Kar Küresi (İki Kitap)

By beyzaalkoc

9.8M 522K 1M

Burası bir kar küresiydi, biz de içindeki figürler. Bizi tutup salladılar, ne olduğunu anlamadık, alt üst old... More

Tanıtım
1.Bölüm : Darbemin Adı.
2.Bölüm : Kar Taneleri.
3.Bölüm : Görünmez...
4.Bölüm : Merih Devrim Uyar.
5.Bölüm : Kırmızı Bölge.
6.Bölüm : Karlar İçinde.
7.Bölüm : Karanlık Oldum.
8.Bölüm : Cehennem.
9.Bölüm : Buzlar Eridi.
10.Bölüm : Dönsün Dünya.
11.Bölüm : Mezarlık.
12.Bölüm : Bizim Büyük Yangınımız.
13.Bölüm : Kaybet Beni.
14.Bölüm : Şah.
15.Bölüm : Eylül'ün Yıldızları.
16.Bölüm : Kendi Felaketinin Alevleri.
17.Bölüm : Karanlığa Bir Kibrit Yakmak.
18.Bölüm : Artık Eve Dönemezsiniz.
19. ve 20.Bölümler
21.Bölüm : Kar Tanesi.
22.Bölüm : Kendime Doğru.
23.Bölüm : Kar Küresinin Kırık Camları.
24.Bölüm : Bizim Hikayemiz. (FİNAL)
Kar Tanesi - 1.Bölüm : Mavi Floresanlar.
2.Bölüm : Buz Kırığı
Kar Tanesi - 3.Bölüm : Ve Dünya Alt Üst Olur...
4. ve 5.Bölümler
Kar Tanesi - 6.Bölüm : Buluşma.
7.Bölüm : Kül Cehennemi
10.Bölüm : Cennet Sanılan Cehennem.
11.Bölüm : Domino Taşları.
12.Bölüm : Soyut İpler.
13.Bölüm : Gökyüzü Salıncağı.
14.Bölüm : Sonsuz Tutsaklık.
15.Bölüm : Kar Çiçeği.
16.Bölüm : Kırık Camlara Basarak Yürümek.
17.Bölüm : Son Bir Kibrit.
18.Bölüm : Eylül'ün Hayalleri.
19 ve 20.Bölümler
Kar Tanesi - Alternatif Final

8.Bölüm ve 9.Bölüm

105K 5.7K 8.4K
By beyzaalkoc

Merhaba benim güzel kar tanelerim <3

Uzun zaman oldu, bunu telafi etmek için iki bölüm birden paylaşıyorum, bölüm sonundaki açıklamamı okumayı unutmayın. Yukarıdaki müziği açmayı ve yorum yapmayı da unutmazsanız çok sevinirim^^

Sizi seviyorum, iyi okumalar dilerim :') 



8.Bölüm : Cehennemi Benimsemek.


Gözlerimi çığlıklar içinde açtığımda başımda önce Merih'i gördüm. Kan ter içinde kalmış, öfkeden mahvolmuş bir halde kollarımı tutuyordu.

"Vur artık şu iğneyi!" diye bağırıyordu birine, başımı biraz kaldırıp gördüğüm yüz ise Füsun Hemşirenin yüzüydü.

"Bırakın beni!" diyordum acı içinde, her yerim ağrıyordu, "Acı çekiyorum! Bırakın öleyim!"

"Eylül... Beni dinle...." Merih bana yalvarırken gözlerimi açamıyordum bile.

"Her şey düzelecek... Söz veriyorum. Sen sadece benimle kal. Sakın uyuma, tamam mı? Uyanık kal... Vur artık şu iğneyi! Asya, Can, bacaklarını tutun!"

Herkes başımdaydı, Asya, Can, Korhan, Reva, Mehmet, Kerim, hepsi... Burası neresiydi anlamakta güçlük geçiyordum fakat farkında olduğum bir şey vardı, iğne vücuduma girdiği anda vücudum alevlerin arasına dalmış gibiydi. Sanki damarlarımda dolaşan madde sadece alevdi.

"Ateş..." dediğimi hatırlıyorum, artık sesim bile çıkmıyordu.

"Geçecek, geçecek dayan..." Merih başımda ağlıyor ve beni tutmaya çalışıyordu. Her şeye şahit olmuş bedenim ilk defa çaresiz bir acıyla tanışıyordu. Bedenime cehennemi enjekte ediyorlardı.

"Sakin ol," diyordu Merih nefes alışverişim yavaşlarken, "Sakin ol..."

Sakinleşiyordum. Vücudum acıya alışıyor ve cehennemi benimsiyordu. Hareketlerim yavaşlıyor ve kalbim durmaya yaklaşıyordu. Ölüyor muydum, yoksa yaşamak zaten böyle bir his miydi?

Burası neresiydi, bunlar gerçekten yaşanıyor muydu?

Ben kimdim, neden gelmiştim bu dünyaya? Dünya kocaman bir kar küresiydi, biz de birer kar tanesi. Küçücük bir tanesi var olabilir miydi koskocaman bir kar küresinin içinde?

Vücudumda dolaşan acı beni içten içe bitirirken bir kez daha anladım. Bu benim hikayemdi, kar küresinin ateşle tanışmasının hikayesi.

"Eylül! Eylül!"

"Ah... Ne... Ne oluyor? Anne?" Annemin bana seslenmesi ile gözlerimi açtığım an yatağımda doğrulup bu anın gerçekliğini sorguladım. Tüm o yaşananlar bir kabus muydu? Vücuduma enjekte edilen o şey, cayır cayır yanışım, Merih'in başımda ağlaması, hepsi... Hepsi bir kabustu.

"Merih geldi, seni bekliyor." dedi annem, "Bir planınız varmış sanırım."

"Saat... saat kaç?" dedim uyku sersemliği ile.

"Saat 8."

"Doğru ya! Tamamen unutmuşum." dedim yataktan kalkarken, "Anne, gidip söyler misin, on dakikaya geliyorum."

Annem odamın kapısını kapatıp uzaklaşırken hemen üzerimi değiştirdim. Elime gelen ilk pantolon ve kazağı aldım. Saçlarımı hızla ördüm ve odamdan çıkıp banyoya koştum. O kadar çok çişim gelmişti ki günlerdir tutuyor gibiydim. Yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladıktan sonra hızla odama döndüm ve montum ile çantamı alıp kapıya doğru ilerledim. Annem Merih'i çoktan mutfağa almış ve ona çay ikram etmişti.

"Günaydın," dedim uykulu bir sesle, "Uyuyakalmışım."

"Günaydın," dedi Merih, "Sorun değil. Annenin güzel çayından içme şansını yakaladım."

Eldivenli eli ile tuttuğu fincanı masaya bırakıp ayağa kalktı. Bu sırada annem Merih'in iltifatına gülüyordu. Birlikte kapıya kadar ilerledik.

"Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu annem biz ayakkabılarımızı giyerken.

Ona Füsun Hemşirenin mezarını ziyaret edeceğimizi söylemeyecektim, bunu pek de mantıklı bulmazdı.

"Kahvaltıya." dedim, o sırada Merih hiç düşünmeden başını salladı.

"Kahvaltıya." diye tekrarladı beni.

"Tamam çocuklar, iyi eğlenceler. Afiyet olsun." Annemin bizi yolcu etmesi ile evden çıktık. Merih ile arabaya gidene kadar konuşmadık. Arabanın kapısını benim için açarken yüzüme baktı ve şöyle dedi,

"Kahvaltıya?"

Gülümseyerek koltuğa oturdum ve onun da kendi koltuğuna geçmesini bekledim. Merih arabayı çalıştırırken ona yalan söyleme sebebimi açıklıyordum.

"Annem bu mezar ziyaretini pek mantıklı bulmayacaktır, sorgulayıp üzerime giderdi..."

"Muhtemelen en kısa zamana bir psikolog seansı ayarlardı, değil mi?"

Gülerek başımı salladım.

"Hem sana, hem bana." dedim.

Nihayet yola çıktığımızda arka planda çalan müzik kulağıma kesik kesik geliyordu. Arabanın camları buğulanmıştı. Dışarıya bakan gözlerim buğulanan camları gördükçe gördüğüm kabusun dünyasına dalıyordum. Rüyamda hissettiğim acı öyle gerçekti ki sanki hatırladıkça canım yanıyordu.

"İyi misin?" diye sordu Merih.

"İyiyim. Yalnızca... Bir kabus gördüm ve hala onun etkisindeyim."

"Anlatmak ister misin?"

"İstemezsem beni anlar mısın?"

Merih başını çevirip bana baktı, eldivenli ellerinden birini uzatıp kucağımda duran elimi tuttu.

"Ben seni hep anlarım." dedi, "Ama kabus sona erdi, artık yalnızca rüyalar var..." diye ekledi.

İçimde hep sıkıntılı bir his vardı. Sanki ağzımda bile hep can sıkıcı bir tat vardı, karnımda hep bir ağrı, kalbimde hep huzursuzluk. Sanki bilincimin içi beni yiyip bitiren küçük Eylül'ler ile doluydu ve her günüm onların bana verdiği huzursuzluğu aşmaya çalışarak geçiyordu.

"Bundan emin misin?" diye sordu Merih.

"Neyden?"

"Bu mezar ziyaretini gerçekten yapmak istediğinden... Emin misin? Kötü etkilenebilirsin, kabusların artabilir ve biliyorsun, ben geceleri yanında değilim. Keşke yanında olabilsem." Merih'in yüzünde beliren gülümseme dudaklarımın kenarlarının yukarı doğru kıvrılmasına sebep oldu.

"Keşke..." dedim sessizce, sonra devam ettim, "Eminim, onu ziyaret etmek istiyorum. Kötü anılarımızın tamamına veda etmeliyiz. Yoksa onlar hep bizimle kalır."

Merih derin bir nefes aldı ve müziği sesini açtı. Çalan şarkı Perdenin Ardındakiler'in "Derdime" şarkısıydı. Şarkının ilk iki dizesi öyle çok bizdik ki başımı çevirip ona bakma ihtiyacı hissetmiştim.

"Seni özlemiştim.
Eline değmemişti elim..."

Bir zamanlar bir Eylül vardı. Kabuslardan uyuyamazdı, içini saran tüm hisler korku doluydu, huzur onun için imkansızdı ve sanki ben yine o Eylül oluyordum. Dönüp dolaşıp kendimi yine o sanrıların, o ruhsal acıların içinde buluyordum.

"Bir yol bulsam kendime.
Kaçsam geçmişimden yine,
Bu dünyadan uzaklaşsam,
Bir çare olsan derdime."

Bir yol bulmak ve geçmişimden kaçmak istiyordum, bunu geçmişim ile vedalaşarak yapabileceğimi sanıyordum, belki de yanılıyordum. Oysa başka bir seçeneğim yoktu bile. Tek seçeneğim buydu ve denemekten başka çarem yoktu. Üstelik Füsun Hemşire bir vedayı fazlasıyla hak ediyordu.

Yolun büyük bir kısmını düşünerek ve uyuklayarak geçirdim. Merih arabayı durdurduğunda gözlerimi açtım ve bir çiçek dükkanının önünde olduğumuzu gördüm.

"Çiçek mi alacağız?" diye sordum.

"İstersen." dedi, başımı sallayarak arabadan indim. Birlikte içeri girdiğimiz an çiçek kokuları ile karşılandık. Onlarca çiçek çeşidi arasından gözüme çarpan ilk çiçekler ise papatyalar oldu.

"Hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?" diye sordu bizi görünce ayaklanan kadın çalışan.

Merih soran gözlerle bana döndü.

"Papatya...." dedim Merih'e bakarak. O an kendimde nedense kadın ile konuşacak özgüveni bulamadım.

"Bir buket papatya alabilir miyiz?" diye sordu Merih, ve ekledi, "Bir buket de gül. Beyaz..."

Kadın çiçekleri hazırlamaya koyulurken başımı kaldırıp ona baktım.

"Füsun Hemşireyi bu kadar sevdiğini bilmiyordum." dedim.

Merih güldü.

"Güller senin için." diye yanıtladı.

Ah, elbette benim içindi. Ne salaktım. Utanarak gülümsedim ve başımı eğdim. Çiçekleri inceliyormuş gibi yaparak vakit geçirdim. Artık kesindi, dışarıda vakit geçirmek eskisinden de rahatsız edici olmaya başlamıştı. Ne yapacağımı bilemiyor, başımı kaldırmak bile istemiyordum.

"Buyurun, gülleriniz." Çalışan kadın gülleri Merih'e uzatırken Merih bana döndü.

"Onlar bu güzel hanımefendinin." dedi.

Kadın gülleri gülümseyerek bana uzattığı sırada ona ellerimi uzatırken fark ettim ki ellerim titriyordu.

"T-teşekkür ederim." diye mırıldandım. Bu, hastalığımın en başında en zirve yaptığı döneme dönmek gibiydi.

Çiçekleri alırken titreyen ellerim Merih'in de dikkatini çekmiş olmalıydı, zira bana kaşlarını çatarak merakla bakıyordu.

"Bunlar da papatyalarınız," diyerek papatyaları da Merih'e uzattı kadın, "Ödemeniz kartla mı olacak nakit mi?"

Merih papatyaları alırken ben elimdeki gülleri inceliyormuş gibi yaparak oyalanmaya devam ediyordum. Çiçeklerin ödemesini yapan Merih yanıma geldiğinde hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp ilerledim. O an çalışana "Kolay gelsin!" demeye kalksam bunu bile tir tir titreyerek söyleyecektim, biliyordum.

"Eylül," dedi Merih ben arabanın kapısını açmak üzereyken.

"Efendim?"

"Sen iyisin, değil mi?"

"Neden sordun?"

"Ellerin..." dedi, "Ellerin titriyordu. Seni bu kadar strese sokan ne?" Başımı eğip yere, ayaklarıma baktım.

"Bilmiyorum," dedim, "Beni yanımızda bir yabancının olması strese soktu... sanırım."

Merih derin bir nefes aldı ve çaresizce etrafına bakındı.

"En yakın psikolog seansın ne zaman?" diye sordu. O an can sıkıntısıyla gözlerimi devirdim.

"Bana annelik yapma, lütfen Merih." dedim sinir bozukluğu ve üzüntü karışımı bir duygu karmaşası içinde.

"Sana annelik yapmıyorum Eylül. Sadece... sosyal fobin ve anksiyeten daha iyi durumdaydı. Öyle değil miydi? Geçen akşam sinemadayken ve yemek yerken bu kadar stresli değildin, yalnızca o can sıkıcı olayı yaşadığımızda kötü olmuştun. Oysa şimdi... yani... yalnızca bir çiçek aldık."

Çaresizce başımı kaldırdım ve gökyüzüne baktım. Burnumu çekerek ağlamamı engellemeye çalıştım.

"Ben buyum Merih, böyleyim işte. En iyi halim sinemaya ve akşam yemeğine gittiğimiz akşam, atak geçirmeden önceki halimdi ve en kötü halim şu anki halim değil. Daha kötülerini yaşadım. Aylarca insan yüzü görmek istemeyeceğim hallerim oldu benim. Aylarca odamdan bir adım atmadığım oldu." Öyle çaresizce ve öyle öfke ile konuşuyordum ki Merih bir anda beni kollarının arasına aldı.

"Tamam," dedi, "Tamam, özür dilerim, tamam... Unut bunları. İyisin, iyiyiz. Sorun yok. Hadi, yola devam edelim."

Hiçbir şey söylemeden kollarının arasından ayrılıp arabaya bindim. Kucağımdaki beyaz güllere damlayan gözyaşlarım farkındalıktandı. Acı ama kötüye gittiğimin farkındaydım. Mezarlık çiçek aldığımız yere yalnızca beş dakika mesafedeydi. Arabadan inip çok kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Füsun Hemşirenin defnedildiği yere ulaştık.

"Dikkat et," diyerek bana elini uzattı Merih. Merih'in eline tutunup iki adımlık mesafeyi çıktım ve mezarlığın başında, onun yanında durdum.

Tek bir çiçek tanesi bile olmayan bu mezarlığa bıraktığımız papatyalar beni hüzünlendirmişti. Merih eğilip papatya buketinin içinden çıkardığı birkaç papatyayı toprağın üzerine dağıttı. Öyle güzel bir kalbi vardı ki ona hayranlıkla baktım. Elimi uzatıp koluna dokundum.

"Çok güzel bir kalbin var." diye mırıldandım.

Merih hüzünle gülümsedi.

"Bunu söyleyen sensen inanırım."

Aynı hüzünlü gülümseme ile önüme döndüm. Buraya gelince midem bulanmaya başlamış ve karın ağrılarım geri dönmüştü. Anksiyete ile yaşamak her şeyin stresini yaşamak, her şeyi karnında, midende, başında, kalbinde, ellerinde hissetmek demekti. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum. Bu zamana kadar ölümle hiç bu kadar yüzleşmemiştim. Sanırım hem ölümüne şahit olmak, hem mezarını ziyaret etmek benim için çok fazlaydı. Kendime gelebilmek için mezarının yanındaki taşlardan birine oturdum. Sonra öylece baktım, uzun uzun, bomboş...

"Ne kadar teşekkür etsem az kalacak, biliyorum." diye söze girdim, "Çiçeklerle yolcu edilmeyi hak ediyordun, o yüzden geldik ve şimdi ne diyeceğimi bilmiyorum... Her şey için çok teşekkür ederiz... Yolun hep çiçeklere çıksın."

Gözümden akan birkaç damla yaşı umursamadım. Başımı başka yöne çevirdim ve sessizliği dinledim.

"Sen bir şey söylemeyecek misin?" diye sordum gözlerimi Merih'ten kaçırarak.

"Bunu yapabileceğimi sanmıyorum." dedi, "Vedaları sevmem." Zar zor yutkundu.

"Öyleyse artık gidebiliriz. Belki yine geliriz..."

"Ne zaman istersen." dedi Merih. Bana elini uzattı. Ona tutunup ayağa kalktım ve yavaş yavaş yürüdük.

Uzun zamandır duygusal olarak hiç bu kadar zorlanmamıştım. İçimdeki bağıra çağıra ağlama isteği çenemin bile kilitlenmesine sebep oluyordu. Giderek dağılıyordum, farkında değil miydim? Giderek eksiliyordum.

Tekrar arabaya döndüğümüzde Merih arabanın tüm camlarını açtı. Derin bir nefes aldı ve arabayı çalıştırırken bana döndü.

"Artık kahvaltı yapabiliriz, değil mi?" diye sordu göz kırparak, "Böylece annene yalan söylemiş olmayız."

Kucağımdaki gülleri arka koltuğa koyarken gülümsedim.

"Çok haklısın." dedim. Merih arabayı mezarlığın sağında kalan köy yoluna çıkardığı an burnum gözleme kokuları ile doldu. Buralarda bir yerde biz gözlemeci olmalıydı.

"Kokuyu takip ediyorsun, değil mi?" diye sordum.

"Aynen öyle yapıyorum. İlkel harita sistemi deniyor buna." dedi gülümseyerek.

Gözlemeciyi bir sokak ötede bulduğumuzda Merih arabayı durdurdu ve aşağı indi.

"Sen bekle." dedi bana, "Birazdan geliyorum."

Onu arabanın içinde beklerken açık camlardan etrafı inceliyordum. Horoz sesleri dışında hiçbir ses yoktu, ortama tam bir köy sessizliği hakimdi. Merih beş dakika sonra elinde bir tepsi ile arabanın camına yaklaştı. Bana uzattığı tepsiyi uzanıp aldım. İki çay ve iki gözleme almıştı.

"Tepsiyi ve bardakları birazdan getiririm." diye seslendi içeriye.

"Çocuklar içeri girip yeseydiniz ya!" dedi içerideki köylü teyze.

O an anladım ki Merih bu tepsiyi sırf ben içeri girmekten rahatsız olurum diye arabaya getirmişti. Arabaya binip camları kapattı ve radyoyu açtı.

"Bunu benim için mi yaptın?" diye sordum.

"Neyi?"

"Bunu... Yani ben olmasam girip içeride yerdin, arabada değil..."

Merih omuz silkerek gözlemesinden bir ısırık aldı.

"Arabanın içi oradan daha sıcak, o yüzden buraya getirdim." dedi.

"Yalan söylüyorsun." diye mırıldandım.

"Belki de." dedi gülümseyerek.

Yalan söylediği her halinden belliydi ama bunun için ona kızacak değildim. Haklıydı, orada ellerim titreye titreye yemektense burayı onlarca kez tercih ederdim. Peçeteye sarılı gözlememi elime alıp yemeye başladığımda radyoda çalan haberleri dinliyorduk. Hayat sıradan ilerliyordu, tüm kötü haberler benim içimdeydi.

Merih ile arabanın içinde oturup haber dinleyip gözleme yiyip çay içerken bir anlığına bize dair her şey iyi gitseydi aramızda doğabilecek ilişkinin ne kadar huzurlu olabileceğini düşündüm. Sonra gözüme onun gözlemeyi tutan eldivenli elleri takıldı, sonra yemeğimizi arabada yeme sebebimizin benim gözlemeciye girersek yaşayacağım stres olduğunu fark ettim ve her şeyin hiçbir zaman iyi gitmeyeceğini kendime kabullendirmeye çalıştım.

Kendi kendime düşündüm ve kendi kendime omuz silktim. Belki Merih ile benim sonsuza kadar mutlu olacağımız bir evren vardı ama orası burası değildi. Oysa biz buradaydık, tüm bunlar yaşanıyordu ve biz tüm bu kabusların başrolüydük. 




9.Bölüm : Benim Cennetim.

"Merhaba ufaklık... Ziyaretçilerin var."

Yanımızda dikilen ellilerinde beyaz saçlı kadının sesi kulaklarımda bir melodi gibi çınlarken gözlerim açılan kapıdaydı. Kapının ötesinde, kocaman bir kafesin içinde bir hasta matında yatan geyik, halsiz ama mutlu gözlerle bize bakıyordu.

"Buyurun, geçin. Ormanda yaşayan bir hayvanın ziyaretçisi olduğunu ilk kez görüyorum." dedi kadın gülerek, "Bu arada size ismimi söyledim mi?"

"Hayır." dedi Merih, geyiğin kafesinin önünde durduğumuzda.

"Ben Belma. On altı yaşımdan beri bu bölgede hayvan koruma dernekleriyle çalışıyorum. Aynı zamanda bir veteriner hekimim. Peki sizin bu arkadaş ile hikayeniz nedir?" dedi kafesi açarken.

Bir adım geri çekildim. Kadın kafesi açıp geyiğin koluna giden serumun akış hızını arttırdı.

"Biz..." diye mırıldandım gözlerim geyiğin gözlerindeyken, "Sık sık karşılaşırdık..."

"Ormanda mı?" diye sordu kadın anlam vermeye çalışarak. Başımı salladım.

"Olanları duymuşsunuzdur." diye söze girdi Merih, "Ormandaki yatılı merkezde yaşananları..."

"Ah, elbette!" dedi kadın elini kalbine götürerek, o sırada hem geyiğin başını okşuyordu hem bize bakıyordu.

"Biz o merkezde yatılı kalan hastalardan ikisiyiz." dedi Merih.

"Ciddi misiniz? Sizinle ilgili tüm bu söylenenler doğru mu! Deney meselesi, kendini öldüren hemşire, kaçan başhekim... Hepsi doğru mu?" Merih başını salladı.

Ben ise yalnızca geyiğin gözlerine bakıyordum.

"Hepsi doğru." dedi Merih.

"Peki şimdi nasılsınız?" dedi kadın endişeyle, "İyi misiniz?" Eli kalbindeydi.

"İyiyiz." diye yanıtladı Merih serin kanlı bir sesle.

Kadın doğruldu ve geyiğin kafesini kapatıp bize döndü. Başıyla geyiği gösterip konuşmaya başladı.

"Onun başına gelenleri biliyorsunuzdur, onu zehirleyenler ve sizi denek olarak kullananlar aynı kişiler. Kimyasallar yüzünden o kadar çok ölen hayvan oldu ki kurtarabildiğimiz tek geyik o. Ormanda pek fazla geyik bulunmaz. Olsa olsa iki geyik ailesi vardır, bu da o ailelerden birinin yavrusu..."

"Biliyoruz..." diye mırıldandım, içten içe onun tüm hikayesini biliyor gibiydim. Gözlerim hala geyiğin gözlerindeydi. Sonra kadının gözleri uzağa daldı ve konuşmaya devam etti.

"Bir ara ormanın aynı yerinde kimyasal kaynaklı bir yangın çıkmıştı. Yangında yetişkin bir erkek geyik ölmüştü. Belki de onun babasıydı... Kim bilir." diyerek hüzünle geyiğe baktı, "Bu dünyada yaşamak zor. Onlar için daha zor." dedi hüzünlü bir ses tonuyla.

O an sanki geyiğin gözlerinde bizi anlıyormuşçasına bir acı gördüm. O ormana adım attığım ilk anlardan beri içimde olan his haklıydı, o ormanda yaşayan her canlının birilerinden alacağı bir intikam vardı. Geyik onlardan biriydi. Orası tamamen, başından sonuna kadar bir intikam ormanıydı. Ormanın her yerinde birilerinin acısı vardı.

"Yakalanacaklar." dedim sessizce, kendimden emin bir sesle. O an ellerimin titremesinin azaldığını fark ettim. Gözlerim geyiğin gözlerindeydi. Bu sözüm direkt olarak onaydı.

"Ve biz bir gün yine görüşeceğiz geyik..." diye fısıldadım.

"Öyleyse her şey için teşekkür ederiz," diye söze girdi Merih, "Gelip durumunu görmek istedik ama sizi daha fazla tutmayalım. Tanıştığımıza memnun olduk."

"Ben de memnun oldum çocuklar, ah, isimleriniz neydi?"

"Merih."

"Eylül."

Yanıt verdikten sonra çekinerek geyiğin kafesine doğru eğildim. Elimi kafesin üzerine koydum ve ona baktım.

"Yine geleceğim," dedim, "Hep geleceğim."

Oradan çıktıktan ve arabaya bindikten sonra yaklaşık yarım saat neredeyse hiç konuşmadık. Yolları izledik, belki de içimizdeki savaşları dinledik. Ruh halim rüzgardan bir kapanan bir açılan pencereler gibiydi. Bir orada bir burada, bir öyle bir böyle olmaktan yorulmuşluğum beni dağıtırken bu yorgunluk dinlenmekle geçecek gibi değildi. Geyik iyiydi, Füsun Hemşire ile vedalaşılmıştı ama içimdeki eksiklik hissi hiç geçmiyordu.

"Nasıl geçecek bu his?" diye mırıldandım birdenbire, bir dolu sıkıntı ile.

"Ne hissi?" diye sordu Merih.

Sonra sessizleştim.

"Boş ver." dedim, "Öylesine söyleyiverdim."

"Anlat bana," dedi Merih arabanın aralık duran camlarını kapatırken, "Paylaş benimle. Ne hissediyorsun, içinde neler olup bitiyor, anlat bana Eylül."

Omuz silkerek koltuğuma gömüldüm. O sırada tünelden geçiyorduk, arabanın içi bir süreliğine karanlığa büründü ve sonra tekrar aydınlandı.

"Anlatmak istemiyorum Merih. Beni anlamak için çabalamanı da istemiyorum. Özür dilerim, öylesine söyledim. Üstelik sen gayet iyi gidiyorsun, benim içimdeki umut ışığı ise sönmek üzere olan bir mumun zayıf ateşi gibi, benim problemlerimle canını sıkma."

Sesim çaresizdi, Merih'in bakışları ise daha çaresizdi.

"Sen benim iyi olduğumu mu sanıyorsun?" diye sordu, "Yanında iyiyim Eylül. Yanında gülüyorum, konuşuyorum diye bu iyi olduğum anlamına mı geliyor?"

"İyi değil misin?" diye sordum endişeyle. Merih başını yola çevirdi. Düşünceliydi, mutsuzdu. Bu yüzünün her halinden belliydi.

"Evden çıkmam bazen o kadar uzun sürüyor ki çıkmak istediğim saatten bir saat önce hazır oluyorum. Işıkları aç kapa, aç kapa, aç kapa... Kapıyı kapat ve aç, kapat ve aç, kapat ve aç, ve kapat... Eve her döndüğümde duşta o kadar uzun süre kalıyorum ki bazen buhardan başım dönüyor. Öfkemi kontrol etmek her zamankinden zor geliyor. Geçen akşam kendimi tutabilirdim, tutamadım ve bunu düşünüp duruyorum. Ya bir gün seni incitirsem Eylül? Ya bir gün tek bir sözümle, tek bir davranışımla sana zarar verirsem?"

"Beni asla incitmezsin." dedim elimi koluna dokundurarak, Merih konuşmaya devam ediyordu.

"Kabuslarım hiç bitmiyor, bazı geceler hiç sabah olmuyor. Herkesin ışıkları tek tek sönüyor, benim odamın ışığı sabaha kadar yanıyor Eylül. Bazen hiç uyumuyorum. Ama seni görünce... hepsi geçiyor işte. Sen de benim için bir takıntısın, biliyorum ama bu takıntıdan öte kalbimin en derininde yine sen varsın. Sana olan bağlılığım ne kadar sağlıksızsa ben kalbimin en sağlıklı yerinde yine sana bağlıyım Eylül. Kötü hisseden yalnızca sen değilsin, yalnızca biz de değiliz, hiçbir zaman yalnızca biz olmayacağız."

Hüzünlü bir kabullenişle önüme döndüm.

"Bazen aklıma delice şeyler geliyor..." dedi Merih sessizce. Ona korkuyla baktım.

"Neymiş onlar?" diye sordum korka korka.

"Kaybolup gitmek." dedi.

"Nereye?" diye sordum giderek büyüyen bir korkuyla.

"Hiçliğe." dedi sessizce.

"Ne demek istiyorsun Merih?" diye sordum ama cevap vermedi. Gözleri yoldan hiç ayrılmadı, bir daha bu konudan hiç konuşmadı. Ben sordum ama cevap vermedi.

"Merih?"

"Merih?"

İyi olduğunu düşünüyordum ama Merih'in içine attıkları benim içimde biriktirdiklerimden de zordu. Hepimizin kabusları vardı ama en kötüsü bu kabusları yalnız başına yaşayıp kalabalıklarda gülümsemekti.

Gecenin bir vakti oturup kafanın içinde kendi çığlıklarını duymaktan daha kötü ne vardır, bilir misiniz? Ben size söyleyeyim. Hiçbir şey.

"Yani iyi değilim. Sadece sana iyiyim." dedi tam on dakikalık sessizliğin sonunda, yutkunarak. Zar zor gülümsedi.

"Soruma cevap vermedin." dedim, "Hiçliğe gitmek derken ne demek istedin?"

"Bunları daha fazla konuşmasak daha iyi olmaz mı Eylül? Sen anlat ama benden isteme. Eve döndüğümde kendi kendime bunları düşünüp duracağım zaten. Bari burada düşünmeyeyim." dedi ve konuşmaya devam etti Merih,

"Bırak da senin yanın benim cennetim olarak kalsın, cehennemi tek başıma yaşıyorum zaten."

Pes ettim. Konuşmak istemiyordu, kafasından geçenlerin üstüne gitmek istemiyordu. O gün, o an bana kurduğu son cümlenin ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini idrak edememiştim. Bir gün gelecekti, bu cümlenin ardında yatan anlam kafamın içinde bas bas bağıracaktı...

Eve dönene kadar sıradan konuşmalar yaptık. Havadan, arabalardan, hayvanlardan, müzikten ve filmlerden... Evin kapısında durduğumuzda ise vedalaşmak için montumun cebinde duran eldivenlerimden birini çıkarıp elime taktım ve ona döndüm. Eldivenimi taktığım elimi uzatıp Merih'in yanağına dokundum. Bana şaşkınlıkla baktı, yüzünü tereddütle elime yasladı. O an gözlerinin parladığını gördüm.

"Her şey için teşekkür ederim. Şimdi eve gireceğim ve beni bırakıp hiçbir yere gitmemeni umacağım Merih." dedim dolu gözlerle.

"Nereye gitmemden korkuyorsun?" diye sordu.

Kendimi ağlamamak için zor tutarak yoldaki konuşmamıza atıf yaptım.

"Hiçliğe..." dedim titreyen sesimle.

Merih gözlerini kapattı, elime yaslı yüzü yaşadığı çaresizliği ve savaşının yorgunluğunu her halinden belli ediyordu.

"Sensiz hiçbir yere gitmem." dedi.

"Gitme." dedim.

"Gitmem." dedi.

Eve girdiğimde annemi mutfakta yemek yaparken ve televizyon izlerken buldum. Annem beni mutfağın kapısında görünce elindeki kepçe ile televizyonu gösterdi.

"Başhekim yakalanmış. İşin içinde olan herkes yakalanmış." dedi heyecanla, "Seni aradım, ulaşamadım."

"Duymadım." dedim şaşkınlıkla televizyona bakarken.

Televizyonda son dakika haberi olarak verilen görüntülerde merkezde gördüğüm tüm çalışanlar vardı. Hepsini elleri kelepçeli görüntüleri art arda gelirken geyiğin gözleri kafamın içinde dönüp duruyordu. Geyiğin intikamı alınmıştı. Ailesinin ölümüne sebep olan, kendisini ölümden döndüren insanların özgürlüğü elinden alınmıştı.

"Eylül nereye?" diye sordu annem mutfaktan çıktığımı görünce.

"Odamdayım!"

Odama geçip hızla üzerimi değiştirdim. Telefonumu alıp Merih'e mesaj yazdım.

"Arabanın radyosundan haberleri açmalısın, başhekim yakalanmış."

Sonra bilgisayarımı açtım ve yakalanma haberlerini canlı veren bir kanala girdim. Görüntüler tekrar tekrar dönerken haber spikerinin söyledikleri ise kulaklarımda yankılanıyordu.

"Kimyasalların denek olarak kullanılan hastalara kısa süreli etkileri biliniyor olsa da uzun vadeli etkileri henüz bilinmiyor. Başhekimin deney raporlarına göre tahmin edilen uzun vadeli etkiler arasında kalp yetmezliğinden ani ölümlere, intihar düşüncelerinden depresyona, felçten amneziye kadar birçok tehlike bulunuyor... Bu da demek oluyor ki denek olarak kullanılan gençler hala tehlike altında."

Her söylenenle birlikte ateşimin çıktığını hissediyordum. Aklım Merih'in kendini anlattığı o halindeydi, hiçliğe gitmek derken aklından geçen neydi? Aklıma gelen tek şey ölümdü, peki Merih hayatından vazgeçmeyi bile düşünecek kadar dipte olabilir miydi? İçim korku ile kaplandığı an telefonumu bir kez daha elime aldım ve Merih'i aradım. Telefon defalarca çaldı ama cevap gelmedi. Sonra aramadan çıkıp mesajlara girdim ve ona bir mesaj daha yazdım.

"Merih müsait olunca beni arar mısın?"

Biraz beklemeliydim. Telefonu sessizde olabilirdi, mesajlarımı da aramamı da görmemiş ve duymamış olabilirdi. Her şey olabilirdi. Bu normaldi, anormal bir durum değildi. Bacağımı sallaya sallaya beklemeye başladım. O sırada odamın kapısı çaldı.

"Eylül?"

"Efendim anne? Gelebilirsin..." Annem kapıyı açıp kafasını içeri doğru uzattı.

"Yarın bir doktora gidelim. Her şeyini baştan aşağı kontrol ettirelim, ne olur ne olmaz. Haberde dediler ki..." derken sözünü kestim.

"Biliyorum anne, dediklerini duydum ama ben iyiyim."

"Yine de gidip kontrollerini yaptıralım kızım, lütfen, ne olur ne olmaz. Geç kalmış olmayalım." Annemin endişesi yüzünden okunuyordu, üstelik ben de o kadar stresliydim ki hayır diyerek diretmeye devam edebilecek durumda değildim.

"Tamam anne, sorun değil. Gideriz." Gözlerim hala telefonumdaydı. Merih tam beş dakikadır bana dönmemişti.

"Ben gidip randevu alayım..."

"Tamam anne, sen bilirsin." diye mırıldandım, annem odamın kapısını kapatıp gitti ve ben korkularımla baş başa kaldım.

Ya kendine zarar verirse? Ya kendini öldürmeye kalkarsa? Ya kaza yaptıysa? Kafamın içinden geçen senaryolar kabuslarımdan da kötüydü. Merih'i bir kez daha aradım. Sonra bir kez daha ve bir kez daha. Sonra bir mesaj daha yazdım ve bir mesaj daha...

"Seni merak ettim, beni neden geri aramıyorsun?"

"Merih biraz daha dönmezsen annene de haber verip evine doğru yola çıkacağım."

Vücudum stresten ne yapacağını şaşırmıştı, bir ileri bir geri sallanıyordum. Dakikalar bir bir geçerken aklım Merih'in "hiçliğe gitme" düşüncelerindeydi. Elim midemde, bir ileri bir geri sallandığım kaçıncı dakikaydı bilmiyordum ama telefonum çalmaya başladı. Arayan Merih'ti. O an içimden bir ses bana bu telefonu açacağımı ve karşıma Merih'in değil bir başkasının çıkacağını ve bana kötü bir haber vereceğini söyledi. İçimde yaşayan anksiyeteli ruhum beni bu felakete hazırlamaya çalışırken gözlerimi kapattım ve telefonu kulağıma götürdüm.

"Alo." dedim korkuyla.

"Alo." dedi karşımdaki ses, "Telefonum sessizdeydi. Yazdıklarını ve aramalarını arabadan inince gördüm." Gözlerim aldığım derin nefesle açıldı. Karnımdaki elim kalbime gitti.

"İyisin!" dedim titreyen sesimle.

"İyiyim. Korktun mu?" diye sordu Merih.

"Şey... Yani haber alamayınca... Kaza yaptığını düşündüm... Giderken çok dalgındın. İyi görünmüyordun."

"Merak etme," dedi, "Bana bir şey olursa dalgınlıkla olmaz. Bilerek olur."

Espri yaptığını sanıyor olmalıydı. Oysa kurduğu cümle ona dair endişelerimi çoğaltan bir cümleydi. Oysa benim onun hakkındaki endişelerim onun umurunda bile değildi. Öfkeli bir nefes aldım, kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

"Tamam öyleyse, artık merak etmem." dedim, "İyi olduğunu öğrendiğime göre yemek yiyip uyuyabilirim. Sana iyi geceler Merih."

"Saat daha sekiz bile değil Eyl-" derken telefonu kapattım. Merih beni tekrar aramaya başladığında ise öfkemi kontrol edemiyordum.

"Aptal, aptal, aptal!" diyerek kırmak istercesine telefonun kapatma tuşuna bastım. Telefonu komple kapatıp yatağımın üzerine fırlattım ve odamdan çıktım ve banyoya doğru ilerledim.

"Anne ben duşa giriyorum." diyerek içeri seslendim.

"Tamam kızım!"

Banyoya girer girmez duşa kabine doğru ilerledim, iyi değildim, musluğu sağa, suyun en sıcak aktığı dereceye çevirip duşa kabinin dışında bekledim. Sıcak suyun dakikalar boyunca akmasını ve banyoyu buharıyla doldurmasını izledim. Gözlerimi kapatıp o buharın içine bir adım attım ve Merih'in her gün uzun uzun aldığı sıcak duşlarını hayal ettim. Buharın bunaltıcılığını, sıcağın boğuculuğunu, kalbimin yavaşlayışını hissettim. Gözlerim kapalıydı, içeriyi dolduran buhar göz gözü görmeyecek hale gelene kadar suyun değil buharın sıcağını hissetmeye çabaladım. O an kulaklarımda Merih'in sesini duyar gibi oldum.

"Bırak da senin yanın benim cennetim olarak kalsın, cehennemi tek başıma yaşıyorum zaten."

Ve hemen sonra aynı cümlenin yalnızca son kısmı kulaklarımda yankılandı.

"Cehennemi tek başıma yaşıyorum zaten."

Gözlerimi korkuyla açtım. Merih'i birkaç saniyeliğine tam karşımda, buharların arasında gördüm.

"Merih!"

Elimi ona uzattığım an kayboluşunu izledim ve birdenbire telaşa kapıldım. Bu da neydi? Halüsinasyon mu görüyordum? İçeriyi kaplayan buharı gören zihnim bir anlığına bana nefes alamadığımı hissettirdi. Kapıldığım dehşet panik atağımı hiç olmaması gereken bir yerde, hiç olmaması gereken bir anda vurdu. Elimi nefes almak istercesine boğazıma götürdüm ve vücudum arkamdaki duvara çarptı. Hareket etmek, yürümek istedim ama yürüyemiyordum. Tek bir adım bile atamıyordum, kalbim öyle hızlı atıyordu ki neredeyse duracaktı.

"Anne!" demek istedim, sesimi çıkaramadım.

"Baba!" demek istedim ama konuşamıyordum.

O an öleceğime inandım, o an öleceğime her şeyden çok inandım.

Kilitli bir kapı, suyun en sıcağı ve buharın kararlılığı... Bunu ben yapmıştım, kendi kendime, bir öfke uğruna...

Bu benim geçirdiğim en kötü ataktı. Panik atak bir illüzyondu, aklımın bana oynadığı bir oyundu ama bu oyun benim elimi kolumu bağlayan, beni belki de gerçekten ölüme götürecek bir oyundu. O an nefes alamadığım gerçeğine her şeyden çok inanıyordum. Korkudan titreyen bedenim kontrolsüzce dizlerimin üzerine doğru eğiliyordu. Sanki eriyip yok olmak üzereydim. Yok olmak böyle bir his miydi?

---

Merhabalar benim güzel kar tanelerim <3

Öncelikle uzun zaman oldu biliyorum, ama buraya tekrar bölüm atıp sizi tekrar ve tekrar bekletmek istemiyordum. Kar Küresi'nin basılmasının üzerinden çok zaman geçti ve uzun zamandır ikinci kitabın basılmasını bekleyenler var. Fark ettim ki bir süreliğine burası ile etkileşimi kesip kendime bir yazma molası vermeliydim. Bu süreçte sadece yazmadım, Kar Tanesi için gerçekten çok çalıştım. Kapak, ayraç ve kitaba özel düşündüğüm şeylerin tasarımları ile çok uğraştık. Yani kitabı yazdım, bitirdim, kapağını hazırladık, aklımdaki diğer şeyleri hazırladık, çok yakında ise sizlerle çıkış tarihini paylaşacağız. Kalan bölümleri sizi bekletmeden art arda yayınlayacağım. Sadece hafta sonu Ankara'da imza günüm olacağı için o gün bir mola vermek zorunda kalacağım. Yani kısacası, yarın yeni bölümle görüşmek üzere^^

Sizi çok seviyorum^^ 

Kendinize çok iyi bakın, haftaya Ankara'da, yarın ise yeni bölümde görüşmek üzere <3 


Continue Reading

You'll Also Like

1.3M 50.2K 53
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...
110K 4.8K 23
~Yeşim Deniz ~ Kendisi hayatını yaşıyor sanarken daha gerçek hayattı ile bile tanışmaması gerçeği fakat hayatı olan adam Alaz Karadağ onu 7 yıldır ta...
563K 25K 16
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
329K 28.5K 17
Sertçe yutkundum ve kısık çıkan sesimle "Çok acıyor mu?" diye sordum. "Evet ama senin ölmüş olman daha çok acıtıyordu." dedi. Gözlerimin dolmasına en...