YARALI HAYALLER (+18)

By ElisyaRoyal

6.3M 272K 236K

Nüket Kozcu, kendi halinde üvey annesinin yaptıklarından hoşnutsuz bir üniversite öğrencisidir. Bir gece bara... More

YARALI HAYALLER / GİRİŞ
YH • 1 | KARŞILAŞMA
YH • 2 | DÜŞÜŞ
YH • 3 | UFAKLIK
YH • 4 | KÜTÜPHANE
YH • 5 | BENİMLE YAN
YH • 6 |CEHENNEMİN ANA KAPISI
YH • 7 | UNUTMANIN KOZASI
YH • 8 | BEBEK
YH • 9 | TAKIM ELBİSELİ PİSLİK
YH • 10 | SARHOŞLUĞU DİLERKEN
YH • 11 | TUTKUNUN RENGİ
YH • 12 | KARMAŞIK DUYGULAR
YH • 13 | RUHU YAKAN KELİMELER
YH • 14 | FİLM GECESİ
YH • 15 | PLATONİK VAKA
YH • 16 | KIRIK KALP
YH • 17 | GÜL VE ŞARAP
YH • 18 | HODRİ MEYDAN
YH • 19 | ÖPÜCÜK
YH • 20 | KADER AĞLARI
YH • 21 | GÖLGELER
YH • 22 | UYANAN TUTKU
YH • 23 | HİÇ KİMSE
YH • 24 | YALANIN GÖLGESİ
YH • 25 | DUYGULARIN ÇIĞLIĞI
YH • 26 | SAHTE MASAL
YH • 27 | İLK ÖPÜCÜK
YH • 28 | KIRMIZI
YH • 29 | PARAMPARÇA
YH • 30 | CAMDAN KALP
YH • 31 | MEDCEZİR
YH • 32 | CENNETİN ATEŞİ
YH • 33 | GÜL KEFENİ
YH • 34 | YILDIZIN NABZI
YH • 36 | İSİMSİZ KADINLAR
YH • 37 | HAYALLER VE UMUTLAR DEVRİLİRKEN
YH • 38 | 00.00'DA GELEN ZEHİRLİ KADEHLER
YH • 39 | GÜNLERİN KÖPÜĞÜ
YH • 40 | GÜZEL GEÇMİŞE ÇEKİLEN PERDE
YH • 41 | UĞULTULAR
YH • 42 | ALABORA
YH • 43 | HATA
YH • 44 | ANILAR MUMYALAŞSA
YH • 45 | GÖĞÜSTE TAŞINAN BOMBOŞ KALP
YH • 46 | "BAŞROL"
YH • 47 "DÜŞ ÖLÜMÜ"
YH • 48 | YANSIMALAR
YH • 49 | SIRTLAN
YH • 50 | YÜZLEŞİLEN KARANLIK
YH • 51 | YARALI YILDIZ
YH • 52 | PANDORA
YH • 53 | TEK BİR GECE

YH • 35 | RUH İKİZİ

98.1K 4.6K 8.7K
By ElisyaRoyal


Selam ♥

Okunmayla oylama arasında ciddi bir tutarsızlık var, fıstıklar. Lütfen oy vermeden geçmeyin.

Ve bol bol yorumlar bırakın.

Spoi yorum yok.

Seviliyorsunuz ♥

Buraya Kitabımızın Simgelerini bırakıp başlayın bakalım 🥀🍷

35. BÖLÜM / RUH İKİZİ 

🌹

Hergün büyüyen hislerimi kum fırtınasına benzetiyordum.

Bir tek benim etrafımda büyüyor, taneleri tıpkı göze kaçar gibi canıma kaçıp acıtıyordu.

Zihnimin sularına bir taş gibi çökmüş olan düşüncelerimin bütünü, Savaş'la yaşadığım anıların var ettiği yıkımdı. Kendimden bile saklamaya çalıştığım hisler, sonunda kendini kalbime fısıldayıp kendini hatırlatmayı başardığında, onun aşkına sahip olmak isterken bulmuştum kendimi.

Ben ellerimi yalnızca Savaş Akduman'a değil, beraberinde taşıdığı harıl harıl yanan yangına da uzatıyordum; yanacağımı bile bile yanmayı seçtim. İçimdeki savaşma isteğini durduramıyordum, umut etmekten kaçamıyordum. 

O gecenin üzerinden bir hafta geçmişti, bir hafta boyunca bazen ben onun kollarının arasındaydım, bazen o benim kollarımın arasındaydı. Duygularım, hislerim parlayan kadehin içini dolduran mükemmel bir şarap gibi görkemli dolduruyordu kalbimi. Her gün biraz daha bağlanıyordum ona.

Savaş iki günlüğüne yine şehir dışına çıkmıştı, iki gündür onun sonbaharı andıran mevsim kahverengisi gözlerini göremiyordum. Diğer yandan yanımda olmasa bile gölgesini daima üzerimde hissediyordum. Sanki o gölgenin var ettiği serinliğin altında nefes alıp veriyordum. Onu çoğu kez yanımda hayal edebiliyor, kafamın içinde onunla konuşabiliyordum. 

Tabi ki onun yokluğunda düşünme fırsatı da bulmuştum fakat nasıl bir yol izlemem gerektiğine karar vermiş değildim henüz. Üstelik onu çok özlemiştim, sesini duymak istememe rağmen onu arayamıyorum. İşte kafamdaki düşünce akışı tam da burda sekteye uğrayıp bozuluyordu. Gerçeklik bir korkuluk gibi en çirkin hâliyle karşıma dikiliyordu. 

En anormal ilişkide bile her iki taraftan birinin diğerini arama şansı varken, benim yoktu. 

Arasam elbette Savaş bana kızmazdı tabii biliyordum yine de neler hissettiğimi anlar diye cesaret de edemiyordum pek. Arasam ne diyeceğimi biliyor da değildim zaten. Seni çok özledim diyemezdim ya. Benim bu sözlere hakkım yoktu. Hiçbir duygusal özlem söz konusu olamazdı. 

İşte bu yüzden Savaş, tam da bu yüzden ilişkide sana anlamsız ve boş gelen isimler aslında çok önemli. Bir ilişkide isim daima önemlidir, ev olur seni içine alıp yaşatırdı, gölge olup seni altında serinletirdi, daha rahat ve huzurlu olmanı sağlardı. Sevgilim olduğunu bilseydim seni arar konuşurdum.

Aklın bir karış havada dedikleri anı yaşıyordum, gürültülü bir şekilde iç geçirdim. Kütüphanedeydim. Raflardaki dağınık kitapları düzenlemeyi bitirdikten sonra kitaplar için koruyucu spreyi görünen yüzeylere sıkarken, kafamın içine biriken bu kara düşüncelerle boğuşuyordum. O hiç zavallılaşan aklımdan bir an çıkmazken acaba aklına bir an dahi geliyor muydum? 

Esin rafa yaslanıp, "Nüket," dedi, adımı dinlendirici bir tonda seslendirmişti. "Çok dalgın görünüyorsun, ne oldu?"

"Hiç," dedim kısık bir sesle. "Dalmışım öyle."

Esin gülüp, "Biri hiç diyorsa, asla hiç değildir," dedi, ama üzerine durmadı. Raftan ayrılıp masaya ilerledi. "Yemek sipariş edelim mi canım, ister misin?"

Esin, böyle biriydi. Biri ona derdini söylemiyorsa, öğrenmek için ısrar etmezdi. Yani o, sorduğu anda derdini anlattın anlattın, yoksa bir daha üzerine konuşamayacağın kişilerdendi. 

Bezi ve spreyi aldım,"Çok iyi olur," dedim, yerime doğru ilerlerken. "Acıktım, gelen giden de yok sayılır."

Esin telefon edip siparişleri verdikten sonra bilgisayardaki işine döndü. 

Birden, "Esin," diye seslendim. Sesimin tonu nasılsa bana yardım için adını söylemişim gibi baktı, bilgisayar klavyesinin üzerindeki parmakları havada asılı kalmıştı. "Efendim?"

Yutkundum. "Sen daha önce hiç... Yani sorum saçma gelecek ama...," dedim sıkıntıyla. "Bir erkeği kendine âşık etmeye çalıştın mı?"

Onu donduran sözlerim benim bile kulağıma gereksiz gelmişti. Yüzüme önce tuhaf tuhaf baktı, sonra güldü. "Aman Nüket, bu muydu yani?" dedi gülmeye devam ederken. "Bende bir şey diyeceksin sandım."

Utandığımı hissettim, yanaklarım yanıyordu. Bozulmuş bir sesle, "Off tamam," dedim pes ederek. "Çok saçma bir soruydu, sormadım farzet. Lütfen."

Esin, gülmeyi bıraksa da gülümsemenin ardında bıraktığı çizgiler yüz hatlarına yerleşmişti. Daha ciddi bir sesle, "Hayır, daha önce hiçbir erkeği kendime âşık etmek için uğraşmadım, Nüket," dedi dürüst bir açıklıkla. "Çünkü kendimi bildim bileli erkek arkadaşıma âşıktım, hem erkek arkadaşıma âşık olmasam bile ben öyle tehlikeli sularda yüzemem. Temkinli, dengesiz olmaktan uzak sağlıklı, yarın ne olacağını bildiğim güvenli bir ilişkinin sularında gezinirdim. Dikkat ettin mi bilmiyorum, kıyafetlerim hep düz renklerdir, rengin bile karmaşasına katlanamıyorum ben. Karmaşık şeyleri sevmiyorum, acıya sebep olacak şeyleri de sevmiyorum" 

Esin'in söylediği sözlerden dolayı karakteri biraz daha kafama oturmuştu, kütüphaneci olmasına rağmen yalnızca sonu mutlu biten aşk romanlarına bayılırdı. Ona karanlık bir kitabı, sonu mutsuz biten bir kitabı, düşündüren bir kitabı asla okutamazdınız. Derin düşünen, uzun uzun acı çeken karakterlere tahammülü yoktu; şu aşka, tutkulu kitaplara kafayı takmış kişilerdendi. 

Ağzım kararsız bir ifadeyle açılsa da kapatıp gözlerimi yavaşça çektim. Savaş'ın aşkını kazanma fikri saçma mıydı? Bile bile acı çekmeye mi gönüllü olmuştum ben? Cesaret ederek aldığım karar, aptal cesareti mi yoksa cesurluktan doğan bir cesaret miydi? İç geçirdim. Ne olduğunu fark etsem de hiçbir şey değişmeyecekti. 

Esin, "Bahsettiğin kişi buraya gelen yakışıklı adam, öyle değil mi?" diye sordu ama cevap vermeden öylece yüzüne baktım sadece. "Adam harbiden çok yakışıklı, karizmatik, şimdi yiğidi öldür hakkını yeme ama..."

Durunca, "Devam et," diye konuştum. Onun Savaş'a baktığında ne gördüğünü merak ediyordum. "Aması ne, Esin?"

Esin, yanıma gelip kalçasını masama yasladı. "Nüket, nasıl desem... O sıradan bir erkek değil, çok zor birini seçmişsin," dedi, bakışı tıpkı bir kalem gibi gözlerimin sayfasına kendimin bir türlü itiraf edemediği şeyi yazıyordu; ilerde acı çekeceğimi. "Adamın bakışından, fiziğinden, duruşundan, oturuşundan güç akıyor. Kendinden emin görüntüsü sende de bir kadın tarafından dizginlenemez bir havası olduğu gerçeğini çağrıştırmıyor mu?"

Kalbimin ağır atışlarına hüznün ağırlığı otururken, "Öyle ama...," diye fısıldadım. 

Fısıltımın acısı canımı yakıyordu. Haklılığının büyüklüğünü inkâr edemezdim, kalbimde durmadan büyümeye devam eden aşkı inkâr edemeyeceğim gibi. 

Savaş gerçeği ve kalbimdeki aşk, niye birbirine bu kadar benziyordu? 

İkisini de inkâr edemiyordum, ikisi de vardı, ikisini de hayatımdan söküp atamıyordum, ikisini de sonuca ulaştıramıyordum. 

Esin, "O Savaş Akduman, değil mi?" diye sorsa da sesi sorudan uzak. "Onu bu sabah bir dergide gördüm. Teknoloji şirketinin veliahtı, Akduman ailesinin varisçisi diye koca bir başlıkla halka sunuluyordu. Adam resmen insanların gözdesi, dolayısıyla kadınların da. Bu adamın bir kadının peşinde koşmasına gerek bile yok, oturduğu yerden şımartılmış birisine benziyor." 

Ona, 'Benim peşimden koştu ama' diye söylemek istesem de diyemedim. Ben olduğum için değildi bu koşuş, peşine düştüğü şey bedenimdi. Beni ben yapan şeylerle ilgilenmedi, hakkımda edindiği tek bilgi kitaplara aşık bir okuyucu olmamdı. Eh biraz da kişisel problemlerimi bilirdi. En sevdiğim yemeği, en sevdiğim dersi, en nefret ettiğim şeyleri bilmezdi. Alışkanlıklarımı, takıntıları bilmezdi, ilgilenmezdi de.

Gözlerimin yağmuru biriktiren kara bulut gibi dolmaya başlayacağını hissetitğim anda yerimden kalkıp, "Ben yukarıya bir bakayım," dedim umutsuzca. 

Böyleydim işte ben, kırılınca konuşmaya da kavgaya da devam edemiyordum. 

Esin, "Yapma şunu, kaçma," dedi, sesine üzüntü sinmişti. "Ne için kaçtığını iyi anlıyorum." Durdu. "Ona güveniyor musun?" 

Yerime oturdum. "Bilmiyorum." 

"Ama onu hayatında istiyorsun, tamamen."

Başımı evet anlamında salladım. "Evet, öyle sanırım." Başımı yukarı kaldırdım, bu ağlamamak için yaptığım bir hareketti. Birkaç kez yanaklarımın içini havayla doldurup yavaşça bıraktım. "Esin içimde küçücük bir ses kıpırdayıp bana diyor ki, dur, ilerleme, bitir, kapat. Diğer yandansa duygularımın gürültüsü öyle yüksek bir ses eşliğinde durma, ilerle, bitirme, kapatma diye bağırıp içimde tsunami gibi yükselip duruyor. Her şey iç içe geçiyor, yanlışlar doğrular hisler duygular, hepsi."

Ruhumun bedenime öylesine dar geldi ki ruhumun nefes almak zora düştüğünü hissettim. 

Esin, "Madem gerçekten istediğin bu, onunla dışarı çık, beraber gezin beraber eğlenin, güzel anılarınız olsun," dedi, omuz silkip devam etti. "Belki senin, kendisinin ruh ikizi olduğunu düşünür ve biraz olsun sana kendini yakın hisseder."

Yüzümü kaplayan hüznün kabuğunun çatladığını duyumsarken, "Öyle olur mu dersin?" diye sordum.

Ne zaman Savaş'ı düşünsem, içimde umut oluşurdu, o umudun bir bacağı tutmazdı çünkü kırık olurdu. Esin'in bu sözleri, bir bacağı kırık gezen umudumun kollarının altına, koltuk değneği bağışlayan hayır kurumu gibiydi. 

"Olur demiyorum," dediğinde kalp atışlarım yavaşladı. "Belki beraber hoşlandığınız şeyler çıkar da ruh ikizin olduğunu anlar diye söylüyorum." 

Dünyanın en garip şeyini söylemiş gibi garip bakışlar atarken, "Ruh ikizi mi?" diye fısıldadım, kafam allak bullak olmuştu. Şaşkınlık, yeni bir kitabın ağır kokusu gibi zihnimin duvarlarına sindi. "Ben ve Savaş mı?" 

Esin'in ela gözleri parlıyordu, "Evet, ruh ikizi," dedi, canlı bir sesle. "Bir bütünün iki parçası olmak, tamamlanmak, birbirine ait olmanın bir araya gelmesi yani." 

Bu sözler bana bile garip geliyordu, bizden ruh ikizi olur muydu ki? Savaş'la ruh ikizi olduğumu düşünmüyordum, anlık bile olsa düşünemiyordum bunu. Biz birbirimizden çok farklıydık, beyaz ve siyah kadar zıttık. Ruh ikizinden çok, zıt kutuplar tabiri daha çok uyuyor gibiydi bize. 

Yüzüm asıldı biraz. "Ya ruh ikizi değilsek?" Sesim meraklı çıkmıştı. "Bu ilişkilerde dert olur mu?"

Esin'in yüzünde üzgün bir ifade belirdi. Dudaklarını yalayıp bir süre yüzümü izledi. "Nüket, sen çok nahif bir kızsın, fazlaca da kırılgan. Sana bunu söyleyen ben olmak istemezdim gerçekten üzgünüm," dedi sonunda konuştuğunda ve ardından ekledi. "Değilseniz, zaten bu iş yürümez demek." 

Kalbimi, bedenini soğuktan korumaya çalışan bir kadın gibi Savaş tehlikesinden korumaya çalışarak sarıp sarmalamıştım; yine bedenini soğuktan koruyamayan o kadın gibi, kalbimi Savaş tehlikesinden koruyamamıştım. Ben mucizelerin gerçek olacağına inanan biriydim, bu işin yürüyüp yürümediğini ancak onun için savaşarak görecektim. 

Bizi bilmeyen insanların ağzından çıkan şeyler beni ilgilendirmemeliydi; bizim aynı hikayenin içine dahil olmamızın mutlaka bir nedeni olmalıydı ve aynı hikayede bizi bir araya getirmenin gizli gücü vardı. 

Savaş beni sevmiyor olsa bile, aramızda güçlü bir bağın varlığı da yok sayılamazdı. Ben, bu bağın bana düşen kısmına verilen adın aşk olduğunu biliyordum, Savaş ise kendine düşen parçasına şehvet diyordu. 

O kadar uzun süre susmuştum ki, tekrar konuşan kişi Esin olmuştu, "Bir şey demeyecek misin?" diye sordu. 

"Hayır," dedim. "Sanırım sen diyeceğini dedin." 

Esin derin bir nefesi ciğerlerine taşıdı. Sonra, "Nüket, kararlarımızın sonuçlarını aldığımız kararların kendisi de etkiler," dedi, sesi sakindi. "Eğer sonuç elinde tuttuğun boşluk olursa ne yapacaksın, mücadelen boşa gidecek." 

Karnımın kasıldığını hissederken, cevap vermedim. Esin de anlamış olacak ki daha fazla üstüme gelmeyip kendi masasına geçti. 

Ne yapacağım hiç bilmiyorum, tek bildiğim içimde mücadele etmek isteyen o sınırsız arzuydu, tıpkı onun bedenime dokunduğunda dolup taştığım arzuya benziyordu. İlerlediğim yolda yürürken amacım değişmiş, dümdüz gittiğim yoldan daha karmaşık yöne giden yolu seçmiştim. Karşıma beni vazgeçirecek cam kırıkları, dikenler, çalılar olmamasını diliyordum. 

Birine hiç kimsenin olmadığı kadar yakınsınız ama kalbine, duygularına ulaşamıyorsunuz... belki bu bir kalbin bedende cesetleşme sürecidir. 

🥀🍷🥀 

Eve geldiğimde babam ve sevgili karısı televizyon izlerken meyve yiyorlardı, Ece muhtemelen odasında olmalıydı. Babama görünmek için salonun ağzında durup merhaba diyerek direkt yukarı, odama çıktım. Düşünceleremin üzerine ışığı bile yakmadan kendimi sırt üstü yatağa bıraktım. Sarı kızıl saçlarım, açık renk olan yatağımın üzerine dünyaya dağılan güneş ışıkları gibi dağıldı. Başımı yavaşça çevirip pencereden göğe baktım uzun uzun; ay bir kadının bağrında parlayan yeni bir mücevher gibi asılıydı, parlıyordu.

Geceye tutunan ay gibi kalbimde yeşeren küçücük umuda tutunuyordum. Ayın ışığı tenime yağıyor, umudun ışığı kalbime yağıyordu. 

Savaş'ta tıpkı benim onu düşündüğüm gibi beni düşünmüş müydü? 

Aklına hiç gelmiş miydim? Geldiysem ne düşünmüştü? 

Elimi kalbimin üstüne koydum, öyle hızlı atıyordu ki, öleceğini anlayıp korkudan çırpınan bir serçe kuşu gibiydi, kanatlarının ucu alev almıştı her kanat çırpışında kaburgalarıma sürtünüyordu; yandığımı hissediyor, yandığım kadar yakmayı da diliyordum. Savaş'ı düşünmek hep böyle mi hissettirecekti? Ne garipti, Savaş'ın hayalinin varlığı bile öyle öyle berraktı ki beni heyecanlandırıyordu, yığınla anlam yüklüyordum ona ama o her şeyden habersiz bir şekilde, bir yerlerde yaşıyor. 

Bize mutluluk veren şeyler, niye aynı zamanda kederin çeşmesi olabiliyordu?

Off, off tam aptal aşığa dönmüştüm. 

Esneyince elimle ağzımı kapatıp göz kapaklarımı gözlerimin üzerine örttüm, doğrulmadan trençkotumun düğmelerini yavaşça açmaya başladım. Telefonumun sesi odamdaki sessizlikten başlayarak, ruhumdaki sessizliğe kadar kovalarken, Savaş'ın görüntüsü kaçan bir hayal gibi gözlerimin önünden çekilince arayanın o olduğunu düşünerek hemen yerimden fırlarcasına heyecan içinde doğrulup yan tarafa attığım çantamı karanlığın içinde el yordamıyla buldum. Telefonu aldığım gibi ekrana bakınca, balona saplanmış bir iğne gibi içimde şişen heyecana saplanıp ses çıkara çıkara indi. 

Arayan Beren Akduman'dı. 

Kendimi yeniden yatağa bırakıp gözlerimi kapattım. Yorgun bir sesle, "Efendim Beren?" diyerek açtım. 

"N'aber, Nüket?" 

Gözlerimi açık olsaydı devirirdim. "İyidir, yeni girdim eve Beren. Seninle üç saat önce zaten görüşmüştük," dedim, alay eden bir sesle. "Haliyle o zamandan bu zamana çok da bir değişiklik olmadı."

"Doğru," dedi eğlenerek. "Ama canım arkadaşım şöyle oldu ki, biz Serhat'la birlikte Aren'in mekânına geldik." Gözlerimi açtım ve öylece tavana diktim bakışlarımı. "Bu arada Aren'i hatırladın, değil mi? Hani abimin arkadaşı olan?"

Aklımda aniden beliren düşünce yüzünden yerimden telaşla doğruldum. İçime kurt düştü. Aren biraz... ayarsız hoppa birine benziyordu, acaba Beren'e bizimle ilgili bir şey mi demişti? Beren öğrenmiş olsaydı hesap sormak için direkt evime gelirdi. Ayrıca sesi normal geliyordu kulağıma. Savaş arkadaşlarının konuşmayacağından emin görünüyordu o gece. 

Kendimi sakinleştirdikten sonra, "Evet, evet tabii hatırladım," diye mırıldandım. Gözlerimi temkinlice kıstım. "Ne olmuş ona?" 

Güldü. "Ona bir şey olduğu yok, onun mekanındayız," dedi. "Haydi, sen de gel." 

"Yok ya," dedim gönülsüzce. "Yorgunum zaten, başka zaman belki." 

"Nüket inatçılık etme, yarın haftasonu zaten istediğin kadar dinlenebilirsin." 

"Beren, yeni girdim eve," dedim, sesim yorgunluğumun izlerini taşımasına rağmen onu da ifade ettim. "Yorgunum, yerimden kalkasım da o gürültünün içine giresim de yok." 

Beren, söylediklerime aldırmadan, "Kızım, kaldır şu kıçını da gel," dedi, ısrarcı bir sesle. "Ya Nüket, senin ısrarla gelmeni istiyorsam demek ki bir nedeni var, değil mi? Bak, pişman olmayacağının garantisini veriyorum." 

İçime çektiğim derin nefesi gürültüyle verirken, ısrarında direteceğini anlamıştım. "İyi tamam, geliyorum," diye mırıldandım pes ederek. "Fazla kalmam ama haberin olsun."

Telefonu kapattım, yatakta biraz daha oyalandıktan sonra istemeye istemeye kalkıp ışığı yaktım. Gardırobumdan koyu renk kot pantolon, üzerime bedenimi saran omuz altı siyah bir tişört alıp üzerimdekilerle değiştirdim. Saçlarıma biraz çeki düzen verdikten sonra trençkotumu üzerime geçirıp odamın kapısını kilitledim. Babamdan izin almakla uğraşamayacaktım, pencereden ağaca tırmanıp aşağı doğru inip az bir mesafe varken zıpladım. 

Bahçe kapısından çıkıp evimizin pencerelerinin açısından çıkmak için ilerleyip köşede taksi beklemeye başladım. Hava ağaç yapraklarını hareket ettiren bir ayarda serinlik yayıyordu. Gökyüzünün eşsiz tuvali Tanrı'nın fırça ucundan dökülen gece laciverti bir renkle bütünleşmiş, yıldızlar bu mesafeden lacivertin içine düşüp dağılmış hayal tozları gibi görünüyordu. 

Taksi gelmişti, içine yerleşip Aren'in mekanına giden adresi verdim. 

Taksi İstanbul'un yollarına renk katan kaldırım lambalarının altından geçerken, düşüncelerim de yolları karınca sürüsü gibi dolduran arabalar gibi zihnimin içini doldurup uğulduyordu. 

Taksi mekanın önünde durunca parayı uzatıp çıktım. Dışarda rüzgârlı bir hava vardı, saçlarım geriye doğru dalgalandı. Mekânın içinden taşan müzik şimdiden başımı ağrıtmıştı. 

Kapıdan kalabalık bir grup çıkarken onların geçmesini bekledim, bazıları sarhoş görünüyordu. Sonunda geçip gittiklerinde kapıdan girdim. Tavandan sarkan top şeklindeki renkli lambadan yayılan renkli ışıklar müziğin ritmine uzanıp ayak uyduruyordu. Çok kalabalıktı, bedenlere sürtüne sürtüne geçiyor ve hâlâ ilerlemekte zorlanırken, Beren'in nerde olduğuna bakınıyordum. Bar tezgahına gözüm kaydı, Aren tezgahın köşesinde bir kadınla konuşuyordu. Aniden başını bana çevirince göz göze geldik. 

Aren beni tanıyınca elini havaya kaldırıp beni yanına çağırarak,"Hey, 19," diye bağırdı. "Gel buraya." 

Bar tezgahına yaklaşırken Aren muhabbet ettiği kadının kulağına bir şeyler dedi, kadın çekici olduğunu düşündüğüm bir gülümseme fırlatıp göz kırptı ve ben oraya ulaşmadan kalabalığın içine karışıp gözden kayboldu. "Selam," dedim, yanına ulaşınca. 

Aren, "Selam 19, nasıl gidiyor?" diye sordu. Bir an bu adamın niye devamlı neşeli çocuk gibi olduğunu sorguladım. "Görüşmeyeli nasılsın bakalım, küçük çaylak?" 

"İyi, idare eder, sen nasılsın?" 

"Bomba gibiyim," dedi, enerji dolu bir sesle. "Eğer benimle birlikte başka bir kutsal kokteyl yapmak istersen seni bu tarafa alabilirim, ne dersin çaylak 19?" 

Güldüm, başımı hayır anlamında sallayıp, "Almayayım, beni buraya Beren çağırdı onun için geldim," dedim, beni duyması için sesimi yükseltmiştim. "Nerde o?"

Duvar kenarını göstererek, "Ordalar işte," dedi, bağırmıştı. "Duvar kenarında." 

Dediği yere baktım ve masada tanımadığım başka bir çocuk olduğunu gördüm. Serhat'la konuşuyorlardı. 

Beren, beni görünce ayağa kalkıp yanıma gelirken, Aren arkamdan, "Sana yeni hazırladığım kokteylden vereceğim, bu benim en iyi, en özel kokteylimdir," dediğinde, tekrar ona dönmüştüm. "Birazdan masanıza getiririm." 

"Teşekkür ederim," dedim. Kaşlarını alayla kaldırdı. "En iyi ve en özel kokteylini bana vereceğin için."

Beren, "Sonunda gelebildin," dedi, bana acelesi varmış gibi hızlıca sarılırken. "Nerde kaldın, kızım ya?"

Sırtımızı bar tezgahına döndük. "Ancak oldu işte, İstanbul trafiğini bilmiyormuş gibi konuşma istersen," dedim, ima dolu bir sesle. "Hem burda sitem etmesi gereken kişi benim, sen değilsin. Masadaki diğer çocuk kim bu arada?" 

"Serhat'ın arkadaşı, hoş çocuk değil mi?"

Olamaz. 

"Beren... bana tahmin ettiğim şeyi yapmadığını söyle." 

Aren, arkamızdan, "Evet, Onun tahmin ettiği şeyi ben de tahmin ediyorum," dedi, hoppa bir sesle. "Şunu tahmin ettiğimiz şeyi yapmadığını söyle olarak değiştirelim." 

Beren'le birlikte aynı anda omzumuzun üzerinden arkamıza baktık, Aren her iki kolunuda tezgaha yatırmış merakla bize bakıyordu. Beren, dik dik bakıp, "Off sana ne, Aren? Kendi işinle ilgilensene sen," diye homurdanıp dikkatini tekrar bana verip koluma girdi. "Nüket, çocuk Serhat'ın arkadaşı. Serhat onu çok övdü, övdüğü kadar da var gerçekten, Barış aptalı gibi değil. Diğer işi batırmıştım ama bu işi batırmayacağım." 

"Beren, aslında bakarsan bu işi de batırdın. Ne diye bana sormadan böyle şeyler yapıyorsun?" diye sitem ettim. "Nasıl benden habersiz böyle bir ayarlama yaparsın sen?"

"Çünkü itiraz ederdin." 

"Elbette ederdim," diye kızdım. "Çünkü kimseyle tanışmayı da tanıştırılmayı da istemiyorum." 

Beren, "Ya Nüket kestirip atma hemen, önce bir tanış sonra istemezsen zaten görüşmezsin. Bahse girerim gecenin sonunda kendini bu çocuktan hoşlanırken bulacaksın, çünkü tam senin tipin," dedi, kendinden emin bir tavırla. Hoşlanmak mı? Ben kimseden hoşlanamam çünkü bir başkasına aşığım demek istedim, o kişi Beren'in abisi olduğu için diyemedim. "Sanki seni nikâh masasına oturtuyormuşum gibi bakmayı da kes." 

Kendimi Savaş'a karşı suç işliyormuşum gibi hissediyordum. 

"Saçmalık bu." 

Beren, masadaki çocuğa göz atıp, "Hayır değil, çocuk kafa birine benziyor. Barış'ın seni hayal kırıklığına uğrattığını, bu yüzden yeni bir ilişkiye mesafeli olduğunu biliyorum," dedi, bu meseleye uzak duruşuma kendi kendine bir neden üretmişti. Vay be. Savaş'a benzeyen bakışlarını bana çevirdi, Savaş yanımda olmasa bile onunla aynı gözlere sahip biri devamlı varlığını hissettiriyordu. "Hem düşünsene, eğer onunla aranızda bir şey olursa, artık her ortamda beraber takılabiliriz." 

İlişkilere mesafeli falan değilim, Beren. Aksine bir ilişkim var ama sadece gizli. 

Öfkemin parçaları zamanın içinden dökülen saniyelere saplanıp karartıyordu. Kendimden emin bir tavırla, "Boşuna hevesleniyorsun, onunla aramda hiçbir şey olmayacak, Beren," dedim, sesim düzdü. "Bana telefonda pişman olmayacağımı söylemiştin ama şimdiden pişman oldum. Yaptığından haberim olsaydı, buraya asla gelmezdim." 

Beren, beni öne doğru ilerletirken, "Seni ikna etmenin başka bir yolunu bulurdum," diye karşılık verdi. Şımarık inatçılığı, laftan anlamaz tavırlarıyla tıpkı Savaş gibiydi. "Neyse, sırtına silah dayamışım gibi ifade taşıyan şu yüzünü gülümset biraz." 

Ben de bir şeyler demek istedim ama kelimelerim sesimde can bulamadı. Biraz durup gidecektim. 

Masaya geldik. Yaklaştığımızı gören Serhat ve arkadaşı ayağa kalktı. Serhat, elini uzatıp, "N'aber Nüket, görüşmeyeli nasılsın?" diye sordu. 

"İyiyim, ya sen?" diye sordum. Sesim gergindi, Serhat bu şeyin içinde olduğu için ona da kızgındım. 

"Ben de iyiyim," dedi. Bir anda kulağıma uzanıp, "Bu sürprizden memnun olmadığını görebiliyorum," diye ekledi. 

"Değilim," dedim dürüstçe. "Beren işte, bildiğimiz gibi inatçı. Sen niye bana sormadın?" 

"Beren'e sana haber vermesini söyledim, ama o sorun olmayacağını söyledi." 

"Maalesef, Beren bu ara özel alanıma izinsizce girmeyi kendine âdet edindi," dedim. "İçinde bulunabileceğim bir planınız olursa, lütfen bizzat haberim olsun."

Serhat, "Söz, bir dahakine öyle olacak. Beren'le konuşurum merak etme. Şimdilik ortama ayak uydur," dedi ve arkadaşını bana tanıttı. "Nüket, bu Mete," dedi önce. "Mete ve bu da Nüket." 

İkimizde tanıştığımız için memnun olduğumuzu söylesek de, o da pek hevesli ve atılgan görünmüyordu. Bu iyiydi, her şey normal bir seyirde ilerliyordu. Masaya yerleştik; Beren ve Serhat yan yana, Mete ve ben yan yana oturmuştuk. 

Beren taktiklere bir türlü doymuyordu. "Nüket, sen gelmeden önce Mete'nin gitar çalabildiğini öğrendim," dedi. Gözlerindeki şeytani parıltıların anlamını her ikimizde biliyorduk, Beren ve ben gitar çalan erkekleri her zaman çekici bulmuşuzdur. Özellikle ben. "Harika değil mi? Ve şarkıda söyleyebiliyor. Bizim için şarkı söyleyecek birazdan, Mete istediğimiz şarkıyı seçebileceğimizi söyledi, neden şarkıyı sen seçmiyorsun?" Ters ters bakıp dişlerimi sıktım, harika arkadaşımın içindeki potansiyel çöpçatan ruhu yeniden şahlanmıştı. Gerçekten yerin dibine girmek mümkünse, girmeyi diliyor ve ordan çıkmak istemiyordum. Beren, yüzümde kendisine katılmayacağımı anlayan o ifadeyi görünce Mete'ye döndü. "Cem Adrian ve Yıldız Tilbe şarkılarını çok sever." 

Serhat, Beren'in kulağına bir şeyler söyledi, ardından ikisi beraber birazdan döneceklerini söyleyerek masadan ayrıldılar. Gözlerimle arkadaşıma gitmemesini söylesem de, tabi ki beni dinlemedi. "Birazdan döneriz," dedi gözlerimin içine bakarak. 

Mete bana bakıp, "Ben de onları severim," deyince, yüzümü ona çevirdim. "Cem Adrian'ın en çok hangi şarkısını seviyorsun?" 

Gerginliğimi atmak için gülümsemeye çalıştım, "Aslında Cem Adrian'ı bilirsin o sanatın yarıştırılmasına karşıdır. Bu yüzden onun şarkılarında en gibi karşılaştırmaları doğru bulmasam da bana ne yaptın ve ıslak kelebek şarkıları benim için özel," dedim. Uysal bir nefes aldım. "Islak Kelebek şarkısının içindeki bazı kelimeleri söyleyiş biçimi de hoşuma gidiyor." 

Bu sırada Aren, elinde tepsiyle yanımıza gelip karşımıza oturdu. "Size kokteyl getirdim," dedi, yine o hoppa sesiyle. Gözlerini ikimizin arasında gezdirirken, gerildiğimi hissettim. "İçkiler benden. Keyfinize bakın, gençler." 

Sonra aklına yeni gelmiş gibi, elini Mete'ye uzatıp, "Ben Aren, Savaş'ın çok yakın arkadaşıyım," dedi, Savaş derken gözlerini bana çevirdiğinde yüzümün ısındığını hissettim. Ayrıca çok kelimesinin üzerinde de özellikle fazla baskı yapmıştı. Gözlerini tekrar Mete'ye çevirdi, zavallı çocuk elini uzatıp, "Benim adım da Mete," derken, garipliği muhtemelen anlamamıştı. 

Hiç tanımadığı Savaş'ın konu edilmesini garipsemişti. 

Aren devam etti. "Ah, Mete'cim sen Savaş'ı tanımıyorsun tabii. Savaş, Beren'in abisidir," dedi ve konuşmasının orta yerinde haylaz bakışlarını bana çevirdi. "Değil mi, Nüket?" 

Yutkundum. "Şey... Evet, öyle tabii, Beren'in abisidir o." 

Aren'in sesinden gözlerine ilerleyen ima güneşin batması gibi zihnimin ufkunda battı. Giderken onunla konuşmam ve gereksiz yanlış anlamalar yüzünden Savaş'la konuşmasını engellemem gerekiyordu. Aren masadan ayrılmadan önce, işaret parmağıyla yine beni işaret ederek, "Gitmeden önce beni gör, 19," dedi ve gitti. 

Mete, bakışlarını ondan çekip bana çevirdi, "19 mu?" diye sordu tuhaf bir sesle. "Sana neden 19 diyor?" 

Üzerimden silinmeyen bir gerginlik yavaşça şakağımı kaşırken, "Yaşım 19 olduğu için böyle sesleniyor," diye yanıt verdim. 

"Garip bir isim takma anlayışı olmalı." 

Omuz silktim. "Başta ben de yadırgadım ama şimdi pek rahatsız edici bulmuyorum," dedim. 

Gülümsedi. "Galiba alışmışsın." 

Ben de gülümsedim. "Sanırım öyle oldu biraz." 

İlerleyen zamanlarda gerginliğim kıyıdan çekilen deniz gibi kalbimin kıyılarından çekildi. İki saat sonra Mete sahneye çıkıp Cem Adrian'ın Islak Kelebek şarkısını kendi yorumunu katarak söyledi, Mete gerçekten yetenekli biriydi. Sesi güzeldi. Sabaha kadar şarkı söylese dinlerdim.

Sahnedeyken ait olduğu yerdeymiş gibi rahat hissettiği belli oluyordu, şarkı söylerken kimseyi görmediğine neredeyse emindim. Islak saçları alnına dökülmüş, başını gitara verdiği vurgulara göre hareket ettiriyordu. 

Şarkıyı bitirdi, ama belliki seyircileri için bu şarkı bir başlangıçtı, çünkü herkes, "Bir daha isteriz! Bir daha isteriz!" diye bağırıyor ve mekan bir anda bu sesle, bir bütün hâlini alarak gitara verdiği vurgular gibi tek yürek olmuştu. 

Kendisine verilen gitarı bırakmaya hazır görünen Mete, küçük hayran kitlesinin isteğini geri çevirmeyerek memnun bir hâlde tekrar tabureye oturup, 'Bana ne yaptın' şarkısını söylemeye başladığında hayranlıkla onu dinleyenlerden biri de bendim. 

Beren'in, "Abi," diye ciyaklayan sesini duyunca, bir an donup kaldım. Mete'yi görebilmek için sahneye karşı dönmüştüm, kalbimin sıkıştığını hissederken yavaşça arkamı döndüm. Savaş hemen karşımda oturuyordu ve ifadelerin kaybolduğu kahverengi gözlerini bana dikmişti. 

Beren, "Abi senin şehir dışında olduğunu sanıyordum," dedi. 

Savaş, ona bakıp, "Burda olduğuma göre, demek ki değilim," dedi ters ters konuşarak. 

Beren, "Aman anlaşıldı, yine sinirlerin tepende senin," diye homurdandı. "Niye geldin ki buraya?" 

Savaş, "Çünkü keyfim öyle istedi, sana mı soracaktım?" diye hırladı, gözlerinden ateş çıkıyor olduğuna neredeyse emindim. 

Beren, "Senin öfkeli keyfinin aksine benim keyfim gayet yerinde, abi," dedi. Savaş neredeyse bakışlarıyla eziyordu onu. "Hiç uğraşamayacağım seninle, ne halin varsa gör." 

Savaş, ona yanıt verme gereği duymadan bakışlarını bana çevirdi, ne diye Beren'in yanında böyle bakıyordu şimdi? Ben onun yaptığı gibi bakışlarımı onda tutamazdım, mecburen Beren'e çevirdim ondan apar topar kaçırdığım bakışlarımı. Keşke kalbimdeki duyguları da bakışlarımı kaçırmak gibi kaçırmak mümkün olsaydı diye düşünmeden edemedim. 

Kaçırdığım bir iki ders üzerine konuşma başlattım Beren'le ama bakışlarıyla beni saran Savaş yüzünden tüm bedenim alev almıştı resmen. O gelmeden önce bülbül gibi şakıyan benken, şimdi konuşmalarım sırasında ağzımdan çıkan kelimelerim onun bakışının yoğun baskısıyla kesilip duruyordu. Odaklanma problemi yaşıyordum.

Bir süre sonra Savaş hiçbir şey demeden masadan ayrıldı. 

Tekrar gelir diye umdum, yarım saat geçmesine rağmen gelmedi. 

Aren'in olduğu yere çevirdim bakışlarımı, belki oradadır diye. İnsan kalabalığı görüş açımı kapatmıştı, ordaysa bile bu mesafeden görmem imkansızdı. Tuvalete gideceğimi söyleyerek masadan kalkıp bar tezgahının olduğu kısma ilerledim. 

Aren, bu kez başka bir kadınla konuşuyordu. Konuşmalarını duyacak kadar yakınlaştım, Aren beni görmüyordu ama ben konuşmasını duyabiliyordum. Çapkın bir sesle, "Hayatımda senin gibi bir kadın daha görmedim," dedi, karşısındaki kadının yüzünde memnuniyet görüldü. "Böyle desem de, inanma. Çünkü ben barmenim ve senin gibi kadınları çok gördüm." Kadın bozuldu, kaşları çatıldı. Aren devam etti. "Hadi ama suratını asma, gülüşün çok tatlı. O yüzden bu gece, senin gibi bir kadını daha önce hiç görmemişim gibi yapacağım, çünkü sen buna değersin." Ona yanaşıp dudaklarına doğru, "Yani bu gece benim evimde veya senin evinde buna değer olacağını düşünüyorum," diye eklediğinde, yüzümü buruşturdum. 

Kadının yüzünden kaybolan gülümseme son hızla geri döndü. Hah! Yok artık. Cidden mi? 

Öpüşeceklerini anlayınca hemen, "Aren, konuşmamız gerekiyor," diye atıldım. 

Atmosferleri dağıldığı için kadın bana kötü bakışlar attı, aldırmadım. 

Aren, "Bence de 19," dedi. Kadına baktı. "Hadi sen git biraz eğlen, sonra göreceğiz." 

Kadın yanımızdan uzaklaşınca, "Savaş'ı gördün mü?" diye sordum. 

"Savaş eve gitti." 

"Savaş'la sen konuştun," dedim, suçlayıcı bir sesle. "Niye onu buraya çağırdın?" 

"Hey 19, orda dur bakalım, bu suçlamaları kabul edemem," dedi, kendini korumaya alan bir sesle. "Ben onunla konuşmadım, çağırmadım da." 

"Ne? Kendi kendine mi geldi yani buraya?" diye sordum inanamayarak. 

Aren rahat bir sesle, "Tam olarak değil, ben sadece eline pusula verdim," dedi. 

"Ne demek istiyorsun, Aren? Ne pusulası?" 

Aren rahat bir ifadeyle telefonunu çıkarıp bir şeyler yaparak bana uzattı, yüzünde pis bir sırıtış vardı. Beren olsaydı ibne ifadesini kullanırdı ama konumuz bu değil tabii... 

Telefonu şüpheyle elinden alıp gözümün önündeki mesajları okudum. 

Savaş, seni aradım ama açmadın, senin kız burda, yani 19. (22.00)

Bunu benden oku istemezdim ama can evinden vuruldun, dostum. Kardeşin ona birini ayarlamış. (22.30)

19 şu an çocuğa gülümsüyor, galiba anlaştılar. (23.00) 

Galiba boynuzlanıyorsun, kanka. (23.06)

Çocuk 19'a vurulmuş gibi bakıyor. (23.11)

Vay canına Savaş, çocuk sahneye çıktı. Şarkı da söyleyebiliyor, pezevenk. (23.27)

19 hayran hayran çocuğu izliyor, gecenin yatakta bitmesinden endişe ediyorum, dostum. (23.29)

Mesajları hayretle okudum. "Sana inanamıyorum, Aren ya," dedim, gözlerimi ekrandan çekip ona çevirdiğimde. "Nasıl yaparsın bunu?" 

Aren yan dönüp kolunu tezgaha koydu. "19 seninle iyi anlaştık falan ama ben Savaş'ın kankasıyım, unuttun mu?" Aren kafasında ne yaşıyordu hiç bilmiyorum. "Böyle bir şeyi ondan nasıl gizlerdim?" 

Sabır dilenircesine bir nefesi ciğerlerime gönderip, "Gizlemene gerek yoktu ama gizlenecek bir şey yapmışım gibi mesajlar atmana da gerek yoktu," dedim, sesim öfke doluydu. "Benim haberim olmadığını sen de biliyordun." 

"Kişisel algılama, bu seninle ilgili değil on dokuz, daha çok prensip meselesi," dedi, şu yüzündeki rahat ifade artık bana rahatsızlık veriyordu. "Ben sır tutmaya karşıyım, bence hiçbir şey gizli kalmamalı." Ona inanamayarak bakıyordum. "Eğer Savaş, başka bir kadınla takılsaydı sana da aynı şekilde haber verirdim, saklamazdım." 

Telefonunu tezgaha bıraktım. "Gerçekten inanılmaz birisin, Aren," diye sitem ettim. "Beni yanlış anladı, senin yüzünden bilerek ve isteyerek bir başkasıyla görüştüğümü sanıyor."

"Ovv evet, öyle sanıyor. Ne yapsak ki, on dokuz?" diye sorması, beni delirtecekti. "Bence hemen Savaş'ın yanına gitmelisin, o benden daha inanılmaz biridir." 

"O ne demek şimdi?" 

"Sana misilleme yapabilir demek," dediğinde, ona anlamayarak baktım. "Yani anla işte 19, eve kız atabilir." 

"Hayır, asla öyle bir şey yapmaz." 

Aren, alay eden bir sesle, "Asla, asla dememelisin," dedi. Meraklandıran bir havada ekledi. "Sence Savaş niye çekip gitti hemen?" 

Modum gibi yüzüm de düşmüştü. Aren'le konuşmayı sürdürmekse berbat bir fikirdi. Masaya döndüm. Trençkotumu ve çantamı alıp eve gideceğimi söyledim Serhat ve Beren'e. Mete hâlâ sahnedeydi. Beren hemen İtiraz etmeye yeltendiyse de dinlemedim. 

"Sana fazla kalamayacağımı söyledim, Beren." 

Yüzü asıldı ama yapacak bir şey yoktu.

Mekândan çıktım. Karşıdan gelen bir taksiyi çevirip koltuğa geçtim. Off, bir de bu ay sınırlı bütçem için taksiye binmeme kararı almıştım. Off, off…

🥀🍷

Savaş'ın evine geldim ama yorgunluktan ölmek üzereydim, neredeyse takside bile uyuklayacaktım. Zili çaldım, açmıyordu. Gitsem mi diye düşündüysem de sonra bundan vazgeçtim. 

Savaş, geçen haftasonu evinin anahtarını yaptırıp gitmeden önce bana verdi. Parmaklarının ucu, çenemin ucunu ağır ağır okşarken, "Belki döndüğüm zaman seni evimde görmek isterim ve seni evimde çıplak bulurum," demişti, hem de böyle tam yatak odası sesiyle söylemişti. 

Neyseki bana anahtar yaptırması işe yarayacaktı. Çantamdan zar zor bulduğum anahtarı yuvasına yerleştirip çevirdikten sonra, kapı kenarındaki şifresini girdim. Şifrenin, babasının doğum günü olduğunu öğrendiğimde açıkçası şaşırmıştım, Savaş pek bu tarz şeylere önem veren biri gibi görünmüyordu. Kendi doğum gününü bile kutlamayan birinden bahsediyorduk burda. 

Babasını gerçekten çok sevdiğinden mi yoksa başka bir nedeni olduğu için mi yaptığından emin değildim. Savaş Akduman'ı tanıyorsam yaptığı her şeyin mutlaka bir nedeni olduğuna kalıbımı basardım. Ona nedenini sorduğumda omuz silkip, "O sırada aklıma birden bire bu geldi, başka bir şifre düşünerek vakit kaybetmek istemedim," diye cevap vermişti.

Bu sözler daha çok birilerini geçiştirmek istediğimizde, söylenmiş sözler gibi gelmişti bana. Savaş insanlara düz bir adammış gibi profil çizmeye çalışsa da, öyle biri değildi. Diğer yandan bu kelimelerin derinine inecek kadar ona yakın da değildim, onun hiçbir şeyi değildim. Savaş beni baştan uyarıp duygusal yönden ulaşılmaz olduğunu zaten söylediğinden, içimde kabaran merak duygusuna rağmen cevabını aklıma yatmış gibi kabul edip ona hiçbir şey sormamıştım. 

Ama bir gün beni sadece yatağına aldığı biri olarak değil de, başını omzuma yaslayıp dönüştüğü bu adamın dertlerini, sıkıntılarını, geçmişini anlatacağı biri olarak görmesini istiyordum. 

Kapıyı aralayıp içeri girdim, evin ışıkları yanıyordu. Kapıyı arkamdan kapatırken, "Savaş," diye seslendim içeri doğru. "Evde misin?" 

Salonda yoktu, odasında olmasını dileyerek yukarı çıktım. Odasına yaklaştıkça duyduğum sesler içimde karanlık bir sıkıntıyı göğsümde var etti, nefesim ağırlaştı. Olduğum yerde dondum kaldım veya çakılıp kaldım. 

İçerden kadın sesi geliyordu. 

Ne söylediğini anlamıyordum ama o ses zihnimde yankılanıyordu. Ellerim titredi. Hayır, hayır, hayır. Bana misilleme yapıyor olamazdı, böyle olmazdı. Kıskançlık, damarlarımı dolduran kana işleyip damarlarımda dolaşan kanın yerini alıyordu. Ensemden akan terlerin sesini duyabiliyordum, zorlukla nefes almaya çalışırken dişlerim birbirine çarptı. Yutkundum. Ses zihnimde uğulduyordu, niye sadece bu kadın konuşuyordu? Elimi duvara koydum, çaresizce burdan çekip gitmekle ona hesap sormak arasında kalakalmıştım. Birbirine çarpan dişlerimi diş minelerim acıyana dek sıkıca kenetledim. Kendimi biraz zorlayarak, biraz itekleyerek yatak odasına girdim. 

Şaşkınca odaya bakındım, kahretsin nerden geliyordu bu kadın sesi? 

Nevrim döndü, yoksa banyodan mı? Çünkü ordan su sesi geliyordu. 

Sonra yan tarafımdan ses geldi, göz bebeklerim şaşkınlığın etkisiyle büyüdü. Ruhumla birlikte şaşkınlığın uçurumuna düşüp çakıldım. Başımı yavaşça sağ omzumun üzerinden duvarın yukarısına kaldırdım.

Hah! Yok artık! 

Gerizekalı Nüket. Nasıl oldu da bu olayı aptal biçimde şova çevirebildin? 

Tabi ki Deniz yüzündendi ve zihnime ektiği aptal düşünceler yüzünden. 

O ses, duvara monte edilmiş televizyondan geliyordu. 

Kendi kendini zehirleyen aptalın tekiydim, aklımı kaçıracakken son anda onu yakalamayı başarmıştım. Bir an öyle büyük rahatlama hissettim ki, elim ayağım boşalacak gibi oldu. Yatağın üzerine oturdum, yanımda duran kumandayı sinirle alıp televizyonu kapattım. Burda daha önce bir televizyon yoktu, zaten yeniliği odada daha eski olan diğer eşyalara meydan okuyordu. Savaş yokluğu sırasında almış olmalıydı. Aşağıda zaten televizyonları vardı, buraya ne diye taktırmıştı ki?

Tamam daha sakinim, kadın falan yok. 

Misilleme yok. 

Savaş banyodaydı, tek başınaydı. 

Hâlâ hayatındaki tek kadın bendim. 

Sadakati hâlâ bana aitti. 

Üzerimdeki trençkotu çıkarıp yatağın kenarına bırakıp aşağıya indim, ona kahve yapıp tekrar yukarı çıkıp odaya girdiğimde, nefesim kesilir gibi oldu. Onu çok özlemiştim. Savaş beline dolanmış gri bir havluyla banyodan çıkmış, küçük bir baş havlusuyla siyah saçlarını kuruluyordu. Omuzları genişti, sıkı ve atletik vücudu hâlâ ıslaktı, saçlarından dökülen damlalar kolaylıkla kaslarının arasından süzülüp beline sardığı havlusunun çizgisinde kayboluyordu. O an asıl dikkatimi çeken, beni görünce anında çatılan kaşlarının altındaki kahverengi gözleriydi; gözleri beni gördüğünde şehvet ve tutkunun haşarılıklarıyla parlarken şimdi hiç ışık yoktu. Bir an saçlarını kurutmak için hareket eden eli duraksadı. Tekrar devam ettiğinde gözlerimin içine dik dik bakıyordu. 

Öyle ulaşılmaz ve karşı konulmaz duruyordu ki, sırf yedi büyük günahı harekete geçirmek için yaratıldığı düşüncesine kapıldım. 

Alt dudağımı dişlerken, "Iı odaya yeni televizyon taktırmışsın," dedim, bakışları beni yerimde durduruyordu yanına gidemiyordum. Bana ilk defa bu kadar uzak bakıyordu. Üstelik o böyle baktıkça kendimi her kelimesinde gaf yapan aptal biri gibi hissediyordum. "Az önce komik bir şey oldu ya da tuhaf." 

Savaş yüzüme dik dik bakmaya devam ederken ortamı yumuşatma fikri saçma geliyordu. Yanına doğru ilerlemeden önce, "Sana kahve yaptım," dedim, kupayı şifonyerin üzerine bırakıp yanına ilerledim. "Tabii ki sen bununla da ilgilenmiyorsun." 

Tam karşısında durdum, boyu benden uzun olduğu için ayak ucumda yükselip havluyu tutan ellerinin üzerine ellerimi koydum. "Saçlarını kurulamama izin ver," dedim, hiçbir şey demeden sıcak ellerini, ellerimin altından çekti. Pürdikkat beni ya da ne yapacağımı izliyordu bilmiyorum. Saçlarını kurulamaya başlarken ben de onun gözlerine tıpkı bir dart tahtasına saplanan ok gibi saplanmıştım. "Oraya Beren çağırdığı için gittim, böyle bir şey yaptığından haberim yoktu." 

Savaş, granit kadar soğuk bir sesle, "Haberin olduktan sonra, hâlâ orda durmaya devam ettin," dedi. "O masaya oturdun, onunla konuştun, o çocuğa... gülümsedin." 

Derin bir nefes aldım. "Oturmayıp ne yapsaydım? Beren başka zaman yine denerdi, başka bir ortamda. Senin kardeşin Savaş, Beren'i benden daha iyi bilirsin," dedim. "Tıpkı senin gibi istediğini alana kadar durmuyor. Senin dişi versiyonun yine senin kanından olan kardeşin." 

"Saçmalıyorsun," dedi. 

"Hiç de değil," diye itiraz ettim. "Zengin şımarıklığı var ikinizde de. Oraya gittikten sonra ona itiraz edip hoşlanmadığımı göstermeme rağmen saçma bir şekilde gecenin sonunda ondan hoşlanacağımı düşündü." 

"Niye hoşlanacağını düşünsün ki?" Sesi gece fazlasıyla dağıtmış ve sabah yeni uyanmış gibi çıkıyordu. 

İsmini özellikle kullanmadan, "Çocuk gitar çalıyor," diye mırıldandım. Ne olmuş der gibi tek kaşını kaldırdı. "Yani işte hoşlanırdım gitarı olanlardan," diye ekledim. "Gitarları seviyorum." 

Ona gitar çalan çocuklardan hoşlandığımı söyleyemedim. 

Savaş, elleriyle bikeklerimi sardı. Ellerimi saçlarından uzaklaştırıp, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Öfkesini taşıyan sıcak nefesi dudaklarımı örterken, mevsim kahverengisi gözlerinde kurumuş kahverengi yaprakların alev aldığını gördüm; gözleri cehenneme açılmış bir kapıydı. Gözlerimin içine bakıp, "Sikmişim onun kıytırık gitarını," diye tısladı. "Bu iş canımı sıktı, Nüket. Beni kimseyle paylaşmak istemediğini söylerken, senin de aynı şeyi yapacağını sanıyordum." 

"Savaş," diye gözlerimi devirdim. "Beni kimseyle paylaşmadın, abartma lütfen. Resmen Aren'in gazıyla oraya seni aldatıyormuşum gibi geldin." 

"Aren'e inanmadım, o hep abartır. Yine öyle yaptığını düşündüm. Dolayısıyla oraya bunun için gelmedim, benim geliş nedenim..." Gözleri kısacık dudağıma değdi, ardından yine gözlerime çevirdi. "Boş versene, bu konuşmayı şimdi yapmayacağız. Daha sonra konuşacağız, belki yarın ama ben öfkeliyken, bugün değil. Taksi çağıracağım, evine git, Nüket."

Bana konuşma fırsatı bile vermeden yanımdan geçti, sonrada odadan çıkıp gitti. 

Ben kızgın olduğunu düşünüyordum ama o öfkeliydi. Garipti, erkekler öfkeliyken çağırıp bağırmaz mıydı? Onun sesi, çatışma veya tartışma tonunda değildi, son derece normal bir tonda konuşuyordu. Birden gülümsedim, öfkeli olması iyi bir ilerleme olmalıydı ya umursamaz davransaydı? Bu beni biraz olsun sahiplendiğini, başkasını yanımda görmek istemediğini gösterirdi. Evet sadece gidip durumu biraz idare etmem ve her şeyin yolunda olduğuna onu ikna etmem gerekiyordu. 

Birden durdum. Bir dakika, oraya geliş nedeni Aren'in ona gönderdiği mesajlar değilse neydi? İçime garip bir sıkıntı çöktü. 

Şifonyerin üzerindeki kahveyi alıp odanın ışığını kapattım ve aşağıya indim. Savaş koltuğun üzerine rahatça yayıyılıp başını arkaya yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Yorgun bir hâli vardı. Geldiğimi bilmesine rağmen gözlerini açıp bakmamıştı. 

Yanına oturdum, dizim havlunun örttüğü bacağına sürtününce geri çektim. Kupayı dizimin üzerinde tuttuğumdan sıcaklığı tenime nüfus etti. "Savaş, ben gitmiyorum, şimdi konuşmak istiyorum," dedim, kararlı bir sesle. Kupanın sıcaklığı bacağıma temas edip yakmaya başlayınca hafifçe kaldırdım. Kelimelerimi dikkatle seçmeye çalıştım. "Kendin gibi davranmıyorsun, kıskanç davrandığının farkında mısın?" 

Savaş, "Kıskanç davranmıyorum," dedi, sesi düzdü. 

"Yorgun görünüyorsun, bence kahveyi içmelisin," dedim. Gözlerini açıp başını yavaşça bana çevirince kupayı kaldırıp ona gösterdim. "Biraz rahatlarsın, sonra konuşmaya devam edebiliriz." 

Dudağında şeytandan alınmış yalancı bir gülümseme vardı. "Rahatlamak mı? Hem de bir kahveyle mi?" diye sordu, dümdüz bir sesle. Hecelerinin arasına giren acımasızlık gözlerinin bebeğindeki şeytanın suretine can verdi. "Rahatlamamı istiyorsan soyunup tam burda, bu yakınlıkta, hemen karşımda, ben seni izlerken kendini tatmin et." 

Sesindeki acımasızlığın üzerinden zihnime dolan kelimeler ve yüzündeki o korkunç ifade... Bana fahişesiymişim gibi bakıp konuşmuştu. Dünya durdu, Savaş Akduman'ı kafamın içinde büyüttüğüm dünya da öyle. Gözlerimden renksiz yaşlardan önce hayal kırıklığı döküldü, kırıklar sol yanıma yağıp büyük bir okyanus gibi kalbimin içinde toplandı. Kalbim, savaş yeriydi; duygularıma yöneltilen bombardıman yüzünden zonkluyordu. Düşüncelerime giren sancı yüzünden elimdeki kupayı unutmuştum. Kalkmaya çalışırken elim titredi kupanın içindeki kaynar kahvenin birazı bacağıma döküldü. 

Bacağımın acısını bile hissetmiyordum, o an sanki varlığım hayale dönüşmüştü. Savaş'ın adımı endişeyle soluduğunu zar zor duydum; endişeli sesi kulaklarımda uğulduyordu. Kupayı küt diye orta sehpanın üzerine bırakırken, yüzeyine döküldüğünü buğulu camın ardından görür gibi dolan gözlerimin ardından bulanık biçimde gördüm. Ayağa kalktım. 

Arkamı döndüğüm anda Savaş bileğimi tutup, "Nüket, beni dinle," dedi, beni kendine çevirip gözlerini yüzüme dikmişti. 

Yüzüne bakmadan, "Hayır, evime gideceğim," dedim, sesim titriyor ağlamamak için direniyordum. Bileğimi güçlü elinden kurtarmaya çalışmak şu anki durumuma hiç yardımcı olmuyordu. Dişlerim sinirle birbirine çarpıyordu. 

"Hiçbir yere gitmiyorsun," deyip, diğer kolumu tuttu. "Bu hâlde gidemezsin, olmaz."

İçimdeki öfkeyi durduramadım, "Bırak beni, bırak diyorum sana!" diye bağırdım, kendimi geriye çekmeye çalıştım. "Dokunma bana. Sen de gitmemi istiyordun, ne oldu şimdi? Bıraksana." 

"Nüket..." Sesinde acının tonuna rastladım, aldırmadım. Benim acım onun vicdan azabından beslenen acısından daha büyüktü. Beni, sert göğsüne çekip bir bebeğin boynuna dolanan kordon gibi kollarını etrafıma doladı; o bebek nasıl çaresizse, öyle çaresiz hissediyordum kendimi; nefes alamıyordum. 

Onun güçlü kollarının arasından çıkmaya çalıştım, çıkamadım. Birkaç dakikanın ardından direncim kırıldı, mücadele etmeyi bırakıp âna teslim oldum ve bir anda hayallerimin başıma çöktüğü gerçeği hıçkıra hıçkıra ağlamama neden oldu. 

Savaş, "Kahretsin Nüket, özür dilerim," dedi, sesi ilk defa çaresiz gelmişti kulağıma. Huzursuz bedenimdeki kalbimin öldüğünü hisseder gibi oldum. "Özür dilerim, ağlama. Lütfen ağlama." 


Çok direndim, çok mücadele ettim sonunda yorgun düştüm. "Özür dilerim," dedi tekrar.  "Bana öfkelen, istediğin kadar bağır, kusar gibi kız ama beni gözyaşlarının nedeni olan kişi yapma."

Kollarından çıkmak için çırpınmadığımı fark eden Savaş, kolunun biri sırtımda sabitken belimde olan kolunu aşağıya indirip bacaklarımın arkasından geçirip kucakladı beni; önce merdivenlere yöneldi, ardından odasına getirip yatağa bıraktı ve yanıma uzandı. Komodinin üzerindeki abajuru yaktı, kırmızı loş ışık odaya yayıldı, gölgesi üzerimize devrilince, yüzünü görmek istemediğimi fark ettim. Gözlerimi sıkıca kapattım. 

O bana sıkıca sarılsa da, ben kollarımı aramızda mesafe oluştursun diye dirseğimden kırıp göğsümün üzerine topladım. Bacaklarımı da karnıma doğru çekip cenin pozisyonu almama rağmen, Savaş'ın bana sarılmasına engel olamamıştım. Kollarının arasında küçücük bir kız çocuğundan farkım yoktu, zaten kendimi ruhen de küçülmüş hissediyordum. 

Üzerimize örülen örtüyü hissettim, bedenim titriyordu. Kalbimin üzerindeki acıları örtecek hiçbir örtü veya kıyafet yoktu. 

Gözyaşlarım kollarıma düşüp ordan göğsüne damlerken, benim kolumu yaktığı gibi onun da tenini yakıp yakmadığını merak ettim. "Yanına hiç gelmemeliydim," dedi, sesindeki tınının içinde cızırdayan vicdan azabının duyabilmiştim. "Keşke konuşmadan seni evine götürseydim direkt." 

Ağlamaya devam ederken, bana niye kötü davrandığını anlamaya çalışmak ve bulamamak beni iki kat üzüyordu. Birden bire niye bana böyle davranmıştı, niye? 

Sesli iç geçirmelerimin arasından konuşup, "Ben senin fahişen değilim," dedim, onun sözlerinden farklı olarak. 

"Değilsin," dedi ciddi bir sesle. "Seni hiçbir zaman öyle görmediğimi biliyorsun, Nüket."

O kelimeleri bana söylerken yüzündeki ifadeyi hatırlayınca, "Korkunç birisin," dedim ona. "Canavarsın sen." 

"Öyleyim," diye kabul etti. 

Gözlerinde gördüğüm o ifade neredeyse soluğumu kesecekti. "Aşşağılıksın da." 

"Doğru," diye onayladı beni. 

Ve ben, istediği anda canımı yakacak benliğimi yok edebilecek bir şeytanın aşkını istiyordum. 

🥀🍷🥀 

Aşkın sesi çığlık çığlığa içimi doldurmuştu ve o kadar çok Savaş'ın beni sevebileceğini düşünmüştüm ki sonunda hayal dünyamın eşek şakası oyununa gelmiştim. Savaş'ın değişeceğini, değiştirebileceğimi, beni farklı göreceğini düşünerek aptallık yapmıştım. 

Savaş'ın düzenli sıcak nefesleri saçlarımın arasına dağılıyordu. Uyumuştu. Çıplak bedeni yüzümü örtüyor, bedeninden ötesini göremiyordum. Nefeslerim onun göğsünü tıpkı bir camı buğular gibi buğulandırıyordu. Başımı hafifçe kaldırdım, yüz hatlarını örten katı gerginlik meyvenin kabuğundan soyulması gibi soyulmuştu. Sanki beni kırmamış gibi rahatça uyuyordu.

O sözleri bir kez daha düşündüm. 

Düşünüldüğünde, cinselliği çağrıştıran bu sözleri cinsel yönü ağır basan Savaş Akduman'ın söylemesi kadar doğal bir şey yoktu, beni kıran şey sözler değildi zaten. Sözleri taşıyan o tını ve yüzündeki uzak ifadeyle benim için daha fazlası değilsin diyen kararmış gözlerdi. 

O an bana bir ders veriyormuş gibi hissettim, neyin dersiydi anlamıyordum. Varlığıma geçirilmiş koca bir tekme vardı, bu şeyi daha fazla devam ettiremezdim. Onun uyanmamasına dikkat ederek önce bacaklarımı indirdim, sonra kendimi kollarından çektim ama Savaş beni şaşırttı; tetikteydi, ânında uyanmıştı. 

Beni tekrar gevşek kollarında sıkıştırmaya başlayınca, "Nüket," dedi pürüzlü bir sesle. "Ne yapıyorsun?" 

Bıkkınca nefes verip, "İzin verirsen kalkıp evime gitmeye çalışıyorum," diye homurdandım. "Bırak artık." 

"Saatin kaç olduğundan haberin var mı?" 

"Yok, umrumda da değil." 

"Benim umrumda." 

"Bana evinden gitmemi söylediğinde de saat epey geçti, ama umrundaymış gibi görünmüyordu." 

"Aptalcaydı kabul, seni kırmak istemediğim için gitmeni istedim ve sonuç olarak seni yine de kırdım." 

Gözlerim, gözbebeğime kadar dolduğu ve ben gözyaşı akıtmak istemediğim için yanıyorlardı. İçli bir nefes aldığımda kaburgalarım acıyla sızladı, sözlerine karşılık vermedim. 

Savaş, bir anda beni çevirip üzerime çıkınca, şaşkınlıkla karışık öfkeli ifadeyle baktım ona. Kaçırdığım bakışları onun yüzüne kilitleyip, "Ne yapıyorsun, hemen çekil üstümden," diye soludum. İçimdeki öfke kıvılcımının yükselmekte olduğunu biliyordum. 

"Özür dilemek istiyorum," diye yanıt verdi, sesinde dikkat vardı. Ben daha ne olduğunu anlamadan bir anda dudağımın kenarını öptü. 

"Bil diye söylüyorum, normal insanlar böyle bir öpücükle özür dilemezler." 

Savaş, "Haklısın, yaptığım saçmalığın yanında fazla küçük kaldı," dedi ve başka hiçbir şey demeden bu kez erkeksi dudakları, dudaklarımın üzerine kapandı. Onu çıplak göğsünden itmeye çalışırken, kalbimde bıraktığı acının ağrısını da dudaklarıma baskı yapan öpücüğü gibi hissedebiliyordum. Öpüşü ısrarcıydı, sertlik ve yumuşaklık arasındaydı. 

Sanki gerçekten ısrarcı bir özür bahşediyordu bana. 

İki duyguyu aynı anda yaşıyordum, istemek ve istememek, aşk ve nefret. Dudakları efsunlu gibiydi; aşk ve istemek diğer her şeye galip geldi ve gözlerimi kapatıp yangın başlattığı dudaklarımla ona karşılık verdim. 

Savaş, kendi nefesini de benim nefesimi de tükettiği anda dudağımdan zar zor koptu, fakat mesafenin çok açılmasına izin vermedi. Gözlerimizi yavaş yavaş açarken, kirpiklerimizin ucu birbirine değdi. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bir an unuttum ve öylece ona bakıp gözlerimi kırpmak dışında hareketsiz kaldım. 

Savaş, başını yana eğip boynumu öptü, dilini de hissedebiliyordum. "Dudaklarının yeterince kırmızı olmamasından yakınıyorsun ama seni öptüğümde doğal bir kırmızıya dönüşüyorlar, biliyor musun?" diye konuştu, sorudan uzak bir sesle. "Dudaklarının rengi harikulade görünüyor, emin ol insanların yaptığı hiçbir ruj bu rengi veremez. İşte o zaman o dudakları kendi eserimmiş gibi görüyorum." 

O hâlâ hassas boynumun belirli -özellikle zevk alacağım- noktaları, dudaklarıyla usul usul dolaştı. Tenimdeki tüm hassas nokataları biliyordu. Duygularım anında yoğunlaşırken sesimi nasıl bulacağımdan emin değildim. Belki bu an kelimelerle bozulmamalıydı. 

"Gerçekten mi?" diye sordum, sonunda titrek de olsa sesime kavuşurken. Gözlerim şüpheyle açıldı. O zaman yakınmama rağmen bunu bana ilk defa söylüyordu, dudaklarımı dişlememek için kendimi zor tuttum. Off yine onun çekim alanına girmiştim. "Kalk üstümden, konu benim dudaklarım değil, biliyorsun?" 

Savaş, boğazından fırlayacak gülücüğü temkinli bir öksürükle örtbas etti, onun alaycı bir tavrı yine benimle alay ederek yapmasından nefret ediyorum. "Konu sensin tabii," dedi, dudakları çenemin ucunda sürtündü. "Benim özrümü kabul et." 

Savaş Akduman, cidden tuhaf biriydi. Adamın özrü bile tensel temas olmadan, olmuyordu. 

"Umarım diğer insanlara karşı suç işleyip ardından özür dilerken, herkese mavi boncuk dağıtır gibi öpücük dağıtmıyorsundur, Savaş." 

Savaş, çenemden uzaklaşıp yüzünü yüzüme sabitleyince, yüzünde gülmemek için direnen o ifade ve gözlerinde şehvet emareleri vardı. "Aslında hata yaptığımda özür dilemek çok sık yaptığım bir şey değildir." 

Ona cins cins bakıp, "Dur tahmin edeyim," dedim, alaycı bir sesle. "Sen şu olmasın; yaptıysam yaptım, ne olmuş? Haydi şimdi herkes işine." 

"Beni daha iyi çözebilen biriyle karşılaşmamıştım," dedi eğlenerek ama eğlenmesi roldü. Hatasının farkındaydı. Yine dudaklarımı öpüp kendini yana bırakırken beni de kendiyle sürükleyip bedenimi göğsüne çekti. 

Sessizlik oldu. 

"Nüket?" 

"Hım?" 

Savaş, "Özür dilerken birilerine öpücük vermem," dedi, kısık bir sesle. "Dürüst olmam gerekirse, seni öptüğümde hemen etkilendiğin için daha hızlı sonuç alacağımı düşündüm." 

Onun bir anlık görüntüsünü bile hâlâ ölesiye arzuluyor olmaktan nefret ediyordum ama belki o beni hiç sevmeyecek ve kalbim acılar içinde yanarken bu hep böyle sürüp gidecekti.

Dudaklarımı büktüm, "Yani hilekârlık yapıyordun," dedim, sesim kırgındı. 

"Hayır, her zaman yapmaktan büyük bir zevk aldığım şeyi özürle ve seninle bütünleştiriyordum." Ona hiçbir zaman yetişemeyeceğimi düşündüm. "İşe yaramış gibi görünüyor, ne dersin, Nüket?" 

Sessiz kaldım, birden üzerimde bir yorgunluk hissettim. Yorgun ama ne yazık ki uykulu değil.

Bezgin belki. Huzursuz. 

Yine sessizlik oldu. 

"Savaş," dedim. "Bir şey sorabilir miyim?" 

"Evet?" Sesi yorgun düşmüştü. 

"Sen ruh ikizi olaylarına inanır mısın?" diye sordum. "Yani demek istediğim... Mesela seninle aynı şeyleri yapmaktan zevk alan, aynı sohbeti yapabildiğin, beğenini kazanan biriyle birlikte olmak ister miydin?" 

"Bu da nerden çıktı şimdi?" 

"Merak ettim, yani sen yanında böyle birini mi isterdin?" 

Savaş, iç geçirdi. Başıma dokunup, "Kafandaki vınlamayı duyduğuma yemin edebilirim, kim bilir o küçük kafanda yine hangi düşünceler dolaşıyor," dedi, sesinde sitem vardı. "Ruh ikizi olaylarına inandığım bir dönem vardı. Şimdi saçma geliyor, benimle aynı olan, benim sevdiğim şeyleri seven biri pek dayanılır gibi değil. Bana dişi versiyonumun, Beren olduğunu söylediğinde, haklılığın karşısında gerçekten sinir oldum." 

Gülümsedim, yani Savaş Akduman için ruh ikizi olaylarını saçma buluyor. 

"Belki bu yüzden uzun zaman sonra uzun süredir birlikte olduğum ilk kadın sensin," dedi. "Sen ve ben ruh ikizi olamayacak kadar zıt kutuplarız." 

Savaş Akduman'da benim gibi düşünüyor ama sorun şu ki benim gibi hissetmiyor. 

Birini sevilmeden tek başınıza sevmek, onu iki kat seveceğiniz anlamına geliyordu.

🥀🍷🥀 

Sabah kâbuslarla dolu bir rüyanın içinden çıkarak açmıştım gözlerimi, göğsüm derin derin inip kalkıyordu. Alnıma doluşup bir kısmı saçlarıma ve şakaklarıma ilerleyen ter damlacıklarını henüz fark etmiştim. 

Dün geceyi sorguladım; gece hissettiğim acı hâlâ göğsümde, hayalkırıklığı hâlâ kalbimde, gece gördüğüm kâbuslar zihnimdeydi. İkisi bir araya gelip birbirine bağlanıyor ve sonunda kördüğüm oluyordu. 

Savaş Akduman, yanımdaydı. 

Beni seveceğine dair içimde çiçekler gibi büyüttüğüm ümidin sahibi. 

Ama ümit tüm kötü şeylerden bile daha kötüydü, çünkü beklenti denen işkenceyi uzatıyordu. 

Bana sarılmıyordu ama kolunun biri ensemin altındaydı, diğeri kendi karnının üzerinde nefes alıp verdikçe inip kalkıyordu. Ensemdeki terin kolunu ıslattığını duyumsayabiliyordum. Sorun olmazdı herhalde, olmamalıydı çünkü nasıl olsa sabah kalkar kalkmaz ilk işi banyo yapmak oluyordu. Dikkatle yerimden doğrulup kalktım, Savaş son kez kızgınlık ve kırgınlıkla karışık ifadeyle baktım. Yatağın kenarındaki trençkotumu ve çantamı alıp önce odasından sonra evinden çıkıp, bir sevgiliyi terkeder gibi terk ettim orayı. 

Belki de Savaş'ı. 

Düşünebilmek için ondan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Gece bir şeyler değişikti, başkaydı, farklıydı, sahteydi. Biliyorum. 

Dışarı çıkınca trençkotumu üzerime geçirip, altında kalan sarı kızıl saçlarımı çıkarıp sırtıma serdim. Sabahın keskin havasını içime çekerken, ne yapmak veya yapmamak istediğimi düşündüm. Eve gitmeyecektim, bu yüzden kütüphaneye gidecektim. Yola çıkıp bir taksi bekledim. 

Birbuçuk saattir, kütüphanedeydim. Eğer dünyada adalet diye bir şey varsa, Savaş'ın akşama kadar yataktan hiç çıkmadan, baş ağrısı eşliğinde kıvranması gerekiyordu. 

Masanın üzerindeki telefon titredi. Ekrana baktım, arayan Savaş'tı. Beni aramasına sinirlendim, ismini görünce ağlamaklı olmama daha çok sinirlendim. 

Kararsız bir öfkeyle telefonu elime aldım ama öylece ekrana baktım. Sonra sessize alıp yan tarafıma koydum. 

O tekrar aradı, ben tekrar sessize aldım.

Tekrar aradı, tekrar sessizce aldı. 

Sonra mesaj geldi. 

Savaş Akduman: Telefonu açmayacak mısın? 

Bir an mesaj çekmeyi bile düşünmedim ama onunla konuşmayacağımı anlaması için mesaj çekecektim. 

Nüket Kozcu: Hayır, seninle konuşmak istemiyorum.

Savaş Akduman: Dün gece, sorunları hallettik sanıyordum. 

Nüket Kozcu: Sanıyordun. 

Savaş Akduman: Nerdesin? 

Nüket Kozcu: Senin olmadığın bir yerde. 

Savaş Akduman: Söylemeyecek misin? 

Nüket Kozcu: Hayır. 

Savaş Akduman: Pekâlâ. Evine geliyorum, pencereden değil. 

Öfkeyle ekrana baktım, bu adam beni çileden çıkartıyordu. 

Nüket Kozcu: Evde değilim, kütüphanedeyim. 

Savaş Akduman: Yarım saat sonra ordayım.

Savaş dediği gibi yarım saat sonra kütüphanenin kapısında belirdi, nerdeyse arkamdan gelmesine gülecektim ve ardından neredeyse bana dün gece çektirdiği acı yüzünden ağlayacaktım, işte böyle bozuk bir ruh halindeyim; o bana bakınırken, ben önümdeki bir kitapla ilgileniyormuş gibi yapmakla meşguldüm. 

Savaş'ın adımlarını duydum ama başımı çevirip bakmadım. "Burda olduğumu bile bile beni görmezden mi geleceksin?" diye sordu. Savaş'ın yüzünü görmesem de alaycı bir sorgulama ifadesiyle tek kaşını kaldırdığını biliyordum. "Çünkü bebeğim, bunu yapmayı planlıyorsan eğer, ben görmezden gelinecek sünepe biri değilim." 

Ona aldırmadım, elbette onu görmezden gelebilirdim. 

Masanın etrafını dolaşıp, hemen yan tarafımdan masanın üzerine oturdu. Uzun süre sessiz kaldı. Beni izlediğini hissettim, aslında beni izlediğini biliyordum. 

"Daha önce seni burda öpmüştüm ama hiç..." 

Bakışlarımı hemen ona çevirdim. "Tamam, sakın devamını getirme." 

Bakışlarımı ona çevirdiğim için sırıttı. "Ama neden?" 

"Çünkü kirli konuşacağını biliyorum." 

"Ben kirli konuşmam, tutkulu konuşurum." 

"Bana göre ikisi de aynı şey." 

Savaş, bakışlarını etrafta gezdirirken, "Her neyse," dedi geçiştirir gibi. "Bazen senin on dokuz yaşında olduğunu unutuyorum."

"Git Savaş, işime engel oluyorsun." 

"Niye hâlâ kızgınsın?" 

"Çünkü sen bana..." Yüzümü kitaba döndürdüm, o anı yeniden anımsadım. "Bana fahişenmişim gibi davrandın, bu sabah kalkınca öylece normal davranabileceğim bir şey değil." 

Artık daha ciddi bir sesle, "Ama onu kast etmedim, sadece dün gece sinirliydim," dedi. "Bir haftadır seni aramadım Nüket, nedenini hiç merak etmedin mi? Gerçi senin de beni aradığın yoktu, demek hiç merak etmedin beni. Dün geceki çocuk yüzünden mi beni aramadın?"

Bakışlarımı ona kaldırdım, kuşku içimi kemirmeye başladı. "İlgisi bile yok, onu ilk kez dün gece gördüm," dedim, aramaya çekindiğimi söylemedim. Neler oluyordu burda emin de değildim zaten. Bir anlam yükleyemiyordum sözlerine, neresinden tutsam bir tuhaftı. "Ben... senin işlerinle meşgul olduğunu düşündüm." 


Savaş iç çekti. "Seni mutlaka arardım, şayet işim fazla olsa da," dedi, gözlerimin içine bakarak. "Kafam senin yüzünden çok karışıktı, Nüket." 

Sorguların çukurlar açtığı gözlerim büyüdü. "Ne demek istiyorsun?" 

Savaş, sol elimi eline aldığı sırada masanın üzerindeki telefon titremeye başladı. İkimizin bakışları da aynı anda telefona kaydı ve aynı hiç sırası değil bakışı vardı gözlerimizde. Sonra telefon sustu. 

Savaş, mevsim kahverengisi bakışlarını bana çevirip, bileğimi de eş zamanlı olarak çevirmişti. Bakışlarım kendi dilek yıldızım gibi bileğime kaydı. Bileğimdeki dövmeyi bana gösterdi. 

"Şehir dışına çıktığım gün, dövmende yazan şeyin ne olduğunu merak ettim ve internete girdim," dediğinde, nefesim kesildi sandım. Beynim uğulduyordu. 

Sessizliğin ardından tekrar telefon titredi, tekrar onun sesini duydum: 

"Bileğinde... Niye benim adım yazıyor, Nüket?" 

Bu an, dün gece aramızda  çatırdamaya başlayan ilişkinin parçalanmaya başladığını  haber veren en keskin andı.

Yazar, Elisya Royal 

🥀🍷🥀 

Bu Nüket'in aşkı içimi fena kavuruyor.

Siz bölüm hakkında ne demek istersiniz? Alayım görüşlerinizi buraya.

Teitterda, #yaralıhayaller etiketiyle mutlaka paylaşım yapın takipte olacağım. 💕

İletişim, kesit, duyuru için buraları takip edin; 

İnstagram, elisyaroyal 

Twitter, ElisyaRoyal 

Continue Reading

You'll Also Like

227K 15.1K 21
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
NEKROZ By semru

Teen Fiction

6.1K 419 11
+18, ❝Elindeki silahın seni evcilleştirdiğinden bihabersin, sevgilim. Namlunun ucu sana dönükken öğreneceksin.❞
7.4M 286K 75
🎼 "Cehennemin benim..." Diye fısıldadı. "Cennetin bu altın zincir... Cennet ile cehennem arasına sıkışıp kalan bu nota sensin." Bileklik olduğunu dü...
1.5M 69.5K 69
Herkes onun vicdanını yitirmiş, gözü dönmüş bir adam olduğunu söyledi. Beni kullandığını, sırf güç uğruna beni harcayacağını söyledi. Kimseye inanmad...