𝑴𝒐𝒏𝒐 𝑵𝒐 𝑨𝒘𝒂𝒓𝒆 / Mi...

By blueflower_s

45.1K 6.9K 6.4K

Jisung renkleri olmayan hayatına birkaç damla renk istiyordu. Ve o gün hayatına giren o adam, hayatını değil... More

Başlangıç
Renklerin sesi - Bölüm 1
Kader değil benim resmimdi karşımdaki-Bölüm 2
Ve renkler akmaya başladı - Bölüm 3
Zamana göre değişen kader - Bölüm 4
Uçurumun kenarındaki camdan çocuk - Bölüm 5
Solmuş kalpte açan renksiz çiçekler - Bölüm 6
Sarı sayfaların kesilmiş satırları - Bölüm 7
Okyanusun derinliklerindeki hayaller - Bölüm 8
Sessiz cehennemin aralık kapıları - Bölüm 9
Ben ve avucumdaki paslanmış anılar - Bölüm 10
Yanlış yol doğru seçim - Bölüm 11
Çalan şarkının isimsiz melodileri - Bölüm 12
Düğümlenmiş kaderi yaralı ellerle açmaya çalışmak - Bölüm 13
Çiçekle birlikte açan sahte sevgi - Bölüm 14
Hayatsız insanların elindeki hayat kalemi - BöLüm 15
Kovalanırken taşa takılıp düşen değersiz zamanlar - Bölüm 16
Başlangıcın ortasına bırakılmış anlamsız sonlar - Bölüm 17
Kendini iyi sanan şeytan anılar - Bölüm 18
Acının tatlı tebessümü - Bölüm 19
Gülümseyen yüzün hıçkıran kalbi - Bölün20
Gömdüğüm yerden tekrar doğan hayat darbesi - Bölüm 21 (Part 2)
Kadere inanıp yolunu bulamayan geleceğin umudu - Bölüm 22
Ben gittim ama kalbim seninle kaldı - Bölüm 23
Yıllar sonra kapıları açılan kafes - Bölüm 24
Cesed kokan satırlar - Bölüm 25
Final

Gidenin ardında kalan kanayan yara - Bölüm 21 (Part 1)

948 175 67
By blueflower_s

Merhaba bebeklerim, uzun bir ara oldu değil mi? Sınavlar yüzünden bir türlü vakit bulamadım. Bu yüzden hemen bölüme geçeceğim ama ondan önce bir duyurum var.

Geçen bölüm söylediğim gibi, okuyucu sayımız artmış ama vote ve yorumlarlar çok fazla düşmüş. Bu yüzden sınır koymam gerektiğini düşünüyorum.

Vote +70, yorum +60.

İyi okumalar.

Bölüm şarkısı: Armada - Penantian

Renklere âşık bir çocuk olarak doğmuşken, renklerin nefreti olan evimin sahipleri annem ve babam bana bu yaşıma kadar Ne olmak istiyorsan ol, biz her zaman yanındayız dediklerinde bile o her zamanın arkasında kapalı bir kapı bırakmışlardı. Ne olmak istiyorsan ol ama renklere yaklaşma dediklerinde bahçeden bulduğum yarım kalmış kutudaki boyaya elimi daldırıp duvara sürmeye çalıştığımda söylemişlerdi. Uzak dur! Yaklaşma! Eline alma!

Saçma sapan bahanelerle yıllarca gözlerimi renklere, resimlere kör etmek istemişlerdi. Onların inadına ben sürekli gizli bir şekilde çizdiğim resimleri saklıyor ve seferinde bir aptal gibi sakladığım yerden bulmalarını ruhsuzca izliyordum. Kaç resmim gözlerimin önünde yırtılıp parçalanmıştı, kaç kutu boyalarım yerle bir edilmişti veya kaç fırçam hiç acınılmadan ortadan iki bölünmüştü hatırlamıyordum bile. Annemin ağlayarak ordan oraya savurduğu anlamsızca çizilmiş tablolarımın dili olup konuşsaydı acaba ne söylerdi o kadar çok merak ediyordum ki.

Yıllarca gizlice çizdiğim resimleri her bitişimden sonra karşısına geçip oturur, saatlerce ağlardım. Haykıramadıklarımı, söyleyip de yuttuklarımı gözyaşlarımla resimlere anlatırdım. Zaman geçmişti. Resimlerim değişmişti. Duygularım değişmişti. Düşüncelerim, zihnim değişmişti. En önemlisiyse kalbim değişmişti. Mesela artık ağlamıyordum. Resim çizmek istediğimde dışarıya çıkmıyor veya herhangi bir eski ev bulup duvarlarını boyamıyordum. Artık huzur bulduğum eve gelip istediğim gibi rahat bir şekilde çiziyordum. Ben huzuru bulmuştum. Ben aşkı, aşkın bana getirdiği binbir renge sahip olan o adamı bulmuştum.

Huzurlu geçen günlerimin arkasındaki gerçeğin tek nedeni oydu, biliyordum. Gözlerine her baktığımda hissettiğim huzurun tarifi yoktu. Ama nedense bugün uykudan uyandığımdan beri kalbimde yeşeren endişenin, huzursuzluğun sebebini bilmiyordum. Bir şeyleri kaçırıyordum, görmüyordum ve bunu beni çok korkutuyordu. 

Sabah Minho hyung bugün telefonlarına cevap veremezsem endişelenmemle ilgili kısa bir mesaj atmıştı. Açıkçası en son böyle yaptığında günlerce benden kaçmıştı ve belki de şu anki korkum bunun tekrar olmasıydı. Geri aramak istemiştim ama karşılaşacağım şeyin ne olduğunu bilmediğim için elim bir türlü geri ara tuşuna gitmemişti.

Şimdi omzumda çantam, kafamı önüme eğmiş düşünceli bir şekilde eve yürürken her saniye içime dolan korku beni iyice boğmaya başlamıştı. Gün boyunca derslere odaklanamamış, çocukları görmezden gelmiştim. Hatta bir an öyle bir bunalmıştım ki sonunda anlamsızca Beomgyu ile kavga etmiş en sonda dudağıma yediğim yumrukla daha fazla okulda kalamayacağımı anlayarak çantamı koluma astığım gibi okuldan kaçmıştım. Arkamdan ismimi bağıran çocukların, yüzüme pişmanlıkla bakan Beomgyu'yu bir anlık görmezden gelerek onları geride bırakmıştım.

Okuldan çıkalı saatler olmuştu ama ayaklarım bir türlü beni aklımdaki o eve götürememişti. Gerçekten korkuyordum. Gidip de göreceğim şeylerden, gidip de duyacağım şeylerden deli gibi korkuyordum.

Bir anda soğuyan hava yüzünden titrerken, derin bir iç çekip önümdeki küçük taşa tekme attım. Tam bu sırada çalan telefonum gözlerimi devirmeme neden olsa da cebime sıkıştırdığım telefonu elime aldım. Okuldan çıktıktan sonra sürekli arayan Changbin'ler olduğunun düşüncesiyle hemen kapatma tuşuna basacaktım ama ekranda gördüğüm isimle olduğum yerde durmuştum.

Soobin hyung arıyor...

Hyungun beni araması gayet normaldı çünkü ara sıra konuşuyorduk ama ekranda ismini görür görmez içimdeki huzursuzluk iyice artmıştı. Sesli bir iç çekip aramayı cevapladığımda sebepsizce içimden dualar ediyordum.

"Efendim hyung?"

"Jisung neredesin?"

Telaşlı sesi ve bir anda selamsız konuya girmesi kaşlarımın çatılmasına neden olunca "Eve gidiyorum hyung. Bir şey mi oldu?" diye sorduğumda elim ayağım çoktan buz kesmişti. Ne olduğunu bilmiyordum ama kesinlikle bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım.

"Biz çocuklarla Minho'nun evine geldik. Açıkçası her yıl bugün onu yalnız bırakıyorduk ama bu yıl sen hayatında olduğu için bazı şeylerin değişeceğini düşündük. Şimdi Minho'nun evinin önündeyiz içeriden sesler geliyor. Kapıyı çalsak da açmıyor. Seni aramak dışında aklıma bir şey gelmiyor."

"Hyung bugün ne günü ki?"

Her saniye kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatırken aynı zamanda boğazıma sarılan görünmez ellerin sıkıca yüzünden nefessiz kalmış gibiydim. Omuzlarıma çöken ağırlığın etkisiyle her an dizlerimin üzerine çökecektim sanki.

"Bilmiyor musun? Bugün Minho'nun babasının ölüm yıl dönümü."

Ölüm yıl dönümü.

Sesler.

Bugün bana ulaşamazsan endişelenme.

Bir anda zihnimde bomba gibi patlayan kelimeler tüm ruhumu, aklımı darmadağın etmişti. Dizlerimdeki son gücün de kaybolmasıyla birlikte dizlerimin üzerine düştüğümde Soobin hyung bir şeyler söylemeye devam ediyordu. Kalbime saplanan acı o kadar fazlaydı ki ağzımı açıp tek kelime söyleyecek halim kalmamıştı.

Konuşmam lazımdı. İçeri girmelerini söylemem gerekiyordu ama lanet olsun ki korku tüm organlarımı felç etmişti.

"Jisung? Jisung orada mısın? İyi misin?"

"Hyung," demiştim kendimi sıkarak. Tükeniyordum. Bir şeyler yapman gerek Jisung. Kendine gelmen gerek. "Hyung ne olur hemen eve girin. İçeri girdiğinizde görecekleriniz sizi korkuta bilir ama lütfen hemen eve girin. Ben de geliyorum."

Gözlerimden akan yaşları umursamadan son bir güçlü zorlukla ayağa kalktığımda ilerideki taksi durağına ayağımı sürüklüyordum. Lütfen ona bir şey olmasın. Lütfen.

"Jisung ne diyorsun? Ne göreceğiz? Endişelendiriyorsun beni. Ne oluyor?"

"Hyung kapının yanında küçük bir sepet ve onun içinde dergiler var. Dergilerin altına bak. Orada anahtar var onu alıp hemen içeri geçin. Ne olur çabuk olun ben hemen geliyorum." dediğimde zorlukla taksiye binip adresi vermiştim. Halimi gören taksici yolcu koltuğuna bıraktığı açılmamış suyun kapağını açıp bana uzattığında titreyen elimi uzatarak suyu almış, kısık sesle teşekkür etmiştim.

"Tamam. Tamam Jisung. Sadece içeri girdiğimizde ne göreceğimizi bana söyler misin? Polis veya ambulansı aramamız gerekiyor mu?"

Sesinden az çok ne demek istediğimi anladığını hissetmiştim. Gözlerimi kapatıp kafamı taksinin koltuğuna yasladığımda "Hayır, sadece siz girin. Başkasını görürse daha büyük tepkiler gösterebilir. Bu yüzden, lütfen onu korkutmadan sakince girin." demiştim son gücümle ve telefonu kapatıp dizimin üzerine bırakmıştım. Ve o ansa zihnimden dakikalardır silinmeyen ses bir kez daha çınlamıştı.

Babamın ölüm yıldönümünde kendimi kaybedip istemeyeceğim şeyler yapıyorum. 

***

Uzun süre kanayan yara bile kapanmak istediğinde dururdu. Tarifi olmayan duyguların yoluna çıkan bir zamanlar elleri körelmiş kalbin karşısında durmak mı en zoruydu, yoksa durmak istemene rağmen bir adım geri çekilip olacaklara göz yummak mıydı korkaklık?

Güzel şeyler duymak isteyen ruhun kapısı her çalındığında hevesle açılıp hayalkırıklığıyla yüz yüze geldikten sonra tamamen kilitleyip anahtarı kalbindeki boşlukta gömmüştü. Benim kapılarımsa uzun zaman sonra gerçek anlamdı açılmış ama benim iznim olmadan kapanmaya başlıyordu. Hissediyordum. Görüyordum. Bu daha başlangıçtı. Bu daha yolun ilk adımıydı.

O taksiden nasıl inip kendimi deli gibi binaya attığımı dahi hatırlamıyordum. Aklımı öyle kaybetmiştim ki asansörün önünden hızlıca geçip bunca katı merdivenlerle çıkmıştım. Şimdi kapının önünde durmuş ne bir adım ileriye gide biliyor, ne de bir adım geriye adımlıyorken içeriden gelen küçük bir ses muhtaç kalmış durumdaydım. Elimin altındaki tamamen kapanmamış kapının kolunu kendime çekmemle tek adımda içeri girebilecekken, ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi. Ruhum çekiliyordu her saniye. Ve içeriden küçük bir ses dahi gelmiyordu.

Faydasızca geçirdiğim saniyeler celladın elindeki keskin alet gibi ruhuma batıyordu. Burada durmanın ne içerdekilere, ne de bana bir şey kazandırmayacağı gerçeği sert bir şekilde bana çarptığında derin bir nefes alıp kapıyı kendime çekerek içeri adımladım. Tamamen ruhsuzluktu. Bu eve attığım ilk adımın ardından beni sarıp sarmalayan ev sıcaklığı yok olmuştu sanki. Sanki...Sanki mezarlıktı. Evet, mezarlık kadar soğuktu.

Dişlerimi birbirine iyice sıkıp ayağımdaki ayakkabını ayağımdan sökermişçesine çıkarıp kenara attığımda korkak adımlarla salona doğru yürümeye başladım. Bu sırada kafamı eğip mutfağa baktığımda her yer her yerdeydi sanki. Tüm tabaklar, bardaklar, çatal, bıçak. Her şey her yerdeydi. Ve en önemlisiyse kırılan tabakların üzerinde uzaktan bile net bir şekilde görünen kan izleri vardı.

O an dişlerimi öyle bir sıkmıştı ki hepsi kırılıp içime dökülecekti sanki. Kaskatı kesilen vücudumu zorlayıp salona ilerlediğimde kapının önünde çaresizce oturan kişilerle göz göze gelmiştim. Gözyaşları durmadan akan Soobin hyung çaresiz bir şekilde yere yığılmış yüzüme bakarken, bakışlarımı onun yanında oturup ondan farksız olmayan diğer kişilere çevirdim. Yeonjun hyung, Jeahyun hyung, Wooyoung hyung. Dağılmışlardı ve en önemlisiyse o kadar çaresiz gözüküyorlardı ki ağızlarını açsalar ilk söyleyecekleri şey Yardım et olacaktı.

"Biz...Biz bir şey yapamadık. Yapmak istediğimizde daha kötü oldu. Çok korkunçtu. Çok kötüydü. Ne olur Jisung, bir şey yap. Kan kaybından ölecek."

Soobin hyung bir yandan ağlayıp bir yandan konuşmaya çalıştığı için arada duraksıyor, derin nefesler alıyor öyle devam ediyordu. Diğerleriyse ağızlarına mühür vurulmuş gibi bir şey söylemiyorlardı.

Göreceklerimi az çok bildiğim için kafamı sallayarak tüm korkumu bir kenara bırakıp tamamen içeri girdim. Mutfaktan bir farkı olmayan salon öyle harabe bir durumdaydı ki bana huzur veren yerin burası mı olduğunu düşünmeden edememiştim. Boyalar, tablolar, fırçalar hatta cam kırıkları. Ve en kötüsüyse duvarın bir köşesine sinmiş bir adam.

Kafasını duvara yaslamış alnından akan kanı umursamadan boş gözlerle ileriye doğru bakıyordu. Elleri mahvolmuştu. O kadar çok yara vardı ki dokunmaya kıyamadığım elleri yok olmuştu sanki. 

Bu nasıl bir duyguydu böyle? Onun bu hallerine alışmış birisi değil miydim ben? Peki niye sanki ilk kez görüyormuşum gibi acıdan mahvoluyordum? Gözlerime batan gözyaşlarım sanki benden izin istiyormuş gibi her an akmaya hazırda bekliyordu ama ben onlara izin vermeden olmasa bile tüm irademi kullanarak sakin adımlarla yanına yaklaştım. Bu sırada ayağımın altında kalan kırık fırçalar, camlar etime batıyordu ama kendi acımı düşünecek durumda değildim.

Diğerlerinin bakışları sırtımı delerken, titreyen vücudumu sıkarak karşısında onunla göz göze gelecek kadar eğilmiştim. Bakışlarım ilk önce alnından yanağına doğru akan kana kaydığında bugün hava serin olduğu için giyindiğim ince kazağı soyunarak elime almıştım. Gözleri hâlâ boşluktayken ona dokunursam nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordum, bu yüzden temkinli olmaya çalışarak "Hyung," diye mırıldandım. "Bana bak, ben geldim."

İlk başta tepkisiz kalmaya devam etti ama sonradan sanki sesim ona yeni ulaşmış gibi irkilip gözlerini gözlerime çevirdiğinde "Koca göz." diye mırıldanmıştı kırık bir sesle. O kadar acı dolu bir duyguyla bakyordu ki gözlerime kendimi daha fazla tutamadım. Gözyaşlarıma engel olamadım ama onu da rahatlatmam gerektiğini bildiğim için yaşlı gözlerle gülümsedim. 

"Benim. Yarana bakmama izin verir misin?"

Hiçbir şey söylemeden gözlerime bakmaya devam ettiğinde yaşlar daha fazla akmaya devam ediyordu. Yara bere olan elini kaldırıp yanağıma yaslayıp yaşları sildiğinde "Bak, ama ağlama." demişti sakince. O kadar sakindi ki bağırıp çağırsa bu denli korkmazdım belki de. Titreyen elimi kaldırıp önce yanağını sildim, daha sonra kazağı alnındaki dikiş atılması gereken yaraya bastırdım.

"Alnına dikiş atılmak zorunda. Ben yapabilsem yaparım ama yardım çağırmama izin ver olur mu? Hastahaneye gitmeyeceğini biliyorum, bu yüzden birilerini çağıralım olur mu? Lütfen."

Titremem her saniye daha fazla artarken onu toplamaya çalşırken kendim dağılıyordum. Arkadan birilerinin hıçkırma sesi geliyordu ki büyük ihtimal Soobin hyungtu. Minho hyung böyle durumda insanların karşısına çıkmaz, çıksa bile öyle iyi rol yapardı ki kimse anlamazdı. Onlar da bu durama ilk kez şahit oldukları için mi yoksa şimdiye kadar görmedikleri için mi bu kadar mahvolmuşlardı bilmiyorum ama her iki şekilde de onların yerinde olmak istemezdim.

Minho hyung yanağımdaki elini çekip sırtıma yasladığında beni biraz daha kendine çekmişti. Burnunu saçlarıma yaslayıp kokumu derince içine çektiğinde ağzımdan kaçan hıçkırığın önüne geçememiştim. Kendi ferah kokusuna karışan kan kokusu o kadar acıydı ki her bir zerrem parçalara ayrılıyordu sanki. Bir elim hâlâ alnında sıkıca yaraya bastırılmış şekilde duruyor, diğer elimse arkadan sarıp gömleğini ellerimin arasında sıkıştırmıştım.

"Çağır. Kimi istiyorsan çağır ama ağlama. Nefes almak zorken sen de ağlayarak tüm nefesimi kesme Jisung."

Bir şey söylemeden kafamı salladığımda bakışlarımı yerde oturan arkadaşlarına çevirdim. Gözlerimi bir kere açıp kapadığım an yerinden hemen kalkan Yeonjun hyung koridora çıkıp birilerini ararken, diğerleri de kendini zorlayarak ayağa kalkmış, ortalığı toplamaya başlamışlardı. Bugün burada herkes dağılmıştı. Bugün herkes gerçeklerin yüzlerine çarpmasıyla kaybolmuştu.

Kollarımın arasındaki adam yüzünü boynuma yaslamış derin nefesler alırken tamamen dünyadan kopmuş gibiydi. Ev toparlanıp Yeonjun hyungla birlikte elinde çanta ile birlikte giren adam sakinliğini koruyarak bize yaklaştığında aslında sakinliğinin ardındaki nedenin içeri girmeden önce Yeonjun hyungun onu sıkı sıkı tembihlediğini görebiliyordum.

Simayca Yeonjun hyunga çok benzeyen adam benden izin istermiş gibi gülümsediğinde çok uzaklaşmadan elimi aşağı indirmiş, yarasına bakmasına izin vermiştim. İlk başta yaraya bakan adam kafasını sallayıp çantasını açıp gerekli şeyleri çıkartmadan önce eldivenini giyinince hyungun belindeki kolumun baskısını biraz daha artırdım.

Alnına dokunan yabancı elin ardından bir an irkilse de yüzümü kulağına yaklaştırıp sakinleşmesini için kendimce bir şeyler mırıldanıyordum. Zaman geçiyor, dakikalar geride kalıyordu. İlk önce alnı, daha sonra diğer yaraları güzelce tedavi edildikten sonra önce kendimi daha sonra onu kaldırarak diğerlerine bir şey söylemeden odasına doğru yürüttüm. Diğerlerinin gitmeyeceğini biliyordum. Bugünün ardındaki saklı kalan hikayeni ilk önce benden duymak istediklerini biliyordum.

Ama ondan önce yanında olmam gereken bir adam vardı. Odaya girip onu yatağa oturttuğumda dolabına gidip temiz kıyafetleri elime alıp yanına yaklaştım. Eskiden olsa utançtan yerin dibine girerdim ama şu an o duygu hissedeceğim son duygu olmayacağı bir andaydım. Bu yüzden ilk kanlı gömleğini daha sonra üzeri boya ve kana bulanmış pantolonunu çıkartıp temizini giyindirip yatağa yatırtdım. Onun ardından hemen ben girip onu kollarımın arasına aldığımda vakit kaybetmeden yüzünü göğsüme saklamış, çok geçmeden hıçkırarak uykuya dalmıştı.

Bir adam düşünün. Güldüğünde dünyaları sana veriyordu. Sana dokunduğunda, onu hissettiğinde o kadar değerli hissediyordun ki bu dünyada en mutlu senmişsin gibi kocaman gülümsüyordun.

Bir adam düşünün. Acısı o kadar büyüktü ki kendine zarar veriyordu. Saklanmaya çalışırken tek bir kişiye sobe oluyordu. Bu kişi onu her bulduğunda daha fazla acı çekiyordu.

Ve o adam şimdi onu bulan kişinin kollarında, benim gözyaşlarımın sebebi olacak kadar acı çekip, ağlayarak uykuya dalıyordu.

Seviliyorsunuz.

Continue Reading

You'll Also Like

480 64 6
'Neden sürekli özür diliyorsun felix?'
39.7K 5.7K 20
⤷⋆ᵐⁱⁿˢᵘⁿᵍ İki genç polisten biri, diğerine karşı kabul etmesi imkansız duygular beslemeye başlar.
149K 6.2K 34
ʜᴇʀ şᴇʏ ꜱᴀʟᴀᴋ ᴋᴀʀᴅᴇşɪᴍɪɴ ʏᴀʟᴀɴıʏʟᴀ ʙᴀşʟᴀᴅı... ꜱɪᴢ: ᴅᴇʟɪᴋᴀɴʟıʏꜱᴀɴ ᴋᴏɴᴜᴍ ᴀᴛᴀʀꜱıɴ!
287K 11.4K 76
Ailesinden kalma küçük ve güzel pastanesiyle ilgilendiği sırada rastgele bir mafyadan gelen mesaj ile dalga geçip uğraşan bir kızın hikayesi