha hızlandı. Elimin altında hiç durmadan çağlayan bir nehir vardı ve o nehrin akıntısından bir an evvel uzaklaşmam gerekiyordu.

Elimi göğsünden, bakışlarımı yüzünden çektim. Ancak bacağımı bacaklarının arasından kurtarmak konusunda ilk seferde başarılı olamadım. Uzun ve bir demir kadar sert olan bacakları bacağımı bir uzvu gibi sahiplenmişti. Her geri çekme çabamın bir öncekinden daha kuvvetli olmasına rağmen kıpırdamıyordu bile.

Bir yanım ölesiye huzursuzdu ancak diğer yanım, beni yeniden uykunun dingin kollarına çağırıyordu. Nefesi saçlarıma yağarken, huzursuz yanım ağırlaşan göz kapaklarımın karşısında dikildi.

Yumruk yaptığım elimi omzuna geçirmem ile kendimi daha kuvvetli bir şekilde geri çekmem eş zamanlıydı. Bacağımı kurtaramamış olmamdan daha kötü olanı, daha yoğun bir baskıyla burun buruna gelmemdi. Bakışlarımı kaldırmaktan korkarken bile orada ne göreceğimi biliyordum. Beni daha fazla sıktı, çok daha fazla. Bacaklarının arasındaki bacağımı, sırtımı ve belimi... Bir an için yatakla bütünleştiğimi hissettim.

Bu hale nasıl geldiğimizi bilmiyordum ama bildiğim bir şey varsa şu an bu haldeydik! Yatakta olmaması gerekiyordu ama ben de uyuduğum yerde değildim.Yaklaşan da sokulan da ben olmuştum!

Hızlıca düşünmeye çalıştım. Yapılacak en doğru şey hiç kuşkusuz inkar etmekti. Evet, kesinlikle inkar etmeliydim.

"Seni it oğlu it!" Kurtulamayacağı mı pekala bilerek çırpınmaya devam ettim. "Lan sen kimi sıkıştırıyosun? Kime sarıldığını sanıyorsun!"

Aferin Rozelin, deyip durdum içimden. "Kalk! Defol, defol."

İtmekten yorgun düşmüştüm ama bir türlü bırakmıyordu. Neden bırakmıyordu?

Alnıma yaklaştığını hissettiğim dudakları dilime uzanan yeni küfürlerin önüne geçerken, dirseğinin iç kısmıyla bel kavisimi tamamen sardı. "Hem üzerime tırmanmışsın, hem babama küfür ediyorsun."

Uykulu sesi ciddiydi. Başımı kaldırmadan bakışlarımı yukarı uzattım ve aynı ciddiyetin yarı açık gözlerinde olmadığını gördüm. Yine ona alay malzemesi olmuştum!

"Hemen şimdi beni bırakıyorsun."

Sesimdeki tehdidi hiç duymamışcasına "Sebep?" diye sordu. Elimden gelse bu kelimeyi ona yasaklardım.

Elimden gelse emir kipi taşıyan tüm kelimeleri ona yasaklardım.

"Tuttuğun beylik tabancan mı, hayırdır!" Elimi arkaya atıp dirseğini kavramaya çalıştım ama olmadı. Ben de çimdikledim. "Bıraksana oğlum!"

Kaşları inerken kaz ayakları belirginleşti. "Oğlum mu?"

Yapılabilecek bir şey vardı. Üstelik kesin çözümdü. Ne yazık ki! kasıklarına indirmek istediğim dizim şu an bacaklarının arasında sıkışıp kalmıştı.

"Her yerimi tutmuşsun, laftan anlamıyor musun? Bırak yoksa bıraktığında başına geleceklerinden ben sorumlu değilim."

Dudaklarına belli belirsiz ama pis bir gülümseme yayıldı. "Yanılıyorsun, daha her yerini tutmadım."

Bu kez gözlerimle birlikte dudaklarım da aralandı. Daha utanç verici olanı ise açılan bir şey daha vardı. Kapı!

O taraf baktığımda, Diana'nın donmuş bir vaziyette bize baktığını gördüm. Eli yumruk şeklinde havadaydı ve ben hala Biran'ın üzerindeydim.

"A-afedersiniz. Kapı kapanmamış. Vurmamla açılması bir oldu."

Biran alnıma sert bir öpücük bıraktı. Buz kesen bedenimi özgür bırakarak yataktan kalktı.

"Sorun değil, Diana. Sevgili eşimle sabahki rutinimizi gerçekleştiriyorduk."

Biran odadan çıktıktan sonra bile Diana olduğu yerde kalıp bana bakmayı sürdürdü. Devinimsizdi ancak bana bir heykel gibi durduğunu düşündüren şey kırpmadığı kirpikleriydi.

Benim aklımda ise Biran'dan son yaptığının hesabını sormak vardı. Dudakları alnıma değdiğinden beri içsel patlamalar yaşıyordum, bir tekini bile dışa vuramamıştım. Fazlasıyla öfkeli olduğumu biliyordum fakat öfkemi susarak yaşamayı ilk kez deneyimliyordum.

"Daha ne kadar orada dikilmeye devam edeceksin?"

Diana elektrik çarpmış gibi irkilerek kendine geldi. Geldiği anda da donuk bakışlarına çözemediğim bir ifade oturdu. "Sanırım tek sorun geceliğin modelini beğenmemendi." Sopa yutmuş gibi dimdik durdu, son sözü kendisini söyleyeceğini alenen belli etti. "Bir gece daha kalırsanız daha davetkar bir gecelik gönderebilirim."

Arkasından küfür ettiğim Diana değildi.

Arkasından küfür ettiğim Biran'dı.

Göt herif.

Alte ailesine veda edip yola çıktığımızda, saat Biran'ın söylediği gibi sabaha karşı değildi. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde öğlene geliyordu.

Onunla saatlerce sarmaş dolaş uyumuştum. İnanamadığım da tam olarak buydu. Ben ki küçük Gülnur'umla uyurken, onun bile en ufak kıpırtısında uyanan Rozelin, yabancının kuvvetli nefesine ve sarılışına tepkisiz kalmıştım.

Orman yoluna kadar bize baba Alte'nin atlıları eşlik etmişti. Bir noktada ise Biran'ın işaretiyle her biri geri dönerek gözden kaybolmuştu. Arabaya yer eden sessizliğin rahatsızlığıyla yerimde kıpırdadım. O sırada sol elim istemsizce karnıma temas etti. Ateşe dokunmuş gibi geri çektim. Gerilmiştim ama bunun ötesinde hissettiğim daha başka bir şey vardı. Henüz ismini bilmiyordum.

"Seçemedin mi?" Ormana yavaş bir giriş yaparken, direksiyonu sağ eliyle ustaca çevirdi.

"Ne?"

"Soracağın sorudan bahsediyorum. Elini çabuk tut."

"Neden elimi çabuk tutacakmışın?"

Patika yola girerken arabayı duracak kadar yavaşlattı. Oysa buradan ilk geçişimizdeki hızı beni kıvrandıracak kadar sertti.

"Zaman aşımı, diyorum."

Ya şimdi sor ya da ebediyen sus. Söylemek istediği tam olarak buydu.

Derin bir nefes aldım ve zihnimdeki onlarca soruyu birbirinden ayrıştırarak aslolanı ona uzattım.

"Mei'nin evinde olanları neden gizlemek istiyorsun? Neden konuşmalarını yasakladın?"

Tepki vermedi. Bunu soracağımı biliyordu. Buna rağmen cevaplamak için bir süre bekledi.

"Bir veliaht taşıyabilirsin." dedi, sakinlikle. "Tılsımlı kolyeyi taşıyabilirsin." Sonra bana baktı, öyle birdenbire. "Ama senin bile yapamayacağın şeyler var. Ölmüş birine can veremezsin."

Sözleri beni o ana döndürürken, içimdeki afallama yerli yerinde duruyordu. "...ama verdiğimi söyledin. Sen söyledin bunu."

"Söyledim." diye onayladı, bu kez hiç düşünmeden. "Çünkü doğru olan buydu."

"Sorumun cevabı bu değil."

"Sorunun cevabı..." Avucunu direksiyonun iki yanında duran uzun bacaklarından birine sürttü. "Nasıl yaptığını bilmiyorum ama olmaması gerekiyordu. Anlıyor musun?" Gergin kaşlarından biri şakağına uzandı. "Normal değil. Bu yüzden akıl karı olan gizlemekti." O da biliyordu; sözleri yine sorumun cevabı olmak için yeterli değildi. Sadece bu yüzden dudakları yeniden aralandı. "Gizlemek istedim çünkü

bilirlerse alırlar."

"Neyi..." Yavaşça nefeslenirken, bakışlarım bir gözünden diğerine geçti. "Neyi alırlar?"

Araba evine çok az kala durdu. Bunu beklemiyordum. "Seni." Sesindeki baskın tını bir isim veremeyeceğim kadar karanlık ve mistikti. "Eğer olanlar duyulursa üç büyükler iç yüzünü öğrenmek için seni gözetim altına alır, başına onlarca büyücü yığarlar. Bunun olmasına izin vermeyeceğim. Anlıyor musun? Seni yeniden onlara vermeyeceğim."

Brekta'yı ve yer altı mahzeninde yaşadıklarımı anımsadım. Tüylerim ürperdi. Yeniden yaşayamazdım. İlk kez Biran ile aynı şeyi istiyorduk.

"Sen söyle. Nasıl yapa-" Devam etmek elimde olamadı. Hala o bebeği hayata döndürmüş olabileceğime inanamıyordum. "Nasıl olabildi?"

Başını koltuğa yasladı. Camdan taşan gözleri yolda değil uzaklardaydı. "Söyledim bilmiyorum."

"Bir fikrin vardır. Olduğunu biliyorum."

"Öğrenince ne yapacaksın? Durdurabileğini mi sanıyorsun?"

Durdurmak. Anlık bir aydınlanma yaşadım; kesinlikle bildiği bir şeyler vardı!

"Söylemek zorundasın."

Yeniden harekete geçti. Çitleri saniyeler içinde geride bırakarak tahta kapının önünde durdu. Orman giderek kasvetli bir haber alıyordu ki bu da Kimpras kışının zorlu geçeceğinin haberini veriyordu.

Bilinmeyen şehrin bilinmeyen ormanı bizi ustalıkla gizliyordu.

Bilinmeyen ülkenin bilinmeyen ormanı liderine itaat ediyordu.

Göğe uzanan kızıl yapraklar yine kızıl olan göğün bağrında belli belirsiz birer ayrıntı gibi yerini alırken, asıl korkum koca bir kışı yaşayacak kadar Safornikon da kalmaktı. Bir mevsimi dahi ailemden ayrı geçirmek istemezken, şimdiye dek şahit olduklarım ve başıma gelenler gözümü bir ömürle korkutuyordu.

Biran tarafındaki kapıyı açtı. "Şimdiye dek zorunlu olduğum hiçbir durum olmadı." Aşağı indi, kapıyı sertçe arkasından kapatmasına eş zamanlı, göz kapaklarım bir irkilme haline tabi olarak hızla örtüldü. Gözlerimin yeniden açılmasına sebep olan şey çekilen horozun sesiydi. Ön camdan Biran'ın ne ara davrandığını bilmediğim silahını sıkıca kavramış olduğunu gördüm. Temkinli adımları tahta kapıya ilerlerken, o silahın elinde olma nedenini henüz çözmüştüm.

Tahta kapının üzerinde olması gereken zincirler şimdi yerdeydi. Dahası kapı aralıktı!

Yabancı kısa bir an için bana bakıp eliyle olduğum yerde kalmamı işaret etti. Sonra da iri gövdesini tahta kapının aralığından geçirdi. Arkasından inerken, itaat edeceğimi düşünmesi tamamiyle onun aptallığıydı. Yaklaşık bir dakika sonra peşinden içeri girdim. O ise verandanın merdivenlerine ulaşmıştı. Eve çıkmak yerine o merdivenin altında bulunan bodruma yönelmişti. Kaldırdığı silahı sol kulağının hemen yanındaydı ve yaşlı bir baykuş gibi etrafına dikkat kesilmişti. Kendimi göstermeden bebek adımlarıyla yaklaştım. Ancak bunu yaparken küçük, sevimsiz bir detayı es geçmiştim; burada her şeyin ondan taraf olması gibi... Bastığım anda kendinden beklenmeyecek sesi çıkaran kuru yaprağın bile...

Bakışları yuvasından ayrılan bir kurşunun hızıyla beni buldu.

Ve bezgin bir nefes verdi. "Sana arabada kalmanı söylemiştin."

Ayağımın altındaki yaprağı cezalandırırcasına postalımı yerde sürtmeye başladım. "Evet, öyle bir şey hatırlıyorum." Bu cevap onun için yeterli olmayacaktı. Ben de omuz silktim. "Ama ben peki, demedim." Meraklı yanıma yenik düşerek yanına kadar gittiğimde, bodrum kapısının da açık olduğunu gördüm. Durumun yeterince ilginç olması merdivenin altına doğru eğilmeme sebep olmuştu ki, onun tarafından yakalanan kolumla birlikte sırtım da verandanın korkuluklarıyla bütünleştirildi. Ani bir reflekse yenik düşerek başımı kaldırdığımda, yine gereksiz bir yakınlığa tabi olduğumuz gerçeğiyle yüzleştim. Kolumu tutuşundan kurtarmaya çalışmadım, biliyordum ki o istemeden mümkün olmayacaktı. Yine de ona zarar vermek için çırpınmayı deneyebilirdim fakat bir tehikenin varlığı etrafımızdayken, bu doğru olmazdı. Erteledim. "Demedim." dedim kaşlarımı kaldırarak. "Dedim mi?"

"Benim aksime senin zorunlulukların var." Direkt bir temas olmasa da göğsünün sıcaklığını soğuk havaya rağmen göğsümde hissedebiliyordum. Soğuk havanın sebep olduğu bir durum daha vardı; kurutup kızarttığı dudaklarım...

Ona sağlam bir cevap vermeden önce gergin alt dudağımı dilimle ıslattım. "Anlamıyor musun? Sana peki, demedim."

Safir mavileri ansızın dudaklarıma düştüğünde, elimde olmadan yutkundum. "O kelimeyi bi kere bile duymadım dudakla-" Durdu, yutkundu ve aceleyle bakışlarını gözlerime çıkardı. "Ama öyle bir zaman gelecek ki, sen bile söyleyeceksin."

Buna gerçekten inanıyor muydu? "Belki," dedim alayla. "Belki uyursan söylediğimi görebilirsin."

Başını biraz eğdiğinde, yaramaz bir bukle alnına düşerek kaşlarının arasında dek uzandı. Koluma sardığı parmaklarını sırtımdaki ahşap korkuluklardan daha fazla hissediyordum. Bakışlarım bir an yanında duran eline kaydı. Silahı oradaydı. Tutuşu ise inanılmayacak kadar rahattı. Sanki silah değil, bir demet çiçek tutuyordu.

"Evine girenin vay haline," dedim tepkisizce. "Onu neresinden çivileyeceksin ağaca?"

Aynı tepkisizlik hakimdi yüzüne. "Neresinden istersem."

"Dikkat et," Bu bir uyarı değildi. "Birisi çıkıp seni de bir yerlerinden çivilemesin."

Bir an için kapattığı gözleri ağaçlardan birine doğru açıldı. "Bırak tenezzül edeni, cesaret edeni şu ağaçta sallandırırım."

"Ben de onu diyorum ya," Aynı ağaca baktım. "Senin fıtratında bu var; zarar vermek, yok etmek..."

Kızmadı, alay etmedi, bir kez daha gözdağı vermedi. Sanki... Ciddi olup olmadığımı anlamak için baktı yüzüme. Belki de bu yüzden ilk hamlemde kolumu parmaklarının arasından kurtarmayı başardım. Ne kadar güçlü bir adam olursa olsun, boş bulunduğu anı mükemmel bir zamanlamayla yakalayabilmiştim.

"Yüksek müsadenle eve girip dinleneceğim. Peşimden gelmeden önce dökeceğin kanları temizle." Karşısından ayrıldım ama daha bitirmemiştim. "Beni kan tutuyor."

Merdivene bastığım ikinci adımda bana döndüğünü fark ettim. "Hiçbir şey değilse bile bir gün bu dilin feci şeylere yol açacak."

"Hadi ya, korktum şimdi."

"Arsız bir sıçan gibi konuşmayı kes. Aksi takdirde kesmene yardımcı olacağım."

Avucumu sertçe korkuluğa indirdikten sonra sinirle bağırdım. "Arsız sıçan senin anandır!"

Seri bir şekilde basamakları tamamladım. Verandaya ulaştığım an evin kapıyı aralandı ve sadece yarım metre ötemde bir kadın belirdi. Krem rengi etekli takımının içindeki kadın başını kaldırıp, vaualetinin altından bana baktığında, mavi gözlerinin tanıdık tonuyla karşı karşıya kalmıştım. Onun kim olduğunu merak ederken, Biran'ı varlığını arkamda hissetmem uzun sürmedi.

"Anne."

Pekala, buradaki tek sıçan bendim.

Kadın ince dudaklarını birbirine bastırdı, ipek gömleğinin altından belli olan kaburgalarının belirginleştiğine şahit oldum. Zayıf ve uzuncaydı. Kaşları ters bir yarım ay gibi yuvarlak duruyordu. Teni bir kağıt kadar beyazdı. Ensesinde muntazam bir biçimde toplanmış olmasına rağmen geniş buklelere sahip olduğunu anladığım saçları turuncuydu. Biran'ı doğurmuş olamayacak kadar genç görünüyordu. Başını geri attı ve topuklarının üzerinde dönerek hiddetle içeri girdi.

Biran yanımdan geçerken, her zamankinden farklı bir şey söylemedi. "Ağzını açma ve direkt odana git."

Benim yanıtım da her zamankinden farklı değildi. "Orası benim odam değil!"

Arkalarından içeri girdiğimde, kadını küçük ve sade çantasının bulunduğu yemek masasının başında dikilirken buldum. Biran sakin adamlarla annesi olduğuna inanamadığım kadına yaklaştı ve geçip baş köşeye oturdu. Benden istediği odama gitmemdi ama bir kez daha ona istediğini vermeye niyetim yoktu.

Koltuklardan birine oturdum ve arkama yaslandım.

Biran'ın üzerime çevrilen bakışlarına meydan okuyan bir karşılık verdiğim sırada annesinin dominant sesi ilk kez kulaklarıma çalındı.

"Tercih ettiğin kadının nasıl biri olduğunu bana söylediklerinde, kesinlikle abarttıklarını düşünmüştüm." Göz ucuyla bana baktı. Bu saniyelik bakış kesinlikle iyi hissettirmeyecek kadar soğuk ve kibirliydi. "Çok daha fazlası olduğunu tahmin edemezdim, sevgili oğlum."

Biran elini masaya bıraktı ve hafifçe sıvazladı. "Kraliçe kararlarımı sorgulamak için mi burada?" diye sorarken bakışları kesinlikle annesinde değildi.

"Kraliçelik vasfı yalnız bir bebek ve kolye taşımakla bağdaştırılamaz, biliyorsun değil mi? Asil kraliçelik genleri doğuştan gelir." Yeniden üzerime çevrilen bakışları hakaretten farksızdı. Hayatımda ilk kez biri beni yalnızca bakışlarıyla eziyordu ve ne yazık ki bunu yapan bir hemcinsimdi. "Bebeğinin annesi olarak seçtiğin bu kadında asaletin parçasını dahi göremiyorum."

Ayağa fırladım, Biran da aynı saniyelerde benimle birlikte ayaktaydı. Bana söz hakkı tanımadı. "Kararlarımın sorgulanmasından hoşlanmadığımı biliyorsun."

"Biliyorum." Kadın, ince bedenini zerafetle eğerek oğlunun karşısında kalan baş köşeye oturdu. "Ne yazık ki bir süredir doğru kararlar verdiği düşünmüyorum. Uzakta yaşıyor olmam kardeşin ve senden habersiz olduğum anlamına gelmiyor. Olanlara daha fazla kayıtsız kalabileceğimi düşünemezsin. Annen olarak seni uyarmak zorundayım ve bu konuşmayı yalnız yapmıyor oluşumuz tam bir talihsizlik."

"O halde gelmek için daha uygun bir vakti seçmeliydin, kraliçe Nivera."

Kadın, anne hitabını almamış olmasına gücenmedi, ince ve kiremit rengi dudaklarına buz gibi bir tebessüm kondurdu. "Günler süren yolculuğumun öncesinde tam üç ulak gönderdim. Biriyle bile konuşmamışsın."

Biran ensesine dokundu ki bu içinde bulunduğu vaziyetten hoşnut olmadığını gösteriyordu. Bunu biliyor olmayı yadırgadım. "Buradan uygun olmadığım anlamını çıkarabilirdin."

Kadın aynı zarafetle ayağa kalktı ve çantasını alıp iç dirseğinde taşıdı. "O halde uygun olduğun vakti bekleyeceğim. Zamanımız bol, onca yolun üzerine birkaç gün sevgili anneni konuk edebilirsin, değil mi?" Bakışları sırayla iki koridora da uğradı. "En azından zindan cezanı çekeceğin güne dek..." Koridorlar arasında karar kılmış olacak ki kaldığım odanın olduğu sol koridora doğru ilerledi. "Akşam yemeğinde görüşmek üzere, sevgili oğlum. Lütfen tam saatinde masada ol, annen seni özledi."

*

Zamanın ritmi beni göz acıtan bir aydınlığa hapsetmişti. Koşuyordum. Önümü göremiyordum. Öyle aydınlıktı ki tek bir şey bile göremiyordum. Bacaklarıma vuran yabani otların verdiği kağıt kesiği acıyı her adımda biraz daha hissediyordum. Koşuyordum. Aydınlıktan ikrah ediyordum. Bir noktada yere kapaklandığımda, beyaz elbisemin yer yer kana bulandığını gördüm. Başımı kaldırıp etrafıma bakamıyordum. Bildiğim tek şey gözlerimin alıştığı kızıllıktan çok uzak olduğuydu.

"Abla..."

Uzaklardan süzülen ve bir balyoz darbesi gibi algılarıma inen ses yeniden ayağa kalkma sebebimdi. O ince çocuk sesi kardeşim Gülnur'a aitti!

Etrafımda döndüm. Yoktu. Sesi burada ama kendisi yoktu. "Gülnur!" Göğsüm telaş ve heyecanla inip kalkarken, delirdiğimi düşündüm. Bu bile engel olamadı boğazım yırtılırcasına bağırmama. "Gülnur! Küçüğüm!"

Adım sesleri işittim. Küçük bir kıza ait olamayacak kadar büyük ve kabaydı. Zararsız olamayacak kadar hızlı ve yakındı!

"Abla..."

Ellerimi kulağıma kapattım. Kardeşim, buradaydı. Kardeşim... Neredeydi? Duyduğum sesin kafamın içinden mi yoksa olduğum yerden mi geldiğini bir türlü ayırt edemiyordum. Kalp atışlarım göğüs kafesime hükmederken "Gülnur," diye fısıldadım bu kez. "Ne olur... ne olur..."

Ellerimin kulaklarımdan kayıp gitmesine sebep olan manzara Temur Alizen'e aitti. Nereden çıktığını bilmiyordum ama burada, karşımdaydı. Anlamıştım, onun aydınlık cehennemindeydim.

Bana kollarını açıp gülümserken, küçük, yeşil gözleri yengiyle ışıldıyordu. "Kraliçem," dedi, kalın ve tok sesiyle. "Evinden kaçmamalısın."

Başımı iki yana sallamak istedim ama bunu yapamayacak kadar titriyordum. "Kardeşim." Sesim ağlamaklıydı. Oysa onun karşısında ağlamak düşeceğim son durum bile olmamalıydı.

Daha fazla güldü. Çok daha fazla ve çok daha fazla tehlikeli... "O... Çok tatlı bir kız. En az ablası kadar da güzel."

İçime yayılan acı buraya düştüğümden beri çektiğimin tamamıyla eş değerdi. Bu gerçek miydi? İnanmak istemiyordum. "K-karde-"

"Neden gelip kardeşini görmüyorsun?" Beyaz pelerininden sıyrılan koluyla bana avucunu açtı. Avuçlarında benim için kazılmış bir mezar vardı. Benden o mezara diri diri girmemi istiyordu. "Gel, seni ona götüreceğim."

Duymuştum. Küçük kız kardeşimin sesini tüm gerçekliğiyle duymuştum. Bu adımdan sonra benim için o mezara girmekten başka bir seçenek yoktu. Yeni bir nefes aldığımda göğsümün ikiye bölündüğünü hissettim. Mantığımı o yarığa hapsederken, Temur'a doğru bir adım attım. Bir tane daha... Bir tane daha... Attığım küçücük adımlar nasıl da beni ona kocaman yaklaştırıyordu? Anlayamamıştım.

"Gülnur..." Adını anan dudaklarıma kor kadar yakıcı bir gözyaşı bulaştı. Ayaklarıma baktım; çıplak, kirli ve kurumuş kan vardı. Çok fazlaydılar. Yeni bir adım için birini kaldırdığım an, kolumda kuvveti bir dokunuş hissettim. Durdum ve etrafıma baktım. Temur ve benden başka kimse yoktu. Avucumun yandı. Burnumda sıcak bir koku hissettim; tanıdık, sıcak, amber...

Avucumu açtım; kızıl bir kan damlası tenimin üzerinde duruyordu.

Saç diplerimde yolculuğuna başlayan ter tanesi belcemde ilerledi. Ancak burun duvarımdan aşağı sallandığında, kendimde gözlerimi açacak gücü bulabildim. Göğsüm neredeyse hareketsizdi. Oysa aldığım nefes ciğerlerimi isyan ettirecek kadar kifayetsiz geliyordu. Yatağa bastırdığım avuçlarımdan destek alarak doğruldum, bacaklarımı yataktan sarkıttım. Dün gece diken üzerinde uyuduğum kısa uykuyu telafi etmek için kısa bir duşun ardından kendimi yatağa bırakmıştım. O dakikalarda suyun ıslattığı bedenim kurumaya fırsat bulamadan terden sırılsıklam kalmıştı. Üstelik hayatım boyunca hiç terlemediği kadar... Göz kapaklarım aşağı inerken, kaşlarım havalandı. Ne gördüğümü biliyordum, netti. Bilmediğim, ne yapacağımdı. Söyleyebileceğim tek bir kişi vardı. Ayağa kalktım, konu onun insafına kalmayı kabul edeceğim kadar kıymetliydi. Odadan fırlayıp koridor boyunca koştum fakat karşımdaki manzara koridordan çıkmamın şu an için iyi bir fikir olmadığını söylüyordu. Kraliçe Nivera önünde birleştirdiği elleriyle salonda gezinirken, iki kadın salonu temizliyor, diğer ikisi ise yemek masasını donatıyordu. Dış kapı aralıktı, yabancının dışarıda olabileceğini düşündüm. Geri çekilerek sırtımı duvara verdim. Makul düşünmek zorundaydım. Onunla konuşmak için en uygun zamanı seçmeliydim. Çünkü beni anlamak zorundaydı. Koşarak tamamladığım koridoru yorgun adımlarla geri döndüm, banyoya girdim. Üzerimdeki tek parça elbiseyi çıkarıp kendimi yeniden suyun kollarına bıraktığımda, başım bir önceki banyomda olduğu gibi havadaydı. Karnıma bakmak istemiyordum. Ellerim tüm bedenimde dolaşıyordu fakat bir sınır varmışcasına karnıma uzanan tüm köşelerde duraksıyordu. Ona nasıl sahip olduğumu bilmiyordum. Onunla ne yapacağımı, nasıl baş edemiyordum. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum.

Hiç bu kadar çaresi kalacağımı düşünmemiştim.

Onu kabullenememek beni kötü bir insan yapar mıydı?

Ellerimi küvetin iki yanına koyup biraz cesaret dilendim. Az sonra bakışlarım hızlı bir yön değiştirmeyle karnıma çevrildi. Küçük, beyaz ve oval bir topa benziyordu. Köşesindeki kanlı şimşek izi şimdi iyileşmeye yüz tutmuş bir yaraya gibiydi. Bakmayı sürdürürken, sağ kısımda ani bir hareketlilik oldu. Uygulanan güçle itilen derim aynı saniye içinde geri çekildi. Panikle aldığım nefesi geri veremeden aynı şey bu kez başka bir noktadan gerçekleşti. Parmaklarım küvetin mermerini sıktı, bakışlarım titriyordu. Sıcak suyun içinde bir buz kütlesi gibi duruyordum. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sağ elim mermerden ayrıldı. Giderek karnıma yaklaşırken titriyordu. Saçlarımdan karnıma damlayan su tanecikleri birer birer kayıp giderken, dokunmak üzereydim. Gözlerimi kapattım.

"Bayan Rozelin." Kapının tıklatılması ile elimi yumruk yaparak geri çektim. Küvette kayan bedenimi düzelttikten sonra açılan gözlerim kapıya çevrildi. "Kraliçe Nivera size akşam yemeği saatinin yaklaştığını hatırlatmamı istedi, efendim."

Kadın alamadığı cevabın ardından aynı şeyleri tekrar etti. Yutkundum ve kendimi konuşmaya zorladım. "Çıkıyorum."

Hızlıca durulandıktan sonra banyodan ayrılarak kaldığım odaya ulaştım. O soğuk kadınla aynı masaya oturup küçümseyen bakışları altında yemek yemek istemiyordum. Ancak yabancıyla konuşmam gerektiğini hatırlayarak, odada kalmamın bir ihtimal olmadığı gerçeğiyle burun buruna geldim. Bedenimden ayrılan havlunun yerini siyah bir sütyen ile külot aldı. Mirel'in benim için seçtiği elbiselerden bir çoğu ruhumu ve içinde bulunduğum durumu temsil edercesine siyahtı. Diz hizasında olan bir tanesini seçtikten sonra aynanın karşısına geçerek saçlarımı taramaya başladım. Uzamıştı. Uzamalarına yetecek bir zaman geçirmiştim burada. İçim acıdı. Soluk görünüyordum. Her daim kızarık olan dudaklarım, çekik mavi gözlerim bile saydam sayılabilirdi. Yüzümdeki tek renk kızarık olan göz kapaklarımdı. Tarağı yavaşça komodine bıraktım. Ayaklarım çıplaktı ama başka bir şeyle uğraşmak istemedim. Koridoru tamamladığımda, masanın iki baş köşesinin lider ve kraliçe annesi ile doldurulduğunu gördüm.

Biran başını kaldırıp kısa bir an için bana baktı. Kraliçe başını bile çevirmedi. Kadınlar yoktu. Onun yerine uzun boylu, orta yaşlarda, servis tabağıyla bekleyen iyi giyimli bir adam vardı. Koyulan kızıl ışık yuvarlak camlardan içeri süzülüyordu. Sessizliği, ruhsuzluğu ve samimiyetsizliği iliklerime kadar hissetmiştim.

"Ona yemek saatini bile öğretemedin mi?"

Biran çatalına dokunurken, başıyla oturacağım yeri işaret etti. "Evimde yemek saati yok, anne."

"Ah, ne büyük eksiklik. Çocukluğunu ve ilk gençliğini özlüyorum doğrusu."

Üzerimdeki elbisenin kumaşını avuçlarımın arasına alırken, gösterdiği yere geçtim. İkisine de eşit mesafedeydim.

"Konslan." Nivera elini kaldırarak adama işaret verdi. Adam bunu hemen anladı, yaklaştı ve bakır kapaklı servis tabağını masaya bıraktı. Kapağı kaldırdığında iyi pişmiş baharatlı et kokusunun etrafı sarması uzun sürmemişti. Adam bakır maşayla aldığı etten önce Biran'ın, ardından kraliçenin, son olarak benim tabağıma bıraktı. Kapağı kapattıktan sonra ise ellerini önünde birleştirerek yeniden hareketsiz pozisyonuna geri döndü. Nivera ona gitmesi için herhangi bir şey söylemedi. Başında biri beklerken nasıl yemek yiyebildiğini içinde bulunduğum müşkül durumda bile sorgulamadan edemedim.

"İtaat etmek zorunda olduğum zamanlara senin aksine özlem duymuyorum."

Nivera katı bir ifadeyle kaşını kaldırdı. "O zamanlar sayesinde şu an bulunduğun noktadasın. Senden bunu unutmamanı rica ediyorum."

"Bulunduğum noktayı neye borçlu olduğumu biliyorum."

"Ah, dedi Kraliçe. "Ah, tıpkı baban gibisin."

Biran cevap vermedi. Sevimsiz bir sessizlik eşliğinde bir süre yalnızca yemekleriyle ilgilendirler. Bense önümdeki eti minik parçalara ayırmama rağmen bir parçasını bile yiyememekle meşguldüm. Aklımda yabancıya söyleyeceklerim vardı. Beni ciddiye almasının yollarını ayırıyordum. Umudum yoktu ama şansım da yoktu.

"Teşrifini neye borçluyuz?"

Nivera etinden küçük bir parça kesip ağzına koydu ve sanki kendisine bir soru yöneltilmemiş gibi ağır ağır çiğnedi. Ardından peçetesini dudaklarına nazikçe dokundurarak gülümsedi. "Bunu yemekten sonra konuşmaya ne dersin, başbaşa."

Huzursuzca yabancıya baktım. "Benim de seninle konuşmam gerekiyor."

O sırada çatalın tabağa dokundurulma sesi duyuldu. "Bu ne saygısızlık."

Bu kadınla uğraşmak istemiyordum. Uğraşacak daha mühim ve hayati meselelerim vardı.

Biran yalnızca tabağıyla ilgileniyordu. O da etiden büyük bir lokmayı ağzına götüdü ve annesinin aksine hızlıca çiğnedi. Yemekten sonra çıkacağım, ilgilenmem gereken koca bir bölge var."

"Hayır!" dedim üzerine bastırarak. "Seninle konuşmam gerektiğini söylüyorum ve konuşacağım."

Biran nihayet bana baktığında, Nivera'nın öfkeyle nefeslendiğini duydum. "Ulu güçler adına, bu kızı derhal eğitime göndermelisin. Bunun için Brekta ile konuşacağım."

Büyücü kadının ismini duymam ile ayağa fırladım. "Hayır!" Yükselen sesim karşısında Nivera'nın yuvarlak göz yuvaları gerildi. "Böyle bir şey olmayacak. Hakkımda yorum yapmaktan vazgeçin."

Kraliçeden yersiz bir karşılık beklerken, Biran'ın çatalının sertçe masaya bırakıldığını duydum. "Tek kelime daha etme."

Ağzımı açtım ama onunla konuşacaklarım dilime pranga vurmaya yetti. Şimdi değil, Rozelin. Şimdi değil.

Biran annesiyle göz teması kurduktan sonra her ikisi de hiçbir şey olmamış gibi yemeklerine kaldıkları yerden devam ettiler. Bense ilk kez ona veremediğim karşılığı boğazıma taş gibi oturtup dudaklarımı ısırdım. Kardeşim içindi...

Şamdandaki mumlar titreyerek yanıyordu. Etrafa boca ettikleri sarı ışık tepemizdeki siyah sarkıt avizenin yaydığı sarı ışıkla yarışıyordu ancak aslında burası bulunduğum en karanlık noktaydı. Yabancı tabağındaki yemeğin tamamını yedikten sonra kalktı. Yukarı dikilen gözlerim ben görmesini istiyordu ama o suratıma bile bakmadan annesini selamladı ve gitti.

Masada yalnız kaldığım Nivera'nın dudaklarında memnun bir ifade vardı. Pudra rengi, inci işlemeli elbisesinin içinde oturmaya devam ederken, dudaklarına üç beş kez dokundurduğu peçeteyi nihayet yüzüme bakarak buruşturdu ve tabağına bıraktı.

"Böyledir." Arkasına yaslandı, tek el hareketiyle yardımcısını yanımızdan gönderdi. Onu yeni tanımama rağmen biliyordum; yalnız kalmamızın bir sebebi vardı. "Başına buyruk, ele avuca gelmez..." Bacaklarından birini diğerinin üzerine attı, havada kalan bacağını hafifçe sallarken, gözleri parıldıyordu. "... ama saygılı. Bugüne dek bir tek saygısızlığını görmedim. Yani... bana karşı."

Ayağa kalktım. Niyetim gitmekti ama "Ne münasebet?" diyerek beni durdurmayı başardı. Ona anlamayan gözlerle baktığımda, beni tepeden tırnağa süzdüğünü fark ettim.

"Benden müsaade almadan masadan ayrılamazsın, küçük hanım."

Gözlerimi kapattım, sakin kalmak için tekrar açtığımda, başarılı sayılmazdım. "Ne sebeple?"

"Bunu soruyor musun? Sana bu cesaret veren karnında taşıdığın mı? Yoksa boynunda taşıdığın mı?"

Sorusu karşısındaki şaşkınlığımı gizleyemedim. En nihayetinde bu bebeği torunu sanıyordu ve böyle bahsetmesi içimi soğutmuştu.

Ayağa kalktı, parmak uçları masada gezinirken, bir kez daha inceledi beni. "Kraliçelik ünvanını aldın ancak o bebeği kollarına almadan asla bir kraliçe olarak nitelendirilemezsin. Bunu unutma." Ona vereceğim karşılığı ağzıma tıkarak devam etti. "Melina da bir bebek taşıyordu. Ne yazık ki gerçek bir kraliçe olamadan bizlere veda etti. Aniden."

Kaşlarım belki de hayatımda ilk kez bu kadar çatılıyordu. Bir anne nasıl olur da oğlunun ölen karısından ve torunundan başka bir kadının gözünü korkutmak için böyle basitçe bahsedebilirdi?

"Ne söylediğinizin farkında değilsiniz. Sizin bayan Nivera, ağzınızdan çıkanı kulağınız duymuyor."

"Küstahlığına hemen bir son vermezsen, Brakta sabahın ilk ışıklarıyla burada olacak. Senin için."

Mantığım bir an için öfkemden sıyrılabildiğinde, bu akşam Brakta'nın adını ikinci defa boşuna anmadığını fark ettim. Bildiği bir şeyler vardı; yer altı mahzesi ve orada çektiğim acı gibi...

"Siz..." Göğsüm zap edilemez bir öfkeyle şişti. "Gerçekten çok tehlikelisiniz. Şükür ki Perla size benzememiş."

Keyifsizce gülümsedi. "Elbette bana benzeme şerefine nail olamaz. Onu ben doğurmadım." Başını kaldırdı ve böbürlenerek "Ben yalnızca bir lider doğurdum." dedi. "Gerçek ve yenilmez bir lider."

Duyduğum gerçek beni şaşırttı ancak hüzünle gülümsememe engel olamadı. "Yenilmez mi... Gerçekten oğlunuzun yenildiğini görmediniz mi?" Tavrı hayır, der gibiydi. Şaşırmadım. "Siz onun annesisiniz. Karısını ve bebeğini kaybettiğinde, ölümüne mağlup olduğunu nasıl görmezsini?"

Masada gezinen parmaklarını açıldı ve bir tokat olarak indi ahşap yüzeye. "Sen kim olarak beni sorgularsın? Haddini bil."

Bir adım geri gitmem ona karşılık vermeyeceğim anlamına gelmiyordu. Dış kapının açılma sesi duyulmasaydı ona gerçek bir karşılık vermek üzereydim.

"Rozelin, dışarı gel. Konuşacağız."

Biran'ı görmeyi beklemiyordum. Beni duymuştu, bana hesap sormak için çağırıyordu. Onul yenilmezliğine laf etmek, üstelik bunu annesinin önünde yapmak lideri öfkelendirmiş olmalıydı. Yine de kendisinden önce beni yanına çağırdığı için Nivera'nın suratındaki buzdan ifade parçalar ayrılırken, göğsüm yavaşça indi. Gülümsemeyi önceden tasarlamamıştım. Birkaç adım geri gittim ve dizlerimi kırarak alaycı bir referans yaptım. "İzninizle kraliçe."

Verandaya çıktığımda, Biran oradaydı. Bir şekilde neretini kusmasını dinlemeliydim. Sonra da ona derdimi açmanın bir yolunu bulmalıydım.

"Ben, kötü bir niyetle söyleme-"

"Takip et."

Adımları evin arkasına doğru ilerledi, peşindene gitmem gerektiğini biliyordum. Öyle yaptım. Koyu kızıl hava bizi neredeyse birer siluetten ibaret kılmıştı. Bir süre yalnızca adımlarımızın ve soluklarımızın sesi duyuldu. Çok soğuktu, üzerimde ince bir elbiseden başkası yoktu. Beni çağırmasını beklemiyordum, sadece bu yüzden değil ama üzerime bir şey almak en son düşüneceğim detaydı. Evin arkasına ulaştığımızda durdu. Döndü ve siyah kotuyla örtülmüş kalçasını korkuluklara yasladı. Tıpkı benim gibi soğuğa karşı üstten iki düğmesi açık siyah gömleğiyle başbaşaydı. Benim aksime üşüyor gibi görünmüyordu. Dudaklarına götürene kadar elinde sigara olduğunu fark edememiştim. Yavaşça yaktı ve dumanını kızıl geceye doğru üfledi. Sigaranın kokusu ormanın mistik kokusuyla bütünleşirken, nereden başlamam gerektiğini kestiremiyordum.

"Anlat."

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. İdrak etmekte zorlandım. Ancak gerçek tüm çıplaklığıyla önümde duruyordu ki; beni yanına yalnızca dinlemek için çağırmıştı.

Parmaklarım birbirini buldu. Ona aklıma ilk geleni söyledim. "Bir rüya gördüm."

Sigarası halen dudaklarının arasındayken, başını yukarı kaldırıp kasvetli gökyüzüne baktı. "Nasıl bir rüya?"

"Lenoran da olduğum bir rüya..." Ürperdiğimi hissettim. Devam etmenin bir yolu olmalıydı.

"Anlat." dedi, yeniden. Yolu buydu.

"O da oradaydı. Temur..." Yanmaya başlayan gözlerimi kapattım. İçim vahşi bir kedinin tırnaklarıyla tırmalanıyordu. Dilimdeki rüya ruhumda onulmaz yaralar açıyordu. "Ben... Kardeşimin sesini duydum."

Başını indirdi, bana hizaladı ve algılarımı şoke edecek o soruyu sordu. "Gülnur'un mu?"

Nereden bildiğini sormadım. Haftalar önce bodrumda fotoğrafımı çekerken, kardeşimi gördüğümü sanıp adını anmıştım. Bu sadece bir kez olmuştu ve duyduğundan emin olamamıştım. Duymuştu... Ve duymakla kalmamıştı.

"Evet."

Safir mavileri gecenin kızıllığı ile harmanlanıyordu. Sakalları ise gecenin bizzat kendisiydi. Karışık, karanlık ve yola gelmez.

"Nasıl gördüğün söyle."

Yalnız bunu duymak bile dişlerimin sıkılmaktan kırılmasına yeterdi. Gerçekten görmüş müydüm? Başımı iki yana salladım. Yadsıyamazdım. Gerçekten görmüştüm.

"Temur'un elindeydi. O adam... Bana elini uzattı ve beni kardeşime götüreceğini söyledi." Gözlerim ihtimallerin doğurduğu acıyla puslandı. "Evime dönmemi söyledi."

"Evinin İzmir de olduğunu söylemiştin."

"Doğruyu söyledim."

"O halde kardeşin evindedir."

Başım önüme düştü. "Ben de bir zamanlar evimdeydim." Ona korktuğumu söylemek istedim. Nasıl kıvrandığımı bilmesini istedim. Şimdiye kadar ona söylediğim her şey için özür dileyip, bana kardeşiminden haber getirmesi için yalvarmak istedim. Ona, benden ne isterse yapacağımı söylemek istedim.

Çenemde can bulan dokunuşu başımı yukarı kaldırırken, aramızdaki mesafeyi tüketecek bir adım attı. Şimdi tıpkı annesinin söylediği gibi güçlü ve yenilmez görünüyordu. Oysa yenildiğini söylediğim için bana kızacağını düşünmüştüm.

Gözümden akan bir damla yaş yanağıma doğru öyle hızlı indi ki, gözyaşımın yabancının parmaklarına dokunmak için yanıp tutuştuğunu düşündüm.

Bakışları bakışlarıma kenetlenirken, "Sen bir rüya için ağlayacak bir kız değilsin." dedi. "Ben de küçük bir çocuğu kaderine terk edecek bir adam değilim."

Kelimeleri birer yağmur olup aramızdaki ateşe yağmaya başladığında, gözümden akan yeni bir damla daha yolculuğuna onun karakteristik parmaklarında son verdi.

"Kardeşin eğer ülkemdeyse bulacağım. Aksi bir ihtimal değil. Eğer Gülnur buradaysa, o da evinden koparılmışsa, yeri senin yanın olacak. Söz."


🖤

SİZE DAHA ÖNCE KIZIL GECE'nin parçasından bahsetmiştim. Çok sevdiğim ve hikayemiz için sahiplenmek istediğim bir parça. Youtube da o parçaya beğenileri izi bırakıp yorumlarda birbirinizi bulursanız bence oraya RozBir'in izini bırakacağız.
Sermest/ Kayıp

Gelecek bölümde görüşmek üzere.

🖤🖤🖤

Continue Reading

You'll Also Like

31.6K 401 23
Zehra ile yolları ayrılan Emir, kendini kabus gibi bir ortamda bulur. Acımasız kadınların elinde oyuncağa döner ve tek isteği bu kabustan uyanıp eski...
292K 25.5K 46
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
13.9K 1.6K 90
Hayallerinize sınır koymayın ! Kendini yazarak anlatan, hayallerini artık zihnine sığdıramayarak satırlara döken yazarlarım için elimden geldiğince h...
47K 1.3K 76
İşini ailesi gibi gören bi psikolog ve sinirlenince kimseyi tanımayan mafya aşka inanmayan adama aşkı öğreten kadın💖 Ateş ❤️ Ezgi