YARALI HAYALLER (+18)

By ElisyaRoyal

6.4M 276K 237K

Nüket Kozcu, kendi halinde üvey annesinin yaptıklarından hoşnutsuz bir üniversite öğrencisidir. Bir gece bara... More

YARALI HAYALLER / GİRİŞ
YH • 1 | KARŞILAŞMA
YH • 2 | DÜŞÜŞ
YH • 3 | UFAKLIK
YH • 4 | KÜTÜPHANE
YH • 5 | BENİMLE YAN
YH • 6 |CEHENNEMİN ANA KAPISI
YH • 7 | UNUTMANIN KOZASI
YH • 8 | BEBEK
YH • 9 | TAKIM ELBİSELİ PİSLİK
YH • 10 | SARHOŞLUĞU DİLERKEN
YH • 11 | TUTKUNUN RENGİ
YH • 12 | KARMAŞIK DUYGULAR
YH • 13 | RUHU YAKAN KELİMELER
YH • 14 | FİLM GECESİ
YH • 15 | PLATONİK VAKA
YH • 16 | KIRIK KALP
YH • 17 | GÜL VE ŞARAP
YH • 18 | HODRİ MEYDAN
YH • 19 | ÖPÜCÜK
YH • 20 | KADER AĞLARI
YH • 21 | GÖLGELER
YH • 22 | UYANAN TUTKU
YH • 23 | HİÇ KİMSE
YH • 24 | YALANIN GÖLGESİ
YH • 25 | DUYGULARIN ÇIĞLIĞI
YH • 26 | SAHTE MASAL
YH • 27 | İLK ÖPÜCÜK
YH • 28 | KIRMIZI
YH • 29 | PARAMPARÇA
YH • 30 | CAMDAN KALP
YH • 31 | MEDCEZİR
YH • 32 | CENNETİN ATEŞİ
YH • 33 | GÜL KEFENİ
YH • 34 | YILDIZIN NABZI
YH • 35 | RUH İKİZİ
YH • 36 | İSİMSİZ KADINLAR
YH • 37 | HAYALLER VE UMUTLAR DEVRİLİRKEN
YH • 39 | GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
YH • 40 | GÜZEL GEÇMİŞE ÇEKİLEN PERDE
YH • 41 | UĞULTULAR
YH • 42 | ALABORA
YH • 43 | HATA
YH • 44 | ANILAR MUMYALAŞSA
YH • 45 | GÖĞÜSTE TAŞINAN BOMBOŞ KALP
YH • 46 | "BAŞROL"
YH • 47 "DÜŞ ÖLÜMÜ"
YH • 48 | YANSIMALAR
YH • 49 | SIRTLAN
YH • 50 | YÜZLEŞİLEN KARANLIK
YH • 51 | YARALI YILDIZ
YH • 52 | PANDORA
YH • 53 | TEK BİR GECE
YH • 54 | KIRMIZI KUM SAATİ

YH • 38 | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER

113K 5.4K 8.1K
By ElisyaRoyal

LÜTFEN OKUYUN!

UYARI | Bakın benim için çok özel sayılan bölümlerden biri, bu yüzden kitabın eski okurlarından rica ediyorum, spoi vermeyin ve yeni okurlara ip ucu sayılacak ufak sözler de yazmayın. Töhmet altında bırakmamak adına bazı eski okurlarım elbette ip ucu sayılacak yorumlar ya da spoi yorumlar yapmıyor, onlardan söz etmiyorum ki onlar kendini biliyordur.

Ama bir takım eski takipçiler istemeden de olsa ufak ip ucu bırakıyor yenilere ve ben inanılmaz rahatsız oluyorum. Size göre basit sayılan sözcükler, kitabın heyecanını söndürüyor. Yeniler bir sonraki bölümde ne olacağını tahmin edebiliyor neredeyse. Unutmayın siz bu bölümü okuyorsunuz ama arkanızdan daha başkaları da gelip okuyor ve verilen açık ip uçlarına göre yorum yapıyorlar. Ve spoi verenlerin yorumlarına doluşuyorlar. Rica ediyorum benim için zorlaştırmayın bu işi ve emeğimi çöp hâline getirmeyin.

Keyifli okumalar, umarım beğendiğiniz bir bölüm olur.

Bu bölüm YH'nin en uzun bölümü oldu, bol yorum ve vote verin mutlaka 🍷♥

Bölüm şarkıları;

Murat Dalkılıç • Lüzumsuz Savaş

Maran Marangöz • Aşık Oldum Ben Sana

SİMGEMİZ BURAYA 🍷🥀

38. BÖLÜM | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER

Bitirmek istemiyorum ama aslında benim sürdürdüğüm bu şey, hiç başlanmamış bir şeydi; bitirmek mümkün değildi.

Yağmur taneleri, şehre ıslak bir elbise dokumaya devam ediyordu.

Gözlerim önümde zar zor ilerleyen trafikteydi, önümüzdeki otobüs göğün gümüşsü ışığına karışmış karanlığın altında bir an duraksadı, birkaç yolcuyu indirdi ve birkaç yolcuyu içine yuttu. Kapıları tıslamayla kapandı ve ilerdeki tünele doğru ağır ağır ilerledi.

Sessizlik gökyüzüne örtülen siyah peçe gibi, arabanın içine ince bir kumaş gibi serilmişti ama her şeyi örtememişti; kafamın içinde kımıldayan düşünceleri.

Sokak lambaları vurduğu yeri boyarken evdeki son halimiz geldi aklıma. Savaş'la evden çıkalı yarım saat oluyordu. Yaptığı yemek gerçekten onun da dediği gibi güzel olmuştu, bu adamın yapıp da beceremediği bir şey var mı diye merak etmekten kendimi alamamıştım. Sonra yemek masasında bile uzun uzun sohbet etmiştik; onunla konuşmak, durmadan konuşmak, hiç kesmeden konuşmak istemiştim. O masada konuşurken onu dinlerken, bize ayrılan süreye yaklaştıkça derimin altında atan kalp sıkışıyordu.

Benim peri masalım buraya kadardı, artık rüyadan uyanma zamanı gelmişti...

Keşke oluru olsaydı, keşke Savaş bu kadar katı olmasaydı. Ben onun tam tersiydim, zamanı gelince anne de olmak istiyordum birinin karısı olmayı da. Aile kuramı içinde geleneksel hayatın kaldırımlarında ele ele yürüyeceğimiz, kalbimizin birbiri için attığı bir eş de istiyordum. Savaş bunları bana veremeyeceği gibi kendi de istediğim gibi olamaz. Bana kalbinde yer açmayı bile reddediyordu.

Savaş, "Nüket, niye sessizleştin?" diye sorduğunda ışıklandırılmış tünele girmiştik.

Camdan dışarıyı izleyen huzurdan soyulmuş bakışlarım, onun yolda olan yüzüne çevrildi. Omzumun birini kaldırıp indirdim. "Sen de sessizsin," diye yanıt verdim.

Kahverengi gözleri, içinde sert, vurgun rüzgârların yetiştiği kahverengi bir orman gibiydi; üşütüyordu. "Evet ama benim sessizliğim kafamın karışık olmasından dolayı," diyen sesi huzursuz çıkıyordu, omzunun üzerinden bana dikkatle baktı. "Senin yüzünden."

Somurtkan ağzına, katılaşan çenesine bakarken, "Nasıl yani?" diye sordum. "Senin kafanı mı karıştırıyorum? Bundan habersizdim, bu ikinci oluyor sanırım."

"Evde hiç olmadığı kadar konuştun, şimdiyse bir daha hiç konuşmayacakmış gibi sessizsin," dedi, sesinin satır aralarında gizlice dolanan rahatsızlığı duyabiliyordum.

Boş boş bakıp, "En çok hangisi rahatsız etti seni, Savaş?" diye sordum. "Devamlı konuşmam mı, sürekli sessizliğim mi?"

Savaş, omzunun üzerinden bana baktı. "Aslını istersen her ikisi de," diye yanıt verdi. Kaşlarım çatıldı. "Her iki durumdaki halin de kafa karıştırıcı geldi bana. Sanki sen... Sen değil gibisin."

"Neden?" Önümde karınca sürüsü gibi ilerleyen trafiğe baktım.

"Aslında bu faili meçhul bilgi gibi," dedi, sesindeki ton duman gibi kıvrılıp algıma kaydı. "Sadece bir his, öyle hissettim."

Rahat bir pozisyon için emniyet kemerimi biraz serbestleştirip Savaş'ın koluna girdim, başımı ona yasladım, parmak uçlarım kol kaslarını usulca okşarken şaşırdığını hissettim. Ona hiç kendiliğimden isteyerek sarılmadığımı, sarılamadığımı, o sarılırken aslında mesafe koyduğumu o an fark etmek beni de şaşırttı. Savaş'ın rahatsız olacağını düşünerek çekinmiştim, kendimden ne çok şey vermiştim ve ne kadar azına razı olmuştum.

"Ben, benim," dedim, kendi kelimelerim dikenli tellerle örülmüş gibi boğazıma battı. Sonra sesimin tenine yakın geçmişte yaşadığım başka bir hayal kırıklığımı harf harf dizdim: "Babama takıldım... Çok bekledim ama benim doğum günüm olduğunu hatırlamadı."

Savaş, kırmızı ışıkta durdu ve dikiz aynasından gözlerimin içine baktı. "Demek garip davranışlarının ardındaki asıl sebep bu," diye mırıldandı. Sesinde anlam veremediğim ikinci bir ifade, evsiz kalmış bir adam gibi dolaşıyordu. Sert çenesini başımın üzerine bastırıp okşadı, işte beni çenesiyle okşayan adamdı o. "Babandan bugün bir kutlama bekliyor muydun?"

Geçmişe dalmış gözlerle, "Aslında hayır, çünkü babam üç senedir benim doğum günümü unutur," dedim, geçmişten dökülen külleri yutmuşum gibi bir sesle. "Ama geçen sene unuttuğu için üzgün olduğunu söylemişti." Ciğerlerimdeki hava boşalmış gibi derin bir nefes aldım. "Bu sene muhtemelen unuttuğunu da hatırlamaz, çünkü yeni doğacak çocuğu için fazlasıyla heyecanlı hissediyor."

Savaş, bana hâlâ dikkatli bir şekilde bakmaya devam ederken, "Eğer uzun süredir kutlamıyorsa, alışmaya başladığın ve şimdiden ne olacağını bilecek kadar kabullendiğin için bu seni çokta üzmemiş olmalı," dedi, sesi sakindi. Öyleydi, hayal kırıklığımın varlığı kalbimi büküp eğecek kadar büyük ve ağır değildi. Yine de beklemiştim. "Bu da bizi başta konuştuğumuz meseleye tekrar döndürüyor, davranışlarının arkasındaki neden baban değil, Nüket."

Söyledikleri gün boyu, saat saat yaşadığım acının kalbine çivi gibi saplandı, damarlarımdan buz gibi suyun geçtiğini hissettim. Bedenimdeki gücün boşaldığını hissederken, beni yığılmaktan alıkoyan tek şey, o sırada Savaş'a yaslandığım gerçeğiydi. Kalbime çivi gibi çakılan kelimeler yerinden bir milim kıpırdamadı. Duygularımı gizlemek, aklımdan geçen düşüncelerin cesetleri yüzümün kıyılarına vurmasın diye açıkça çaba harcamak zorunda kaldım.

Onun kaçırmadığı ayrıntıyla yüzleşmeye hazır olmadığımdan, sessiz kalıp arabanın ön camının üzerine dökülen yağmur suyunu ve bu ıslak birikintiyi sertçe süpüren silecekleri gereğinden fazla izledim. Savaş'ın hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan gözlerini hâlâ üzerimde hissedebiliyordum. "Bugün 20 Şubat, benim doğum günüm," dedim, dudaklarımdaki kuruluğu gidermek için yavaşça yaladım. "Bir yaş daha aldım, artık 20 yaşındayım. Ruh halimin değişik olduğunu kabul ediyorum ama bu büyüme sancısından kaynaklı olmalı." Bugün 19 yaşımı geride bırakırken, günün anlam ve önemini belirten bir takvim yaprağını söküp atmak gibi olmayacaktı, içimden bir ruh, tenimden bir adam sökülecekti. "Kafana söyle karışmayı bıraksın, bu gece sonlanıp mekandan çıktığımızda senin sağlam kafana ihtiyacımız olacak."

Savaş inanmış gibi sessiz kaldı, hoş inanmadıysa da bana hiçbir şey demedi. Gözlerinde hangi ifadeyi taşıdığına bakmak için kolundan yavaşça çıkıp sırtımı gergince koltuğuma yasladım. Bakışları yolda olduğu için gözlerinde ne gezindiğini bilemedim.

Savaş, bir sokağa sapınca, "Bu gece sarhoş olmanı istemiyorum," dedi, sesi ciddiydi.

Kaşlarım derince çatılıp arası santim santim çukurlaştı, bana karışmasını istemiyordum. "Sarhoş olmaya niyet ettiğim falan yok," dedim. "Aynı zamanda sarhoş olmamaya da."

"Yani sarhoş olabilirim mi demek istiyorsun?" diye sorduğunda, şaşırdığını hissettim. "Seni birlikte olduğumuz gece dışında hiç sarhoş görmedim, sarhoş olmaya istekli de görmedim."

Başımı cama çevirip dışarı bakmayı hedeflerken, gerginliği yüzünde tökezleyen yansımamla göz göze geldik. "Birlikte olduğumuz gece..." diye mırıldandım ağır ağır. "O geceyi doğru düzgün hatırlamıyorum bile."

Yüzünü buruşturdu. "Fark eder mi?"

Kim ilk gecesini hatırlamak istemez ki?

"Eder diye düşünüyorum, büyük kayıp olduğunu düşünmüşümdür hep," diye mırıldandım. Gözlerimi yansımamdan ayırıp geceye beyaz meşale gibi dikilen sokak lambalarına baktım. O gece, sanki yaşanmış ama dile gelmemesi gereken bir sırmış gibi uzun süredir konuşulmamış, bahsi de açılmamıştı. "Bizi bir araya getiren şeyin içkinin verdiği sarhoşluk olduğunu bilmek garip hissettiriyor."

"Ya da sana tavsiye ettiğim gibi daha dürüst olmayı seçersen, aslında daha doğrusunun bu şekilde bir araya gelmemizin ağrına gidiyor olduğunu da itiraf edebilirsin."

Sesinde adını koyamadığım şey, başımı tutup aniden Savaş'a döndürdü, yüzünde hiçbir ifade yoktu. Dikiz aynasından mevsim kahverengisi gözlerine baktım, yola odaklanmış görünen gözlerindeki bir şey alev alıp canlanmıştı. Ona bakarken huzursuz oldum, "Öyle demedim," diye açıklama ihtiyacı hissettim. "Sadece hatırlamak isterdim."

Açıkça, "Bazı şeylerin denilmesi için konuşulmasına gerek yoktur," dedi, sesi buzdalabında bekleyen su gibi soğumuş, içimi üşütmüştü. Aramıza sessizlik kadar, uzaklık da girmişti. Gözleri dikiz aynasına yöneldi ve aynanın yüzeyinde göz göze geldik. "Herneyse, istediğin kadar eğlen ama sarhoş olmamaya dikkat et."

Niye bazı şeyleri geçiştiriyordu, anlamıyordum. O da benim gibi bir şeylerden mi kaçıyordu?

İç geçirdim, "Keşke bu gece seninle birlikte eğlenebilseydim," dedim, ona aldırmadan. "Belki dans ederdik."

"Bu konuda ciddiyim."

"Tamam," dedim, sırf onunla tehlikeli meselelerde konuşmamak için konuyu uzatmamayı tercih ederek, zaten benim sarhoş olmak gibi bir isteğim de yoktu.

Olmamalıydım, bu gece değil.

Mekâna yaklaşırken, içerde insanların kalp ritmini ve nabzını artıran, ortamı hareketlendiren müziğin telaşlı ritmini ordaymışım gibi biliyordum. Yağmurun yağış hızı yavaşlamıştı, çiseliyordu. Emniyet kemerini çözdüm. Savaş arabayı mekânın ışıklarının üzerini örttüğü taş alanda durdurunca, kapıyı açtım ve açtığım anda soğuğun arıları iğnelerini çıkarıp yüzüme ruhsuzca sapladı. Savaş inmişti, oturduğum yolcu koltuğundan yavaşça ayrılınca, Savaş'ın boşalttığı yeri alan havada anahtarı ustaca yakalayan vale oldu.

Yağmur ve toprak, birbirinin içine şehvetle uzanmış bir kadın ve erkeğin teni gibi iç içe geçmiş, toprağın anlık gebeliğini yarıp fırlayan müthiş yağmurla ıslanan toprağın kokusu, kalbimin penceresinden süzülüp karanlık köşelerini bir nebze ferahlatmış, serinletmişti.

"Hangimiz önden gidiyoruz," diye sordum, Savaş bana cevap vermek yerine ceketinin yakalarını kaldırıp ensesine korunak yaparak doğrudan mekânın önümüze uzanan beton zemininde ilerledi. Bu pek onun tarzı değildi, neye bozulmuştu şimdi? Neyse ne şu an sırası değildi, bunu daha sonra düşünülecekler köşeme ekledim. Aramızda belli bir aralık bırakarak peşinden gittim, yağmur taneleri saçlarıma tutunduğu için ıslanan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. İçeriye düşen kendinden emin adımlarının ardından giden adımlarım onunkinin aksine zorlayıcıydı.

Mekâna girdiğim anda, tenimi üşüten soğuk kollarını sıyırmıştı benden, vücudum gevşedi. İçerisi normal sıcaklıktan daha sıcaktı ve içki kokusu direkt burnuma çarpıyordu. Saçlarımı geriye ittirdim, Savaş'ı gözden kaybetmiştim. Aren'in her zaman durduğu yere baktım ama ne Aren, ne Savaş orda değildi.

Derin bir nefes alıp arkadaşlarımın nerde toplandığını anlamak için bakınırken, ilerlemeye devam ediyordum. Mekandaki kalabalığın sesi, martı sürüsünün sesi gibi geliyordu kulağıma. Sonunda onları duvar kenarında cam bir masanın etrafında toplanmış hâlde gördüm. Beren, Serhat, Işıl, Ceyla ve Ceylan'ın takıldığı yeni çocuk... Çok neşeli oldukları durduğum uzaklıktan bile seçiliyordu, aramızdaki ten duvarlarını aşarak onlara doğru ilerledim.

Masaya yaklaştığım sırada, uzaktan seçemediğim Mete'yi görmek beni şaşırttı. Duraksadım. Gözlerim direkt onun buraya davet edenin yakın arkadaşım olduğunu bilerek Beren'e kayınca, o hiç bozuntuya vermeden ayağa kalkarak aramızdaki mesafeyi sıfırlayıp, "Hoş geldin," dedi ve bana sıkıca sarıldı.

"Hiç öyle haberim yok diyen masum kız numarası yapma, yemem. Onun ne işi var burda?" diye sordum kulağına doğru. Savaş'ta burdaydı, sanki derdim yokmuş gibi bir de buna gerilecektim. "Geçen sefer bu meseleyi halletmiştik, çöpçatanlık işini bırakacaktın."

Benden yavaşça ayrıldı, sesimde tehditkar bir ton hakimdi ama aldırmadı bile, bıyık altı gülüşünü yakalamak beni rahatsız etti. "Hayır, halletmemiştik. İnanır mısın tüm çöpçatanlığım üzerimde," dedi, tıpkı yaramaz çocuklar gibi. Hevesle ekledi. "Kabuğunu bu gece kır, o şans verilecek biri."

Yüzümü buruşturdum. "Sinir bozucusun tıpkı..." abin gibi diyemeden tam zamanında yapacağım gafın önüne geçerek sesimi kesip dilimi ısırdım. "Her neyse, tüm çaban boşuna çünkü düşündüğün gibi bir şey olmayacak, Beren."

"Bugün senin doğum günün kızım, sadece eğlenmene bak," dedi amaçsızca. "Bugün çok güzel olacak."

"Bundan şüpheliyim," dedim, tabii olarak arkadaşım aldırış etmeden beni elimden tuttuğu gibi masaya çekiştirip Mete'nin karşısına oturttu. Sanki tuhaf bir anmış ve bunu Mete'de hissetmiş gibi gergince gülümseyerek, "Selam Nüket," dedi.

"Selam," diye karşılık verirken, ben de onun gibi gerildim. Böyle şeylere gerçekten alışık değildim, erkeği bırak yeni tanıştığım kızlarla bile hemen kaynaşıp samimi olamayan, zamana ihtiyacı olan biriydim ben.

İnsanlara hemen güvenemeyen biriydim.

Herkesle ayrı ayrı selamlaştıktan sonra, sandalyemi çekip oturdum. Ceyla, tıpkı kendisi gibi kolları dövmelerle kaplı olan bir çocukla gelmişti. Bu hafta fakültede birkaç kez onları bir arada görmüştük fakat Ceyla onu hiç yanımıza getirmemişti. Beren nedenini sorduğunda omuz silkip sadece biraz takıldığını, bir süre sonra biteceğini söylemişti bize. Ceyla'da garip biçimde Savaş'ın düşünce yapısı vardı, tıpkı onun gibi duygular yoluyla bağlanmayı reddediyordu. Savaş'ın kadın versiyonu desem hiç abartmış olmazdım.

Ceyla, "Adı Erhan, güzel sanatlar bölümünde okuyor," diyerek bizi tanıştırdığında, o âna kadar Erhan'la aynı fakültede okuduğumuzu bile bilmiyordum.

Erhan, elini kaldırıp avuç içini göstererek, "Selam millet," dedi, bileğindeki güneş dövmesi bir tek benim dikkatimi çekmiş olamazdı.

Beren, kulağıma eğilip, "Dövmelerin dizilişine bak çok hoş," diye fısıldadı. Kıkırdadı. "Umarım bizim Ceyla'nın dağınık dövmelerini yola koyar."

Ben de aynı şekilde fısıltıyla, "Ceyla duymasın, seni şu masada kıtır kıtır doğrar," diye karşılık verdim. Yüzüme düşen saç telini geriye ittim. "O birinin, özellikle bir erkeğin tarzına burnunu sokmasına izin vermez, yanına da yaklaştırmaz."

Beren, "Doğru diyorsun, zavallı çocuk," diye mırıldandı. "Nasıl biriyle çık- ha şey çıkmak değil takıldığını bilmiyor."

Ceyla, sanki hissetmiş gibi bakışlarını bize çevirdi. "Niye içimden bir ses, siz ikinizin hakkımda konuştuğunu söylüyor?"

Beren, "İçindeki sesin radarları pek keskinmiş," dedi, dudağı alayla bükülmüştü. Rahat bir tonda ekledi. "Evet konuşuyoruz, konuşuyorsak ne olmuş?"

Ceyla sırıtıp, "Hiçbir şey," dediğinde, Erhan kolunu onun omzuna atmıştı.

Masanın diğer köşesindeki Işıl, "E Nüket, yeni yaşından beklentilerin neler?" diye konuşma başlattı. Sesi heyecanlıydı, o zaten her zaman her durumda heyecanlı heyecanlı konuşan tiplerdendi.

Omuz silktim. "Herhalde hayat beklentilerim üzerinden ilerlemeyecek," dedim boş bir sesle. Bana bugün sorulmaması gereken bir soruydu, tek beklentim bu geceden sağ çıkabilmek sonra kendimi hızla toplayabilmekti. "O yüzden hayal kırıklığı listem olmasın diye, beklenti listesi yapma zahmetine girmiyorum."

Ceyla, "Aman relax ol, Nüket'im," dedi, bana sesli bir öpücük atarken. "Hayat bildiği gibi gelsin, bize koyar mı be."

Işıl, "Tüm çakralarım ardına kadar açık, hissediyorum Nüket," dediğinde, bakışlarım ve benimle birlikte masadaki bütün bakışlar onu buldu. Hepimiz yine ne yumurtlayacağını merak ederek tuhaf tuhaf ona baktık. Gözlerini usulca kapattı, derin bir nefes aldı. "Bu günden sonra hayatın değişecek, yalnız... hem iyi hem de kötü yönde değişimler olabilir bunlar."

Ben biraz şaşırarak, "O zaman umalım da iyi yönde değişecek olsun," diye mırıldanırken, Beren, "Şunu bugün yapma bari," diye kızdı Işıl'a.

Ceyla, "Ailemizin ikiz alevi," diye dalga geçti. Işıl'a arada ikiz alev diye seslendiğimiz olurdu.

Işıl, "Hiç dalga geçmeyin," diye sitem etti. Hararetle konuşuyordu. "Onun hayatı öyle bir değişecek ki, sonunda bana hak vereceksiniz."

Işıl, uzun uzun beni süzdü, baştan ayağı bir şeyin beni sardığını hissettim. "Aslında söylemeyeceğim söylemeyeceğim dedim ama sen biraz, nasıl desem... endişelisin," dedi, gözlerimin içine bakarak. "Üstelik enerjin çok düşük sanki bir şeyi çok istemiş de başaramamışsın ve başarısızlığı da kabul aşamasındasın gibi gibi ama..."

Sustu ve gözlerimin içine baktı.

Beren, "Off Işıl, insanın içini bayma. Söyleyecek güzel şeylerin yoksa, susma zerafetini göster, lütfen," diye kızmaya devam etti. "Bugün Nüket'in doğum günü." Kolunu koruma içgüdüsüyle omzuma atıp beni kollarının arasına aldı, yanağını yanağıma bastırıp, "Ayrıca canım arkadaşımın isteyip de başaramadığı hiçbir şey yok," diye ekledi.

Yok mu? En yakın arkadaşın kelimenin tam anlamıyla çuvalladı, arkadaşım.

Işıl, "Sustum," diye homurdanıp ağzına görünmez bir fermuar çekerken, sanki daha başka bir şeyler görüyormuş da söylemiyormuş gibi dikkatli gözleri hâlâ benim üzerimdeydi.

Aslında Işıl'ın hisleri çok kuvvetliydi, dediğine göre bu özellik ona annesinden geçmiş ve ona da anneannesinden geçen bir zincir halkasına dayanıyordu. Işıl, garip bir şekilde 'ikiz alev' denilen, ezelden birleşen erkek ve kadın ruhlarını aynı frekansta bir araya getiriyordu. Böyle bir durumda tuhaf ve garip biçimde frekansı asla bozulmayacak şekilde kim kiminle anlaşabilir tarzında tahminler yürütüyor hatta onları bir araya getirip gerçek bir çift yaptığı bile olmuştu. Çok yapmasa da, bunu sadece onların yüzlerine bakarak anlıyordu. Dediğine göre ikiz alevini bulursan, huzurlu ve mutlu çiftin diğer kişisi olurmuşsun.

Diğer yandan özellikleri bununla da sınırlı değildi; içinde bulunduğumuz durumu hissediyordu. Hiç unutmam, bir gün kafeteryada oturduğumuz sırada aynı bölümde okuduğumuz kızın biri kalacak yurt bulamamaktan yakınıyordu, Işıl ona dert etmemesini çünkü kaderinde zaten bu şehirde okumanın olmadığını söylemişti. Ve bunu söylerken ağzına rahat bir tavırla kek parçasını atıyordu, sanki kekin hoş olduğundan bahsediyordu. Hepimiz gülüp geçmiştik fakat gerçekten üç hafta sonra kız amcasının onu yanına çağırması üzerine İstanbul'dan ayrılmıştı.

İşte bu yüzden Işıl'dan çekindim ve gözlerimi ondan kaçırdım...

Biraz dolu, fazlaca boş muhabbettin birbirini takip ettiği saniyelerde, Beren, arkamı işaret ederek, "Doğum günü pastan geliyor," dedi, son kelimeyi uzatarak. Getiren sırıtarak gelen Aren'di, bordo rengi 'Benimle yatağa gir bebek' baskılı tişörtünün üzerine geçirdiği önü açık gömlek her iki yanından geriye salınıyordu. Gömleğinin kapalı olmamasının nedeni açıktı, herhalde kadınlarla konuşarak falan vakit kaybetmiyordu niyeti olana mesajı kıyafetten veriyordu. Cidden ve galiba o bebeklerde bununla yatağa giriyordu.

Hafif yana çekilince hemen arkasında her adımında içime hisler eken Savaş'ı görmek, kalbimi kayalıkların altında kalmış gibi bir anlığına durdurmuştu. Hiç konuşmamıştık fakat açıkçası pasta keserken onun da yanımda olmasını hiç beklemiyordum. Bugün bana yaptığı bir başka bir jestti bu.

Aren, masaya bakıp, "Selam gençlik!" diye bağırdı. "Pastan geldi, on dokuz," dediğindeyse,bakışlarım mecburen onda, bütün dikkatim hâlâ Savaştaydı. Aren masaya bakıp yüzünü buruşturdu ve sadece benim duyacağım biçimde, "Bu bölge, buram buram on dokuz kokuyor be," diye ekledi.

"Bunu sesli söylemediğin için şanslısın, on dokuz yaşındaki kızları küçümsediğini duysa, seni şuracıkta boğazlayacak birileri var masada, haberin olsun."

Aslında bu sözlerle Ceyla'nın çok kullandığı, 'aletini koparıp ağzına veririm' ifadesini yumuşatmıştım.

"Ovv ne korktum be, buram buram kokan on dokuzluk ortamdan daha kötü bir şey varsa, o da on dokuzlarla kavga etmektir," dedi tiksinircesine. "Uyardığın iyi oldu, 19."

"Ben artık 20 oldum yalnız," dedim, sesimi yükselterek. "Bana on dokuz demeye devam mı edeceksin?"

Başını omzuna yatırıp, "Benim için hep 19 kalacaksın," dedi hüzünlenmiş numarası çeken bir sesle. Sonra masadikelere dönüp, "Haydi millet, küçük kızımız mum üflüyor," diye ekleyip herkesi ayağa kaldırdı. "Pastada tam 20 mum var..."

"Ne?" Hepimiz bu sese irkildik. Aren'in sözünü kesen ne diye bağıran, bizim Işıl'dan başkası değildi. "Kaç mum var dedin sen?"

Aren, onun paniklemiş tavrına tip tip bakıp, "20?" diye tekrarladı.

Işıl, yerini terk edip masanın etrafını dolaşıp benim ve Aren'in arasına girdi. Şey... aslında Aren'i kenara ittirmiş de olabilirdi. "20 olmaz, o çift sayı," dedi heyecanla. Mumlardan birini çekip aldı. "Tam 19 olacak ya da hiç olmayacak." Bana bakıp gizemli bir sesle, "Aslında doğum günlerinde mum üflemek büyük, korkunç uğursuzluklar getirir," diye ekledi, kendi doğum gününde mumları tek tek kaldırdığını, sadece pastayı kestiğimizi o zaman hatırladım. "Nüket, diğer mumları da alayım ben, ne dersin?"

Aren, ona tip tip bakıp, "Bu kafadan çatlak da kim be?" diye homurdandı.

Işıl ona döndü, Aren'e analiz edermiş gibi baştan ayağı bakıp başını olumsuzca salladı. "Negatif enerji yaydığın yetmiyormuş gibi..." İştahla nıç nıçladı. "...cahillik de diz boyu."

Kendisine büyük bir hakaret yapılmış gibi, "Negatif mi?" diye sordu Aren inanamayarak. Bunun kendisine söylenecek en son söz olduğunu düşündüğü açıktı ki, doğrusu ben de Aren gibi düşünüyordum. "Bak kızım, mumları alamazsın. Doğum günlerinin olayı budur; tatlı pasta, üzerine dikilen mumlar ve üflenecek ateş olması."

Işıl, ellerini beline yerleştirdi. Allah yardımcımız olsun, işte bu hareket tarzı inandıkları uğruna ateşli bir tartışmaya gireceğinin en bariz göstergesiydi. Beren arkamda kaldığı için yüzünü görmüyordum ama şimdiden büyük bir kahkaha patlattığını duymuştum.

Işıl, "Birincisi, ben senin kızın değilim," dedi, öfkeli bir sesle. Gözlerim karşımdaki Ceyla'ya kaydı, yüzünde büyük bir gülüşle eğlenerek izlediği belli oluyordu. "Ve ikincisi uğursuz şey, günümüzde bile pasta keserken mum üflemeyen birçok insan var."

Aren'in yüzündeki ifade... Allah'ım...kahkahayı basmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

"O birçok insan bunu yapıyor çünkü?"

Işıl, ona bir kuş beyinliye bakarmış gibi baktı. "Çünkü mum üflemenin şeytandan geldiğine, onun sevdiğine ve insanların kalbine ilham edenin o olduğuna inanılır."

Aren yüzünü buruşturup, "Olamaz, sen şu batıl inançlı şeylerdensin yani," dedi memnuniyetsizce. "Olumlamacı, enerji takıntılı ve uğurlu şeylerden oluşma, bermuda şeytan üçgeninin dibinde yaşayanlardan."

Ceyla ordan, "Vuhhuuu," diye tezavrat yapıp, "Bu ikisini aynı WhatsApp grubuna alıp kendimi de o gruba atasım var," dedi, işi iyice eğlenceye dökerek.

Savaş, sessizliğini bozup buranın kural koyucusu gibi araya girdi, ne de olsa bizim aramızdaki kuralları da belirleyen o olmuştu. "Yeter artık, siz ikiniz kızın doğum gününü daha fazla mundar etmeden çekilin hemen," derken, Aren'i kolundan çekip uzaklaştırmıştı. Sonra Işıl'a bakıp bakışıyla yerine geçmesini işaret ederek, "Sen de kendi yerine küçük amazon, marş marş," diye ekledi.

Işıl, sinirin köpürdüğü gözlerini bu kez Savaş'a dikince, ben de araya girme zorunluluğuyla, "Işıl, tamam çift sayılı 20 mum yok, haydi yerine geç," diyerek onu çekiştirdim, o da söylenerek geri çekildi.

Ve bir anda Savaş'la yüz yüze, göğüs göğüse gelince, hiç beklemediğim için gözlerim iri iri açıldı ve kokusu burnuma dolunca nefesim o an kesildi. Belki Beren hemen arkamda olduğu için bu kadar heyecan yapmıştım veya hiç arkadaşlarımın bulunduğu ortamda bu kadar yakın bulunmadığımız içindi, bilmiyorum. Neyseki Savaş akıl etmişti de kendini hemen benden ayırarak, durumun küçük bir kazadan ibaret olduğu izlenimini vermişti. Beren ve Ceyla'nın Işıl'la konuşmalarını duyabiliyordum. Benim bütün algım Savaş'a odaklanmıştı.

Savaş, "En iyisi şu mumları söndür de herkes rahatlasın," dedi, mekânın ışıkları saçlarına döküldükçe koyu renk gölgeler saçlarında ışıldıyordu.

"Evet, ben mumları söndüreyim," diye karşılık verdim, güzel gözlerinin içine bakarak.

Önüme dönüp sakin olmaya çalışarak masadakilere göz attım, her şey son derece normal görünüyordu. Dikkat çekmemiştik, içim bir nebze ferahlamıştı.

Savaş, kimseye çaktırmadan elini belime yerleştirip, "Görüyorsun ya bebeğim, kader bir türlü bizim uzak düşmemize izin vermiyor," dedi kulağıma, kalbim yerinden hoplamıştı. Sesindeki yakınlık onun bana dokunan teniymiş gibi tenimi yakıyordu. Sanki beni içinde düşünce barındıran bu kelimelerin boşluklarında eritmek istiyordu. Hazzı ışık gibi saçtığı bakışı, sıcak nefesi, belimdeki ölümcül teması dikkatimi dağıtmıştı ve ben bunu bilerek yaptığından adım kadar emindim. "Pastanı keserken, sana bu kadar yakın olmayı ben de beklemiyordum. Açıkçası sana bu kadar yakın olmaktan hiçbir şikayetim yok."

Ben ise bırak yanı başımda olmasını, aynı masada durmasını bile beklemiyordum. Bu düşüncemi kendime sakladım çünkü bir yanımda Savaş, diğer yanımda Beren varken rahat değildim; kendimi ateş hattının tam ortasında kalmış, ne yapacağını bilemeyen zavallı bir kedi gibi hissediyordum. Üstelik ilk defa Beren'den gizlemek bana bu kadar ağır geliyordu.

Beren sabırsızca, "Hadi Nüket, neyi bekliyorsun?" diye sordu. Ceyla, "Aynen ya, dilek tutta kazasız belasız partiliyelim artık," dedi hâlâ eğlenerek. Işıl ordan, "Dilek değil, niyet," diye düzeltti. Tepkisini gösteren Aren de, "Takıntılı uğur böceği konuştu," dedi alay ederek.

Bense, aptalcasına bir merakla dilek tutmanın ve niyet etmenin arasında nasıl bir fark olabileceğini düşünürken sadece, "Tamam," diyerek, aylar önce o ağaç dalının üzerinde pervasızca yaptığım isteği düzelten başka bir isteği zihnimden geçirdim ve yanmaktan yarılanan küçük mumları söndürdüm. Kalbim tohum gibi çatlayacaktı sanki. Işıl içime kurt düşürmüştü; kararan ipliklerinden ince duman halkaları yükselen mumlara bakarken acaba mumları üflediğim için hayatımda bir şeyler uğursuz gider mi diye düşünmeden edemedim, doğruluk payı ne kadardı bilmiyorum ama sonuçta herkes bu üfleme işini yapıyordu, değil mi?

Kimsenin de başına bir şey geldiğini hiç duymamıştım. Gerçi her yeni yaşta bir öncekinden ağır şeyler yaşayanlar vardı tabii ama bunun mum üflemekle ilgili olduğunu düşünmek garip kaçabilirdi.

Bir ara kaybolan Aren, elinde dijital bir foğraf makinasıyla tekrar çıkageldi ve fotoğraflarımızı çekmeye başladı.

Beren, doğum günümü kutladıktan sonra son yıllarda nostaljik hediye bölümüne giren, seksenler ve doksanların şekerleme ve çikolatalarının içinde bulunduğu büyük bir paket verdi. Ona bir keresinde bu kutudan istediğimi ve param olduğunda mutlaka alacağımı söylediğim için o da burdan hareketle yola çıkarak almış olmalıydı.

Nostaljik şeyleri seviyordum.

Serhat, hepsinin rengi kırmızı olan ve yine hepsinin üzerinde Nüket Kozcu yazan defter, kalem ve kupa bardaktan oluşan bir set hediye etti. Adımı ve soyadımı bir anda nesnelerin üzerinde görmek garip olduğu kadar hoştu da. Son zamanlarda Savaş'ın da etkisiyle kırmızı rengi sevmeye başlamıştım, Beren'de biliyordu sevdiğimi. Serhat'a hediyeleri kırmızı seçmesini söyleyen o olmalıydı, hatta hediyeyi seçen eminim oydu.

Ceyla, bana tuhaf yapay dövmeler hediye edince güldüm, "Ne?" dedi omuz silkerek. "Canın sıkıldıkça yapıştır, bir ay sonra rahat temiz oluyorsun, kızım."

Ceyla'nın yanındaki Erhan, "Kusura bakma, Nüket," dedi, rahat bir sesle. "Ben ansızın buraya getirildim, hediye almaya vaktim olmadı." Sonra arkasından pembe bir gül çıkarıp bana uzatırken göz kırptı. "Tabii bütün kızların güllerden hoşlandığını bende bilirim."

Tabii ki gülü görür görmez, aklıma direkt Savaş'la anılarımız geldi. Bana ilk kırmızı gül verdiği o an... Hemen yanımdaydı ve üzerine konuşamasak bile zihinlerimiz bir olmuşçasına aynı şeyleri düşündüğümüze adım gibi emindim.

Gülümsedim. "Teşekkür ederim ve hediye almamış olman önemli değil," dedim samimiyetle. Gerçekten önemli değildi, tanımadığım arkadaş bile olmadığım birinden hediye almak beni daha çok rahatsız ederdi. "Gelmen yeterli."

Ceyla, "Bana bile almamıştın," diye sataştı ona ve bu arada herkes onlara dikkat kesildi.

Beren, araya girip, "Çocuğu duymadın mı, Ceyla? Kızlar hoşlanır dedi," diye alay etti. "Sen kız mısın?"

Bizimkilerden mekandaki diğer tüm sesleri neredeyse bastıran bir kahkaha koptu.

Savaş, herkesin dikkatinin onlarda olduğu bu anı değelendirmekte gecikmedi, tıpkı ondan beklediğim gibi tepkisini ortaya koyarak, "Bırak şunun gülünü elinden, bir de göz kırpıyor, küçük yavşak. O gülü çöpe atmazsam şerefsizim," diye homurdandı. Kalbim ve nabız noktalarım zonklarken, ona bakmamaya uğraştım. "Sana benden başka kimse gül alamaz, biliyorsun, değil mi?"

İlk defa cesaretimi toplayarak, Savaş'a dönüp gözlerinin içine baktım. "Ben de öyle sanıyordum," dedim, şaşkınlığın gözlerine yağ gibi dağıldığını ve yağın altında kalan su gibi altta yüzen rahatsızlığını anında hissettim. Yüzlerimizin arasında küçük bir mesafe vardı; biraz yakınlaşsak dudaklarımız birbirini bulurdu. Önüme dönmeden önce, "Ömür boyu bana gül alan ilk erkek olarak kalmayacağını ikimiz de biliyoruz," diye eklerken, bana gül alan tek erkeğin Savaş Akduman olarak kalmasını istiyordum.

Arkadaşlarım hâlâ Ceyla ile uğraşırken, onların sesleri de mekandaki diğer sesler de paramparça oldu. Gözlerimi masaya diktim ve hüzün dolanan bakışlarımı tene saplanan bir bıçak gibi boş bir noktaya sapladım. Kafamın içi düşüncelerle dolu. Arkadaşlarımın içinde korkmadan onunla yan yana olmayı ve gerilmeden sevgilisi olarak kollarında olmayı isterdim.

O an, bir an öylece hayal ettim. Savaş Akduman'ın benim sevgilim olmasını.

Kendimden günden güne koparken, Savaş'ın açığa çıkmaması gereken kirli sırrıymışım gibi hissediyordum. Kendime içten bir savaş açmaktan geri duramamıştım; niye biz olmamıştık? Niye bana âşık olmasını başaramamıştım? Sıkıcı mıydım, beni sevmesi bu kadar zor muydu? İyi bir kariyerin yanında zenginliği de vardı, istediği her şeye sahipti olmaya da devam edeceği için mi ben yetersiz kalmıştım? Onun anılarında bir zamanlar kolay elde edilmiş bir kız olarak mı kalacaktım yalnızca?

Savaş, aniden kulağıma, "Kimden gül alırsan al, Ölüm Perisi," diye fısıldadı, sözleri içimdeki tüm hisleri bulandırırken. Dudaklarından dökülen nefesin ısısı kulağımın kıvrımlarına yuvalandı. Düşüncelerimin ayakları tek tek kafamın içindeki uçurumdan kayıp dibi boyladı. "Kimse benim sana hissettirdiğim o güzel şeyleri hissettiremez, kimse o güllere benim yüklediğim anlamları da yükleyemez."

Savaş bu kelimelerin ardından benden biraz uzaklaşırken hâlâ yanımda durmasına rağmen aramızda şehirler, ülkeler gibi büyük coğrafik sınırları sokmuş gibi hissettirmişti. Kafamı çevirip gözlerine bakmaya cesaret edemedim; bana baktığında kan gibi kırmızı bir tutkunun haşince dolaştığı o kahverengi bakışlarında donuk bir ifadenin yerini almış olmasından çekiniyordum. Sözlerinde haklıydı, yan yana düşmüş harflerin var ettiği haklılık payı ödümü koparıyordu. Her kelimesi kalbimi gerçeğin rengiyle boyamıştı, sanki sol göğsümün altında delice atan şey kalbim değil de, beni tüketip bitiren kanımı içen gerçekti.

Gerçeğin kalp atışları güçlenmeye devam ederken beni sevemediği her an, her dakika, her saat, her gün, her hafta, her ay için Savaş Akduman'a öfkelenerek, "Kimse kendimi senin kadar iyi hissettiremez," diye itiraf ettikten sonra, "Aynı anda senin kadar kötü de hissettiremez," demeyi istedim, o anda düşüncelerimin arasına girip dilimin ucundaki kelimelerin önüne bariyer olup beni durduran Mete'nin sesi oldu.

Mete'nin adımı ikinci defa söylemesiyle biriken öfkemi yutup başımı kaldırdım, bakışlarımı karşılayan bakışları bir an şaşkınlaşınca gözlerimin içindeki ifadeyi yavaşça yumuşattım, böylece onun da bakışları normale döndü. Yıldız Tilbe ve Cem Adrian'ın koleksiyonundan kendi sesinden CD hediye etmişti. Gülümsemeye çalışarak teşekkür ettim, hediyesini açtıktan sonra.

Işıl, tam da kendisinden beklenildiği gibi, "Sana şans getiren ayna aldım," dedi.

"Öyle mi? Peki bu aynanın özelliği ne?" Bu gece şansa ihtiyacım olacağını düşünerek, "Ne yapsam şans benimle olur?" diye sordum umutsuzluğumu çok da belli etmeyerek. Sorumun Savaş'ı şaşırtttığını duyumsayabiliyordum.

Aren, "Yok artık, 19," dedi, hayret ederek. "Bu çatlak uğur böceğinin söylediklerine inanıyor olamazsın, değil mi?"

Böyle şeylere elbette inanıyor değildim, o anki ruhsal durumum insanların gittiği normal yolların tükendiğine ikna olmuştu sanırım. Mucize istiyorum, ilahi bir mucize.

Işıl, ona dil çıkarıp, "Öküzler ve erkekler inanmazlar," deyince, yan yana düşmüş iki kelimenin anlamını anında çakan masadaki bütün erkeklerin bakışı otomatik bir şekilde onu buldu, haliyle Işıl, burdaki tek erkeğin o olmadığını kavradı, söylediğini düzeltemeyecek kadar utanınca da eli ayağı birbirine karışarak bana döndü. "Aslında aynalara çok bakılması iyi değil, bu aynayı özel yapan onu çevreleyen taşlar." Heyecandan hızlı hızlı konuşmuştu. İnce parmak uçları aynanın etrafında özenle gezdi. "Sabah akşam yalnızca birer defa saçlarını bu aynaya bakarak tara ve içinden ne olmasını istiyorsan ona niyet et."

Aren kahkaha patlatıp, "Tabii ki biz bundan, Pamuk Prensesin cadı annesinin dile gelen aynasının güncellendiğini anlıyoruz," diyerek gülmeye devam etti. Işıl'ın yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. "Böylece günümüzün teknolojik güncellemesine yetişebilen yüce ayna, anında dilekleri gerçekleştirebilecek."

"Onu rahat bırak, Aren," diye çıkıştım.

Işıl, ona manyakça bir bakış atıp, "Aptal," diye somurtup Aren'in gözlerinin içine bakarak, "Ben de senin için bir şeyler dileyeceğim, bu gece yatağına sağ salim girdiğinden emin ol," diyerek, kendi yerine geçti ve ben, Işıl'ın ela gözlerinden ateş çıktığına yemin edebilirdim.

Aren tabii ki onu biraz bile takmadan, "Sıra bende, on dokuz," dedi ve Savaş'ı kenara alırken, "Kanka, arada parazit yapma sen biraz şöyle kenara çekil," diyerek yanıma geldi. Bana siyah karton poşet uzatırken kulağıma doğru konuştu. "Yerinde olsam bu paketi şimdi açmazdım, tabii şimdi de açabilirsin ama senin gibi 19'dan henüz çıkmış bir kızın dünyasında bu hediye bir tür rezillik olarak algılanabilir." Biraz uzaklaştı, yüzünde beni şüpheye düşüren pis bir sırıtma vardı. "Psikolojinin tahribata uğramasını hiç istemem ya da belki isterim aslında, henüz karar vermedim ya."

Allah'ım, gözlerindeki o hınzır ifade... "O zaman açmayayım ben?" diye mırıldandım. Kim bilir ne pislik yapacaktı, Aren'e kesinlikle güvenmiyordum.

Savaş Akduman arsızdı ama Aren Karayel işte o tam bir ahlaksızdı.

"Yok, yok, istersen aç," dedi pis pis. "Aç da hep beraber eğlenelim."

Poşeti sanki içinde birazdan patlamaya hazır tehlikeli bir bomba varmışçasına kenara bırakıp, "Hayır, açmayacağım," dedim, kararlı ifademle. "Evde bakarım ne olduğuna."

Ceyla, "Meraklandım," dediğinde, Beren, "Hiç merak etmiyorum," dedi Aren'i çok iyi tanıyan biri olarak.

Işıl, "Aç, Nüket ya," dedi, benden daha sabırsız bir durumda, herhalde o da Aren'in ona yaptığı gibi onun hediyesiyle dalga geçmeyi umuyordu ama maalesef benim saf arkadaşım Işıl, Aren'in ahlaki sınırları olmadığından bihaberdi. "En fazla ne almış olabilir ki?"

Aren gözlerindeki aynı pis ifadeyle Işıl'a bakıp, "Ya, ya, değil mi?" diye, ona öpücük attı. "Bence de herkesler görmeli."

İşte o anda kesinlikle açmamam gerektiğinden iki kat emin oldum. İçinde her ne varsa yalnızca beni değil, arkadaşlarımı da utandıracaktı ve belli ki Işıl'ın yüzünde görmek istediği bir ifade vardı ve eğlenmeyi hevesle bekliyordu açık açık. Işıl bile geri adım attı, kızcağız ikinci defa ısrar edecek cesareti kendinde bulamadı. Eh, ikimiz de hemfikiriz en azından.

Savaş, "Kim bilir yine hangi boş işler peşindesin," diye homurdandı.

Aren ona döndü. "Aynen kanka, fazlasıyla boş işler... Birilerine ilham olacak işler, hadi yine iyisin sayemde."

Sözleriyle tam olarak şok geçirdim. Ne diyordu bu ya? Hem de herkesin içinde. Neyseki o an kimse son sözlerini işitmedi. Şu yüzündeki alaycı ifadeyi gerçekten parçalamak istiyordum artık.

İçimde huzursuzluğun hücreleri var.

Huzursuzluk... Camın diğer tarafında ruhunun diğer yarısını bekleyen bir kadındı. O bendim.

Huzursuzluk, bir erkeğin umutla kendisini sevmesini bekleyen bir kadındı. O bendim.

İki göğsümün arasındaki o vadide çiçekler açsa, huzursuzluk nehri kıtlığın uğradığı memleketler gibi kurusa...

Aren bizim için şampanya açmıştı, ardından votka getirmiş ve Savaş'la birlikte masadan uzaklaşmıştı. İkisinden de yarım bardak kadar içmiştim, çünkü bugün aklımın penceresinin önünü alkolün perdesiyle örtemezdim. Şimdiden alkole dayanıklı olmayan bünyem bir iki saatlik düşük bütçeli sarhoşluğa geçiş yapmıştı aslında. Benim aksime Beren, Ceyla ve Erhan kafalarını dağıtacak şekilde durmadan içiyorlardı, Serhat herkesi eve bırakacağı için sarhoş olmamaya karar verdi. Mete yalnızca bir bardak şampanya almıştı çünkü Aren ondan kafasını dağıtmamasını istemişti, çünkü bir buçuk saat sonra şarkı söyleyebilmesi için sahnenin onun için hazır olacağını söylemişti. Işıl, hiçbir türden alkolü tüketmezdi, ona göre alkol iyi enerjiyi kısıtlıyordu. Allah'ım kız kola bile içmezdi, bu yüzden Ceyla onunla tutucu diye alay eder fakat hislerine güvendiğini de kendine bir türlü itiraf edemezdi.

Mekânı canlandıran müziğin ritmi kulaklarımın içinden duyularımın damarlarına sızdı, gözlerimi kapatıp olduğum yerde hafifçe dans etmeye başlamıştım bile. Ceyla ve Beren aynı anda, "Haydi doğum günü kızı, uygun adım eğlenmeye! Marş, marş!" diye bağırdıklarında, Beren benim kolumdan, Ceyla Işıl'ın kolundan çekiştiriyordu. Beraber dans pistine gittik, birbirinin içine dolanmış yapay kırmızı-beyaz dumanlar zeminden başlayarak dizlerimizin üstüne kadar bizi canavar ağzı gibi yutmuştu. Mekânın tavanından üzerimize akan koyu renk ışıklar, bizi ikişer saniye aralıklarla lacivert, kırmızı ve ölgün griye boyarken kollarımız ve başımız havaya yükseldi, ışığın kaynağına ulaşmak ister gibi sıçrayıp duruyorduk. Bir an bizi havaya koyan, maceraya çağıran müzik olmasaydı, hepimizin nasıl da asalak gibi görüneceğimizi hayal edince kıkırdadım; kulaklarımı dolduran müzik suyunun basıncı yüzünden kendimi kendim bile duymadım...

Zıpladıkça saçlarım havalanıp sırtıma iniyordu, üzerimdeki siyah giysinin de aynı şekilde havalandığını tenimde hızla sürtündüğünü duyumsayabiliyordum. Göğüslerimin havalandıkça, topuklarımın tepindikçe, omuzlarımın kasıldıkça ardlarında bıraktığı buruk ağrı kabuğundan sıyrılan bir patatesin saniyeler geçtikçe kararması gibi koyulaşıyordu. Eğlence ve acının paralel çizgide gidişini yok saymaya çalışarak sadece eğlenceye odaklandım.

Şimdiden tenimde tomurcuklanmaya başlayan terin, bedenimin üzerinden kendine yollar açan çalışkan karıncalar gibi hızla kaydığını hissedebiliyordum. Müziğin sesi damarlarımı doldururken, birden arkamdan yanaşan bir bedenin karnıma kapanan elleri yüzünden irkilip durdum, yutkunurken o olduğunu elbette biliyordum. Nefesi boynuma aktıkça, midemden kasıklarıma doğru hislerin fokurdadığını duyumsadım ve ona dokunmak her zaman olduğu gibi delicesine bir muhtaçlığa dönüştü. Kendimi ona yasladım, elimi arkaya atıp ensesine yerleştirince dudakları yerini bulup tenimde sürtündü. Ondan uzanan içki ve sigara kokusunu alınca, her nereye kaybolduysa orda sigara içtiğini anladım. Aniden gelen unuttuğunu hatırlatan bir his kanıma karıştı, endişeyle gözlerimi açtım, arkadaşlarım yoktu. Etrafıma bakındım, nerde olduklarını da bilmiyordum. "Beren ve diğerleri nerde bilmiyorum, birisi görebilir," dedim, beyaz çarşafın kanla kirlendiği gibi birkaç dakikalık huzurumun kirlendiğini hissettim.

Savaş, başını boynumdan uzaklaştırıp dudaklarını başıma bastırıp öptü, başımdan aşağıya hisler yağdı. "Benimle eğlenmek istediğini söylediğini sanıyordum." Çenesini başımın tepesine koymadan önce kulağıma dokundu. "Evet arabada söylediğin buydu."

"Öyle söyledim biliyorum," dedim, ve Beren'e uyku hapı veren Savaş, şimdi neler yapmamıştır ki diye düşünmekten kendimi alamadım. Hem o da benim gibi kimseye görünmemizi istemezdi. "Görmezler mi?"

"Görmezler," dedi, sesi kendinden emindi. "İşte şimdi, anlamaya başlıyorsun."

Hüzünlü bir sesle, "Savaş, bugün benim doğum günüm," dedim, az önce kullandığım tonun aksine daha alçak ton kullanarak. "Bu gece yanımdan bir daha ayrılma, benimle kal." Ellerimden kayıp gitmeden önce, "Hep yanımda kal," diye ekledim ama yanıt vermediği için beni duymadığına yordum.

Yanağını yanağıma bastırdı. Etkilendiği belli olan bir sesle, "Çok güzelsin, Nüket," diye fısıldadı, parmakları karnımı yavaş ama yoğun bir tutkuyla okşarken. Parmak uçlarından tenime yığılan hislerin üzerine sesi ığıl ığıl içime aktı. "Canlı bir ateş gibisin; yakıyorsun."

Güldüm. Başımı taşımak bir an ağır geldi, göğsüne yaslayıp, "Ben ateşsem, sen alev alev yanan yangınsın Savaş Akduman," dedim, sesimi duydu mu bilmem, müzik kulak zarlarımızı patlatacak kadar yüksekti.

Omzumu öptü. "Belki öyledir, yangınımdır," dedi, yanaklarım bu net gerçek karşısında ısındı. "Belki seni ateşe çeviren benimdir, hep benimle ol, benimle kal diye."

Hep benimle ol, hep benimle kal.

Bu sözler kulağa gelecek gibi geliyor ama o anı yaşama taraftarıdır, beni de buna zorluyordu her zaman.

Onunla olup onunla mı kalayım istiyor? Bugün evinde onun da fark ettiği gibi evet ben bir gariptim ama Savaş da bir garipti. Benden normal şeyler yapmamız için ona yol gösterip rehberlik yapmamı istemişti. Ne kadar düşünürsem düşüneyim buna mantıklı bir yanıt bulamıyorum. Neden aniden böyle bir karar almıştı. Bana mesaj yüzünden demişti ama mesaj yüzünden demesinin bile büyük bir tersliği var; Savaş Akduman tek bir mesajla değişebilecek bir erkek değildi.

Bunca zamandır onunlaydım, bunu bilecek kadar tanımıştım onu.

Ama şimdi, çıkardığım bu sonucun altını mı deşmeliydim yoksa kendi hedefime mi odaklanmalıydım? Deşmekten korkuyorum çünkü orda küçücük bir umut parçasını bulursam yeniden hayallere, gerçeksiz düşlere döner, sahte masalımıza kılıflar bulur ve duygusalca devam ederdim bu adı sanı olmayan ruhsuz ilişkiye.

"Sözlerin bende hiçbir masumiyeti çağrıştırmıyor."

Savaş, aramızdaki teması kesmeden beni kendisine çevirdi, "Benim sözlerimde," diye başladı, elleri yavaşça kalçalarımın yanaklarına inip sıktı. Gözleri koyurenk ışıkların altında kahverengisini kaybetmiş siyah gibi görünüyordu. Terle parlayan alnımı göğsüne yasladım, gecenin geri kalanını böyle geçirebilirim. "Hiçbir zaman masumiyet olmadı."

Başımı göğsünden kaldırıp siyah görünen gözlerine uzun uzun baktım. "Doğru diyorsun," diye onayladım onu. Gözlerinde dolanan kırmızı kanatlı şehvet şeytanları bile neden bahsettiğinden haber veriyordu. Samimi bir biçimde gülümsediğinde, bunu sık sık yakalayamadığımı fark ettim, bu yüzden başlangıçtan sonuna kadar kaçırmadan izledikçe kalp atışlarım aklını kaçırmış gibi hızlanıyor, damarlarım kanıma karışan heyecanı geçiriyordu sınırlarından.

Savaş beni yavaşça kendi etrafımda bir iki sefer döndürdü sonra tekrar kendi halime bırakarak kulağıma, "İyi eğlen," diye fısıldadı. "Gitmeliyim."

Etrafından yok olmuş bedenini fark edince, arkamı döndüm ama o yoktu, gitmişti... Hayal kırıklığı hissettim. Ardından bıraktığı kahve kokusu omuzlarımda küçük bir bulut gibi yerleşti kaldı.

Beren, "Off ya," diye bağırarak ansızın önümde bitince gözlerimi kırpıştırdım. Biraz, aslında birazdan da fazla sinirli görünüyordu. Acaba beni ve Savaş'ı mı görmüştü? "Acaba az önce, bir anda karşımıza çıkan salaklar grubunun bizi pistin başka bir tarafına sürüklediğine inanır mısın?" Tekrar ofladı, onun kibrinin kabardığına emindim. "Görgüsüzler, eğlencenin ruhunu emen pis ayyaşlar."

Beren, hafifmeşrep bir havadaydı ve kesinlikle sarhoştu. Bunu yaptıranın abisi olduğunu bilseydi, vereceği tepkiyi düşünemiyorum bile. Kolumu boynuna sarıp, "Boş ver," dedim, beni duysun diye sesimi yükselterek. "Haydi, biz eğlenmeye devam edelim."

Kırk beş dakika boyunca devam eden dansımız son bulunca yerimize oturduk. Mete yine sahnedeydi ve yine sevdiğim şarkıları söylüyordu; sesinden dökülen her parça, hislerimi parçalıyordu. Masada dönen muhabbet koyuydu ama ben bir türlü konuşmalara konsantre olamıyordum, başına yetişsem ortalarında bir yerde derin dalgalara kapılan balık gibi içimde kaynayan farklı düşüncelere kapılıyor sonunu kaçırıyordum. Yeni konuların başını bile ipin ucunu kaçırmak zorunda kalan biri gibi kaçırıyordum. Soru sorulmadıkça konuşmayı tercih de etmiyordum. Bana bu ilişkiden miras kalan acıyı yok saymaya çalışmak beni iki kat daha fazla yoruyordu. Ben gecenin bitmesini beklerken, beni bekleyen yol ayrımı vardı; bıçak sırtı.

Acaba yanılıyor olabilir miydim?

Başımı bir anlığına yanımda oturup tıpkı benim gibi sessizliğini koruyan, önündeki içkisini derdi yokmuş gibi nötr bir havada yudumlayan Savaş'a çevirdim ve anında başımı gerisin geri önüme çevirdim. Gerçektende göründüğü gibi biri miydi, hiçbir derdi yok muydu? Bir kadından tek beklentisi hedefi onun bedeninden zevk mi almaktı? Bizim hakkımızda düşündüğü oluyor muydu? Umutsuzca derin bir nefes aldım, eminim benim düşündüğümün yarısı kadar bile bizim hakkımızda düşünmüyordur; her ne kadar bir hafta boyunca beni düşündüğünü itiraf etmiş olsa da. Evdeki ilgili hallerini hatırlayınca bir garip oldum, işte düşüncelerimi ikiye bölen de bu ilginç tavırlarıydı. Bu gece bunların hepsine cevap alacaktım, en azından bir bölümüne diye umut ediyordum ama Savaş'ı benim sorularıma cevap verirken hayal ettiğim o anda bile, o Savaş değil diyorum.

Savaş Akduman ya beklemediğim bir çıkış yaparak beni şaşırtırsa?

Telefonum titredi.

Mesaj zaten yanımda oturan ama konuşmadığımız Savaş'tan...

Savaş Akduman : Ne düşünüyorsun?

Nüket Kozcu : Seni dersem, bana inanır mısın?

Savaş Akduman : Şaka mı yapıyorsun? Elbette inanırım, asıl başka bir şey düşündüğünü söyleseydin inanmazdım.

Nüket Kozcu : Küstahsın.

Savaş Akduman : Sadece gerçekçi diyelim. Biraz nefes almalıyım, yukarı çıkacağım.

Gerçekten oturduğu sandalyeyi bacağının arkasıyla geriye itip yerinden kalktı ve sırtını döndü, bir süre sonra gözden kaybolunca ona yazıp yazmama konusunda kararsız kaldım. Fakat onunla konuşmak bana iyi geliyor, aklım dağılıyordu; mesaj yoluyla bile beni rahatlatıyordu.

Nüket Kozcu : Bana niye söylüyorsun?

Savaş Akduman : Sevişmek için beni ararsan, nerde olduğumu bil diye.

Nüket Kozcu : Terbiyesizsin, net.

Savaş Akduman : Senin düzmece terbiyenin ardına gizlenen terbiyesiz kadına yetişemem, bebeğim. :) O terasta bana tuvalette bile sevişmek için yalvardığın günleri unuttun mu yoksa, ama ben o ateşli hâlini hiç unutmadım, ömrüm boyunca unutmayacağım da.

Hormonlarım bir anda hızlandı, yüzüm kanla doldu. O gülücüğün işaret ettiği şey sevimlilik değil, kesinlikle onun şu meşhur serseri sırıtışıydı. Yüzünü hayal etmekte zorlanmadım, yanımdaymış gibi gözümün önüne geldi.

Nüket Kozcu : Sırf beni sinir etmek için mahsus yapıyorsun. Benim de sana o geceden kalma acılı şeyleri hatırlatmamı ister misin?

Savaş Akduman : Acıyı hatırlatmak mı? Bu gece, senin yanında olup sana dokunamamak benim için yeterince acılı değil miydi sanıyorsun? Aren'in, yabancı bir yavşağın bile seninle samimi olabildiği ortamda ben senden uzağım.

Mesajı tekrar ve tekrar okudum, ama yazacak bir şey bulamadım aslında zihnime dolan kelimeleri yazıya dökmeye cesaret bulamadım. Onun yanımda olup da, böyle hissedebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Benimle alay ettiğinde yüzündeki ifadeyi bilirdim, cinsellik üzerinden başlattığı sohbetlerde de bilirdim. Şu an yüzündeki ifadeyi kestiremiyordum. Kıskançlık mı bu?

Eğer kıskançlıksa ne anlama geliyor bu?

Beren'e lavaboya gittiğimi, biraz kalkacağımı söyleyerek ayağa kalktım ve tıpkı Savaş'ın yaptığı gibi bacağımın arkasıyla sandalyemi itip kalabalığın arasından geçerken, bazı tavırlarımın Savaş'la dolduğunu düşünmeden edemedim. Aren bar tezgahının önündeki taburesinde bir kadınla sohbet ediyordu, beni görünce sırıtıp, "Kaçamak yapmak isteyenler için ayrılmış odalarımız var, on dokuz," dedi, sesinin ardında buhar gibi havalanan sersem ifadenin adı alaydı. Savaş'la kaçamak yapmak adına anlaşmalı olarak yerimizi terk ettiğimizi sanmıştı, aslında sanmasa bile onun tilkiye benzeyen kafası yine bu düşünceye sürat ederdi ya, neyse. "Odalarımız, sıcak bir ev yatağı tadında konforludur. Tıpkı... anne eli değmiş... yok ya böyle olmadı. Hah, ev kadını eli değmiş gibi. Şimdi oldu."

Bayat esprisine karşı yüzümü buruşturarak, "İstemez, kalsın senin kirli odaların," diye homurdandım, belli ki beni utandırmaktan özel bir zevk alıyordu.

Bazen Aren için tam da Savaş'ın arkadaşı dediğim noktalara karşın, Savaş'ın nasıl böyle arkadaşı olabilir dediğim noktalar da yok değildi.

Terasa giden merdivenleri aşıp üst kata çıktım, buraya daha önce Savaş'la gelmiştik bu yüzden yolu biliyordum. Denizin tuzlu kokusu direkt burnumdan ciğerlerime nüfus ederken, tenime dolanan kollarının hafifliğini de duyumsuyordum. Savaş bir eli pantolonunun cebinde manzaraya doğru içkisini ağır ağır yudumluyordu. Bir süre sessiz kaldım, tavandan dökülen ışıklar vücudunun bir tarafıyla bütünleşmiş, onu ölümlülerin dünyasına davetsizce sızmayı başarmış ilâhî bir ölümsüz gibi göstererek, hislerimi uyuşturuyordu.

Terasın duvarına yaslanıp, "Ne düşünüyorsun?" diye sorduğumda, arkasını döndü ama sanki buraya geleceğimi biliyormuş gibi beni gördüğüne şaşırmadı, sırıttı. Dokunmaktan özel bir zevk aldığım saçları defalarca karıştırılmış, perçemleri alnına dökülmüştü. Gözlerindeki ifadeden mesajı kaptığını, aklımdan geçen şeyi okuduğunu biliyordum.

Çünkü hiç konuşmadan aklımdan geçeni biliyor olması, işte bu, tam da benim Savaş Akduman'ıma göreydi.

Başını omzuna düşürüp, "Seni dersem, bana inanır mısın?" diye sordu.

"Şaka mı yapıyorsun?" diye karşılık verdim abartılı bir sesle. Mesajlara veremediğimiz yüz ifadelerini ve ses tonlarımızı kullanıyorduk. "Elbette inanırım, asıl başka bir şey düşündüğünü söyleseydin inanmazdım."

Yanıt gülümseyerek geldi. "Küstahsın."

"Sadece gerçekçi diyelim." Bu noktada ufak bir değişiklik yapmam gerekiyordu. "Biraz nefes almalıydım, bu yüzden yukarı çıktım."

"Bana niye söylüyorsun?"

Nefes verdim. "Bana dokunmak istersen, seninle aynı yerde olduğumu bil diye."

Konuşma bitti. İkimiz de sessizce birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk, o an ikimizde ormanı alev alev yakan ateştik; durdukça, müdahele edilmedikçe büyüyorduk. Biz birbirimize muhtaçtık.

Savaş, yerinden kıpırdayıp elindeki kristal kadehi koruluğun bitiştiği betona bırakınca, ben de yaslandığım duvardan ayrıldım ve büyük hatta koşar adımlarla birbirimize doğru ilerledik, buluştuğumuz anda dudaklarımız birbirine susayan sevgililer gibi birbirini buldu. Dilime değen dilinin verdiği içki tadı, dilime bir sarmaşık gibi dolandı. Göğüslerim, sert gövdesinde yassılaşıp ezildi, ağrısını duysam bile aldırış etmedim. Mümkünmüş gibi bana daha çok sokulduğu o anda parmaklarımı siyah saçlarına daldırıp yumuşak tutamlarım arasında avarece dolanan parmaklarım dile gelebilmiş olsaydı, zevkten inleyeceğinden şüphem yoktu.

Ona dokunmayı seviyordum, bir tene tutsak olabilmeyi Savaş Akduman öğretmişti bana.

Ama bir sorun var. Kalbime sivri dişlerini geçiren ruhum, bedenime uyum sağlamayı reddediyordu artık.

"Savaş," diye inledim. Sesim sıcağa maruz kalıp hızla eriyen dondurmadan farksızdı ve o an şunu düşünmem aptalca gelecekti ama ben onunla hiç karşılıklı dondurma yemediğimi, yiyemeyecek oluşuma içten içe içerledim ve dişlerimi haşince dudaklarına batırdım. Ona hemen burda, fütursuzca giysilerini yırtarak sahip olmak adına dayanılmaz, haşin bir istek duydum.

Bana neler oluyor hiçbir fikrim yoktu, aklımdan geçenler beni bile dehşete düşürüyor, tüylerimi diken diken ediyordu; onunla gerçekleştiremediğim her anıya karşılık, teninde hasar bırakmam mümkün olsaydı eğer, yemin ediyorum o an hiç düşünmeden bunu yapardım. Ve ben, böyle biri değildim. Belki herkeste olan şizofrenik dürtüler bende henüz çıkmıştı. Zamandan dökülen her saniye bir araya gelip ipe evriliyor, idam ipi gibi boğazıma dolanıp sıkıyordu; nefessiz kalıyordum.

Savaş, erkeksi bir sesle inleyip beni kaldırınca bacaklarım bunca aydır tanıyıp yuvası bildiği yere, beline sıkıca dolandı. Oysaki kollarımın, bedenimin, bacaklarımın dolandığı bu beden, benim olmayan canım gibi emanet bir hayaldi. Beni duvara yapıştırdı, sırtım soğuk duvarla bütünleşince ürperdim. Ama işte, o ne zaman beni kollarına alsa, kalbimden korkularım uğurlanıyor sevgim alevleniyordu. Duvardan biraz aşağı kaymak zorunda kaldığımda, bacaklarımın arasına kasten bastırılan tanıdık sertliğini hissettim, yemin ederim baştan aşağı titredim. İçgüdüsel, ilkel, açıklanamaz dalgalanmanın etkisiyle dünyanın alt üst olup yeni bir yörüngeye oturduğunu hissettim.

Savaş'ın dudakları çenemden boynuma kayarken, "Sana asla doymayacağım," dedi, boğuk sesinden dökülen kelimeler kırmızı diken olup nefesime saplanıyordu. "Asla."

"Asla mı?" diye sordum, kalbimdeki kırıklar sesime kan gibi toplanırken.

"Asla," diye tekrar etti, tıpkı bir yemin gibi.

Dudakları, boynumdaki çukura ulaşınca dilinin ucu o noktayı ağır ağır yaladı ve kulağımın altındaki hassas noktaya doğru ilerlerken, serdiği ıslak yola nefesinin rüzgârını bıraktıkça evde birkaç saat önce sukût bulan tutkularımın uyandığını hatta sessizce ayaklandığını hissettim. "Kötü, çok kötü bir kız olup benimle burda sevişmek mi istiyorsun?" diye sordu, sorusu ruhumu kamçılıyordu. Normalde utanmam gerekirdi, utanmadım. Neyim var böyle? "Ben istemezsem ne olacak?"

Tutkularım, derinin altında toplanan şişlik gibi yavaş yavaş inerken duraksamaya uğrayan algılarımdı, Savaş'ın yüzündeki serseri ifadelere bakıp bir sonuç çıkarmaya çalıştım ama yüzündeki kararlı ve ne düşündüğünü ele vermeyen ifadeye toslamakla kaldım. Neydi bu? Bir çeşit test sorusu falan mı?

Savaş, geri çekilip beni bırakırken, irademe balyoz inmiş gibi hissediyordum. Elimi tuttu, neden aniden geri çekildiğini ve beni deniz manzarasına karşı yürüttüğünü bilmiyordum ama en son burda yaşananlar aklıma doldukça alt dudağımı dişlemek zorunda kaldım. Bakışlarım onun betona bıraktığı bardağa kaydı ve ona sorma gereği duymadan bardağı alıp kristal kadehin kalın dibine yaklaşan içkiyi bir dikişte tükettim. Her ne içiyorsa dilim, boğazım ve mideme uzanan kanal çok fena yanmıştı. "Off, ateş gibi bu ya," diye mırıldandım.

Gözlerinde yaramaz ifadeler kıvrılmışken, "Senin gibi," diye karşılık verdi. Hayran olduğum şekilde serserice sırıttı; ölümlülere, dudağının kıvrımında ölmeyi dileten bu tehlikeli sırıtış beni bitiriyordu. "Bu yüzden içiyordum."

Elimi yelpaze yapıp dudaklarımın ucundan ağzımın içindeki yangına hava taşıyabilmek için aşağı yukarı hızlı hızlı sallarken, diğer taraftan derin derin nefes alıyordum. "Beni niye uyarmadın?"

Tek kaşı alayla hafifçe kalktı. "Çünkü bardağımı bana sorarak mı almıştın, bebeğim?"

Somurttum, haklıydı. Bozuntuya vermemeyecektim,elimdeki kristal kadehi betona bıraktım. "Bu içtiğim şey de neydi böyle?"

"Aren'in yeni karışımlarından, içinde ne olduğunu sorma. Haliyle yeni olduğundan içkimizin bir adı yok."

"Ah, öyle mi?" diye tepki verdim. "Adı yoksa kolaylıkla isim verebilirim, ağız ve boğaz yakara ne dersin?"

"Amma da benim bebeğimin bulduğu isim derim," diyerek eğlendi.

"Bizimkiler nerde olduğumu sorgulamadan aşağı insem iyi olacak," diye hatırlattım. "Kendi doğum günümde ortalıktan kaybolmam daha çok dikkat çeker."

Savaş, önündeki kadehe gözlerini dikip birkaç saniye sessiz kaldı, geride kalan saniyeler boyunca onun düşünceli yüzünü izledim. "Savaş, bir sorun mu var?"

"Aslında bakarsan... Benim merak ettiğim de bu, Nüket," deyince şaşırdım. Sesi, ifadeleri suyun içinde dibi boylamış, boğuluyormuş gibiydi. Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Sorun ne,Ölüm Perisi?"

"Seni anlamıyorum." Benim sesim ise duman altında kalmış gibi çıkmıştı. Elbette anlıyordum; fakat bunu burda, yakın arkadaşlarımın, kalabalığın olduğu ve duyguların, ruhların, bedenlerin kirlendiği bu ruhsuz mekânda yapamazdım. "Düşünceli olan sensin, sen benimle burda sevişecek bir kız değilsin ama eğer devam etsem düşünmeden devam ederdin, beni hiç az önceki gibi tutkuyla öpmedin. Şimdi bana cevap ver, sorun ne diye bana mı soruyorsun?"

Sıkılı dişlerini ayırdı. Canlı bakan kahverengi bakışlarındaki keskinlik geceyi ikiye bölüyordu. "Bunu sormamı beklemiyormuşsun numarası yapma bana, numara yapılacak en son kişiyim," dedi, sesi zehir gibiydi. Yüksek ağaçlar gibi yukarı uzanan düşüncelerime kara bulutlar çöküyordu. "Beni tanıyamıyormuş gibi göründüğün kadar gülünç de görünüyorsun."

"Öfkelisin," diye fısıldadım.

"Evet, çünkü bir şey oluyor bu çok belli ve bu belirsizlik beni çileden çıkarıyor, Nüket." Bir saniyeliğine durdu. "Seninle konuşmak istedim ama bana açılmayı ve sorunu açıklamayı reddettin."

Zihnimde, iyilik ve kötülüklerin tartılacağı ahiret terazisi gibi genişleyen teraziye koyabildiğim olasılıklar, bana karanlık bir belanın yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu. Doğru onu tanıyordum ve o da beni; yalnızca bedenimi değil, zihnimi.

Yalanın kozalağında daha fazla yaşayamazdık, çünkü kozalak çürüdü.

Bir felaket gibi bana bakarken, "Evine gidelim mi?" diye sordum. Dilim gül rengi dudaklarımın üzerinde gezindi, belki az önce yaka yaka kanıma karışan o alkolün kalıntılarının yeniden beni yakmasını istiyordum. "Daha sakin bir yere ihtiyacım var, burda konuşmak istemiyorum."

Bir an duraksadı, gözlerini öyle uzun süre gözlerimden çekmemişti ki, neredeyse anlamsızca hayır diyeceğini düşünmek üzereydim. Başını aşağı yukarı sallayarak, "Olur," dedi, sesindeki mahzene kilitlenen sezgilerin bunun gibi küçük kelimelerden oluşmadığını biliyordum. Kolundaki pahalı saatine baktı. "Ben önden ineceğim, sen de diğerlerine görünüp ne diyeceksen dersin. Mekânın önünde buluşuruz o zaman."

Kalbimin atışları, sıcak gibi yoğunlaşırken, "Şey... Biraz daha kalamaz mıyız?" diye sordum. Birden cesaretimin kırıldığını duyumsadım; sanki ileriye bile adım atamayacaktım. Benden eksileceklerin gerçekleşeceği o âna kavuşmayı iple çekiyor değildim.

İnsan bazen hayatının değişeceği o ânı bilemezdi.

Ve insan bazen hayatının değişeceği o ânı bilirdi.

"Hayır," dedi, sesi bıçak gibi keskindi. "Yeterince geç oldu, gece yarısından önce evde olalım." Gözlerimin rahmine kendi kararlılığını yerleştirir gibi, "Bana geldiğinden beri derdin neydi, biran önce öğrenmek istiyorum," diye ekledi.

Oyunculuk yeteneğimin gözünü öpeyim, kendime bayılıyordum. Gerçekten. Biliyordu... Onun evine, kollarına adım attığım ilk andan beri terslik olduğunu biliyordu. Tepkilerim ve taleplerim birbirine yaslanınca sırıtmıştı.

Hiçbir şey demeden terastan çıkmak için arkamı döndüm, ama o bileğimi yakalayıp beni kendine döndürdü. Eli bileğimden daha aşağıya damarlarımdan kayıp elimi tuttu, dudaklarına götürüp üzerini öptü. Az önce tartışma havasındaydık ama elimi mi öpüyor? Elimi bırakmadan ceketinin iç cebinden, ikimizin rengi olan kırmızı bir kutu çıkarıp avucuma bıraktı. Gözlerimi kırpıştırdım. "Bu ne?"

"Senin için, doğum gününü sana bir hediye vermeden kapatacağımı düşünmüş olamazsın," dedi, ama düşünmüştüm. Diğer herkes bana hediye verirken ondan bana bir hediye gelmemesi canımı cidden sıkmıştı. Çünkü ondan bana kalacak küçük bir hatıra istiyorum, benimle kalacak bir şey. "Aslında eve döndüğümüzde vermeyi planlamıştım, şimdi, burda vermenin daha iyi olacağına karar verdim. İkimizin arasındaki şeyi temsil eden, ikimizin de daima görebileceği bir şey olsun istedim." Durdu, gergince ekledi. "Açsana, umarım beğenirsin."

Kırmızı kutuyu açtım. Gördüğüm şey bakışlarımı ona kaldırmama sebep oldu. "Kolye mi?" diye fısıldadım.

Başını salladı. "Şehir dışındaki bir arkadaşımın özel tasarım atolyesinden geldi."

"Yani..." Şaşkınlaştım. "Benim için mi yaptırdın?"

"Öyle görünüyor," dedi, dudağının kenarına dikiş izi gibi görünen alaycı bir kıvrımla ama o alay yüzüne dağılmamıştı. "Benden gelen pahalı şeyleri sevmediğini biliyorum, bu o türden bir hediye değil. Sadece bizi temsil ediyor."

Kolyeyi kutusundan dikkatle çıkardım, gümüş zincirin ucundan sarkan kırmızı güller olan, kırmızı yakuttan yapılma bir kolyeydi; gözlerimi alacak şekilde nadide bir havada parlıyor,ışıldıyordu.

"Beğendin mi?"

"Evet, çok güzel."

Savaş, elimden alıp, "Arkanı dön," dedi, kolyenin klipsisini açarken.

Arkamı dönüp saçlarımı başımın tepesinde topladım, saçlarımın ucu yılanın ince dili gibi enseme sürtünüyordu. Kolyenin soğuk ucu, günlerdir huzursuzluğun büyüdüğü göğsümün kafesine değdiği ilk anda tenimin altında damar damar yollar açan siyah huzursuzluğumu da dürtüklemişti. Eli ensemdeki klipsiyi kilitledi, dudakları ensemle bitişince hislerimi harladı. "Seni aşağıda bekliyorum, hemen gel," diyerek, beni orda öylece bırakıp gitti.

🥀🍷🥀

Yol boyunca sessizdik, zihnim gürültülü bir mekân gibi delicesine insan kalabalığına benzer biçimde düşünce kalabalığıyla tıklım tıklımdı. Aklım çok hızlı çalışıyordu; bir düşünceden diğerine, bir olasılıktan diğerine atlayıp duruyordum. Nerde aklıma gelmişti bilmiyorum, cennet topraklarından atılan ilk insanlar bile gelmişti aklıma; Adem ve Havva.

Aslında onları topraklarından atan şey meyve değil, çiğnenmiş sınırlardı.

Hâlbuki bu dünyada da devam eden bir gerçekti, birinin sınırlarını geçtiğinizde belki çoğunlukla o topraklardan sürülürdünüz; bu bazen duyguların toprağı olur, bazense iki kişinin var olduğu ortak yaşamın.

Babamın beni nasıl duygularından sürdüğünü hatırlıyordum, çünkü topraklarımıza soktuğu o kadının yılanın koynundan su içen şeytan olduğunu bilmeden benim kabul etmediğimi düşünmüştü. Bir daha da eskisi gibi olamamıştık. Muhtemeldi ki, bu gece benim devrim isteyen duygularım, beni kollarında hiç bırakmayacakmış gibi tutan o adamın dünyasına yeni bir soluk getirirken, girmemi istemediği yasaklı mahallesinin sokaklarında dile dökeceğim sloganlarımın bağırtısı yüzünden Savaş Akduman gülü toprağından söker gibi, hem onda var ettiğim duyguların toprağından, hem de yaşamının toprağından sökecekti beni.

Toprağından koparılan o gül, sonunda ölecekti; ben de.

Savaş, evin kapısını açtı ve açık bırakıp direkt salona doğru ilerledi, tanıdık bir kokunun peşinden giden meraklı bir karınca gibi ardında bıraktığı kokusunun peşinden gittim. Savaş'ın evinde olduğumuz için avantajlı durumda olan oydu, o kalacak giden ben olacaktım; bir de gitmenin yükü binecekti sırtıma. Üzerimdeki kabanı çıkarırken, salona baktım ne görmeyi umuyordum bilmiyorum, gitmeden önce bıraktığımız gibiydi.

İkimiz de aynı koltuğa yerleştik, bir süre karşımızdaki çıplak, beyaz duvarı yan yana izledik. Orda bir tablo olsa daha iyi olurdu diye düşünmeden edemedim. Böyle bir anda böylesine önemsiz, gereksiz bir şeyi düşünmem asıl düşündüklerimden kaçmak içindi belki.

Savaş, "Seni dinliyorum," dedi ama sesi isteksizdi.

Elimi boynuma sürttüm, "Şey... şarap içelim mi?" diye sordum.

Yüzüme tuhafça bakarak, "Şarap mı içmek istiyorsun?" diye sordu. "Şimdi?"

"Gevşemek istiyorum," diye mırıldandım. "Başım ağrıyor."

Bana garip bir bakış attı ama reddetmedi. "Pekâlâ, öyle istiyorsan," dedi, o da benim gibi gerginleşerek. "Bekle, getiriyorum."

Zihnimde düşüncelerin baskısı vardı. Gerginlikten tek bacağımı sallamaya başladım, konuyu nasıl açacaktım ben ya? E hadi açtım diyelim, peki nasıl devam ettirecektim? Hiç istenmeyen sonlar nasıl bağlanır?

Yetenekleri, bilgili tavırları, tecrübeli niteliklerinden dolayı Savaş Akduman'la yüz yüze duygular üzerinden konuşmayı düşünmek beni çekingen ve sıkılgan yapıyordu, bu elimde değildi. Sonra şunu düşündüm, kaybedecek neyim vardı? İçimden bir sesin Savaş diye bağırdığını duydum, ben de Savaş Akduman hiçbir zaman benim olmadı ki diye hatırlattım nerden çıktığı belirsiz o aptal sese. Yani cebi boş bir kumarbaz gibiydim, gerçekte kaybedeceğim hiçbir şey yoktu. Tek kişilik umut bana göre değildi, ben sessiz kaldıkça kendi yorumumu kattıkça duygularım daha karmaşık hâle geliyordu. Ellerimi yüzüme kapattım ve cesaretimin kırılmasına izin vermeyeceğime dair kendi kendime yemin üstüne yeminler ettim.

Boynumdaki kolyenin kırmızı gülüne tutunup güç almak ister gibi sıktım.

Savaş, bir şişe şarap ve elinde iki kadehle geri döndüğünde, "Gergin misin?" diye sordu yanıma otururken.

Yüzüne onu ilk defa görüyormuş gibi bakıp, "Biraz," diye mırıldandım gülümsemeye çalışarak.

Savaş boynunu bana bir sır verecekmiş gibi uzattı, kurnaz ve keskin bakışlarla beni süzdü. "Şimdi sen, şarap istedin diye getirdim ama gerginsen... seks de yapabiliriz hani?"

Yüzüne dik dik bakıp, "Hayır," diye çıkıştım. "

Savaş hayal kırıklığıyla geri çekilirken, "Tamam kızım, ne diye sinirleniyorsun şimdi? Sanki yapmadığımız şey?" diye homurdandı. Parmaklarını saçlarından geçirdi. "Benimkisi sadece hızlı sonuç verebilen hoş bir öneriydi."

Bir de hızlı sonuç veren hoş bir öneriydi diyor ya... Sözlerini şu aşamada küfürden beter algıladığımdan haberi var mıydı acaba? Yapmak istemediğimden değil, yine yakınlığı yüzünden kalbimdeki hisler güçlenirken aklımdaki istikrar zayıflayacaktı. Arzunun belalı akışına kendimi kaptırırsam, attığım adımın devamını getiremezdim. Kendimi sıktım ve fiziksel yakınlığın içimde uyandırdığı çağırıya teslim olmadım.

Savaş kadehleri doldururken, kadehlerin dolduğunu haber veren o zarif şarap sesi de zihnimdeki geçmiş adlı kadehin içine döküldü, böylece anılar ıslanıp yeniden uyandı ve o kadehin içinde birbirine girdiler. Zihnimin ışığını geçmişe, ilk defa beraber olduğumuz, benim bir türlü hatırlayamadığım o geceye uzattım. "Seninle birlikte olduğumuz gece evde tartışma çıkmıştı, çok sinirliydim. Bu yüzden Beren beni eğlenmek için bir mekâna çağırınca hemen gittim; kafamın içindeki sorunlar dağılsın, her şeyi bir anlığına unutayım istedim," dedim, sesim kısıktı. Giriş cümlelerini ancak böyle başlatabilirim diye düşündüm. O geceden kısa sahneler canlandı gözlerimin önünde; kesik kesik. "Sana daha önce hiç demiş miydim bilmiyorum ama orda ilk içtiğim şey, şaraptı; gül şarabı."

Savaş, kadehi elime tutuştururken, salon saatinin demir ibresi gece yarısı vuruşu yapınca ikimizin de bakışları saati buldu. Savaş yeniden dikkatini bana verdi. "Hayır, hiç dememiştin, zaten seni ilk öptüğümde ağzındaki son kalan içki tadının markası bir şaraba ait değildi."

Kadehten bir yudum aldım. "Yani bu şekilde tatsan bile türünün ne olduğunu anlıyor musun sahiden?"

"Elbette. Aren barmenliğe başlamadan önce içkileri ve şarapları tadıp hangisinin hangi markaya ait olduğunu, hangi yıl, hangi ülkede üretildiğini tahmin etmeye çalışırdı. Burak ve ben de zamanla ona katıldık, aramızda eğlenceli bir oyun hâlini almıştı. Bunu o kadar çok yapmıştık ki, sonunda ufak bir tat bile bize ne olduğunu söylüyordu."

"İlginç."

"Belki," diye onay verdi. "İlgi alanı olmayanlar için ilginç hatta gereksiz bile sayılabilir."

Sessizlik oldu. Bu sessizlik, idama giden birinin ölmeden hemen önceki tattığı birkaç saniyelik sessizliğe benziyordu.

Bir yudum daha aldım, aynı anda o da almıştı. Kırmızı şarap boğazımdan aşağısını romantik hislerin rengine boyarken, "Sarhoştum ama birlikte olduğumuz anın aksine beni ilk öptüğün ânı net hatırlıyorum," dedim, bakışlarım yerdeydi ona bakamıyordum. "Öpüşmenin böyle bir şey olduğunu asla tahmin edemezdim, ayaklarım yerden kesilmişti."

"Öpüşmek öyle bir şey değildi zaten, Nüket," dedi Savaş. Sesi, kendine has bir tonda çıkıyordu. "Ben öyle muhteşem öpüşüyorum."

Onu var ya, 'Ben' derken duymalıydınız, bu sözcüğü nasıl söylüyor, kesinlikle duymanız gerekirdi. Çünkü Savaş Akduman tüm hayatını bu kelimeyi kendine çit gibi örerek inşa etmişti, kendine güveninde tüm erkekliğini genelde 'Ben' diye başlayan cümlelerin başındaki bu kelimeyle ortaya çıkarırdı. Bana göre, onu dinleyen herkes 'Ben'den sonraki kelime parçalarının anlamına takılırdı ama Savaş Akduman'ın benliği, özü üç harflik zamirde gizliydi. Ben diye başladığı her cümle onun kendini ardına gizlediği bir duvardı sadece.

Diğer yandan ona hak vermeden edemedim; söylediği gibi muhteşem öpüyordu, erkekler söz konusu olduğunda bütün erkekler bir tarafa, Savaş Akduman diğer tarafaydı. Onun herhangi bir erkek gibi sırası gelince tutkuya yenilmesinin aksine, o baştan aşağı tutkudan var olmuş biriydi. Sırası yoktu, her an her durumda sizi başka bir dünyaya götürmeye hazırdı.

"Ecelinden ölmezsen, hastalık gibi büyüyen egondan öleceksin," diye homurdanıp, "Boş versene," diye ekledim. Onun bu haline zaten alışmıştım, yabancılamıyordum. Derin bir Nefes alıp konunun gidişatını etkilemesine izin vermeden, "Senin yatağında gözlerimi açtığımda çok korkmuştum, çok da utanmıştım. Daha birçok isimli veya isimsiz duygunun üzerime beni öldürürcesine devrildiğini unutamıyorum, çok da utanıyordum," diye sürdürdüm sözlerimi. "Günlerce kendime gelememiştim, belki bir hafta. Bütünleşemeyen küçük hayal parçaları dışında hiçbir şey yoktu kafamda, bir türlü nasıl olduğunu hatırlayamıyordum."

Savaş, gergin bir sesle, "Nüket, bu nerden çıktı şimdi?" diye sordu. Elini bacağımın üzerine koyup sanki dur artık der gibi tatlı bir sertlikle sıktı. "Bunları niye anlatıyorsun? Gerek var mı?"

Durmayacaktım, durursam devam edemezdim. "Sadece o zaman neler hissettiğimi sana hiç söylememiştim, hislerimi anlatmak içimden geliyor. Konuşmak istiyorum, rahatsız mı oluyorsun?"

"Rahatsız değilim, sadece o bölümün hâlâ seni üzdüğünü düşünüyorum." Nefes aldı, yavaşça verdi. "Neyse, tabii sen anlatmak istiyorsan... dinlerim. Zaten seni dinlemek için döndük eve."

Rahatsız olmadığını idda etse de, o da rahatsız oluyordu. Benim adıma mı, kendi adına mı bilmiyordum, fakat gerginleşmişti.

Bakışlarımı, başladığımdan beri ilk defa Savaş'a çevirdim. "Senin bana o geceyle ilgili söylemek istediğin bir şey var mı?" diye sordum, sesimin niye onunla savaşır gibi bir meydan okuma tonunda çıktığını bilmiyordum.

Savaş, bakışlarını yere montelemiş bir usta gibiydi, sanki yüzüme dönemiyordu. Sonunda sert bir sesle, "Hayır," dediğini işittim.

"Güzel, o hâlde ben devam edeceğim demek oluyor bu," diye söylendim. Başımı yeniden yere çevirmeden önce, kadehten küçük bir yudum aldım. "Sonra sen..." Acı acı güldüm. "Sen hep etrafımdaydın, beni istediğini söylüyor duyguların olmadığı tutkudan var olmuş bir dünyaya ısrarla beni çağırıyordun. O dünya beni deli gibi korkutuyordu, çünkü sen karşıma çıkana dek oraya duygularla, sevdiğim adamla ayak basacağımın hayalini kuruyordum." Sesimdeki gücün zayıfladığını fark edince bir şeylere tutunma ihtiyacıyla elimdeki kadehe iki elimle sıkı sıkı tutundum. "Okuduğum tüm kitaplarda, baş karakter olan kızlar öyle giriyordu o dünyaya, sonra da hiç üzülmüyorlardı..."

Savaş, nefes verdi. Başının bana döndüğünü göz ucuyla görebilmiştim; bu görüntü, bulanık bir silüetten ibaretti. "Bu konuşma benden hayallerimi aldın konuşması mı?" diye sordu, sesi ifadelerin giysilerinden soyunmuştu. "Açıkçası böyle bir konuşma beklemiyordum, Ölüm Perisi."

Kızgın bir sesle, "Hayır, bu o türden bir konuşma değil," dedim, cesaretin damarlarımı doldurmasını bekledim. "Bu konuşma, kendi tutkularının var olması için benim duygularımı yok saydığın hatta beni tükettiğin konuşması."

Savaş, ondan sesini çalmışım gibi sessizliğe gömüldü. Bekledim, bana bir şey demesini bekledim ama o tıpkı bir ahraz gibi sessiz kalmaya devam etti. Ben gerçeği söylüyordum, gerçekte zaten can yakan, sessizleştiren, tehlikeli ve vahşi bir canavardan başka neydi ki? Gerçeği yalnızca törpülerdiniz, o da ancak becerikliyseniz tabii.

Sessizliğin içinde, huzursuzlukla kıpırdandım. "Senden korkmuştum. Senin bir kız için tehlikeli olduğunu, beni üzeceğini, üzülsem bile arkana dönüp bakmadan yerde sürüklenen bir sokak kağıdıymışım gibi yanımdan çekip gideceğini sezmiştim."

Savaş, ayağa kalktı. "Bu saçmalıklar da ne böyle!" diye gürledi. O gürleyerek konuşmazdı, ilkti. Benim ona verebildiğim bir ilk. Doğal olarak, bilmediği bir şeyle karşılaşan bir erkeğin tepkisini vererek iyice hırçınlaştı. "Sen sarhoş musun? Sana olma demiştim! Beni tahrik mi ediyorsun?"

Ona aldırmadığım gibi dönüp bakmadım da. "O sırada sanki nefes gibi Barış çıktı karşıma," diye devam ettim. "Senin pusuda bekleyen sessiz bir avcı gibi ruhumu yakalamaya çok yaklaşmış olduğunu bildiğimden, senin bana verdiğin hisleri kalbimin en uzak köşesine itip lise yıllarımdaki platonik duygularıma sıkı sıkıya tutundum. Çünkü Savaş Akduman'ın acımasız dürüstlüğüne karşı, Barış'ın çok daha güvenli bir liman olduğunu düşündüm."

Vahşice, "Yanıldın ama," diye araya girdi Savaş. Barış'ı hatırlamak sinirlerini anında germişti, benimkini de geriyordu ama belli etmiyordum. Sonra tepemde azar çeken ebeveynimmiş gibi dikilmeyi bırakıp tekrar yerine oturdu. Daha sakin bir sesle ekledi. "Sokaktaki bir kağıt parçasıymış gibi yanından gitmezdim, benim için özelsin. Niye anlamayı reddediyorsun?"

"Tutkuların için özel," diye düzelttim. Onun itiraz etmek için açılan ağzına kelimelerimin ellerini sıkıca örttüm. "Evet haklısın, Barış konusunda yanılmıştım ama bu seni daha az tehlikeli yapmamıştı. Çünkü onunla çıkmaya başladığım ilk anda bile aklımı sen meşgul ediyordun, senin öğrendiğinde nasıl tepki vereceğini merak ediyordum; öğrenmeni ve beni bırakmanı diliyor, diğer yandan sana karşı bir hata işlemişim hissinden beslenen başka bir his boğazımı sıkıyordu; seni bir daha görememekten affedilmeyeceğinden korkan günahkâr bir ruh gibi korkuyordum. Sonraki günler onunla çıkmak tam bir işkenceye dönüşmüştü."

"Sanki benden kaçabilmek için onunla çıkmamışsın gibi."

Boğazımda bir yumru oluştu. "Bütün düşüncelerim, hislerim senin etrafında dönüyordu, sense benim etrafımda; kapana kısılmıştım." Yüzüm alevlenirken fısıldadım: "Sonuç olarak, sonunda biz tıpkı istediğin gibi bir araya geldik ve bana vaad ettiğin o derin, kışkırtıcı hazları yaşattın."

Savaş yanağımdan sarkan saçımı kulağımın arkasına özenle sıkıştırdı, parmakları yanağıma değdi. Neredeyse geçmişin kadehini düşürüp zihnimin zeminininde paramparça yapacak, ben kaybetme korkusundan devam edemeyecek ve ona sıkıca sarılıp her zamanki tehlikeli alışkanlığıma, ona geri dönecektim. "Benim sana verdiklerimi söylerken, kendi yeteneklerini hiç dikkate almadığını görüyorum," dedi, elinin tersiyle sıcaktan kızarmış beyaz boynumu okşadı. Neredeyse uzaklaşacaktım; dokunuşları, kararlılığımın buzlarını kırabilirdi. "Tıpkı fizik kuralında bize ilk öğrettikleri örnekte olduğu gibi ayna gibiydin sen; belki tutkunun ışığını saçmıyorsun ama o ışığı çok iyi iletiyorsun." Parmaklarını çekti, rahatladığımı düşünürken Savaş uysal bir tavırla yaklaştı, burnunu boynuma sürtüp beni kokladı. "Bana kızma bebeğim ama, doğrusunu söylemek gerekirse cinselliğini gerektiği şekilde kullanamadığın hâlde, bir erkeği -beni- kışkırtacak güce sahipsin."

Güç... İşte buna içilir, kadehimdeki kırmızı sert şaraptan büyük bir yudum aldım, ardından bir tane, ardından bir tane daha ve bitti. Benim istediğim yalnızca onun arzularını kışkırtmak değildi, benim istediğim onun ulaşamadığım kalbiydi. Ben güçlü falan değildim, kaybetme korkusundan dolayı güçsüzce yalana sığınmış bir aptaldan başka.

Savaş elimdeki boş kadehi alıp tekrar doldurup elime verdi.

Kadehe düşen kırmızıya boyanmış yansımama bakarken, "Hayat genelde karmaşıktır, nadiren karmaşasızdır," diye sürdürdüm konuşmamı. "O arada biliyorsun ki... Yani biz seninle ilk defa birlikte olduktan sonra yollarımızı ayırmıştık."

Savaş, "Şu an ne halt ediyoruz hiçbir fikrim yok. Benim bilmediğim, hiç tarzım da olmayan bu şey canımı sıkıyor," diye çıkıştı, ses tonu bozuktu. Belirsizlik canını iyiden iyiye sıkmıştı, belki de birazdan her şeyi mahvedeceğimi hissediyordu. "Ama biraz gevşeyebilir misin artık?"

Ense kökümden vücuduma soğuk bir ürperti yayılırken, "Hayır," dedim hiç düşünmeden. Bileğime baktım, atmakta olan nabzımın üzerinde masum bir kız gibi yatan derin anlama. "O arada, Ceyla bizi bir dövmeciye götürdü ve bileğimdeki dövmeyi yaptırdım. Karakterime zıt bir şekilde mantık yürütmedim, genelde uzun uzun düşünen aklımı durdurup gerçekten isteyip istemediğimi sorgulamadım sadece yapmalıymışım gibi hissettim ve yaptırdım. Çünkü bende özel bir yer kapladığını yavaş yavaş kendime itiraf ettiğim, etrafımı saran yokluğunla yüzleşmeye çalıştığım bir zamandı."

Ruhumdaki yangının büyüdüğünü hissederken, kadehimden bir yudum aldım. Konuşmanın sonuna yaklaştıkça harabe bir mahallenin eski bir sokağında tek başına ve terk edilmiş hissediyordum. Savaş'ın yan gözle bileğimdeki dövmeye baktığını yine ancak göz ucuyla puslu biçimde görebildim.

Savaş, sanki bu kısmı atlamak istiyormuş gibi, "Ve Barış seni tehdit ettiğinde beni arayıp, bana gelmeye mecbur kaldın," dedi.

Güldüm. Beni zorda bırakan anıların gölgesi bir kez daha üzerime devrilirken, "Barış stresi kalktıktan sonra, benim için hoş bir mecburiyet olmuştu," diye itiraf ettim. Kendimi hiç olmadığı kadar cesur hissediyordum. "Sen yeniden hayatıma dahil olmuştun, sanki o uzak bizi birbirine yakınlaştırma görevi gören bir yoldu."

Savaş da güldü. "Ne yalan söyleyeyim, bir ara o pezevenge ben de ufak bir miktar minnet duymadım değil," diye itiraf etti. Sonra hızlıca sert bir sesle ekledi. "Ama sonra geçti tabii."

Elbette hemen geçmiştir, çünkü Savaş birine özellikle Barış'a minnet hisleri besleyecek en son kişiydi.

Yüzümdeki gülümseme cenaze gibi tenimin altına gömülüp görünmez oldu. "Dövmeyi yaptırırken hayatımdaki tek erkek olacağını biliyordum," dedim, içimde büyüyen panik duygusunun esiri olmamaya çalıştım. "İsmin yalnızca tenimde değil..."

Savaş, sesimi parçalayıp, "Nüket...," diye konuşmamın arasına girdi ama konuşmasına izin vermedim. "Beni bölme, sözümü kesme!" diye bağırdım, ona hiç o kadar öfkelendiğimi hatırlamıyordum. Eğilip elimdeki kadehi orta sehpanın üzerine gürültüyle bıraktım.

Savaş'ı o an büyülü bir kadehe benzettim, onu içmiştim, sonra uzun ve tatlı devam eden içimimin sonuna gelmiştim; sonunda zehir vardı.

Omuzlarımdaki yükü hissetmeme rağmen ayağa kalkıp Savaş'a döndüm, en ufak hareketimi kaçırmadan izleyen gözleri tıpkı vahşi bir kartal gibi üzerimdeydi. "Bana nasıl zarar verdiğini gör artık! Yok saymaya çalıştığın, kulaklarını tıkadığın, görmezden geldiğin bu şey gerçek!"

Savaş da ayağa kalktı, bedenini tamamen bana döndürdü. Artık ifadelerimizi görecek biçimde göz göze, yüz yüzeydik. "Aklını kaçırmışsın," diye tısladı. "Sarhoşsun, ne dediğini bilmiyorsun sen." Gözlerini gözlerimden çekmeden, bana yaklaşıp, "Evine bırakacağım seni," diye ekledi. "Yarın olduğunda konuşalım."

Beni, hislerimi, duygularımı, isteklerimi bu şekilde dizginleyemezdi. Yeter artık. Onu göğsünden ittim, bir adım geriledi. "Aklım hâlâ başımda!" Bir kez daha ittim, yerinden kıpıdatamadım. "Sarhoş değilim!" Beni savunmasız hissettirdiği için göğsüne vurdum. "Ne dediğimi biliyorum!" İhtiyacım olanı reddettiği için bir kez daha vurdum. "Eve falan gitmiyorum ben, sonuna kadar dinleyeceksin beni."

Savaş'ın gözlerinin içine ifadesizlik düştü, hızla dağılıp bakışlarını sardı. "Tamam, devam et," dedi. "Bakalım ne gelecek arkasından."

Dilime gelen birçok cümle vardı, aynı anda hepsinin kuruduğunu hissettim. O böyle karşımda senin sevgine ihtiyacım yok der gibi bakarken, her şey öylesine zordu ki. Daha fazla devam edecek gücüm yoktu, ya ben yığılıp kalacağım ya kelimelerim. Bir, iki adım geriye çekildim.

Gözlerinin içine baktım, sağ gözümden bir damla yanağımdan aşağı düşerken, "Sana âşık oldum, Savaş," diye fısıldadım. "Seni seviyorum."

Savaş Akduman ne mi yaptı? Baktı, sadece baktı. Bakışlarının tıpkı kendi kanımmış gibi damarlarımda gezindiğini, alkol gibi ruhumu uyuşturduğunu hissettim. Bana ifadesizce bakmaya devam ettikçe kalbimi paramparça ediyordu. Aşkıma karşı gösterdiği kayıtsızlık, ellerimi, ayaklarımı ve ruhumu soğukta kalan bir kız çocuğu gibi üşütüp titretiyordu.

Gözlerim doldu. "Savaş bana kendimi korkunç hissettiriyorsun," dedim, sesimdeki çaresizlik beni üzdüğü kadar onu da üzüyor muydu? "Bana bir cevabı bile çok mu görüyorsun?"

Savaş, "En başında... Sana duygularla ilgilenmediğimi zaten söylemiştim," dedi, buz gibi sesinden anılarımın yavaş yavaş döküldüğünü, yok olduğumu hissediyordum. "Tekrar benden bunları duymak istemiyorsan başka ne istiyor olabilirsin ki bana bile bile bu itirafı yapıyorsun?" Başını inanmazca salladı. "Benim de sana âşık olduğumu mu duymak istiyorsun?"

Aramızda açtığım mesafeyi kapatıp, yüzümü ellerinin arasına aldı; yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Sanki birazdan romantik bir öpüşmeye başlayacakmışız gibiydi fakat Savaş Akduman'ın hiçbir zaman romantizmle işi olmamıştı; her şey iyi planlanmış bir gösteriden ibaretmiş gibi dudaklarıma zehrini akıttı. "Ben sana âşık değilim, Nüket Kozcu."

O an yok olup gitmek istedim; avuçlarındaki sıcaklığın beni mum gibi eritip tüketmesini avuçlarında kendi sıcaklığımdan kalmış bir izle, anıyla gitmek istedim. "Biz...," diyebildim sonunda, gözlerinin içinde bir parça duyguya rastlayabilmek için hummalı bir arayışa girerken. "Çok vakit geçirdik... Şey, sonra sen bana dedin ki..."

Savaş, yüzüm bir ateşmiş de onu yakmışım gibi ellerini hemen, büyük bir hızla yanaklarımdan uzaklaştırdı.

Yanımdan geçip diğer uca giderken, "Artık bana âşık olduğunu öğrendiğime göre, sıradaki adım ne?" diye sordu, gözlerime dolan yaşlar bakışlarımı bulanıklaştırdı. "Söyle Nüket, ne istiyorsun benden?"

Gözlerindeki uzaklık, tıpkı ahiret gibiydi. O mesafeyi aşıp bütün olmak istedim, gözlerim gibi diğer duyularım da çırpınıyordu. İçimden geçtiği gibi ona doğru koşsam bile, o mesafenin öteki ucu alacakaranlıktı; hatalı bir tekrarla dönersem oraya, zavallılığımla kalacaktım.

Arkamı dönüp yüzüne baktım, "Ben bilmiyorum," diye mırıldandım. "Belki..."

"Ben biliyorum ama," diye patladı. "Benden seni sevmemi isteyeceksin." Bunu sanki boğuluyormuş gibi söylemişti. "Çünkü işin içine duygular dahil olduğu zaman, siz kadınlar asla daha azıyla yetinmezsiniz."

Bu doğruydu, daha azıyla yetinemezdim artık. Savaş'ı parçalarıyla değil, bütünüyle istiyordum. Bir gözyaşı damlası çenemin ucuna, intihar etmiş bir kadın gibi asılı kalmışken, "Belki beni zamanla seversin," diye bitirdim yarım bırakmama neden olan cümleyi. "Beni sevmek bu kadar zor mu?"

Savaş, başını salladı. "Seni sevemem, anlamıyor musun?" diye kızdı. "Ben kimseyi sevemem."

İşte yine ben demişti...

Dudaklarımı bir süreliğine sıkı sıkı kapatıp, sıkı sıkıya düşündüm. "Ne olacak o zaman şimdi? Biz..."

"Biz deme!" diye tısladı. "Biz diye bir şey yok, olmadı, olmayacak da." Arkasını döndü. Duygular beni öylesine zayıflatmıştı ki, kendimi hayaletten farksız hissediyordum. "Bu şartlar altında daha fazla devam edemeyiz; bu senin için de benim için de zorlaşır, her ikimizi de çok yıpratır."

Bizi öylece geçmişe gömmesin diye bir kez daha mücadele verdim, "İyi şeyler... zaman ve sabır ister," dedim, sesimdeki anlayışın kalbinin etrafını saran katı zırhı delmesini istedim. "Seni beklerdim, beni sevmeni beklerdim."

Arkasını dönmeden, "Biliyorum," dedi, sesinde bir an şefkate benzer bir şey yakalar gibi oldum ama kum gibi dağılıp gitti ellerimin arasından. "Sonra sen biraz daha bekleyeceksin, bense ne kadar zaman geçerse geçsin beklediğini asla veremeyeceğim sana. Hem zaten..." Uzun bir sessizlik oldu, bana döndü. Gözlerimin içine baktı. "Hem zaten, sen o dövmeyi yaptırdığından beri, uzun süredir beni beklemiyor muydun, Nüket?"

Şaşkınlık, kendi etrafımda beni sertçe döndürdü. Söylediğim şeylerin içindeki ince anlamı çıkarması beni niye şaşırttı bilmem, hâlbuki bu karşımda gördüğüm tanıdık, kıvrak zekâ, Savaş Akduman'dan başkasının değildi. Sözleri harlı ateşte bekletilmiş kılıç gibi kalbime saplanırken, zaten günlerdir kendimi böyle bir sona hazırladığımı fark ettim. Birini kendinize zorla âşık edemezdiniz, kendinizi sevmeye de zorlayamazdınız.

Tereddütle, "Yani bitti," diyebildim güçsüz bir sesle.

Tereddütsüz, "Bitti," dedi güçlü bir sesle.

Onun özensizce çiğneyip bitirdiği ilişki, benim aylardır önünde umutla beklediğim uçurumun ucuydu.

O an ne yapacağımı bilemedim, bedenim oraya, o ana, o acıya çakılıp kalmıştı.

Aklım at şu adımı çık onun hayatından diye sert öğütler veriyor, üzüntüyle kasılmış arsız kalbim biraz daha kalmamız için bir bahane bulmam için beni sıkıştırıyordu. Kalbimi dinlemeyi seçtim, çünkü ben hep onu seçerim. Gerçeklikten uzaklaştım. "O zaman... Sadece bu gece senin yanında kalabilir miyim?" diye sordum, sesim titremişti. Savaş'ın dudakları belli belirsiz bir çizgi hâlini aldı, içinde kopan bir fırtına varsa bile bunu dışarı vuran bir ifade yoktu yüzünde. Böyle sessiz durunca ruhumdan parçalar dökülüyordu, içim buruk hislerin sisleriyle dolmuştu. "Son kez kollarının arasında uyumak istiyorum, sabah olduğunda hemen giderim, söz. Bir daha da karşına çıkmam, sorun çıkarmam."

Savaş, saniyelerce yüzüme baktı. Sanki yüzüme bakarak düşünebiliyordu sadece. Cebinden telefonu çıkarıp bir şeyler yaptı, başta ne yaptığını anlayamadım ama sonra kulağına yaslayınca arama yaptığını, evine bir taksi göndermelerini söylediğinde ise isteğimi reddettiğini anladım. Tokat yemişe döndüm. Taksiyi çağıran sesi ruhumu delerken, duygusuz gözleri kalbimi paramparça yapmıştı. "Taksi on dakikaya burda olacak," dedi, ortamdaki gerginliği arttırırken. Sesine hâkim olan reddediş şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktı...

Kalbimin yollarına bıraktığı her his zincirleme trafik kazasına neden olup kalbimi kötürüm bıraktı.

Bunu yaptığına, yanında bu kadar bile hatrım kalmadığına inanamıyordum, ondan istediğim tek geceyi bile çok görmesini aklım bir türlü almıyordu. Aylardır kendisiyle yattığım, aramızda ilginç sohbetlerin döndüğü, bu öğleden sonra bütün haftamın nasıl geçtiğini dinleyen, beraber bir şeyler yapmaktan söz eden, hep benimle ol benimle kal diyen adam, bana karşı acımasızlaşan bu adam mıydı gerçekten? Sırf onu sevdiğim için miydi bu acımasızlık, bu gaddarlık ve bana tahammül edemiyormuş gibi verilen sert yanıt.

Bu düşünceyi kafam almıyordu, binlerce düşüncelerin sığabildiği kafama sığamıyordu. Öfkelendim.

Bende bu tavrı üzerine titreyen ellerimi boynuma götürdüm ve bana taktığı bende bhatıra olarak kalmasını istediğim kolyenin kilidini açmaya çalıştım, açılmadı. Sanki boynumda duran kolye değil de yılanmış gibi kilidini açmadan, bana verdiği fiziksel zararı aklıma getirmeden çekip kopardım. Tırnaklarımın boynumda satır çizgisi gibi ince çizgiler bıraktığını duyumsadım ama aldırmadım. Kolyeyi sağ elimin avucunda toplarken anılarımın tek tek gözlerimin önünde yandığını gördüm. Kolyeyi hırsla onun ayaklarının dibine atarken, "Senden nefret ediyorum, Savaş Akduman!" diye bağırdım ve koltuğun üzerindeki çantamı da alıp sokak kapısına ilerledim.

Gözyaşları görüşümü bulanıklaştırıyor, attığım her adımı hayal alemindeymişim gibi atıyordum. O kadar ki sanki bir dahaki adımım boşluğa denk gelecekti ve ben uçurumdan yuvarlanıp dibi boylayacaktım.

Savaş'ın adımlarının beni takip ettiğini duydum. Soğuk ve kontrollü bir sesle, "Taksinin gelmesine daha var," dedi arkamdan, beni düşünüyormuş gibi söylemesi iki kat canımı yakıyordu. "Burda bekle. Beni görmek istemezsen seni anlar, yukarı çıkarım ben."

Gözyaşları gözlerime batıyordu, kendini biraz daha tut kızım, diye telkin verdim kendime. Arkamı dönüp, "Sana ne, Allah'ın belası! Sana ne benim ne yaptığımdan!" diye haykırdım. Romantik bir masalın içinde değilim, fırtınaların kıyıda çürüttüğü kaybetmiş, çirkin bir enkazdım. "Bende bir saniye bile evinde kalacak tahammül bırakmadın; beni kollarında istemeyen adamın evinde daha fazla kalacağımı da nerden çıkarıyorsun?"

Tekrar önüme dönüp sokak kapısına ilerledim, tabii ki hiçbir şey söylemedi. Kalbim hâlâ yaralı hayallerime meyilli olmalıydı ki, beni durdurmasını en azından bu kadar kırıkken yollamamasını bekledim; bekleyiş boşunaydı. Düşerken bile, hissettiğim şeye inanıyordum. İşte duygularının açtığı yoldan giden bir aptaldım ben, her duyguyu dibine kadar yaşıyor, sonra da kaybediyordum.

Acının sevgiden doğabileceğine inanmazdım, bu herkesin en nihayetinde deneyimleyeceği bir hayat dersiydi; benim de deneyim sıram bugündü. Kapıyı açacağım sırada hâlâ arkamdan gelen adımlarını duydum. Bu şekilde yıkıma uğramamalıyım. Son kez... Son kez, ona dönebilir ve içimi kavuran acıyı yüzüne haykırabilirim.

Döndüm, sanki içerden bir şey sızmasın diye sımsıkı kapanmış ağzına baktım.

"Dilerim aynı acıyla kavrulursun, Savaş."

Sesim kısıktı, ardına gizlenmiş acım gürültülüydü.

Beynim öyle bir uğulduyor, kalbim öylesine yanıyordu ki kendi sesimi bile güç bela duydum. Mermer gibi soğuk ifadesinde hiçbir değişim olmamıştı, kahretsin ya. Ruhumun dağıldığını hissederken kapıyı açıp çıktım, arkamdan gürültüyle kapattım. O kapattığım kapı sadece bir kapı değildi, bir hayattı, bir kitaptı, bir geçmişti, bir aşktı, bir hikâyeydi.


Yüzüme çarpan soğuk hava dalgası ruhumu yutamaz mıydı? İyi hislere ait ne var, ne yoksa yıkıldı içimde; bomboşum. Damardan kanı toplayan kalbim, o an bünyesine yoğunlaşıp pıhtılaşan zehirli acıyı topluyordu. Kapının yanındaki duvardan çıkıntıya yaslandım, elimi göğsümde büyümekte olan ağırlığın üzerine koyup bastırdım. Bacaklarım yüklendiğim acıyı taşıyamayınca tökezleyip yere çöktüm ve taksi gelene kadar on dakika boyunca hıçkıra hıçkıra ağladım. Taksi gelişinin haberini kornaya birkaç kez üst üste basarak verirken benim kalkacak gücüm yoktu.

Kendimi zorladım, kalktım.

Ben, Nüket Kozcu.

Bugün 20 yaşına girdim.

İlk gerçek hayal kırıklığımı yaşadım.

İlk gerçek kalp kırıklığımı yaşadım.

Bir de aşkın cenazesini dirilmemek üzere derinlere gömdüm.

🍷🥀🍷

Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın ♥

Yeni bölüm duyuruları için bana şuralardan ulaşın;

instagram, elisyaroyal

twitter, ElisyaRoyal




Continue Reading

You'll Also Like

995K 33.9K 57
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
900K 35.3K 25
"Seviyorum lan!" Kükreyişi kaldırımlarda değil, kalbimde yankılandı sanki. İçim titredi, beynim sarsıldı ama yinede yerime mıhlanmış gibi hissettim...
424K 3.9K 8
BAKTIKÇA KAYBOLUYORUM.GÜN GEÇTİKÇE SİLİNİYORUM.YARDIM ET GÖZLERİNDEKİ KARANLIKTA BOĞULUYORUM. SİSLİ BİR GECE GİBİ , SONSUZ BİR GİRDAP GİBİ. ÇIĞLIKLA...
879K 61.1K 36
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...