YARALI HAYALLER (+18)

By ElisyaRoyal

6.3M 273K 236K

Nüket Kozcu, kendi halinde üvey annesinin yaptıklarından hoşnutsuz bir üniversite öğrencisidir. Bir gece bara... More

YARALI HAYALLER / GİRİŞ
YH • 1 | KARŞILAŞMA
YH • 2 | DÜŞÜŞ
YH • 3 | UFAKLIK
YH • 4 | KÜTÜPHANE
YH • 5 | BENİMLE YAN
YH • 6 |CEHENNEMİN ANA KAPISI
YH • 7 | UNUTMANIN KOZASI
YH • 8 | BEBEK
YH • 9 | TAKIM ELBİSELİ PİSLİK
YH • 10 | SARHOŞLUĞU DİLERKEN
YH • 11 | TUTKUNUN RENGİ
YH • 12 | KARMAŞIK DUYGULAR
YH • 13 | RUHU YAKAN KELİMELER
YH • 14 | FİLM GECESİ
YH • 15 | PLATONİK VAKA
YH • 16 | KIRIK KALP
YH • 17 | GÜL VE ŞARAP
YH • 18 | HODRİ MEYDAN
YH • 19 | ÖPÜCÜK
YH • 20 | KADER AĞLARI
YH • 21 | GÖLGELER
YH • 22 | UYANAN TUTKU
YH • 23 | HİÇ KİMSE
YH • 24 | YALANIN GÖLGESİ
YH • 25 | DUYGULARIN ÇIĞLIĞI
YH • 26 | SAHTE MASAL
YH • 27 | İLK ÖPÜCÜK
YH • 28 | KIRMIZI
YH • 29 | PARAMPARÇA
YH • 30 | CAMDAN KALP
YH • 31 | MEDCEZİR
YH • 32 | CENNETİN ATEŞİ
YH • 33 | GÜL KEFENİ
YH • 34 | YILDIZIN NABZI
YH • 35 | RUH İKİZİ
YH • 37 | HAYALLER VE UMUTLAR DEVRİLİRKEN
YH • 38 | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER
YH • 39 | GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
YH • 40 | GÜZEL GEÇMİŞE ÇEKİLEN PERDE
YH • 41 | UĞULTULAR
YH • 42 | ALABORA
YH • 43 | HATA
YH • 44 | ANILAR MUMYALAŞSA
YH • 45 | GÖĞÜSTE TAŞINAN BOMBOŞ KALP
YH • 46 | "BAŞROL"
YH • 47 "DÜŞ ÖLÜMÜ"
YH • 48 | YANSIMALAR
YH • 49 | SIRTLAN
YH • 50 | YÜZLEŞİLEN KARANLIK
YH • 51 | YARALI YILDIZ
YH • 52 | PANDORA
YH • 53 | TEK BİR GECE

YH • 36 | İSİMSİZ KADINLAR

110K 4.4K 6.7K
By ElisyaRoyal


Spoi yorum yok.

Dolu dolu yorumlar ve vote vermeyi unutmayın.

Buraya kitabımızın simgeleri olan gül ve kadeh alayım. 🍷🥀

36. BÖLÜM | İSİMSİZ KADINLAR

Susarak geçiştirdiğimiz tüm gerçekler zamanla zehirleniyordu.

Öyle olmalıydı, yoksa suskunluğumun örttüğü gerçek şu an boğazımı yakmazdı.

Son zamanlarda hayalime dönüşmüş ama gerçekleşmemiş adama baktım.

Onu çok sevmeme rağmen ona bakmak kalbimi yaralıyordu. Mevsim kahverengisi bakışları da kalbimi yaralıyordu fakat asıl yaralarımdan önce hayallerim acıyordu. Çünkü hayallerimi benden almak için buradaydı.

Kelimeler, cisimlerin üzerinde tabaka oluşturmuş tozlar gibiydi, üstelik içimde bir cismin en ufak hâline dönmekle kalmamış, Savaş Akduman'ın nefesi yüzüme dokundukça ordan oraya savrulup duruyorlardı.

Oturduğum yer sandalye değil de, diken üstüymüş gibi hissediyordum. Dövmeli bileğim hâlâ onun parmaklarında hapisti. Atan nabzımın üzerindeki parmak uçlarının baskısını da kalbimdeki ağrıyı da hissedebiliyordum. Mevsim kahverengisi gözleri alevler içindeydi, kendiyle birlikte beni de tutuşturacak sandım. Benden bir an dahi olsa ayırmıyordu bakışlarını. Yutkundum. Aksi gibi aklıma hiçbir şey gelmiyordu.

Savaş, burnundan sert bir nefes alırken, gözleri bir sanat eserini en ince ayrıntısına kadar inceler gibi inceliyordu yüzümü. "Bana cevap ver, Nüket," dedi, sesi sabah yaprağın üzerine düşen çiy gibi zihnime düşüp usul usul bilinçaltıma kaydı. Kelimeleri söyleyiş biçimi duman gibi boğuyor, ateş gibi yakıyordu. "Bu yaptığının anlamı ne?"

En sevdiğim şeylerden birinin kitap kokusu olduğunu bildiğim hâlde, kütüphane havasının beni boğduğunu fark ettim. Ciğerlerimin nefes almaya, saf oksijene ihtiyacı vardı.

"Bir anlamı mı olmalı?" diye sordum. "Sen değil miydin her şeye anlam yüklemeye gerek olmadığını vurgulayıp duran?"

Hâlbuki bu cümle yerine ağzımdan itiraf çıkmalıydı, fakat yüzünde sınırı bekleyen asker gibi bekleyen o silahlı ifade itirafımı bir düşmanmış ve sınırlarını ihlal ediyormuşum gibi karşılayacaktı.

Bunu bize yapmak zorunda değildi.

Yapacaktı.

Bıkkınca nefes alıp verdi, "Hiçbir dövme anlam katılmadan yaptırılmaz," dedi, sesi kendinden emindi. Her zamanki gibi, her zamanki Savaş Akduman'dı. "Benim de bir dövmem var ve içinde psikolojik bir anlam var. Senin de anlamsızca yaptırmadığını biliyorum."

Bedenim bana ağır geliyordu, sandalyenin üzerinde oturmuyor olsaydım, dizlerimin üzerinde çöküyor olurdum.

"Benim bedenim, canımın istediğini dövme olarak yaparım," dedim, kendimi suç işlemiş gibi hissediyordum. "İster anlam katarak ister katmayarak."

Savaş'ın gözleri bir kat daha koyulaştı. "Sadece şu kahrolası dövmenin anlamını söyle bana!"

Gözlerinin içine baktım, içimden geçen her düşünce sözleri giyinip gözlerimin podyumuna çıktı: Söylersem, gideceksin...

Bunu hissedebiliyordum.

Bunu biliyordum.

Kirpiklerimin dipleri bile ağrıyla sızlıyordu, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Onun karşısında ağlamak gerçeği söyleyemeden anlamasına neden olurdu. Tedirginlik hançer gibi göğsüme saplandı, kalbim bir romanın yanan sayfaları gibi yanıyordu. Konuşacak olursam eğer beni bırakacaktı, arkasına bile bakmadan çekip gidecekti. Göğsüm sıkışıyordu, şu an buna hazır değilim. Ben kendimi hazır hissetmeden olmaz.

Umuda ihtiyacım vardı; küçük ve cılız da olsa bir umuda.

Bileğimi parmaklarından kurtardım. Şu an ona açıklama yapmaktan kurtulmam için bir neden çıkamaz mıydı? Buna bir bebeğin annesine duyduğu çaresiz ihtiyaç gibi ihtiyacım vardı. Bakışlarımı usulca ondan koparıp o gelmeden önce okuduğum Cemil Meriç kitabının satırlarına çevirdim, gözlerimi kitaptan ayırmak istemiyordum. Kelimelerin gücüne inanırdım. Bu inançtan güç alarak bazen karar verme aşamasında kitaplardan yardım alırdım; gözüme ilk çarpan kelime ne olursa, ona göre hareket edecektim. Ve sayfanın ortasına denk gelen üçüncü pasajdaki gözüme çarpan ilk kelime cesaret oldu.

Cesaret.

Harika. Teşekkür ederim, sevgili Cemil Meriç. Ama seni dinleyemem. Bir an resimlerini defalarca gördüğüm Cemil Meriç'in masa başında kitap okurken o ciddi hâli gözlerimin önüne geldi, gözlüklerinin ardından kaşlarını çatıp bana somurttuğunu hayal edemeden edemedim. Gözlerimi kapattım, tekrar açtığımda dördüncü pasaja inmiştim. Gözüme çarpan ilk kelime; direniş.

Direniş.

Evet, sevgili Cemil Meriç bu da açıklayıcı oldu, ne için direnmem gerekiyor? Savaş'a gerçeği söylemek üzerine mi direneyim, yoksa söylememek üzerine mi direneyim? Yoksa kendime mi direneyim?

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Üçüncü ve dördüncü pasajlarda istediğimi alamamam ilk pasajdan da alamayacağımı göstermezdi. Bu sefer tek bir kelime değil, cümle alacaktım. Gözlerimi yavaşça açtım. Ve o siyah mürekkebin zihnimde anlamlar giydiği cümle, gözlerimin önündeydi. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer.

Anahtar kelimeleri kullanmalıydım, yanlış olsa bile kullanmalıydım.

Konuşmak ve Seçim.

Tamam, sen kazandın sevgili Meriç. Savaş'la gerçeği konuşmayı seçiyorum ve benden sonra seçim yapması gereken kişinin Savaş Akduman olacağını biliyordum. Hem ne olacaksa olsundu, ben paramparça olmadan önce. O zehirdi. Belki son günlerde aldığım kararlar hataydı, belki mücadele etmeme bile değmeyecekti. Ona her gün biraz daha bağlanıyordum, hâlbuki bana bağlansın diye değil miydi bütün çabam ve gayretim. Elimde kalan tek şey boşluk olursa, ne olacaktı? Ne olacaktım?

Savaş Akduman için, Savaş Akduman'la savaşmak seçtiğim en iyi yol olmayabilirdi.

Bakışlarımı ona kaldırıp, gözlerinin içine korkmadan, tereddüt etmeden bakarak, "Pekâlâ," dedim, pes etmiş aynı zamanda cesaretin var olduğu bir sesle. "Madem bu kadar ısrar ediyorsun, sana ne olduğunu daha doğrusu hangi anlamı katarak yaptırdığımı söyleyeceğim."

Bu sırada yine telefonum masanın üstünde titremeye başladı, çünkü tabii ki bu anda çalması gerekiyordu. Telefonu alıp ekrana baktım. "Beren arıyor," dedim. "Ona yanıt vereyim, sonra konuşalım."

Muhtemelen dün gece hakkında konuşacaktı, bunu birazcık Savaş'ı kışkırtmak için kullansam hiçbir şey kaybetmezdim. Belki bu andan sonra beni bir daha görmek istemeyecekti ki bence asla görmek istemeyecekti, içimdeki ses ve kalbim de böyle söylüyordu.

İç sesiniz ve kalp hissiniz bir olduğu zaman genelde o şey doğru olurdu.

Seçimi ben olmayacaktım, çünkü onun sertçe sınırladığı kırmızı çizgilerinden birine basmıştım. "Açmazsam eğer, Beren aramaya devam eder. Biliyorsun, dün gece beni biriyle tanıştırmıştı." Savaş'ın cevap isteyen bakışlarının yerini, dün geceki öfke aldı. Güzel. "Mete hakkında konuşmak istediğine eminim."

"Ne diyeceksin ona?"

"Ne dememi istersin?" diye sordum. Kalbim vereceği cevap için kıvranıyordu.

Gözlerini kısıp, yüzünü yüzüme eğdi. "Ne diyeceğimi çok iyi biliyorsun," dedi, nefesi dudaklarıma çarpıp kalbimin atışlarına sızıyordu. "Aptal kardeşime, özel hayatına bir daha burnunu sokmamasını söyle."

Tıpkı onun gibi gözlerimi kısıp, "Bu Beren Akduman'a karşı çok kaba bir hareket olurdu, Savaş Akduman," dedim. "Yakın arkadaşım benim mutlu olmamı istiyor."

Bir an durdu, sonra kafası karışmış gibi konuştu. "Benimle mutlu değil misin?"

Bu soru bugünün bam teli olacaktı, yapacağım itiraftan önce değerlendirmeye almalıydım. Sorusunu özellikle boşlukta bırakıp ondan uzaklaştım. Sandalyeme yaslanırken, "Efendim Beren?" diyerek açtım telefonu.

"Nüket, evde misin?" diye sordu. Sesi sanki boğazları iltihaplı bir hasta gibi boğuk ve durgun gelmişti.

"Hayır, kütüphanedeyim."

"Nüket," dedi titreyen bir sesle. Ağlıyor muydu? Ben duygusal biriydim, kolayca ağlardım ama en yakın arkadaşım asla kolay kolay ağlamazdı.

Savaş'ta olan meydan okuyucu gözlerimi çekip ayağa kalktım. "Sen iyi misin, Beren," dedim endişeli bir sesle.

"Değilim," dedi, ağzından bir hıçkırık kaçtı, sonra konuşamadan ağlamaya başladı.

Endişe hızla zihnime yayılırken, "Beren, sakin ol canım," dedim sakin bir sesle

"Ne olduğunu söyle."

Doğrudan bakmasam bile, Savaş'ın da masadan kalktığını yandan gördüm; ya endişem ona da bulaşmıştı ya da Beren'i duyabiliyordu.

Beren, iç çekti, "Babam," dedi zar zor. "Babam bir anda fenalaştı, ne olduğunu bilmiyoruz. Şimdi hastanedeyiz."

Bakışlarım anında Savaş'a döndü. Başını ne oluyor anlamında salladı. Yüz çizgileri gergin, vücudu ve omuzları gergin bir bekleyiş içinde dimdikti.

"Ta-Tamam, hangi hastanedesiniz?"

Beren, hangi hastanede olduğunu söylediğinde ve bende hemen yanına geleceğimi söyledikten sonra telefonu kapattım.

Savaş, sıkıntılı bir sesle, "Ne oluyor, Nüket?" diye sordu. "Kim hastanede, kime ne olmuş? Beren mi?"

"Şey... Baban..." Boğazımı temizledim. "Baban bir anda fenalaşmış, hastaneye kaldırmışlar."

"Ne?" Üzerini aradı, telefonunu arıyordu. "Beni mutlaka aramış olmalılar. Kahretsin telefonum arabadaydı."

"Üzgünüm," diye mırıldandım.

Savaş, başka bir şey demeden arkasını dönüp çıkışa ilerledi, ben de hemen trençkotumu ve çantamı sandalyemden alıp çıkışa ilerledim. Kapı önünde rastladığım, yeni başlayan kıza çıktığımı haber verdim. Bugün izin günüm olduğu için kimseden izin almama gerek yoktu; gönüllü gelmiştim ya da yalnız olmamak adına kafa dağıtmak için.

Savaş arabanın motorunu çalıştırırken, ön yolcu koltuğuna binmeyi başarmıştım. Savaş kalabalık trafiğe karışırken telefonunu aldı. Arabayı çok hızlı kullanıyordu, kemeri omzumdan aşağı çapraz açıyla indirirken, ona da takmasını söyledim ama Savaş beni duymuyor gibiydi. "Kahretsin, son yarım saattir on yedi arama var," diye hırladı. "Annem, Beren... Burak bile aramış." Arama yapıp telefonu kulağına yasladı. "Annem açmıyor." Başka bir arama yapıp kulağına yasladı. O kadar hızlı sürüyordu ki neredeyse bir arabaya çarpacaktı, son anda yanından sıyrılıp geçti.

Korkmaya başladım. Onun bu hâlinden.

Elimi, elinin üzerine koydum. "Savaş, zor olduğunu biliyorum ama lütfen sakinleş. Telefonunu bana ver," dedim, direksiyonu kavrayan parmakları bembeyaz olmuştu. Dediğimi yapmayacağını anladığımdan, vermesini beklemeden elinden aldım. Bana yırtıcı bir bakış attı, aldırmadım. "Sen yola odaklan, olası bir kaza yapmadan önce. Şimdi söyle, kimi aramamı istiyorsun?"

Bakışları yola döndü. "Beren'i."

Son arayanlara girip Beren'in adının olduğu şerite bastım ve telefonu ona yakın tutarak hoparlörü açtım.

Beren, telefonunu açar açmaz, direkt konuya girip, "Babamı hastaneye kaldırdık abi," dedi pürüzlü bir sesle. Hâlâ ağlıyor olmalıydı. Babamla aram iyi olmasa bile, böyle bir durum başıma gelse yıkılırdım, ki benim babamın aksine, babasının Beren'e nasıl düşkün olduğunu, her fırsatta sevgisini göstermekten çekinmediğini çok iyi biliyordum. "Kalp krizi geçiriyor olabilir abi," diye devam etti.

"Nasıl oldu?"

"Bu sabah kalktığında anneme göğsünün ağrıdığını söylemiş ama babamı bilirsin," dedi ağlayarak. "Geçip gider diye beklemiş pek önemsememiş, ağrısı şiddetlendi tabii. Sonra ambulansı aradık, kendi doktoruna getirdik."

"Yoldayım Beren," diye bilgilendirdi Savaş. Arabayı kullanışındaki dengesizliği Beren'e yansıtmıyordu sesi. "Kapatıyorum, hastanede görüşürüz."

Beren, üzgün bir sesle, "Tamam abi, lütfen çabuk gel," dedi. Ses tonu içimi burkmuştu. "Annem de ben de ne oluyor bilmiyoruz, çok kötüyüz."

"Tamam, merak etme."

Telefonu kapatıp Savaş'a uzattım. O telefonunu deri ceketinin iç cebine koyarken, "Arabayı çok hızlı kullanıyorsun, lütfen kemerini tak," dedim. Bakışlarını bana çevirip sonra tekrar yola çevirdi. Dediğimi yapmayınca, "Ve biraz yavaşla," diye ekledim. Elimi kolunun üzerine koyup kavradım, bu beden dilinde sakinleşmesini istediğim için yaptığım bir hareketti. "Biran önce hastaneye yetişmek istemen doğal ama kaza yapabilirsin, Savaş."

Çenesi kasılan Savaş, tabii ki beni dinleyip yavaşlamadı ama sol elini kenara uzatıp kemerini sertçe çekiştirip taktı.

Kahverengi gözleri yoldaydı, aklı babasında. Savaş ailesiyle etkileşim hâlinde olmadığından bu hâli zihnimin gerilerinde bir yerde kafamda oturmuyordu, böylesine endişeli olması anormal değildi ama ne bileyim, biraz garip geliyordu açıkçası. Direksiyonu kavrayan elleri sıkmaktan bembeyaz kesilmişti. Endişeyle karışık sinir, yüz hatlarına dağılmıştı. Ne tepki vereceğini bilemiyordum ama kolundaki elimi yavaşça bacağının üzerine kaydırıp, "Savaş, baban iyi olacak," diye teselli etmeye çalıştım, tepki vermedi.

Bazı insanlar böyle durumlarda sessizliği ve yalnızlığı tercih ederdi, belki varlığım onu rahatsız ediyordu.

Elimi bacağından çekip kendi yalnızlığıma çekileceğim sırada, Savaş, elimi sertçe kavrayarak beni şaşkınlığın uçurumuna getirdi, hep o uçurumun ucunda mı görmeliydim onun nasıl biri olduğunu? Belki bu Savaş Akduman farkıydı ve hep öyle olacaktı. Hastaneye gidene kadar elimi hiç bırakmadı.

Hastaneye geldiğimizde, arabayı park etme sorunu uzayınca Savaş yine öfkelendi. Neyseki sonunda park etti, sonra otoparkın girişe uzak olmasına öfkelendi. Hastane girişinde Savaş'ın arkadaşı Burak'la karşılaştık. Burak'ın üzerinde beyaz doktor önlüğü vardı. Hastanenin isim tabelasına bir kez daha baktım, gerçeklik depremde yıkılan binalar gibi zihnimin içine yıkıldı. Telaştan asıl ayrıntıyı kaçırmıştım, bu hastane hamilelik testi için Savaş tarafından getirildiğim Sibel'in çalıştığı hastaneydi. Burak beni Savaş'ın yanında görünce gözlerinden garip bir ifade geçti, açıkçası ben de onu görmekten dolayı memnuniyet falan duymuyordum. Onun gözlerinin içine bakarak Savaş'ın elini sıkıca tutup biz asla ayrılmayacağız mesajını bedensel yolla vermeyi çok isterdim ama içinde olduğumuz duruma bakıldığında bu hareket saçma olurdu.

Savaş, "Ne oldu, Burak?" diye sordu. "Beren'le hastaneye gelmeden önce konuştuk ama son durum ne?"

Burak, "Kalp krizi olduğundan şüpheleniliyordu," dedi, zaten bildiğimiz şeyi söyleyerek. "Şu an testler yapılıyor. Eğer şüphelendikleri gibi çıkarsa hasar kontrolü yapılacak."

Savaş, ailesinin geri kalanının nerde beklediğini öğrendikten sonra, "Tamam, yukarı çıkacağım," dedi, düz bir sesle. "Sonra görüşürüz."

Beraber birkaç kişinin olduğu asansöre geçtik. Beren ve annesi yukarda olacaktı, "Keşke ben arkadan gelseydim," dedim, elimde olmadan endişe ederek. "Şüphe çekebiliriz."

Savaş, bakışlarını bana çevirdi, "Umrumda bile değil," dedi, durgun bir sesle. "Biri sorgularsa ki şu durumda ikimizin aynı anda geldiğini sorgulayacaklarını hiç sanmıyorum, aşağıda karşılaştığımızı söyleriz."

Başımı onay verircesine salladım, haklıydı. Kimse bizimle ilgilenmezdi.

Asansör durdu, Savaş'la yan yana ama uzak hâlde indik. Aramızda yine mesafe vardı. Sağ tarafa ilerledik, uzun koridorun sonundaki bekleme odasına girdik.

Beren, onu görür görmez kalktı. Kırık bir sesle, "Abi, sonunda geldin," diyerek direkt Savaş'a sarıldı. Gözlerinde endişenin izleri görülüyordu; tekrar ağlayacak gibiydi. "Sana hiç ulaşamayacağımızı sandım."

Onun ağlamak üzere olduğunu fark eden Savaş, keskin ve güçlü sesiyle, "Şşş, sakın ağlama, ben burdayım," diye güç verdi ona. "Babama hiçbir şey olmayacak. Zaten ortada kesinleşmiş bir şey de yok, öyle değil mi?"

Beren, boğuk sesiyle, "Yoğun bakımda ama," diye itiraz etti.

Savaş, "Bunun kulağa tehlike çağrıştırdığını biliyorum," dedi, sakinleştirici bir sesle. "Bu rutin bir kontrol, korkmana gerek yok."

Kendisi de endişeli olduğu hâlde, ailesine sezdirmeden kendi endişesini arka plana atıp durumu kontrol altına almıştı. Eğer onun arabadaki halini görmeseydim, ben de bu ince detayı rahatlıkla gözden kaçırabilirdim.

Bu sözler Beren'i sakinleştirmiş olacak ki, Savaş'tan ayrıldığında ağlıyor değildi. Beni yeni fark edince, "Nüket," dedi, Savaş'tan uzaklaşıp bana sıkı sıkı sarılarak. Bu sırada Savaş annesinin yanına gidip sarılmış, ona duymadığım bir şeyler diyordu. "İyi ki geldin, Nüket. "

Samimiyetle, "Tabii ki gelecektim," dedim, saçını okşarken. "Böyle bir durumda seni asla yalnız bırakmazdım."

Beren ve ben siyah deri koltuğa oturup tekrar babasının durumu üzerine konuşurken, Savaş'ta annesinden zaten bildiği şeyleri tekrar dinledi. Sonrası sessiz ve gergin bir bekleyişti.

İki saat sonra doktor çıkmıştı. "Siz Hakan Akduman'ın ailesi misiniz?"

İclal teyze öne çıktı. "Evet, ben eşiyim."

"Kalbindeki iki damarda tıkanıklığı olduğunu tespit ettik. Birinde yüzde seksen dört, diğerinde yüzde altmış beş. Ağrının sebebi buydu. Her iki damarı da açtık, durumu şimdi iyi ve daha iyiye gideceğini düşünüyoruz. Yine de ihtiyatlı olmakta fayda var, bir gece gözlem odasında tutacağız."

Akduman ailesi derin bir nefes aldı.

Savaş, "Onu görebilecek miyiz?" diye sordu hemen.

Doktor, "Hemşire ayarlamaları yaptıktan sonra yanına girebilirsiniz ama sadece on dakika kadar kalabilirsiniz," dedi. "Hakan Beyi yoracak konuşmalardan sakının."

Beş dakika sonra hep beraber, Hakan amcanın yanına girebildiler.

Eh, aile üyesi olmadığımdan bekleme odasında beklemeye devam eden tek kişi bendim.

🥀🍷🥀

Akşama kadar hastanedeydik. Uzun olmamak koşuluyla belli aralıklarla Hakan Amcayı birer kişi olarak görmeye devam etmişlerdi.

Akşam olduğunda İclal Teyze, "Hakan'ın yanında ben kalacağım," dedi. "Beren, sen bu gece evimize gitme kızım. Abinde kal."

Beren itiraz etti. "Hayır, ben de kalacağım, bir yere gitmek istemiyorum. Babamın iyi olduğunu görmek istiyorum."

Savaş, "Olmaz anne, siz gidin," diye araya girdi. "Yorgun ve hâlsiz görünüyorsun. Git bu gece iyice dinlen, böylece babam yarın eve döndüğünde dinlenmiş olarak daha rahat ilgilenebilirsin onunla."

"Eve gitmek istemiyorum," diye mırıldandı İclal Teyze. "Evdeki o görüntü aklımdayken eve yalnız dönmek istemiyorum."

"Babam iyi," dedi sanki İclal Teyze hâlâ bu gerçeğin farkında değilmiş gibi. "Anlıyorum ne hissettiğini ama babam seni yarın bitkin görmemeli. Haydi anne, Beren'i de al ve eve git. Yeni bir gelişme olursa ben haber veririm sana."

Beren huysuzlandı. "Niye kimse benim ne istediğimle ilgilenmiyor da hakkımda karar veriyorsunuz?"

Savaş iç geçirdi. "Bugün olmaz, bizi yorma Beren," dedi, sesinde uyarıcı bir ton vardı. "Ben burda babamla kalıyorum ve sen eve gidip annemle kalıyorsun. İtiraz bile etme; bu tartışmaya kapalı bir konu."

Beren ofladı, yine bir şey diyecekken, İclal Teyze arkadan kollarını kavrayıp, "Tamam, hadi kızım benimle gel, abin haklı," dedi, Savaş'a bu iş bende diyen kaş göz işareti yaparak. Normal bir durumda olsaydık bu şekilde Beren'i idare etmeye çalışmaları beni güldürürdü. "Yeterince yorucu bir gündü bu, birbirimiz için bu günü daha yorucu hâle getirmeye gerek yok."

Beren annesine sitemkâr bir bakış atarken, Savaş o an bana baktı. Annesine döndü tekrar. "Anlaştığımıza göre şoför aşağıda, sizi bekliyor. Nüket'i de evine bırakırsınız."

İclal Teyze bana bakıp minnettarca bir samimiyetle gülümsedi. "Elbette bırakırız," dedi hoşgörülü bir sesle. "Haydi gidelim kızlar."

Bekleme odasından çıkarken Savaş'a o an sadece kısa bir bakış attım. Gizli bir günah gibi saklanmamın ağırlığını ruhumda yük olarak taşırken, ona giderken hiçbir şey diyememenin kalbimi kırdığını hissettim. Hâlbuki gitmeden ona sıkıca sarılıp birkaç söz etmeyi, kulaklarında en son kalanın ise benim sesim olmasını ne çok isterdim.

Asansöre girince gergin bir ruh hâlinde ellerimi cebime tıkıştırıp bakışlarımı asansör çizgisine sabitledim.

İclal Teyze dalgın bir sesle, "Savaş'ta hiç sevmez hastaneleri, kokusunu," dedi, bakışları boşluğa takılı kalmıştı.

Beren, "Ben kalacaktım işte," diye tekrar konuyu açtı. "Abim inat etti ama çoktan midesi bulanmaya başlamıştır bile."

Konuşmalar bu kadardı ama onlara nedenini soramadım ve artık bir bahaneyle burda kalmaya karar verdim.

Kütüphanede bir şey unuttuğumu, yolun ters düştüğünü ve taksiyle gideceğimi söyleyerek geride kalmayı başarmıştım ama bir hayli uğraşmıştım.

Beren ve annesinin arabayla uzaklaşmasını izledim, tamamen kaybolduğunda geriye dönüp hastane girişine ilerledim. Savaş'ın yanında olacaktım, sarsıldığını yalnız kalmak istemediğini biliyordum. Kapıda karşılaştık, dışarı çıkıyordu. Beni görmeyi beklemediği için gözlerinden geçen kısa şaşkınlığı izledim.

Kaşları çatıldı. "Sen gitmedin mi hâlâ?" diye sordu. "Yoksa annemler seni bırakmadılar mı?"

Omuz silktim. "Gidecektim, annenler bırakmak istediler ama onlara taksiyle gideceğimi söyledim çünkü son anda seninle kalmaya karar verdim." Bana garip bir bakış atınca, "Tabii varlığım seni rahatsız edecekse o başka. Gidebirim de," diye ilave ettim.

"Saçmalama, senin varlığın bana hayat ve başka şeyler veriyor biliyorsun," dedi, çapkınca sırıtarak. Bu çapkın sırıtış bir an sürdü, diğer an yüzü yine ciddiydi. "Yoruldun, eve gidip dinlen."

"Sen de yoruldun, sorun değilse bu gece sana arkadaşlık etmek istiyorum," dedim. Gitmem konusunda ısrar etmeden önce sözü değiştirmeliydim. "Sen niye dışarı çıktın?"

"Yalnızlık sigarası içecektim."

Kendine pek yakıştıramadığı için itiraf edemese de, karşımda güçlü gövdesi dimdik bir dağ gibi dursa da derinlerde bir yerde durgun ve üzüntülü olduğunu biliyordum. Babasının hayati tehlike atlatması onun için de stresli bir süreçti.

Gözlerimi kıstım. "Hâlâ içmeye kararlı mısın?" diye sordum. "Eh artık yalnız olmadığına eminim."

"Aslında evet, yalnızlıktan efkâr sigarasına geçiş yaparak," dedi ve hastanenin sağ tarafına ilerledi, o tarafta hastane bankları ve ortada bir süs havuzu vardı. Onu takip ettim.

Herhangi bir banka oturduk, arkamızda çınar ağacı vardı gölgesi üzerimize devrilmişti. O sigarasını yaktı, birkaç defa içine çekerken yanakları içe doğru derin derin çöktü, sigarası sönmeyecek kıvamı almıştı. Sigarasının ucundan kıvrılan gri duman gecenin rengine meydan okur gibi sessiz sedasız dağılıyordu. Onu en son sigara içerken Deniz'in mekânının teras katında olduğumuzu hatırladım ve içkime karıştırılan ilacı...

Kafamı o utanç verici geceden uzaklaştırıp, "Çok fazla sigara içmeyi tercih etmiyorsun, değil mi?" diye sordum. Gri duman yüzüme dokunuyordu.

Bakışları bana döndü. "Evet, ben sigara bağımlısı değilim. Stres altında olduğumu hissettiğim zamanlarda, diğer insanların aksine genelde başka şeylere yöneliyorum ben."

Sesindeki anlamın tıpkı bir su damlası gibi nereye kaydığını anlamamam imkânsızdı. Göz devirme isteğimi bastırdım. "Tabii şu mesele," dedim, önüme dönerken. Moralim bozulmuştu. "Stres altında bile eğlimin kadınlara."

"Sana," diye düzeltti beni. "Pislik olduğumu düşüneceksin ama şu an sigara içmek yerine içinde olmayı tercih ederdim."

Şaşkın bakışlarım Savaş'a çevrildi, ben ciddi olmadığını düşünürken... Aman Allah'ım! Gözlerindeki ateş düşüncemi alaşağı etmişti. Hayretim sesimden su gibi akarken, "Normal insanların bu tür durumlarda, böyle şeyleri düşündüğünü sanmıyorum," dedim. Başımı salladım. "Kesinlikle düşünmezler."

Gözlerimin içine baktı, "Elbette düşünmezler. Gördün mü, kast ettiğim buydu; pislik olduğumu düşünüyorsun," dedi, haklı olduğunu vurgulayan bir sesle. "Stres altında sigara içmem, yine stres durumunda içki içmem tuhaf karşılanmaz ama mesele sekse gelince düşünceler her zaman değişip tutucu bir hâl alır ve insanların kalıbına girer. Strese en iyi gelen şeyler listesinde, ilk sırada yer alan sekstir hâlbuki." Ofladı. "Ben bu dünya için fazlayım, düşüncelerim diğer bütün kafalara ağır geliyor."

Son cümlelerine gülmeden edemedim. "Gerçekten hak vermeden edemiyorum, sen bu dünyaya fazlasın," diye itiraf ettim ona. "Diğer konuya gelecek olursak, pislik olduğunu düşünmüyorum. Böyle ortamlarda stres altındaysan, sigara içmek daha uygun."

Savaş eteşli bir ifadeyle bana bakıp, "Ortam bal gibi de uygun," dedi, iç çekti yetmemiş gibi sigarasını içine çekti. Bana yandan bir bakış attı, dudağı kıvrıldı. "Doktorculuk oynayabilirdik."

Gözlerimi kırpıştırdım. "Doktorculuk mu?"

"Çaktırmadan giyinme odasından kıyafet ödünç alabilirdim. Sonrası malum, müsait bir oda bulurduk. Ben doktor olurdum, sende hemşire," dedi, ileri giderek. "Ya da ben yine doktor, sen hasta veya sen ne olmak istersen." Yüzüm yanıyordu, ona bakamıyordum. Savaş bana yaklaşıp burnunu boynuma sürtüp kokumu içine çekti. Hamlesi hiç akıllıca değildi, çünkü kalbim göğsümü dövmeye başlamıştı. "Evet, kesinlikle hasta olmalısın, seni tedavi etmek bana harika hissettirirdi."

Savaş, boynumu usulca öptü. Tutkusu bulaşıcıydı, tepeden tırnağa yandığımı hissettim. "Savaş," diye titredim, sesimin uyarı veya durmasını isteyen tonda çıkması gerekirdi. Biraz uzaklaştım, yüzüne bakmadan ekledim. "Lütfen sigaranı içmeye devam et, ikimiz için en iyisi bu. Tabii ödünç almak zorunda kalmadığın kıyafetler için de."

Savaş, dirseklerini bankın arkalığına yaslayıp kısıkça güldü. "Çok yazık, bana evet deseydin şimdiye oda arıyor olurduk," dedi. Sigarayı ani bir hareketle yere atması beni şaşırttı, ortasına bile gelmemişti. Aklımı okumuş gibi, "İçmekten sıkıldım," diye belirtti. "Şu an daha çok sert bir bira içmek isterdim."

Çok stresli görünüyordu. Belki başka bir konu açarsam, kafasıdaki düşünceler dağılırdı. "Savaş," diye bağıran Aren'in sesini işte tam o anda duyup Savaş'la aynı anda yan tarafa bakmıştık.

Aren yalnız gelmemişti, yanında bir kadın vardı. Hem de cüretkar diyebileceğim mini... hayır süper mini kırmızı bir elbiseyle. Kaşlarım çatıldı, Savaş o tarafa bakıyordu ama arkadaşına mı yoksa o kadının uzun çıplak bacaklarına mı bakıyordu bilmiyorum. Kahretsin ya, Savaş kırmızıya bayılırdı. Özellikle bu kırmızı, kadınların üzerinde olduğunda.

Aren, "Merhaba kanka, eve gitmeden sana bir uğrayayım dedim. Böyle anlarda neye ihtiyacın olduğunu çok iyi biliyorum," diye konuştu, sesi miskindi. "Hep aynıdır, kadın veya içki."

Sırtım dikleşti. Yoksa yanındaki kadını...

Aren'in gözleri bana ilişti, "Hey 19! Gözlerini üzerimden hemen çek, o düşmanca bakışların beni öldürebilir," dediğinde, Savaş'ın yoğun bakışları da beni buldu, ona bakmadım. Off ya. Aren elini kadının beline koyup, "Tabii ki ona kadın getirmedim, bu fıstık benimle," diye açıklama yaptı.

Aklıma gelen kötü düşünceyi yutuyormuşum gibi sertçe yutkundum. "Ben... Öyle düşünmedim zaten."

Aren, alayla gülüp, "Ya tabii, kesin öyledir," dedi. "Bunu bir de aynaya bakarak söyleyebilsen keşke."

Savaş, araya girip, "Onu rahat bırak, Aren," dedi. "Ve siktir git. "

Aren, "Bırakıyorum, bırakıyorum ve bıraktım gitti," dedi ve eş zamanlı olarak birayı arkasından çıkarınca ancak o zaman diğer elinin geldiğinden beri arkasında olduğunu fark edebildim. "Sana bira getirdim, Savaş."

Savaş, yerinden kalkmasına bile gerek kalmadan, uzanıp Areb'in elindeki birayı aldı. "Piç kurusu, şunu baştan söylesene," dedi. Beklemeden ağzını açtı, şişenin ucunu dudaklarına yaslayıp sıvıyı saniyeler boyunca içip durdu. Sonunda şişeyi ağzından çektiğinde hava akımı yüzünden garip bir ses çıkmıştı. "Siktir be! İşte bu, çok iyi geldi."

Yüzündeki kaslar gözle görülür biçimde rahatlamıştı, gerçekten iyi gelmiş görünüyordu; benden daha iyi. Savaş'ın yanında olmak destek olmak istedim, belli ki basit bir bira kadar bile başarılı değildim. Kalacağımı söylediğimde kayıtsızdı. Üstelik onu fena hâlde kıskanıp bir de bunu salak gibi Savaş'ın gözüne soka soka yapmıştım. Savaş ya bariz ortada olan kıskanışımı fark etmedi ya da ilgilenmedi bilmiyorum.

Bu arada şu kırmızı elbiseli kadın beni deli ediyordu.

Aren sırıttı. Savaş ona dönüp, "Tamam, kış kış," derken, eliyle de kış kışlayan bir hareket yaptı. "Artık toz ol, Aren."

Aren'in yüzündeki sırıtma silindi. "Cidden mi? Kaba herif," dedi. Bana baktı. "On dokuz, haydi gel, seni de evine atalım."

Ona olur demeyi düşünürken, Savaş benden önce davranıp, "O benimle kalıyor," dedi ve kolunu omzuma attı.

"19'a sordum, sana değil."

"Benimle dedim, ikile şurdan."

Aren, omuz silkip, "Ne yapalım 19, bu muhteşem yaratıkla yolculuk yapma şerefini elinden aldı," dedi, acı çekiyormuş gibi arkasını döndü ama yüzündeki sahte hüzün yanındaki kadına bakmasıyla son buldu. "Evin nerdeydi, fıstık," diye sordu. "Ama dur önce adını öğrensem iyi olur."

Sesleri yavaş yavaş uzaklaşırken, "Sen de mi böyleydin?" diye sordum.

Savaş, birasını artık yudum yudum içmeye karar vermiş görünüyordu. "Anlamadım, nasıl?"

"Yattığın kadınların kim olduğunu, adını bile bilmeden mi yatıyordun?"

Savaş'ın yüzündeki ifade değişti. "Konu nerden oraya geldi ki şimdi?"

"Merak ettiğimden geldi."

Savaş, şişeyi bana uzatıp, "Bir yudum almalısın bence," dedi. "Kafan karışmış senin."

Bakışlarımı, önümdeki ağaçlara çevirip, "İstemiyorum," dedim, sesim huysuz değilse de kayıtsızdı. Savaş'ın bakışları üzerimdeydi. Keskin soğuk beni ürpertti, trençkotumun önünü ilikleyip kendime sarıldım.

Savaş, uzun bir sessizlikten sonra, "Evet, ben de böyleydim, kadınların adını umursamayan pisliğin tekiydim, hâlâ öyleyim," diye yanıt verdi sonunda. "Aren'in yanındaki kadını gördün mü? Sence isminin bilinmesini umursuyor muydu? Umursuyor olsaydı, ismini merak edecek biriyle takılırdı. Bazı erkekler böyledir, ama bazı kadınlar da böyledir, Ölüm Perisi."

Hâlâ ona bakmıyordum. "Bir kadın bunu nasıl umursamaz?" diye fısıldadım, o an ürperdim daha önce bu türden bir kadınla karşılaşmamıştım. "Bu onur kırıcı olmalı."

"Eminim senin yaşındayken, o kadın da böyle düşünüyordur."

"Kadınları mı küçümsüyorsun?"

"Hayır, ama sen insan değişimini küçümsüyorsun."

"Küçümsemedim ben sadece..."

Savaş çenemi parmaklarının arasında tutup yüzümü kendine çevirdi, çenemi yakar gibi okşadı. "Yaşam, hayatın akışı, olaylar... Hepsi insanı değiştirir," dedi baş rengi gözlerimin içine, yakıcı bir anlamla bakarak. "Öyle ki kendini bir gün asla yapmayacağını yapar hâlde, asla düşünmeyeceğini düşünür hâlde, asla hissetmeyeceğini hisseder hâlde bulursun, bulabilirsin."

Gözlerim doldu, kendimi kırılgan hissediyordum. Sebebini bilmediğim bir sebepten dolayı Savaş'a çok kırgındım.

"Savaş, ben öyle bir kadına dönüşmeyi istemiyorum," dedim çaresiz bir sesle. Yanağımdan aşağı çekilen gözyaşı çizgisi tenimi yakmıştı. "Birileri için isimsiz kadın olmak istemiyorum."

Savaş, çenemdeki elini yanağıma kaydırıp ıslanan yanağımı sildi. Ardından tek kolunu bana sarıp beni sıcak göğsüne çekti, o hep sıcacıktı. Bu dünyada ateş olmadığı hâlde bizi yakan şeyler vardı, benimki Savaş Akduman'dı. Ona sokuldum, kolumu uzatıp karnına sardım. Böyleydi işte, o bana sarılınca aklım dağılıyordu, dokunuşları irademi paramparça yapıyordu. Deniz sularıyla yıkansam bile üzerime sinen büyüsünden kurtulamıyordum.

Savaş, "O zaman hayatın hilelerine karşı uyanık olmalısın," dedi, sesinde anlam veremediğim gizemler vardı. "Çünkü öyle birine dönüşmeni ben de hiç istemiyorum, Nüket."

🍷🥀

Savaş, babasını kontrol ettikten sonra, yanıma, bekleme odasına geldi. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu, Savaş az önce kahve getirmiş hızlı hızlı içmiştim fakat pek işe yaradığı söylenemezdi.

Odada bizden başka 28 yaşında bir kadın vardı, Savaş babasına bakmaya gittiği sırada konuşma imkânımız olmuştu. Kocası trafik kazası geçirmiş, onunla en son konuştuğunda kavgalı olduğu için üzüntüsü katlanmıştı Savaş odaya döndüğünde, kadın bir doktor tarafından çağrılmıştı.

Savaş, "Niye kadının arkasından öyle bakıyorsun?" diye sordu.

Yanağıma dökülen sarı kızıl saçımı geriye iteleyip, "Bilmem, eşi yoğun bakımdaymış," dedim, bakışlarım ona devrildi. "İçime dokundu, acısı gözlerinden taşıyor neredeyse."

Savaş, bir süre sustuktan sonra konuştu. "Peki ya benim gözlerimde ne görüyorsun?"

Gözlerine dikkatle baktım. "Tam olarak hüzün yok, üzüntü de yok," dedim. "Gözlerin fena karışmış bir mekân gibi, ortam çok karışık."

Savaş güldü.

Vay canına.

Ben de güldüm. "Komik mi buldun?"

"Aksine zekice, tam da benim ölüm perime yaraşır şekilde bilgece söylenmiş sözlerdi."

Savaş, mevsim kahverengisi bakışlarını benden koparıp önüne döndü ve koltuğa yaslandı. Ben Savaş'ı içime kazımak ister gibi kavrulan ama hiç eksilmeyen bir arzuyla onu izlemeye devam ettim. Başını arkalığa yasladı, göz kapaklarını yavaşça gözlerinin üzerine örttü. Yüzündeki yorgunluk gerginliğiyle bütünleşti, o yine de en harika ve en mükemmeldi benim gözümde.

Bileğime baktım, sanki her nabzım attığında dövmem canlanıyordu. Her şey artık bana fazla geliyordu, ona açılma isteğimi törpülemem gerekirken bir türlü durduramıyordum; daha fazla kaçamazdım. Onun yanında, ona ait olmadan, bana ait olmadığını bilerek durmak asla yeterli gelmiyordu. Bu herhangi bir yerde kontrolüm dışında aniden patlamadan ben patlatmalıydım.

Söylemeliydim. Bizi kuşatan sessizlik, "Savaş," diye mırıldandığımda yok olup gitti. Gözleri yavaşça açıldı. "Bileğimdeki dövmenin nedeni ve anlamını sormuştun, dövme hakkında konuşmak istiyorum..."

Savaş, ani bir hareketle bana dönüp beni kollarının arasına aldı ve yüzümü göğsüne bastırdı. "Duymak istemiyorum," dedi kesin bir sesle, hoş sesi kısıktı. Kollarında eridiğimi, kalbimin boğazıma dayandığını hissettim. "Niye yaptırdıysan yaptırdın, ilgilenmiyorum. Burda, yanımda olmanla ilgileniyorum."

Zihnime, dağın tepesinden yuvarlanan kaya gibi sesinden yuvarlanıp düşen her kelimesiyle birlikte göz bebeğim şaşkınlığın verdiği etkiyle büyüyordu, hissedebiliyordum. İlk defa varlığıma başka bir sebeple sarılmıştı, kollarından bedenime akan o muhtaçlık hissinin sesini kalbimde duyabiliyordum.

Emin olmak için, "Gerçekten duymak istemiyor musun?" diye sordum.

"Gerçekten istemiyorum," dedi, sesinde yenilginin tadı vardı, neye yenilmişti.

"Ama daha sonra konusunu açmak isteyebilirsin ve ben..."

"Hayır, konusunu bir daha açmayacağım," dedi. "Benim için bu konu burda kapandı."

Savaş için, kritik sayılabilecek bu meselenin anahtarı olmayan kilitli bir sandığa bırakılarak tamamen kapandığını biliyordum, benim açımdansa şimdilik geri planda bıraktığım bir mesele olmakla birlikte, yeri geldiğinde bunu ikinci kez gündeme getirip o kilitli sandığın kapağını açacak kişi ben olacaktım. Ve o gün geldiğinde, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum.

İçimdeki hisleri nefeslendirmek adına, derin bir nefes aldım. Ben asla bencil biri olamamıştım, aşkın kuralı bencillikse ben niye isteyen değil de veren olmuştum. Sonunda Savaş'a ayak uydurarak, "İyi misin?" diye sordum.

Burnunu başımın üzerine bastırdı. "Huzur veren bir kokun var," diye itiraf etti. Sesi ateş gibiydi, tıpkı kendisi gibi yakıyordu. Keşke daha farklı bir durum ve mekanda olsaydık. "Şimdi daha iyiyim, çok iyiyim."

"Hastaneleri niye sevmiyorsun?" diye sordum aniden.

"Bu nerden çıktı?"

Biraz utanarak, "Kulak misafiri oldum," dedim, yanaklarım ısındı. "Annen ve Beren asansörde konuşuyordu, nedenini konuşmadılar. Onlara soramazdım, sanki senin hakkında bir şey sorsam hemen bizi anlayacaklarmış gibi tedirgin olurdum."

Omuz silkti. "Hastaneleri kim sever ki?" diye sordu. "Sanki bu ruhsuz koridorlara Azrail'in nefesi sinmiş gibi, şu antiseptik kokusu bile sağlam adamı hasta etmeye yetiyor bence."

"Tek neden bu mu?"

Başımın üzerinden hafif bir nefes verdi, "Değil, çok küçükken sanırım altı veya yedi yaşımdayken epilepsi hastalığı geçirmiştim. Sekiz yaşıma kadar beni uğraştıran ama öldürmeyen bir hastalıktı," dedi, sesi durgun su gibi ağır ağır akıyordu. "Hemen hemen her gün hastanedeydik, o yüzden pek sevmem; çocukluktan gelme bir rahatsızlık."

Uzun süre konuşmadık.

Gözlerim ağırlaşıyordu. "Saçlarımı böyle okşamaya devam edersen uyurum," dedim.

"Bana göre hava hoş," dedi. "Uykun geldi mi?"

Dayanamayacaktım. "Sana hayır demeyi isterdim."

Beni kendinden uzaklaştırıp, "Koltuğa uzan, başını bacağıma koy ve uyu," dedi.

"Babana bakmayacak mısın?"

"Nöbetçi doktor, sabaha kadar uyuyacağını söyledi. Onun için yapacağım bir şey yok," dedi. Yanağıma dökülen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, dokunuşunda şefkatin varlığını sezdim. "Hem dün gece de pek iyi uyumadığını biliyorum, benim yüzümden."

Gözlerine bakamadım, bakışlarımı aceleyle kaçırdım. O bana böyle şefkatle yaklaşınca ne yapacağımı bilemiyordum; göğsümdeki duygular rotasını şaşırıyordu. Kelimelerim omurgasından parçalandı, mürekkebi göğsünden yaralı bir kadının kanı gibi dökülüp sessiz harflere dönüştü.

Başımı yavaşça kaslı bacağına yerleştirdim. Yüz çizgilerim aniden gerildi, huzurlu ifadem yüzümün kar eteklerinden yuvarlanıp çığ oldu ve göğsümdeki iyi duyguları yuttu. Aklım, bütün dikkatim onda olmasına rağmen gözüm odanın kapısındaydı. Huzurlu olmam gereken bu anda, kendimi kötü hissediyordum.

Kalkmaya yeltendim. Savaş izin vermedi, "Ne oldu, Nüket?" diye sordu.

Anlık gelen gücenme hissiyle birlikte, "Bilmiyorum," diye itiraf ettim. "Kötü bir his kapladı içimi. Huzursuz hissettim. Sanki birazdan bizi öğrenmemesi gereken biri şu kapıdan girip her şeyi öğrenecekmiş gibi."

Savaş, saçımı okşayıp, "Merak etme, öyle bir şey olmayacak," dedi, güçlü, rahatlatıcı bir sesle. "Gözlerini kapat. Uyu, Ölüm Perisi."

Dediğini yapıp gözlerimi kapattım. "Savaş, biri bizi öğrenseydi... Mesela Beren," dedim. "Ne yapardın?"

"Bunu o zaman düşünürdüm."

"O zaman... Şu an, şimdi olsaydı ne düşünürdün merak ediyorum ama," diye ısrar ettim. Akbabanın uzun süre gökyüzünde leke bırakırcasına sabit uçması gibi, zihnime leke görüntüsü bırakıyordu bu cevapsız soru. Belki aradığım şey sığınak edineceğim umuttan beyaz bir kozalaktı. "Beren'in az çok nasıl tepki vereceğini, özellikle biz çıkıyor olsak bile asla onaylamayacağını biliyoruz."

"Bilmiyorum Nüket," diye tekrarladı. İsmimi söyleyişindeki güçlü vurgusu kararlılığını açığa çıkarıyordu. "Evet, Beren senin arkadaşın, benim kız kardeşim. Diğer yandan bu durum bizim ne yaptığımıza karışma hakkını ona vermiyor, bunu unutma."

Gergin bir sessizlik oldu.

Sessizlik, zaman kavramının yok olduğunu düşündürse de duvardaki saatin tik takları zamanın nehir gibi akmaya devam ettiğini haber veriyordu. Gözlerim hâlâ kapalıydı, Savaş hâlâ saçlarımla oynuyordu.

Bir süre sonra varlığıma verdiği ilgi sayesinde gerginliğin toz bulutu gibi dağıldı, usulca rahatladım. Yavaş yavaş uykuya geçerken Savaş'ın konuştuğunu duydum. "Aslında bakarsan...," dedi, karamsar bir sesle. Sonunu getirmekten emin değilmiş gibi duraksadı. Yarım bıraktığı cümlesi kadar saniyeler dövdü boşluğu, sonra devam etti. "O zaman geldiğinde, ben daha çok senin ne yapacağını merak ediyorum, Nüket Kozcu."

🍷🥀🍷

"Savaş, Nüket."

Zihnimin gerilerinde isimlerimizi seslenen sesi duyunca gözlerimi yavaşça açtım, hastane kokusu burnuma çarpınca nerde olduğumu hatırladım. Gözlerim karşımdaki kişinin yüzüne tırmandı, gördüğüm yüz bir an kaskatı kesilmeme neden oldu.

Sibel karşımda duruyordu.

Gülümseyip, "Günaydın Nüket," dedi, sesi art niyet aranmayacak kadar sakindi.

Bu hastanede çalıştığını bilmeme rağmen dün onunla hiç karşılaşmamıştım. Yavaşça doğruldum, üzerimde Savaş'ın ceketi vardı. Ceketi kucağıma toplarken Savaş'a baktım. Sanırım o da yeni uyanmıştı.

Sibel, bana ve Savaş'a baktıktan sonra, "Hâlâ uyuyorsunuz ama annen ve Beren aşağıda, yukarı çıkmaları uzun sürmez," dedi, sesi kısıktı. "Sizi bu durumda bulmaları hoş olmaz diye düşündüm."

Savaş, saatine baktı. "Bu kadar erken geleceklerini tahmin etmemiştim."

Sibel, Savaş'ı ters bir bakışa maruz bırakıp, "Böyle anlarda panik olan annene rağmen mi böyle konuşuyorsun?" diye sordu. Gözleri kısacık bana kaydı. Sanki beni terletmek isteyerek bakıyor. "Birileri Savaş Akduman'ın aklını biraz karıştırmış desene."

Savaş, ona anlamını çözemediğim bir ifadeyle bakıp yapmacık bir gülümseme ve sesle, "Birazdan daha çok," dedi, beni şaşırtarak. Burda neler oluyordu şimdi, anlam veremiyordum. "Belki çok fena."

Gözlerimi şaşkınlık içinde kırpıştırdım. Bunu diyen Savaş mıydı?

Sibel'in bakışlarında uzalaşmacı bir ifade belirdi, pes edip beyaz havlu atmış gibi, "Neyse ne," dedi. "Nüket, benim odama gidelim istersen, sonra dışardan gelmiş gibi buraya dönersin."

Başımla onay verip Sibel'in arkasından odadan çıktım. Savaş'a sürpriz yaptıkları o gece aramızda tatsız bir gerginlik oluşmamıştı ama arkadaş da olmamıştık. Yine de tıpkı eşi Burak gibi benim ve Savaş'ın arasındaki ilişkiyi onaylamadığını tahmin edebiliyordum ama ne düşündüğüyle ilgilenmiyordum.

Bizim aramızdaki şey yanlış olsa da bizim yanlışımızdı, yatağımızdaki yakınlık kadar bize aitti. Bir başkasını asla ilgilendirmezdi.

Alt kata indik. Koridorun sonunda Sibel Atmaca isminin yazılı olduğu odaya girdiğimizde, Sibel masasına geçerken pahalı saatine göz attı, "Hasta alımları 1.5 saat sonra başlayacak, karşılıklı kahve içer miyiz?" diye sordu.

Dönen, siyah deri sandalyesine oturup zarif omuzlarından göğsüne dökülen, maşayla dalgalandırılmış siyah saçlarını geriye savurdu. Masasının diğer tarafındaki sandalyeyi işaret etti, oturdum.

Kahvenin yanında getireceği şeyin sohbet olduğunu biliyordum. Ayrıca gözlerinde seslere dökülmemiş kelimelerin gölgesine rastladım. Bu ifade yabancıdan öteydi, çok tanıdıktı.

Babam, benimle hoşuma gitmeyecek bir konuşma yapmak istediğinde gözlerine önce seslere dökülmemiş kelimlerin siyah gölgesini bırakırdı.

Yaşı benden büyüktü, iyi bir kariyeri vardı, belki ben ona çocuk gibi geliyorsam da gözlerinde herhangi bir üstün olma hâli görmüyordum. "Olur," dedim sonunda, ardından gelecekleri beklemeye başlayarak.

Telefondan iki kahve istedi.

Yorgun bakışlarım ellerime kaydı, uzun parmaklarımı inceledim. Tırnaklarım gereğinden fazla uzamıştı ve bu sıralar törpülemeyi de ihmal etmiştim. Evime gittiğimde tırnaklarımı biraz kısaltmayı aklıma not ettim. Belki oje de sürerdim, şeffaf olandan.

"Nasıl gidiyor, Nüket?" diye sorunca, bakışlarım onun yüzüne tırmandı. "Yani Savaş'la."

"İyi."

"Bunu kendine yapmamalısın," dediği anda, alev gözlerimde parladı. "Sende bu konuşmayı yapmamalısın," diye karşılık verdim. Sibel ve eşi niye bu kadar bizimle ilgiliydi, anlamıyorum. "Buna hakkın yok."

"Biliyorum, hakkım yok. Bu senin hayatın," diye kabul etti. Yine de konuşmasına devam etti. "Burak... Senin onu sevdiğini düşünüyor, seninle kadın kadına konuşmamı istedi."

Ondan bunu Burak mı istemişti? "Öyleyse bile ne olmuş?" diye sordum fevri bir tonda. "Hâlâ sizi ilgilendiren kısmı göremiyorum."

"Nüket, sen Beren'in arkadaşısın. Savaş duygusal ilişkilere hayatında yer vermeyen biri, bugüne kadar bütün ilişkileri duygudan uzak bir tür karşılıklı anlaşma üzerine kuruluydu. Bu yüzden seçtiği kadınlar da onun gibi düşünen tek gecelik kadınlardı." Sırtını sandalyesine yaslayıp derin bir nefes verdi. "Tabii ki bu tarz ilişkileri sana kadar böyleydi, sen bir şekilde ona farklı gelmişsin. Onu gerçekten seviyor musun?"

Dilimin ucunda dolanan inkâr kırmızı hayırı gerilere gönderip, "Evet, onu seviyorum," diye itiraf ettim. Yanımda değildi ama Savaş'ın varlığını hissettim, kokusunu duydum. "Çok seviyorum hem de. Bu elimde değil, kalbimde. Engelleyemiyorum, eksiltemiyorum, durduramıyorum."

Sibel gözlerini tıpkı bir namlu gibi gözlerime doğrulttu. Kendinden emin bir şekilde, "Savaş hâlâ senin yanında olduğuna göre, ona söylemedin," dedi, sesi benim için üzülmüş gibi gelmişti.

Bu gerçeği içten içe kendime itiraf ettiğim hâlde, bir başkasının ağzından duymak canıma battı. Yaralı hayallerime dokunan başka bir yara almışım gibi kalbim acıdı, zihnim yandı. Gözlerim doldu. O yaşları şimdi, burda, bu kadının yanında akıtmayacaktım.

Gözlerim bir an zemine indi, diğer an Sibel'i buldu. "Savaş beni hiç sevmeyecek, değil mi?" diye sorsam da sanki cevabım sorunun içinde bir cenin gibi büyüyordu. "Hatta ona söylersem... gerçekten gidecek, değil mi?"

Derin bir nefes alıp başını evet anlamında sallayarak, "Keşke sana bu sözlerin aksini söyleyebilseydim. Evet, hiç düşünmeden gider," dedi, kendinden emin bir sesle. "Savaş'a söyleyecek misin?"

Tanımadığım bu yabancı kadından uzaklaşmak istedim. Ciğerlerim sızlıyordu nefes almak istedim, o an bu gözlerden sıyrılıp birazcık özgürlük istedim başka bir yöne çevirdim bakışlarımı. Başka yerde devam ettim düşünmeye.

Yeterince susmuştum, yeterince kalmıştım, yeterince yanmıştım, yeterince yakmıştım, yeterince bedenimi vermiştim üzerine ruhumu yatırmıştım ama en çokta ikimize yetecek kadar çok sevmiştim.

Bu kez derin bir nefes alıp başını evet anlamında sallayan bendim. "Daha fazla böyle devam edemem, söyleyeceğim," dedim. "Ben zorlandığımı hissediyorum, bu ağırlığı daha fazla tek başıma taşıyamam, biliyorum."

"Nüket," diyecek oldu, "Üzgünüm gitmem gerekiyor," dedim ayağa kalkarken. Kendimi kötü hissediyordum, yüzüne bakmıyordum. "Beni odanda ağırladığın için teşekkür ederim ve bir şey daha yani bir rica Savaş'a ilk söylenin ben olmama izin verin."

Sibel, "Ona söylemezdim zaten," dedi. "Biz söyleyince inanmıyor, anlaşılan o ki sen söyleyene dek kimseye inanmayacak."

Aceleyle kapıya yöneldim, kapıyı açtım ve göğsümde bir yanma hissettim. Burak'la çarpışmıştım, elindeki kahveyi göğsüme dökmüştü. Hemen geri çekildim.

Burak, özürler dilerken, ona önemli olmadığını ve canımın yanmadığıyla ilgili bir şeyler geveleyip ordan ayrıldım ve kadınlar tuvaletinin yolunu tuttum. Tuvalete girip lavabonun önüne geldim, üzerimdeki açık renk badinin üzerinde açık kahverengi lekeler oluşmuştu. Bir elimi musluğun altına tutarken diğeriyle badimi yukarı sıyırdım, fazla dökülmemişti yine de dökülen kısım yanıyordu, beyaz göğsümün ortası hemen kızarmıştı.

Musluğun altında beklettiğim elimi göğsümün üzerine koydum. Bu hareketi birkaç kez tekrarladıktan sonra kendime çeki düzen verip ordan çıkıp bekleme odasına döndüm.

Savaş yoktu, Beren'in yanına oturdum. Babasının birkaç saat sonra çıkacağını öğrendim, Savaş çıkış işlemlerini halletmek için gitmiş olmalıydı...

Aşağıya indiğimizde, dikkatimi ilk çeken yağmur bulutlarının gökyüzünde kümelenmesiydi; yağmur yağacaktı. Bulutların arasından yarı çıkan güneşin varlığı insanlara uzanan sarı parıltısını kaybetmiş gibiydi. İki araba bizi bekliyordu birinin Savaş'a ait olduğunu biliyordum. Savaş, diğerine yaklaşıp arka kapıyı açarak babasını yavaşça arka koltuğa yerleştirdi, Beren, "Babamın yanında oturacağım," diyerek yanına geçti.

Savaş, "Dikkatli ol, fazla sırnaşma," diye uyardı onu, Beren abisini takmadan babasının koluna girmişti bile. "Alo, kime diyorum kızım ben?"

Babası, "Karışma kızıma, Savaş," dedi, durgun bir sesle. "Ben iyiyim."

Savaş, soluğunun altından bir şeyler homurdanıp kapıyı kapattı ve ön yolcu kapısını açtığında uyuyan şoförü o zaman gördüm. "Serdar," diye seslenirken aynı zamanda arabanın tavanına vurmuştu. Şoför telaşla yerinden sıçradı. "Günaydın, uyuyan güzel," diye alay etti Savaş. "Öpücükte ister misin?"

Beren kahkaha atarken, ben kimsenin duymayacağı şekilde kıkırdadım.

Şoför, bir arkasına bir Savaş'a baktı. Uykudan sersemlemiş bir sesle, "Hayır," diye geveledi.

Savaş, "Sanki evet desen verecektim," diye homurdandı.

Şoför, mahcup olmuş bir sesle. "Afedersiniz Savaş Bey, gece pek uyuyamadım da."

Savaş, tıpkı ondan beklediğim gibi davranarak şoförün cevabını da uyuya kalmış olmasını da umursamayan bir tavırla arkasına dönüp annesine ve bana baktı, sanki hangimizin öne binmesine karar vermeye çalışır gibiydi. Sonunda bakışları bende sabit kaldı, akıllıca davranıp, "Sen öne bin," dedi. Açıkçası bu beni de rahatlatmıştı. "Anne, sen benim arabamla geliyorsun."

Annesi, "Hayır, ben bu arabayla evime gidiyorum, Nüket seninle gelsin," dedi. Gözüm arabadaki arkadaşıma kaydı, Beren kızarmış gözlerle babasına bir şeyler anlatıyordu sanırım ne kadar korktuğundan bahsediyordu. Burayla bağı son derece kopuktu. "Babanı hayatta yalnız bırakmam."

Savaş bıkkınca nefes verdi. "Özgürce abartma moduna girdin yine, hemen arkalarında olacağız anne."

Annesi onu dinlemeyip yanından geçip yolcu koltuğuna geçerken, "Sen asla arkadan usul usul gelmezsin, sanki senin arabayı nasıl kullandığını bilmiyorum. Hem artık seninle yolculuk yapmayı kaldıramıyor yaşlı bünyem, ne zaman senin arabanla bir yere gidecek olsam midem ağzıma geliyor," diye ard arda kesmeksizin konuştuğunda, bir tokadı yüzüne yapıştırır gibi yapıştırmıştı sözlerini. Tam kapıyı kapatmak üzereyken, "Ayrıca Nüket benim kızım kadar değerli, onu getirirken hız canavarı gibi davranmayı bırak ve dikkatli getir eve," diye ekleyip kapıyı kapatırken, yüzündeki memnun gülümseme gözümden kaçmadı.

Sonra şoförün arabayı çalıştırmasıyla bir süre sonra gözden kayboldular.

Savaş, bana dönüp sırıttı, "Kucağıma düştün, güzel kız," diye dalga geçti. Yüzünden bir rahatlama geçti. Elindeki kumandayla arabanın kilidini açtı. "Haydi gidelim, bir an neredeyse annemle korkunç bir yolculuk yapacağımı düşündüm."

Onun arabasının kapısını açarken, "O kadar da korkunç olamaz," dedim. Savaş kendi koltuğuna yerleştiğinde ben de kendi koltuğuma yerleşip kapıyı kapattım. "Zavallı kadına yolculukları zehir eden senmişsin. Ki senin nasıl araba kullandığını bilmiyor değilim."

Savaş, anahtarı yuvasına yerleştirip arabayı çalıştırdı. "Çünkü ne zaman onunla aynı arabada olsak, sonunda beni bile atlatıp oyuna getirerek konuyu dönüp dolaştırıp evliliğe getiriyor."

Evlilik ve Savaş Akduman... Aynı denklemi bozguna uğratan zıt sayılara benziyordu.

"Şimdiye kadar evlenmeyeceğini anlamış olması gerekirdi."

Çünkü ben anlamıştım...

"Anlamıyor işte," dedi bunalmış bir sesle. "Israrla her fırsatta, her durumda konuyu benim evlenmeme getiriyor. Aslında şimdilerde biraz duruldu, onu bu fikirle yatıp kalktığı daha ateşli olduğu o günlerde görmeliydin. Çıldırmış gibiydi."

"Aslında ısrarcı olmasına gerek yok," dedim. "Öyle veya böyle... bir gün hayatının kadını olacak o kadınla mutlaka karşılaşacaksın."

Savaş'ın bakışlarını üzerimde hissettim.

Bakışlarının benim üzerimde olduğunu biliyordum.

"Yani... sence benim için hâlâ umut var, öyle mi?"

Omuz silktim. "Herkes için vardır. O kadın karşına çıktığında fikirlerin değişecek. Bütün savlarını yıkacak, inkâr edemeyeceksin."

Söylemek istediklerim bunlar değildi.

Maalesef, olacaklar bunlardı.

Ve o kadın ben değildim.

Savaş hiçbir şey demedi. Trafiği ustaca yaran arabasını kenara park edince, "Niye durdun?" diye sordum.

Savaş, arabanın kapısını açtı. Bana kısa bir bakış atıp, "Geliyorum hemen," dedi ve açtığı kapıyı sonuna kadar aralayıp çıktı.

Pencereden nereye gittiğine baktım, kahve dükkânına girmişti demek kahve alacaktı. Başımı yarı açık duran diğer cama çevirdim, yanağım koltuğa sürtündü. Bir çocuk elindeki kağıt mendilleri arabanın içindeki sürücülere satmaya çalışıyordu, gözlerim uzun süre ondan ayrılmadı; sürücülerin birçoğu neredeyse ya camını açmıyor veya açık olan camını kapatıyordu.

Çocuk nihayet benim içinde olduğum arabaya yaklaşırken, çantamdan parayı çıkarıp yanaştığında da ona verdim. Böyle çocukların gözlerindeki ifadeler beni çok etkiliyordu, sanki onların gözlerine yetişkin birinin gözleri yerleşmişti.

Savaş, geri döndüğünde hâlâ dışarıyı izliyordum. Elindeki paketi bana uzatıp, "Ye," dedi, dikkatim dağıldı. Kahve kutusunu da uzatıp, "...bu da senin," diye ekledi.

Kapalı paketin ağzını açtım, poğaça ve simit vardı. "Gerek yoktu," dedim, sıfır açlık hissediyordum. "Aç değildim."

Mevsim kahverengisi gözleri beni ifadesinin mahzeninde kıstırıp, "Gerek vardı," dedi. "Açtın."

Elindeki kahve kutusunu aldım. O bakışlarını yola çevirip arabayı çalıştırınca, ben de belki yiyeceğim tek öğün bu olur düşüncesiyle paketin içinden bir poğaça alıp yemeye başladım. Kahvemden bir yudum aldıktan sonra bardağı bacaklarımın arasına kıstırdım ve poğaçadan bir parça kopardım. Savaş'a uzatıp, "İster misin?" diye sordum.

Savaş, kısacık bakışlarını yoldan ayırıp önce yüzüme ardından ona uzanmış elime baktı ve sonra bakışları yeniden yola serilmişti. Omzumu silktim, kendi bilirdi bilirdi; teklif var, ısrar yok. İstemediğini düşünerek elimi çekmek üzereyken bileğimi kavrayıp, poğaçayı dudaklarının arasına aldı. Parmaklarımı dişlerinin arasında kıstırıp dilinin ucunu tek tek parmak uçlarımda gezdirdi ve bunu yaparken gözleri yolda olmasının aksine tüm dikkati bendeydi.

Benim bal rengi bakışlarım ise dudaklarının hareketine mühürlendi, ayıramadım.

Parmak uçlarıma dolanan ıslak ateşin yöneldiği nokta, kalbime uzanan damarlar olmalıydı ki hissettiğim duygular kalbimin atışlarını arttırdı. Elimi yanan bir ateşe koyup aynı hızla çeker gibi hemen çektim.

Savaş, iç geçirip elini pantolonumun sardığı bacağıma yerleştirip sıktı. Avuçları sıcacıktı, birçok defa tenime değen bedeninin de sıcak olduğunu biliyordum. Kısık ama istekle harmanlanmış bir sesle, "Ben, sana acıktım. Şu arabayı evime giden yola çevirmemek için zor tutuyorum kendimi," dedi, yanan bakışlarını bana çevirerek. Öyle bir bakışı vardı ki sanki doğrudan çıplak bedenimi süzüyordu. "Seni özledim, Ölüm Perisi."

Sanki karnımın üzerinden kasıklarıma çatlaklar oluşmuş, bu çatlaklar derin yarıklara dönüşerek şehveti içinden bir çiçek gibi dışarı atmıştı. Tek bir cümleyle beni böyle etkilememeliydi, etkileniyordum. Hiç aklımda olmayan şeyleri aklıma koymayı, hislerimi uyandırmayı nasıl beceriyordu? Yanaklarımdan elmacık kemiklerime kızıl kanatlar açıldı, bakışlarımı kaçırdım. Duvarlara çekilen sıva gibi gözlerimin önüne gri sıva çekip, bakışlarımdaki tutkunun görüntüsünü kapattım.

Yutkundum. Gözlerim bacaklarımın arasındaki plastik kahve bardağına kaydı, resmen sıkmaktan kapağını patlatacaktım. Elini bacağımdan çekip zavallı kahve bardağını alırken, "Anladım aç değilmişsin, sen yola odaklan," dedim, sesimin titremesini engelleyip kontrol altına alabildiğime şükrediyordum. Başka şeylere odaklanmalıydım, mesela boş mideme, aç oluşuma. Poğaçadan bir ısırık daha aldım. "Senin yüzünden ölmek istemiyorum."

Arabanın penceresini biraz açtım, esen rüzgâr yorgun başımın içindeki düşünceleri savurdu. Böylesi daha iyiydi.

Savaş alaycı bir gülüş atıp, "Senin istediğin gibi olsun," dedi.

Savaş babasını odasına yerleştirip her şeyin yolunda olduğuna emin olduktan yarım saat sonra gitmişti, gidişini Beren'den öğrenmiştim.

Ben de gidecektim ama Beren bugün onunla kalmamı istemişti. Akşam olduğunda üzerime sinmiş hastane kokusundan sıyrılmak için, Beren'in odasındaki banyoya girdim. Aklım Sibel'le yaptığımız konuşmanın ayrıntılarındaydı. Savaş benim onu sevdiğimi öğrendikten sonra yanımda kalmayacağından emin olan ifadesi gözlerimin önünden gitmiyordu. Düşüncelerim o kadar ağırlaşmıştı ki köpüklü küvetin içinde oyalanıp durdum, bir saat sonra ancak yıkanıp çıktım.

Beren bana üzerinde baston şeklinde şekerleme baskılı pijama takımını vermişti, onları üzerime geçirdim. Başıma bir kurutma havlusu alıp banyodan çıktım. Benden sonra Beren girdi banyoya. Telefonumunun mesaj sesi yükselince, Beren'in yatağının üzerine oturdum.

Savaş Akduman: Yanıma gelmeye ne dersin?

Nüket Kozcu: Hayır derim, bu gece babanın evinde kalıyorum. Beren'in bana ihtiyacı var.

Savaş Akduman: Bizim de sana ihtiyacımız var?

Nüket Kozcu: Siz mi? Siz derken? Aklıma kötü şeyler getiriyorsun.

Savaş Akduman: Aklına gelen şeylerden hoşlanmadım. Ben paylaşımcı bir yavşak ve pezevenk değilim, seni kimseyle paylaşmam. Kendimi bir de sana en çok zevk veren aletimi kast ediyordum.

Off. Ne diye bu kadar açık konuşmak zorundaydı ki? Nasıl olur da, dünyadaki en açık sözlü, en şehvetine düşkün erkek bana denk gelirdi anlamıyorum. Savaş'ın bir tık aşağı versiyonu olsaydı, keşke.

Savaş Akduman: Cevap vermediğine göre beni ve aletimi düşünüyorsun. Bak işte bu hoşuma gider.

Nüket Kozcu: Hayır, amma da açık sözlü olduğunu düşünüyordum.

Savaş Akduman: Senin gereğinden fazla olan bu utangaçlığınla ne yapacağım ben? Bebeğim, seksi konuşmanın, seks yapmaktan daha önemli olmadığını anladığın gün muasır medeniyetler seviyesine ulaşacaksım.

Nüket Kozcu: HAHAHAHAHAHA.

Savaş Akduman: Bence sen de biraz açık sözlü olmalısın.

Nüket Kozcu: Senin aksine, gerektiği yerde açık sözlü olurum.

Savaş Akduman: O hâlde gerektiği yerde açık sözlü olduğunu göstermek için sana fırsat. O gün kütüphanede sana yönelttiğim soruya cevap vermedin. Seni mutlu etmiyor muyum?

Bir an ne cevap vereceğimi bilemedim. Bu soru onun eğlenceli tarafından gelmemişti, biliyordum. Ciddi bir soru olduğu kadar, cevabını da ciddi isteyen bir soruydu.

Nüket Kozcu: Bilmiyorum.

Savaş Akduman; Bilmiyorum da ne demek oluyor?

Nüket Kozcu: Bilmenin tam tersi oluyor.

Savaş Akduman: Benimle oyun oynama, Jane. Kafandaki neyse onu söyle bana.

Bunu mesajlaşırken söylemenin iyi bir fikir olduğunu düşünmesem de cesaretimi topladım.

Nüket Kozcu: Pekâlâ. Sen istedin. Kendimi senin yanında iyi hissediyorum, ama kendimle baş başa kaldığım zaman her şey değişiyor.

Savaş Akduman: Nasıl yani? Daha açık ol, yanımdayken iyi ama sonra berbat mı hissediyorsun?

Nüket Kozcu: Yatakta kullanmak için beni yanında tutuyorsun, Savaş. Bunun dışında benimle yaptığın veya yapmak istediğin başka hiçbir şey yok.

Bunu itiraf etmek beni duygusal olarak etkilemişti, değer görmeyi istiyordum ve onun tarafından değer görmüyordum. Bu gerçeğin bilincinde olmak ve artık bunu Savaş'ın da biliyor olması, gözlerimin dolmasına neden oldu. Arkadaşımın evinde olmasaydım, hüngür hüngür ağlayabilirdim. Uzun süre yanıt gelmedi, belki gelmeyecekti de.

Ona bir mesaj daha yazmaya başladım... Sonra sildim. Tekrar yazdım ve sonra tekrar sildim.

Beren, yarım saat sonra banyodan çıktı. Böylece yaşadığım karmaşa sildiğim mesaj gibi silindi. "Off banyo çok iyi geldi gerçekten," dedi, kendini yatağa bırakırken.

Elimdeki telefonu yatağa bırakıp ona baktım, gözleri tavandaydı. Keşke Savaş, Beren'in abisi olmasaydı. O zaman en yakın arkadaşımla konuşabilir, sıkıntımı onunla paylaşırdım. Bazen yapmanız gereken şeyi bir dostun destek veren sözlerinden duymak daha farklı oluyordu. Ben de yatağa uzanırken, "Kendini daha iyi hissediyor musun?" diye sordum.

Beren, bana bakıp gülümsedi. "Daha iyiyim evet," dedi. Bana sokulup başını göğsüme yasladı. "Yanımda olduğun, beni yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim, Nüket."

Siyah saçını okşadım. "Sen de aynı şeyi benim için yapardın," dedim, öyle yapacağını biliyordum. "Şimdi biraz uyumaya çalış, dinlen."

Beren, "Uyumam gerekiyor," dedi, sesi uykuya geçecek biri gibi bitkin geliyordu. "İki gündür diken üstündeyim, uyuyamadım. Babama bir şey olacak diye çok korktum, Nüket."

"Ama olmadı," dedim onu rahatlatarak. "Şimdi iyi ve odasında güven içinde uyuyor."

Beren gözlerini kapattı, "Evet, güven içinde uyuyor?" diye mırıldandı. "Nüket..."

"Hım?"

"Şey... Senden bir şeyler saklamayı sevmiyorum, biliyorsun. O gün babam hastaneye kaldırıldığında ben evde değildim."

"Nerdeydin?"

"Serhat'ın yanında."

"Ne var bunda?"

"Şey... Yani biz." Yüzü kızardı, yutkundu. "Biz gece Deniz'in mekanından direkt Serhat'ın evine geçtik. Sonra yakınlaştık."

"Onunla birlikte mi oldun?"

"Hayır ama neredeyse olacak gibiydi... çok gerildim Nüket. Bu konuşmanın sana garip geldiğini biliyorum aslında ama biliyorsun senden başka konuşacağım kimse yok. O an çok garipti, çok güzeldi ama tek bir anda her şeyi berbat ettim. Ben yapamadım."

"Canını sıkmana gerek yok ki, o an hazır değilmişsin." Sonra diğer ihtimal kaşlarımın çatılmasına neden oldu ve korumacı bir sesle ekledim. "Serhat kötü bir tepki mi verdi, canını mı sıktı? Hem o niye yoktu hastanede, niye seni böyle bir zamanda yalnız bıraktı?"

Bu sırada telefonumun mesaj sesi geldi, Savaş olmalıydı, bakmayacaktım.

"Hayır, hayır aksine bana sonrasında çok iyi davrandı, beni rahatlatmak için uğraştı. Hastanede olmamasına gelince, annem aradığında o uyuyordu söylemeden çıktım ve daha sonra ona ben haber de vermedim, Nüket. Onu görmeye hazır değildim."

"Serhat onu böyle kritik bir anda kendinden uzaklaştımana hiç mutlu olmayacak, biliyorsun değil mi? Sorun Serhat değilse, sorun ne o zaman, Beren?"

"Off bilmiyorum ama ben o işi yapmak istediğimden emin değilim ve sanki Serhat istiyormuş gibi geliyor."

"Önemli olan senin ne istediğin, istemiyorsan olmak zorunda değil ki."

"Sadece Serhat, ilerde sıkıntı yapar ve aramızda problem çıkar mı diye düşünüyorum. Onu seviyorum, ondan ayrılmak istemiyorum."

"Eğer istemezsen ve Serhat bunu anlamazsa, canını sıkma yol ver gitsin. Bu mesele yüzünden canını sıktığına inanamıyorum."

Beren, on dakika sonra uyudu. Başını yastığa koyunca arkasını dönüp uykusuna devam etti.

Telefonumu alıp mesajı açtım.

Savaş Akduman: Daha önce odamı görmüş müydün?

Nüket Kozcu: Hayır.

Savaş Akduman: Neden gidip bakmıyorsun?

Nüket Kozcu: Ah, tabii sonra da birilerine yakalanayım.

Savaş Akduman: Beren ne yapıyor?

Nüket Kozcu: Uyuyor.

Savaş Akduman: Annem de babamla ilgileniyor, kimseye yakalanmazsın.

Düşündüm, doğru diyordu. Zaten ben de görmek istiyordum.

Nüket Kozcu: Tamam, nerde?

Savaş Akduman: Odadan çıktıktan sonra, yukarı kata çıkacaksın. Koridorun sonundaki oda.

Yavaşça kapıyı araladım, odaya dışardan gelen ay ışığı zeminin bir bölümünü aydınlatıyor, yeryüzüne inen yağmur damlalarının gölgesi zemindeki ışığın üzerinden tıpkı yıldız yağmuru gibi geçiyordu. Işığı yakıp yakmamakta tereddüt ettim. İçim hiç rahat değildi belki ev sakinlerinden biri fark edebilir ve yakalanabilirdim. Işığın düğmesini aramadan içeri girdim, son kez koridoru kolaçan etmeyi de ihmal etmedim.

Odaya girip kapıyı arkamdan yavaşça kapattım, dışardan gelen ışık işimi görürdü. Sonra aynı anda bir el ağzıma kapanırken, diğeri karnımın üzerinden geçip beni kendine yasladı. Kalbim göğsümde değil de, bedenimin her yerinde korkuyla çarpıyordu; artık korkuya ait bir gölge gibiydim. Ne hareket edebiliyor, ne ağzımı açabiliyordum.

"Benim Jane, sakin ol." Kulaklarım uğulduyordu, sesini kimseye benzetemedim. "Çırpınmayı bırak, benim Savaş."

Sonunda sesini algıladığımda çırpınmayı bıraktım, hissettiğim adrenalin kıyıdan çekilen dalga gibi uzaklaşmaya başladığında bile nefesimi ayarlamakta güçlük çektim. Beni bırakıp ışığı yaktı. Arkamı döndüm, göğsüne vurup onu uzaklaştırmak istedim, yerinden milim kıpırdamadı. Güçlüydü. "Hayvansın, ödümü kopardın."

"Sadece biraz sürpriz biraz şaka yapmak istedim, Jane." Sesi, beni çileden çıkarmaya yetecek şekilde sakin ve eğlenmiş çıkıyordu.

Ona ters ters baktım. "Hani sen gitmiştin," diye fısıldadım öfkeyle.

Omzunu silkti. "Gitmiştim, annem arayıp geceyi burda geçirmemi istedi. Babam için fazla endişeliydi, bende reddedemedim," dedi, sakin sesi ruhumun kıyılarına uzanıp beni rahatlatmıştı. "Sonra seninle eğlenmek ve ardından da..." Yüzüme eğildi, nefesi dudaklarıma dokunup usulca okşadı. Saçımın bir tutamını alıp parmağına doladı, boğuk bir sesle ilave etti. "...biraz yatak oyunları oynarız diye düşündüm."

Boğuk sesi içimi titretti, o tınının pençesine düştüğümü hissettim. Gözlerinde çakan şimşekleri görünce bir an donup kaldım. Aman Allah'ım! Bunu burda istiyor olamazdı fakat düşüncelerim aynı yöne uçan toplu kuşlar gibi cümlesinin etrafına ulaşıp etrafından uçuşmaya başlamışlardı.

Başımı şiddetle salladım. "Asla burda olmaz," dedim, aslında bana ihtiyaç duyması gibi ben de ona ihtiyaç duyuyordum fakat bunu görmezden gelecektim. "Unut bunu."

Sıcak dudaklarını, dudaklarıma sürterek, dudaklarımdaki dokunuşunu ayırmadan, "Sen de istiyorsun beni, sen de özledin," dedi, kelimeleriyle birlikte üfürdüğü nefesi aklımı bulandırıyordu. "Açık bir kitap gibi bakışların. Sana baktığımda, zihnini görür gibi oluyorum." Yoğun bakışları ağırdı. "Bedenine baktığımda da gördüğüm şeyler var; hızlanan nefesini, devamlı yutkunuşunu, deli gibi atan kalbini, terleyen avuçlarını." Ağzıma onu yalanlamak için açtığım sırada, parmağını dudağımın üzerine bastırdı. "Boş bir inkâr için açılan şehvetli ağzını da görüyorum. Her şeyi görebiliyorum, Jane."

Söylediklerini yanıtsız bırakırken bir adım geriye çekildim. "Gitmem gerekiyor."

"Gitme."

Gitme deyişindeki ihtiyaç, gözlerinde yanan ürpertici bakış sağlam bir karar vermemi engelliyordu.

Savaş aramızdaki mesafeyi kapatıp boynumu öperken, "Ailenin evindeyiz," diye belirttim tekrar. "Burda yapamam, biri yakalarsa utancımdan ölürüm."

Savaş, yüzünü boynumdan çıkarıp, benimle yüz yüze geldi, "O zaman burdan hemen gidelim," dedi, hiç düşünmeden. "Evime."

"Savaş, eğer babanın sana ihtiyacı olursa burda olman gerekir," dedim, ters giden bir şeyler olabilirdi, burda olmazsa kendini suçlayabilirdi. "Hem ben de gidemem zaten. Beren'den habersiz gidersem kuşku uyandırırım."

Büyük bir ihtiyaçla, "Sana ihtiyacım var, ölüm perisi," dedi. Kelimeler kınından çıkarılmış parlak bir kılıç gibi gözlerimi alıyordu. Ben de onu çok özlemiştim, o kılıcı andıran kelimelerin irademe saplanması an meselesiydi. "Şehir dışından gelir gelmez, içine gömülmek yerine seninle kavga ettiğim için aptalın tekiyim."

"Vay be! Savaş Akduman kendine hakaret ediyor," dedim keyifle. Dilimi alt azı dişlerime sürttüm. "Bunun keyfi de başka bir olay."

Savaş başını salladı. "Siktir ya, beni delirtiyorsun," diye konuştu sıkılı dişlerinin arasından. "Seni ayak üstü orgazma ulaştırmışım gibi söylüyorsun."

Güldüm. "Hayır, öylemişim gibi söylemedim," diye itiraz ettim. Açıkçası nasıl söylediğimi bilmiyordum ama sözlerinden büyük bir keyif aldığımı biliyorum. "Senin aklın fikrin şey yapmakta olduğu için, sen öyle anlıyorsun."

"Şey mi?" Yüzünü buruşturdu. "Seks diyeceksin, kızım," dedi, üzerine basa basa. "Onun adı, seks."

Dişlerimi sıktım. Çenemi asice kaldırıp, "Şey işte, şey," diye homurdandım. "Ne yapacaksın?"

Savaş, bir an bakıp iç geçirdi, sonra, "Tamam, sen kazandın şey olsun," diye kabul etti kuzu kuzu ve ben daha ne olduğunu anlamadan dudaklarıma yapıştı, tam anlamıyla talan etti. "Allah aşkına, yeterki seni soymama izin ver."

"Buraya odana bakmaya gelmiştim," dedim, onu yavaşça uzaklaştırırken. Savaş içerledi. Duvara monte edilmiş rafa doğru ilerledim, küçük, oyuncak araba koleksiyonu karanlığın içinde parlıyordu. "Bunları nasıl biriktirdin?"

Savaş arkamda durmuştu, iç geçirince sıcak nefesini ensemde hissettim. "Normal bir sohbetin beni hizada tutacağını mı düşünüyorsun?" diye sordu, sesi istediğini alamadığı için huysuz çıkıyordu. "Seni istemekten vazgeçer miyim sanıyorsun?"

Arabalardan birini elime alıp inceler gibi yaparak, "Hayır, vazgeçmezsin," dedim, kesin bir sesle. "Çünkü hiçbir konuşma senin cinsel niyetini gizleyemez."

Savaş bana yaklaştı. Dudakları, dudaklarıma dokunacak sandım, o dudaklarımı sıyırıp arkama geçti. Sert ve güçlü göğsü sırtıma yapıştı, saçlarımı sol omzumun üzerinde toplayıp çıplak kalan boynumu önce kokladı, sonra öpmeye başladı. Dudakları geçtiği yerleri yakıyordu. Güçlü ellerini üstümdeki pijama üstünün altına yavaşça kaydırıp karnımın üzerinde topladı, ilk temasta karnım kasıldı. Avucundaki sıcaklık tenimin altına işliyor, o bana böyle dokunurken tıpkı hiçbir yere sığmayan düşüncelerim gibi nefesim de hiçbir yere sığamıyordu. Avuç içleri yukarı tırmanıp çıplak göğüslerimi kavradı, kalp atışlarımın sesleri kulağımda uğultuya dönüşüyordu.

Onun çıkmaz sokağında olduğumu bile bile, "Savaş," dedim. "Lütfen dur, burda olmaz. Ailenin evi olmaz."

"O zaman evime gidelim," dedi, dudakları ensemdeyken konuşmak zordu. "Şimdi, hemen. Sadece bana tamam de, gidelim."

"Olmaz, sana ihtiyaçları olabilir," diye itiraz ettim. "Sen de ben de burdan ayrılamayız."

Savaş, elini dolduran göğüslerimi sıktı. "O zaman benimle burda sevişeceksin," dedi. "Ailemin evinde."

"Başımızı belaya sokacaksın, Beren uyanıp beni görmezse neler olur biliyorsun."

"Bilmez olur muyum?" dedi. "Bu yüzden ıhlamur gönderdim ya ona."

Şaşkınlık, bedenimde dolanan şehvet damarlarına karıştı. "Ne?" Dikkatim yangında kalan kemik gibi dağıldı. "Ihlamuru sen mi gönderdin, yardımcınız annenin yolladığını söylemişti."

"Yardımcımıza annemin yolladığını söylemesini tembih etmiş olabilirim, tabii burdaki asıl önemli ayrıntı içinde kardeşimi hızla uykuya sürükleyecek uyku ilacının olması."

Demek bundandı bir anda ölü gibi uykuya dalması. "Bu yaptığına inanamıyorum," dedim.

"Neden inanamıyorsun?" diye sordu. Dilinin ucu kulağımın kıvrımından geçti. "Ben hepimiz için doğru olanı yaptım. Onun uykuya ihtiyacı vardı, bizimde birbirimize."

"Yine de burda olmaz," diye fısıldadım. "Biri fark edecek olursa, utancımdan ölürüm Savaş."

"Annemi kontrol ettim, uyuyor," dedi. "Biraz rahatla artık, beni de rahatlat. Ya da sen korkudan başka bir şey yapamayacaksan bile, bırak ikimizi birden ben rahatlatayım."

Beni deli eden yalnızca tenimde sinsice kıvrılan öpücükleri değildi. "Rahatlayamıyorum. Demek istediğim senin gibi kaygısız olamıyorum. Biri bizi şimdi bassa ve bunu yapan annen olsa soluğu nikah masasında alırsın," diye homurdandım. Savaş bir anda arkamda kasıldı, doğru yolda olduğumu anladım. "Ancak o zaman hakettiğin cezayı alırsın."

"Ceza mı?" diye mırıldandı. Karmaşık sesinde anlam veremediğim garip bir tını vardı.

"Evet. En kritik iş kararlarını alırken oturduğun hiçbir masadan korkmayan sen, ölesiye korktuğun o masaya benimle oturmak zorunda kalırsan gülünç olursun." Elleri yavaşça gevşedi. "Şimdi, başın belaya girmeden önce rahat bırak beni."

Savaş, dediğimi yaparak beni bırakıp kapıya yönelince şaşırdım. Evlilikten ödü kopuyordu. Neredeyse kahkaha atacaktım, neyseki sinirleneceği için yapmamam gerektiğini biliyordum. Ama kendine yer bulan sessiz gülücüğün izlerini yüzümden silemedim. Ben de çıkmak için arkasından ilerledim. Savaş kapıya ulaşınca kapının üzerindeki kilidi çevirip bana döndü. "Bu işin sonunda nikâh masasına oturmak bile olsa, seninle bu gece, bu odada, yatağımda mutlaka sevişeceğim."

Yüzümdeki gülümseme bıçakla kesilir gibi kesildi. Benim gülümsememin küçüldüğü yerden, onun serseri sırıtışı büyüyordu.

Sessizlik gözlerimizde büyüdü.

"Savaş..."

Sözümü lime lime edip harf harf ağzıma geri tıkan Savaş'ın yakıcı dudaklarıydı. "Sakın bana meydan okuma, beni kapıyı açıp seninle sevişmek zorunda bırakma." Elleri, aşağı kayıp üzerimdeki pijama takımının üstünü çıkarıp kenara attı. "Bir hafta oldu. Şu aptal kıyafetin içinde bile beni sertleştirebiliyorsun."

Nabzım yükselmiyor değildi, yine de bal rengi gözlerimi ona dikip, "Bunun benimle ilgili olduğunu sanmıyorum," diye homurdandım.

Savaş gülecek oldu, yüzümdeki ciddi ifadeyi görünce ciddileşti. "Emin ol, bu seninle ilgili bebeğim." Şakağımda atan damarın üstünü öptü, sonra elimi alıp avuç içimi ve bileğimi öptü. Bileklerimdeki damarlardan kalbime kelebekler uçuştu, bu kelebekler bütün bedenimde dokunmadık bir yer bırakmadılar. "Seni gördüğüm andan beri hep seninle ilgiliydi."

Dudaklarını dudaklarıma bastırınca kaçınılmaz olana karşı koymayı bırakıp ona teslim oldum, zaten şehvet gül ağacı gibi kasıklarımın içinde batma hissiyle büyüyordu; güzel ve acılı, gül ve dikeni gibi. Elim yavaşça Savaş'ın dağınık saçlarının arasına girdi, uzun ince parmaklarım yumuşak tutamları çekiştirdi. Savaş Akduman inledi, o ne zaman dokunuşumun altında inlese kendimi iyi hissediyordum.

Pijama altımdan da kurtulunca beni hızlı bir manevrayla kucağına alıp yatağına ilerledi, düşmemek için kollarımı çoktan boynuna dolamıştım. Beni yavaşça yatağına yatırıp üzerime çıktı. Onun yatağındaydım, acaba bu hatırayı burdan silebilir miydi? Silmek için uğraşır mıydı? Yüzüne baktım gözlerindeki arzuya gömüldüm, gün boyu bu arzuyu neden reddetmem gerektiğini hatırlamıyordum bile. Tüm o nedenler başka bir dünya, başka bir kadın ve yaşama aitti sanki.

Savaş'ın bana verdiği bu sıcaklığın sonundan korkmama rağmen, kalbimden fısıldanan uyarıya kulak asmadım, duymazdan geldim. Savaş Akduman, temkinli davranma hâlimi de, biri öğrenebilir endişemi de giysilerimle birlikte yere fırlatmıştı. Kollarım boynundan düşmeden şehvet tohumları kasıklarıma düştü.

Savaş'ın sıcak dudakları, dudaklarımın üzerine bir roman sayfasındaki heyecanı artıran kelimeler gibi usulca yerleşti. Alt dudağım, dudaklarının arasına çekildi. Ben çıplaktım ama o giyinikti, tişörtünün eteğine uzanıp yukarı doğru sıyırdım, göğsüne çıkardığımda Savaş zoraki bir şekilde dudağımı bırakırken çekiştirip üzerindeki tişörtten kurtulup yere attı.

Bana derin ve ateşli baktı, dudağı kıvrıldı. Azı dişimin sivri ucu alt dudağımın kenarına battı, öyle ki canımın kanı orada toplandı. Onun yakışıklılığı ve güçlü erkek bedeni karşısında derin nefesler aldım, her solukta göğsümün ortasına mezar boşluğu derinliğindeki tenden çukur belirginleşiyordu, o çukurda Savaş Akduman'la savaş veren irademin ceseti uzanıyordu.

Savaş, tekrar dudağıma kapandı, fakat bu kez öpüşü daha önce bir kadınla öpüşmemiş, kadın bedeni tanımamış bir erkek gibi bakir, istekli ve güçlüydü. Bütün vücudum titredi, çünkü Savaş hayattı, şehvetti, canlılıktı; her öpüşünde darlanan ruhumu ferahlatıyor, yaşadığımı hissettiriyor, hissediyordum. Pencereden gelen ay ışığının altında yatarken, öpücüğün şehvet estiren kanatları kanıma girdi, nefesim ritim kazandı. Kanatların tüyleri her yanımı tahrik etti, ruhumdaki ve tenimdeki heyecan birleşti ve titremeler artarak birbirini izledi.

Savaş, sızlayan dudaklarımdan ayrıldı. Elleri karnımın iki yanını tuttu. Savaş'ın hız kesmeden artan ereksiyonu bacaklarımın arasındaki açıklıktan yayılan ıslaklığa sürtündü, ağzımdaki aralanış açıldı ve karnım kadınlığıma doğru kasıldı. Bakışlarım çıplak kadınlığımda sürtünen kumaş altındaki erkekliğinin birleştikleri noktaya kaydı, sonra Savaş'ın gözlerinin içine bakıp orada tıpkı vahşi yaşındaki hayvanlar gibi başıboş dolanan hayvancıl hisleri gördüm; üzerindeki gücümü izledim.

Bana defalarca sahip olmasına rağmen Savaş'ın beni bir türlü bırakamamasının kanıtı bu tobloydu işte.

Benim kalbim onundu, onun ise bedeni benim.

Savaş'ın üzerindeki tek gücüm buydu, o bedenime dokunsun veya dokunmasın kolaylıkla benden tahrik oluyordu.

Savaş'ın dudakları, gökten kayan bir yıldız gibi yanaklarımdan çeneme kaydı. Dişleri çenemi sıyırdı ve nefes nefese söylediği şu cümleyi zar zor duydum. "Seninle olmanın her ânına bayılıyorum."

Bu sözler hırsın derin bir isteğe bulaştığı tutkuyla dökülmüş serin sözlerdi.

Bende ellerinin dolaşmaya başlamasını, sağlam, sahiplenen, arayan dokunuşlarla bana dokunmasına bayılıyordum, ama bunu yüzüne itiraf edemedim. Ona söyleyemediğim her söz ruhumun sırtına ağırlık yapıyordu. Bedenimin alt kısımlarında harika bir hassasiyet uyandı, ürperten arzu, fiziksel bir açlığı var etti. Göğüslerimde sancı içindeydi, öyle fazla ki, dokunduğu zaman yetmiyordu. Sırtına ellerimi dolayarak ona daha sıkı sarıldım, bu harika çılgınlığın onda oluşturduğu hareket ve seslerle uyarılıyordum.

"Savaş," diye inledim.

Daha fazlasını istiyordum ve başka bir şey stemiyordum. Sadece daha fazlasını. Tahrik olmuş halde uzanıp bağırırken kelimeler, içimde tekrarlanıp duruyordu. Okyanusun ortasında batan Titanik gibi şehvetin ortasındaydım, içine batmayı bekliyordum.

Savaş, sivrilmiş göğüs uçlarıma avuç içlerini dokundurdu, gözlerimin içine bakıp "İşte bu Nüket," dedi, şehvetten boğuklaşmış bir sesle. "İstediğim bu."

Hiçbir şey anlamadığım için, bir aptal gibi hissederek, "Ne?" diye sordum.

Savaş, minik sorumu umursamayıp pembenin koyu rengini alan göğüs uçlarıma eğilmiş emecekken başını tutup engel oldum. Bende ne gördüğünü merak ediyordum ve her şey olup bittiğinde sormaya da cesaret bulamayacaktım. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum.

Savaş'ın dudağı kıvrıldı. "Giysiler... senin kalkanın, Ölüm Perisi. Onlar üzerindeyken kendini güçlü... eh birazda muhafazakâr hissediyorsun." Kelimeleri, yutkunmaların ve nefesini kesen inlemelerin arasından kesik kesik çıkmıştı. Tabii ki asıl ayrıntıyı gözden kaçıracak değildim; beni çözmüş olması, içimde bir yerleri fay hattını yıkan deprem gibi sarstı. "Ama giysilerden soyunup çıplak kaldığında şehvetlisin, tutkulusun, isteklisin."

Eh, vücuduma bakmak sözlerinin anlam kazanmasına yeterdi. "Giysili halime sinir oluyorsun desene."

"Pek sayılmaz." Göğüslerime inip ağzının içine alınca, dudaklarım aralandı. Savaş sanki bunu beklermiş gibi dişlerimin arasından görünen dilimin üzerine baş parmağımı kaydırıp usulca sağa sola kaydırdı. "İstediğin her yerde, istediğin kadar muhafazakâr olabilirsin. Ama yatak olmaz, yatakta değil. Yatakta kendini kasmadan özgür olmanı istiyorum."

"Muhafazakâr değilim, hâlime bakılırsa özgür de görünüyorum."

Kulağıma eğildi. "Yemin ederim bana neler yapacağını, neler yaptırabileceğini bilmiyorsun," dedi. "Yatakta pek çok şey olabilirsin ama özgür olmak bunlardan biri değil."

Bu sözleri bir öksürük gibi ağzından atan Savaş'ın diğer durağı, ertelediği göğüs uçlarım olmuştu. Hem de zihnimi karmaşık sözlerle doldurduktan sonra. Hem nasıl yani? Ben yatakta özgür değil miydim? Ama kendimi öyle hissediyordum hatta fazlasıyla edepsiz hissettiğim bile oluyordu.

Bu düşünceler, ıslak ağzı gözümde dolanırken yıkanıp gitti. Yeniden o ve bendik, bizdik. En azından yatakta benden uzaklaşamayacak kadar yakındı, muhtaçtı.

Ay ışığının bize uzanıp saran kollarının içinde tekrar tutkunun kıyısına sürüklendim, ellerimi sırtına çıkarıp okşarken hislerim göğsümün altından kadınlığıma doğru yoğunlaştı. Erkeksi büyük elleri bacaklarımı okşadıkça kasılıyordum, rahatlama yoktu beklentim artıyor ve bedenim onun altında kıvranıyordu.

Daha fazla heyecanlanmayacağıma emindim fakat elleri bacaklarımın arasına kayıp da o dokunuş geldiğinde yanıldığımı anladım. Öylesine odaklı, öyle kararlı bir heyecan var etti ki kontrolümü kaybettim. Bir bütünlük, beni çağırıyordu ve reddetmek delirtiyordu.

Savaş doğruldu, altındaki eşofmanı çıkarıp bacaklarımın arasına girip içimi doldurdu, doluluk içimdeki çaresiz isteğin birazını rahatlattı. İçimde hareket etmeye başladı, baştan sona onunla dolup taşıyordum. Onun nabzı ve benim nabzım birleştiğimiz noktada birbirine çarpıp sürtünüyordu.

Savaş, sertçe dudaklarımı öpüp, "Bacaklarını belime sar," dedi, kısılıp gerginleşmiş bir sesle. "Böylece içinin en derinene girebileyim."

Dediği mümkün değildi, zaten en derinimdeydi. Yine de yataktaki tecrübeli hakimiyetine boyun eğip dediğini yaptım ve o kendini itip anında daha derine, en derinime girdi. İnledim. Savaş'ın beni ele geçiren gücü ve iriliği karşısında dayanamayıp gözlerimi kapattım; sadece onun dokunuşunu, ellerini, dudaklarını, girişini ve çıkışını hissetmek istiyordum.

Savaş anında, "Hayır, gözlerini aç," diye uyardı beni. Şehvetin yoğunluğuyla kısılmış gözlerine baktım. Dudaklarımı yine öptü, bu kez dilimi ağzında tutup bıraktı. Ağzım aralıklı kaldı. "Bana bak, beni izle." Gözlerimi, gözlerindeki hükmedici güçten ayırmadım. Ellerinin üzerine yükseldi. "Şimdi de gözlerini aşağı kaydır, bütünlüğümüzü izle ve doruğa ulaşana kadar güzel bal rengi gözlerini o noktadan ayırma."

Bunu daha önce istememişti.

Kollarındaki ellerimi uzaklaştırıp, iri ellerini ellerimin arasından geçirdi; sıcak avuç içleri nemli avuç içlerime yapıştı. Ve ellerimizi, başımın iki yanında tuttu. Çene kemik yapısı belirginleşmişti, dişlerini sıkıyor olmalıydı. "Dediğimi yap, özgür olduğunu hisset, Ölüm Perim," dedi, nefesi bozuk bir ritim almıştı. Kelimeleri cam kırıkları gibi ağzımın içine girip saplandı. "Hoşuna gidecek."

Dediğini yapıp bakışlarımı aşağı indirdim, bunu yaptığım için gergindim, hoşuma gideceğini söyledi ama iyi hissetmedim. Fakat daha sonrası... sanki yapmamam gereken bir şey yapıyormuşum hissi bir süre sonra beni terk etti; şimdi daha özgürdüm ve daha şehvetli. Savaş'ın ne yaptığını anlamıştım, gizli tutsaklığımın kilidini kırıyordu. Tıpkı bedensel bakireliğim gibi gergin hislerimin, yasak duygularımın, özgürlüğümün zıttı olan ne varsa hepsinin bakeretine ulaşıp yırtarak alıyordu benden.

O bütün ilklerimi alırken güç kazanıyor, ben toprağın içine tüm kayıplarıyla, hayalleriyle, anılarıyla gömülüp yaşamla bağı kesilen biri gibi kaybediyordum.

İnlemelerim çoğaldı, tutku son seviyesine ulaşırken hız kazandı. Bacaklarım titriyordu. Üstümde parlayan erkeksi beden bütün güzelliğiyle titriyordu. Sonra cennet ve cehennem birbirine kaburga kemikleri gibi kaynadı; cehennem kapılarından fırlayan sıcak ateşler nerde, cennet kapılarından dökülen soğuk nehirler nerdeydi, belirsizleşti.

Benden dökülen tatminkar çığlıkla birlikte, Savaş'ta peşime taktığı çığlıkla kendini üzerime bıraktı.

Nefeslerimiz kulaklarımızda yankı bulurken, göğsümdeki başını usulca öptüm. Parmakları hâlâ parmaklarımın arasındaydı, onları da usulca çektim. Vücuduma çizilen hisler yavaş yavaş silinirken yüzümdeki gülümseme bir anda, bıçak gibi kesildi; endişeler, kaygılar geri döndü. Beren'in yanına dönmeliydim, hemen.

"Savaş, kalk lütfen. Odaya dönmeliyim."

Savaş, gökyüzünün homurdanması gibi homurdanıp başını kaldırdı. "Gitmeni istemiyorum," dedi, sesinde aramızda geçenlere rağmen gram değişmeyen ihtiyaç vardı. Elbet öyle olurdu. Hiçbir zaman tek sefer ona yetmezdi, yine yetmemişti.

"Biliyorsun, burda daha fazlası olmaz, buna devam edemem."

Savaş, üzerimden çekilip kendini yana bıraktı, kollarını ensesinin altında toplayınca, sıkı göğsü gerildi. "Bu şey canımı sıkıyor artık. Gizli kapaklı işler bana göre değil," diye homurdandı.

Ayak ucundaki örtüyü aldım, çıplak bedenimi örtüp ona baktım, öyle bir dikkatle baktım ki sanki daha önce onu hiç görmemişim gibi. "Benden sıkılıyor musun?" diye sordum. Kalbime sıkıntı saplanmıştı.

Bana cevap verecekken kapının kulpu çevrildi ve dışarıdaki kişi, "Savaş," diye seslendi.

Savaş'la aynı anda birbirimize baktık.

🍷

Bölümü oylamayı ve yorumlamayı unutmayın. ♥

Twitterda #yaralıhayaller etiketiyle paylaşımlarınıza bakacağım ♥

İnstagram, twitter : ElisyaRoyal

Continue Reading

You'll Also Like

ZİNCİR By Nisa

Teen Fiction

153K 8.2K 94
+18, yetişkin içerik. 18 yaşına yeni giren Eylül, kendi hayatının büyük devrimine ilk adımı atarak İstanbul'a üniversite okumak için gelir. Ancak bir...
98.4K 1.2K 3
Kitap yazmak ne kadar zor olabilir ki? O bunu başardıysa ben de başarabilirim. Hatta daha iyisini yapabilirim..
7.4M 286K 75
🎼 "Cehennemin benim..." Diye fısıldadı. "Cennetin bu altın zincir... Cennet ile cehennem arasına sıkışıp kalan bu nota sensin." Bileklik olduğunu dü...
16.3K 958 5
❝ İntikam ateşiyle yanan bir bedeni ne söndürebilir? ❞