SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.7M 446K 412K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XX- "Körler ve Yaralar"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak
LXXII "MİNİK SERÇE"

XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"

110K 5.7K 8.1K
By bosverdilan


Peki 'Dilan söylediği saatte bölüm atacak' şu an burada bizimle mi?

(Bunu her bölüm başında yapsam yaklaşık kaç bölüm sonunda isyan edersiniz?)


Takip etmek isterseniz; alıntılar, soru cevaplar, Efsun-Fetih vibe veren birçok video ve daha fazlası için:


Instagram: serceyioldurmekofficial

Önce o yıldıza basalım mı?

Basalım basalım...

Ve yorum yapalım mı? O kadar hayalet okur var ki, böyle bir miktar sitemliyim. En çok yorum yapalım olur mu?

Instagram'dan ya da Twitter'dan #SerçeyiÖldürmek etiketiyle yazacağınız her şeyi itinayla okuyorum. Paylaşabilir, çorbaya tuz ekleyebilirsiniz❤

Keyifle okuyun!

Harareti alan çay içilen miydi yoksa akan mıydı?

Hangisiyse ona ihtiyacım vardı, gerçekten vardı. Hararetten yüzüm ateş gibi yanıyordu. Hiç durmadan salladığım bacağım, tırnaklarımı birbirine fark etmeden geçirmem ve eti tırnaktan ayırmaya çalışmam, ateş gibi yanan yüzüm ve kemirdiğim dudaklarımla nasıl duruyordum bilmem ama Fetih önündeki aynadan gözlerini sık sık bana çeviriyor hatta yoldan çok bana bakıyordu. Bindiğimiz takside o önde ben arkada oturmuştum. Arabayla yaklaşık beş dakika süren mesafenin sonuna gelirken araç durduğu gibi kaçar adım indim. 

Fırında Fetih’in tek bir an bile susmayıp devamlı konuşması benimse ettiğim küfürden sonra tek bir kelime dahi konuşmayışımla yirmi dakika kadar durmuştuk. Önümüze Fetih’in kendi elleriyle hazırladıkları olmak üzere bir sürü şey gelse de ağzıma sürmemiştim, bir yerden sonra o da yememişti. O kadar öfkeli ve anlamsız, isimsiz bir şeyle doluydum ki kussam geçecek gibi hissediyordum ve ellerim hala titriyordu. Aklı durmuştu resmen bu tavrıma. Akıl sır erdiremiyordu. Ben de erdiremiyordum. Ne olduğunu sorguluyordu ama verecek zerre cevabım yoktu. Bilmiyordum tam olarak. Biliyordum ama kelime olarak karşılığı yoktu.

Sadece...

Fetih’in burnundan kan getirmek istiyordum. 

Evet hislerimi az da olsa bu şekilde tercüme edebilirdim. 

Ama bunun için elle tutulur bir nedenim olmadığı için yapamıyor, bu yüzden de onunla muhatap olmamak için taksiden inip hızlıca eve doğru yürüdüm. “Bekle.” Seslenişini duysam da daha da hızlandım geldiğimizi gören Pınar önden kapıyı açmış işimi kolaylaştırmıştı. Sultan babaannenin bir yere gittiğiyle ilgili bir şeyler söylerken telaşımdan sadece gülümseyip kafa salladım ve merdivenleri tırmanmaya başladım. 

Odanın kapısında anahtar var mıydı? Fetih bana yetişmeden kilitleyebilirsem yer yatağını serer yorganın altına girer ve uyurdum. Patlamak üzereydim, sakinleşmem lazımdı ama Fetih’i gördükçe bu körükleniyor gibi hissediyordum. 

“Efsun seni yakalamam üç saniyemi alır, kendi iradenle dur.”

Bu adam yalnız bırakmak nedir bilmiyor muydu? 

Üst kata vardım daha da hızlandım, odanın içine de girdim ama örteceğim an kapının arasına ayağını soktu ve kapamasını engelledi. “Ben itmeden çekil arkasından.”

Sabrının son demlerinde olduğunu, bir yerden sonra beni tamamen kendi halinde bırakacağını, bu tavırlarımdan bıkacağını, artık bu boş vermeyle bir evde iki yabancıya dönüşeceğimizi farkındaydım. O raddeye gelmemize çok az kalmıştı. Ve bu artık yaşansın istiyordum. 

“Uyuyacağım.” Dedim sadece. Mental olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Ruhsal olarak ayrı fiziken ayrı bir yıpranmıştım. Mesela tam şu an o kadar dolup taşacak kıvamdaydım ki serbest bıraksam kilometrelerce koşmaya cesaret gösterecek ama üçüncü adımda yere bırakacak ve kalkmaya takat bulamayacaktım. 

“Aç kapıyı yine uyursun.” Ayağını arada tutmuş ama kapıyı açmak için herhangi bir baskı yapmıyordu. Benim açmamı bekliyordu. 

“Uyuyamam. Çek şu ayağını.” 

Ayağını görmezden gelip kapıyı itsem de etkisiz oldu, ittiğimle kaldım. “Sana zor kullanmamamı isteyip inatla bunu yapmam için beni zorluyorsun, biliyorsun değil mi?” Zor kullanması için değil, pes edip gitmesi, artık kendi haline bırakması içindi bu tavırlarım. Omuzlarım düştü, karnım ve kasıklarımda aynı anda bir ağrı varlığını gösterdi. Tam olarak ağrının yerini bile seçemedim. Kapının kulpunu daha da sıkarken başımı kapıya yaslayıp gözlerimi yumdum. 

Beni zerre ilgilendirmezdi. Zeliha yaşındaki bir kızın söyledikleri de Fetih’in kuzeni de beni ilgilendirmezdi. Yorganın altına girip uyuyana kadar bunu tekrarlayacaktım. Ortaokulda bize verilen İngilizce ödevleri gibi tekrar tekrar yazacaktım.

Beni ilgilendirmezdi. 

Vücudum ya da psikolojim muhtemelen sadistçe bu çektiği acıdan zevk alıyordu ve artık her gördüğü, her duyduğu şeyi bir çığa dönüştürüyordu. Bu yüzdendi. Kalbim zaten hastaydı. Gidememiştim daha doktora zaten, terzi sahiden kendi söküğünü dikemiyordu. Ailemizde kalp hastalığı var mıydı acaba? Bunu bilecek kadar yaşamamıştı bizimkiler ama yine de hafızamı zorluyordum. Genetik mirastı kalp hastalıkları. Hastaysam genetik olma olasılığı epey yüksekti. 

“Fetih gerçekten uyumak istiyorum. Ne istiyorsun şu an benden?”

Ya ciddi bir hastalığım varsa? Yataklara düşürecek kadar beni? Bana bakacak kimse de yoktu. Huzurevinin yaş sınırı kaçtı ki? 

“Odaya girmek istiyorum.” Dedi o da ve ekledi. “Ve evin tapusu da dedemde. Bu da demek oluyor ki evin mirasçısıyım. O yüzden sana zahmet bir aç kapıyı.” Kapalı olan gözlerim aralandı, mantıklı geldi bu söylediği. Dudaklarımı yaladım, kasıklarımın ağrısı karnımın ağrısının önüne geçti. Kadın hastalıklarına da gitmem lazımdı galiba. 

Evde hasta bakıcıyla yapamazdım ben, huzurevinin yaş sınırı kaçtı? En azından orada terk edilmiş yaşlılar vardı. Yalnız kalmazdım. 

“Tamam çek ayağını açayım.” Bedenimi yasladığım kapıdan geri çekerken hemen hemen aynı anda da o ayağını çekti ama atik bir şekilde kapıya asılıp kapatmaya yeltendim. Lakin yemedi aniden eliyle baskı uyguladığı kapıyı benim direnmeme bile izin vermeden açtı.  Yenilgiyle geriye doğru giderken karşı karşıya kaldık, acıdan buruşmuş yüzüm artık düzelmişti. İşin doğrusu düzleşmişti. 

“Bir sen akıllısın.” Dedi bir çocuğa bakar gibi, yaramazlık yapan bir çocuğa bakar gibi hatta. Başımı salladım boş boş. 

“Evet öyle.”

Üzerimdeki montu çıkarırken sırtım ona dönmüştü ve o yine konuşmaya başladı. “Sen beni dinlemiyorsun ama ben seni dinlerim.” Dedi sakince. Roller o kadar çok değişmişti ki, bu konuşmalar bir senaryo gibi elime verilse ve isim yerini bizim doldurmamız istense benim cümlelerimin yanına Fetih’in adı, onun cümlelerinin önüne benim ismim yazılırdı. Hem de tereddütsüzce. 

“Bana sorunu ve derdini anlatırsan ben dinlerim. Dinlemediğin gibi anlatmayı da bıraktın. Yarım saattir ne yapmış olacağımı düşünüyorum ama yok. Harbiden yok, her hareketimi didik didik ettirdin bana ama yok.” Montu gelişigüzel bir kenara bıraktım. Ahşap dolaplara yönelmek istesem de adımlarımın önüne geçti. 

“Problemi söyle bana Efsun.”

Gözlerimi yüzüne değil de dolaba dikerken “Uyumak istiyorum.” Dedim sadece. Yorganın altında kendime verdiğim ödevi yapacaktım. Sonra da uyuyup uyanacaktım, her şey geçecekti. Kısa ama basit. Az ama öz. 

“Uyumanı istemiyorum ben.” Vücudumu her an sesini yükseltme ihtimaline hazırlamıştım. Bir an da bağıracaktı muhtemelen, irkilmek istemiyordum. Sağ taraftaki boşluktan geçmeye yeltendiğimde yine önüme geçti. 

“Bana mantıklı bir neden vermeden uyutmayacağım seni. Bu senin uyuyacağın saat değil. Bana mantık-“

“Karnım ağrıyor.” Dürüstçe ona söyleyebileceğim bir sebebi sundum. En azından tatmin de olacağını düşünerek. Çok yeterliydi yani bu cümle. Karın ağrısı uyumak için çok yeterliydi. Ve sanırım beklediği böyle somut bir neden olmadığından bir duraksadı o ara geçip gittim yanından ve yatağı çıkarıp köşeye bıraktım. 

“Karnın mı ağrıyor?” gerçekten beklemediği bir nedendi. Daha böyle üstüme gelecek bir şey beklediğine neredeyse emindim. “Doktora gidelim o zaman.” Diye bir fikir sundu. Sesinin kıyısında köşesinde bir endişe vardı ama benim rahatlığım tamamen yayılmasını önlüyordu.

“Gerek yok.” Dedim yatacağım yeri peteğin yanında hazırlamaya devam ederken. Ara ara durup sadece beni izliyor sonra yine tekrar konuşuyordu. Tıpkı şu an olduğu gibi. 

“Uyuyunca geçmez ki Efsun,” bana doğru adımladığını hissettim. “Hadi gidelim bir doktora. Üşüttün bak, ben biliyordum böyle olacağını. İncecik kıyafetlerle çıktın ayaza, bak aldın soğuğu.” Aniden elini alnıma bastırdı arkadan. Öyleki eğik olan başım dikleşti. Ve işler biraz sarpa sarmaya başladı.

“Ateşin de var.”

Hayır işte hayır ateş değildi o, hararetten vücut ısım yükselmişti. Bunu Fetih’e nasıl anlatır, nasıl inandırırdım bilmiyordum ama yüzümün ateş gibi yandığını ben zaten farkındaydım. 

Alnımı elinden kurtarıp “Ateşim yok.” Dedim yastığımı da düzeltirken. Ama tekrar yakaladı alnımı. Yanaklarımı falan da kontrol etti ve “Var işte,” diye diretti. “Hadi kalk hastaneye. Hasta olmuşsun. Aferin sana Efsun, aferin sana.” Kalkmayışımla koluma asılacağı an “Ateşim yok.” Diye sesimi yükseltip ona kaldırdım başımı. Sonra onu nasıl ikna ederim diye düşünürken kendimi açıklamaya çalıştım ama işler daha çok karıştı. 

“Hani maçı canlı izlerken tezahürat yaparsınız da bir yerden sonra yüzünüz ateş gibi yanar ya, onun gibi düşün. Yok ateşim.” Oldukça güzel bir örnekti ama Fetih bunu ateşin başıma vurması gibi algıladı ve o kıyıdaki endişe merkeze geldi. Konuşmadan bakışlarından bile anlamıştım bunu. 

“Efsun,” dedi dehşetle. Evet dehşetle. Bir an ne yapacağını şaşırdı ve beni kaldırmaktan da vazgeçip direkt kucaklamak için eğildi. Ellerini telaşla iterken “Fetih manyak mısın ya?” diye çıkıştım sabırsızca. 

“Yok ateşim, doktor olan benim. Karnım ağrıyor.” Duraksadım ve yine başa döndük. “Senin yüzünden.” Elleri vücudumda temas ettiği yerde kaldı. Bir an gözlerimin içine bakarken son cümlemi mi yoksa ilk cümlemi mi sorguluyordu bilmiyordum. Temasını ben kestim geri çekilirken. “Başım da ağrıyor senin yüzünden, karnım da ağrıyor senin yüzünden.”

Kalbim de ağrıyor senin yüzünden. 

“Vallahi helal olsun elinizde helak oldum. Vücudum artık tepki veriyor. Uyumak istiyorum, doktorla bir işim olsa kalkar giderim. Ha yanlış anlama naz niyaz yapmıyorum, çocuk gibi de davranmıyorum sen söylemeden ben söyleyeyim. Bana karşı bir sorumluluğun yok, gerçekten yok. Sinir stresten bu hale geldim. Bunları mı duymak istiyorsun illaki? Bitsin artık şu sabrın, ne halin varsa gör de geç.” Sırf elimde bir iş olsun bir şeyle ilgileneyim diye yastıkla uğraşır gibi yaptım, en azından o gidene kadar. 

Niye gelmişti ki benimle? Kalsaydı ya fırında. Ciroya destek atardı. Dünün iki katıyla kapatırlardı kasayı.

 Daha fazla oyalanamadım, yorgansız bir şekilde uzandım yatağa. Yüzümü peteğe sırtımı ona döndüm. Gideceğini hissediyordum. Sultan babaannenin dediklerini kendine dert ettiği her halinden belliydi. Annem babam yok diye bu vicdan azabını çekmesini istemezdim. Tek annesi babası olmayan ben değildim ki. Hem birinin annesi babası yok diye başka birinin ona karşı büyük ya da küçük bir hassasiyeti ya da sorumluluğu olması gerekmezdi ki. Bu istenmesi gereken bir ayrıcalık değildi. İnsan olarak görülmek istemiştim ben, bu çok daha evrensel ve etik bir haktı. O da verilmemişti zaten. 

Derin bir nefes aldım. Yorgunca. Herkesin canı sağ olsaydı artık. Yüküm azalsın istiyordum artık, bunun yolu da aftan geçiyorsa herkesin canı sağ olsaydı. Ruhumun ve bedenimin verdiği bu tepki artık bana bile abartı geliyordu. Sanki bir filmde ya da kitapta başrol olsam abarttığıma dair eleştirilecektim. Ne abarttın Efsun diyecekti herkes bana. Suna annem demişti ama bana bir kez, küslükler ve kırgınlıklar bir yerden sonra sadece kırılana ve küsene yük olur diye. Affet boş ver  demişti, taşıma başkasının derdini tasasını. 

Tamam artık herkesin canı sağ olsaydı da artık toparlasaydım. 

Gözlerimi yumdum. Kalbim çok sızlıyordu. Ciddi bir şeydi sanki. Bilimsel bir dayanak değildi ama hissediyordum. Çok amansız bir şeydi. Sanki tıp dünyası da bir şey yapamayacaktı. Mümkündü. Daha önce karşılaştığımız o tarz vakalar vardı. 

Gider gitmez, randevunu al ve kalp damar cerrahına gözük Efsun. 

Vücudumda da bir şeyler çok ters gidiyordu. Ama o kadar ne olduğunu bilmiyordum ki karşımda uzman bir hekim olsa anlatamayacaktım. Tutarsızlık vardı vücudumda. Sanki önümde koca bir makine vardı ben sağdaki düğmeye bassam da soldaki düğmenin ışığı yanıyor ama üstteki düğmenin işlevi makinede gerçekleşiyordu. Abuk subuk tepkiler veriyordum. Öfkeleneceğim yerde üzülüyordum, umursamayacağım yerde sinirleniyordum. Genç bir kızı bugün masama çağırmış sonra kaçar adım mekandan uzaklaştırmıştım. Yine olsa yine yapacaktım. Yapmamalıydım ama yapacaktım işte. Fetih’in burnundan kan getirmek için hiçbir neden yoktu, gerçekten orada sadece pide yapıyordu ama bu bana yetmiyordu. Burnundan kan getirmek istiyordum. Elimde değildi. Vücudum o makine gibi bozulmuştu işte . Benim suçum değildi.

Gider gitmez iç hastalıklarından randevu al. 

Reglim de gecikmişti. Hem ağrısıyla kıvranıyordum hem de çok hassaslaştırmıştı beni. Durup durup ağlamak istiyordum. Deli miydim neydim? Şu an mesela ağlamak için zerre nedenim yoktu ama burnumun direği sızlıyordu. Kasıklarım da sanki halt etmiş gibi sızım sızımdı. 

Gider gitmez kadın hastalıklarından da randevu al. 

Kapı kapanmadı bir türlü, gitti mi gitmedi mi seçemiyordum. En azından aniden üzerime bir şey örtülene kadar. O var diye almadığım yorganı yüzüm açıkta kalacak şekilde örttü. Ben bana temas etmesin isterken o özenle saçlarımı arkada topladı. Yüzümü açığa çıkardı. “Uyuma,” dedi kısık sesle. “Beş dakikaya geliyorum.” 

Hani ben zaten gelmesini istemiyordum da, öyle o süre verdi diye ister istemez sayıverdim ve üçüncü dakikanın kırk altıncı saniyesinde adım seslerini duydum. Gözlerim zaten kapalıydı, hani öyle rol kesmeme gerek kalmadı. Başımı yastığa daha çok gömerken yüzümün önemli bir kısmı yastıktaydı artık. Bedeni bana yaklaştı, sonra bir tabak sesleri falan geldi. Onun kokusunun içinden mi süt kokusunu seçtim yoksa tam tersi mi bilmiyorum ama sanırım çok önemli değildi bu. Beynim oyalanacak şeyler bulmaya çalışıyordu. 

“Hadi kalk,” dedi üzerimdeki yorganı kendisi örttüğü gibi kaldırırken. “Kalk.” Diye tekrar ederken sesimi çıkarmadan gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim. Kanım hala fokur fokur kaynıyordu sanki, midem de bulanıyordu. Hiçbir şey yemek istemiyordum. Üstelik zaten Fetih’in elinden yemek istesem bunu yarım saat önce de yapardım. Yüzüme doğru eğildiğini hissediyordum.

“Efsun.” Diye seslendi tepemden. Göz kapaklarımın arkasında canlanan görüntüde boylu boyunca uzanmış benim dibimde tam olarak uzanmamış olsa da yayılmıştı. Yastığımın üzerinden dirseğinden destek alarak bana eğilmişti. Siyah kazağının kollarını sıvamıştı, saçları da bugün duş almadığından normalinden daha dağınıktı. Gözlerimi birbirine bastırıp o resmi ezmeye çalıştım. Başarılı da oldum zaten olması gereken karanlık yine geldi gözümün önüne. 

“Efsuun,” diye uzattı yine ismimi. Hep böyle yapıyordu bugünlerde. Uzatıyordu. Eskiden ben uzatırdım. Hatta sızlanarak uzatırdım çoğunlukla. Ama artık öyle yapmayacaktım. Tavır yapar gibi oluyordu, o daha da başka şeylere çekerdi. 

Ben cevap vermedikçe o sanırım bana daha çok yaklaştı çünkü her burnumdan aldığım nefeste, odanın ve benim kokum iyice seyreldi. Aniden rüzgâr yüzüme vurmuş gibi ürperdim, dişlerimi birbirine bastırdım. Karnıma biri sivri bir şeyle resim çiziyordu sanki. Fetih’in görüntüsü yine canlanacak gibi olduğunda gözlerimin arkasından kendimi daha çok sıkıp andan soyutlamaya çalıştım. Ağzımdan aldım mesela nefeslerimi. Hemen içimden şarkı söylemeye başladım ki dikkatim dağılsın.

"Sözleşmeden buluşuverir kırık kalpler

Anlatılmaz ama ordadır, bütün dertler

Gönül kırgınlıkları, hayat haksızlıkları 

Kader yalnızlıkları çeken bütün kalpler" 

“Efsuun.”

“Gönül durgunlukları, hayat yorgunluklarıııı

Şehir yalnızlıkları çeken, bütün dertleeeeerrr.”

Aniden nefesini yüzüme üflediğinde, her şeyinden kaçmaya çalışıp aniden nefesine yakalanınca bütün her şeyim telaşa düştü. Ağzımdan da nefes almadım artık mesela. Vücudumu korumak ister gibi cenin pozisyonumu daha da küçülttüm, kafamın içi desem...

KİMİNİ YAKIP GEÇEN AŞKLAR İNCİTMİŞ 

KİMİNİ YANLIŞ KARARLAR YIKIP GEÇMİŞ 

KİMİNE YAKIN DOSTU İHANET ETMİŞ 

KİMİ, HAYATIN SİLLESİNİ YEMİŞ

LA LA LA

KIRIK KALPLER DURAĞINDA İNECEK VAR 

ETEĞİNDEKİ TAŞLARI DÖKECEK VAR 

DOLDURUN KADEHLERİ İÇELİM BERABER 

YILLARIN YORGUNLUĞU GEÇENE KADAR

LA LA LA LA LA LA LA” 

“Sana yemin ederim kalkmazsan kucaklayıp hastaneye götürmezsem benim de adım Fetih değil.” 

“KIRIK KALPLER DURAĞINDA İNECEK VAR 

YÜREĞİNDEKİ DERTLERI DÖKECEK VAR 

DOLDURUN KADEHLERİ İÇELİM BERABER 

YILLARIN YORGUNLUĞU GEÇENE KADAR

LA LA LA LA LA LAAAAAAAAA-“ dizlerimin arkasında bir el hissederken aniden gözlerim şak diye açıldı. Ben Candan Erçetin’e kaptırırken kendimi birileri kucaklamış beni götürüyordu. O kaldıramadan ben hemen yatağa yapışıp yorgana sarıldım.

“Ne yapıyorsun Fetih?!” dedim dehşetle ama ne yaptığını fazlaca farkındayken. Bir an duraksadı seslice nefesini verdi. Evet başlıyorduk... Nefes terapisine. 

“Sana kalk diyorum Efsun, az laf dinle.” Diye azarladı bir de beni. Ben bunu niye kendimle getirmiştim ya? Kalsaydı fırında, muhabbet de epey sarmıştı, Gülüyordu. Mesela şu an kızmaya başlamıştı. Gerginlikte vardı üstelik ama fırında öyle mi? Gül gül ölmüştü. 

“Dinlemiyorum ben laf,” diye açıkça söyledim. “Dinlemiyorum Allah Allah. Hastaneye de gelmeyeceğim,” gözüm getirdiği şeylere kaydı. Bir tabak dolusu c vitamininin olduğu meyve tabağı, portakal suyu, bal ve süt. Tabi millete hamur açan Fetih, bana da ancak meyve doğrardı. Söylemiş miydim bilmiyorum ama ben bunu niye fırında bırakmamıştım?

“Bunları da yemeyeceğim. Karnım ağrıyor çünkü. Uyumak istiyorum. Neyi anlamıyorsun? Sen de git ya, bırak uğraşma benimle. Yok mu senin işin gücün?” 

Fırında falan demek istedim. Eleman ihtiyacı yok muydu yahu?

“Tek işim sensin.” Diye açık açık gözümün içine baka baka yalan söyledi. “İki seçeneğin var ya hastane yolunu tutuyoruz ya da sen bunları yiyip ilaç alıp öyle uyuyorsun. Hadi karar ver. Sana veriyorum karar hakkını böyle de adaletli bir insanım, kadir kıymet bil.” 

Şaşkın şaşkın irileştirdiğim gözlerimle ona baktım. Oynadığı psikolojik oyun üç yaşındaki çocuklara annelerinin yaptığı bir şeydi. Çocuğa seçim yaptırdığını düşünüp aslında pırasa ve ıspanaktan birini yedirirdi. Alaycı bir şekilde onu izlerken üzerinde bu kurduğu cümleden sonra ülkeye cumhuriyeti demokrasiyi getirmiş gibi bir hava vardı. Kafamın bir tarafı başka bir diğer tarafı bambaşka bir şey düşündüğünden kontrolsüzce “Ya da sen fırına geri dön.” Diye bir fikir sundum. İşin aslı ağzımdan kaçırdım. 

NE ALAKA EFSUN, NE ALAKA?!

Gözleri zaten bendeyken dikkati dağıldı ne söylediğimi anlamaya çalıştı. “Ne?” diye sordu garip garip. Gözlerimi kaçırıp yorganı kafama kadar çektim. Fetih çekip gitmezse yanımdan istemeden bir şiddet eğilimi de gösterebilirdim. Makine demiştim ya, bozuldu diye. Ne söylediğim ne yaptığım da belli olmazdı. Yalnız kalmam lazımdı, en azından biraz düzelene kadar. 

Yorgan inatla yüzümden çekildi ve Fetih haddinden fazla eğdi yüzünü yüzüme. “Efsun.” Diye tekrar etti. İsmimi öğrenmeye çalışıyordu galiba. “hissediyorum.” Dedi aniden. Tavana diktiğim gözlerimi ona cevirdim. 

Neyi hissediyordu makinemin bozulduğunu mu?

Korktum bir an, nedenini bilmeden sanki o bunu fark etse şu an dünyadaki en kötü şey yaşanmış olacaktı benim için. Evet neredeyse felaket hatta. Çok korkutucu geldi bana bu ihtimal yüzü dibimdeyken bunu bile unuttum hatta, cümlesinin devamını bekledim. Ve konuştu. 

“Yine kafanda bir şeyler kuruyorsun.”

Önce ciğerlerine doldurdu nefesini sonra vurgulu bir şekilde yüzüme bıraktı. Kirpiklerime kadar titrediğimi farkındaydım da daha kötüsü yüzüm her an ağlak bir ifadeyi alabilirdi. “Ve ben ne kurduğunu bile bilmediğimden engel olamıyorum. Bu ne demek biliyor musun?” alacağım nefes ikiyken bire düşmüş, çok yavaş ve az nefes alıyordum. O çekinmeden nefesini yüzüme bırakıp bırakıp durdukça ağrım doğru orantılı şekilde artıyor, tepkisizlik beni daha da çıkmaza sokuyordu. Kafa atacaktım şimdi niye geri çekilmeyip beynimin tomografisini çekiyor gibi davranıp aldığı tüm nefesleri yüzüme bırakıyordu? Bense sadece yutkunuyordum, gariban gibi. 

Başımı iki yana salladım ‘ne’ der gibi. “Sen o kurduklarınla savaş başlatabilirsin, beni öldürebilirsin hatta yok bile edebilirsin Efsun beni. Felaketin diğer adı senin kafanda kurdukların. Hadi söyle bana ne oldu, kafanın içini susturalım. Sağlığımız için.” 

Gözlerim istemsizce önce kirpiklerine kaydı sonra elmacık kemiklerine. Sıcak suyla dolu bir şişe içimde dolaşıyor ama yakmıyordu beni. Canım yanmasa da çok rahatsız ediyordu beni. Benim bir an önce doktora gitmem lazımdı. Ya da yalnız kalıp ağlamak. Böyle saatlerce. Çok biriktiriyordum artık, vücudum kusuyordu. 

Elmacık kemiklerinde olan gözlerim daha aşağılara kaydı. Analar neler doğuruyor demişti değil mi o kız? Ne alakaydı ki? Kaşın üstünde göz, burnun altında dudak vardı işte. Neyini abartmıştı? İlik ne demekti ki? Benim bildiğim tek ilik düğme iliğiydi? Elin adamına ilik gibi denir miydi? Ya ilik gibi olan insanları ben ayırt edemiyorsam da, Fetih öyle bir insansa ve her ona bakan bunu düşünüyorsa? 

Düşünceler fiziksel ağrıyı körükler miydi? Böyle bir bilgi hatırlamıyordum ama galiba evet, düşündükçe bedenimdeki ağrı artıyordu. 

Ya Biscolata reklamı? Aklımda birkaç sahnesi canlandı durdu. Ama bende canlananlar da hep televizyonda gördüğüm adamlar vardı? Ne yani şimdi o kız o adamlar yerine Fetih’i mi düşünmüştü? Niye düşünüyordu elin adamını ya? Düşünülür müydü öyle şak diye? Kesin kafasında kurduğu görüntü de üzerinde kazak da yoktu. Nasıl kazak yoktu ya? Ben bile aylardır nezaketen Fetih’in üstünde bir şey olmadığında başımı başka yöne çeviriyordum. Dövmesine bile uzun uzun en son diktiğimde bakmıştım. Bu nasıl bir terbiyesizlikti? İnsanlar Fetih’i niye kafasında böyle laçkaya çevirmişti ya? Fetih buna niye izin veriyordu? Yol geçen hanı gibi herkesin kafasına girip hayallerini mi süslüyordu? 

Hani mesela. Midem kasıldı, bu daha da kötü hissettirdi. Şûrîde? Zaten azar azar aldığım nefeslerim iyice kesildi. Sanki o kişinin elleri boğazıma yapışmıştı. Şûrîde senelerdir kuruyor bu hayalleri Efsun.. O el daha çok sıktı boğazımı. Neler neler düşünmüştü acaba? Neler neler düşünmemişti ki? Evlenmeyi düşündüğü insanla her şeyi düşünebilirdi bir insan. Her şeyi.. Alt dudağımı ezdim acımazsızca. Kuzeniydi ama. 

Aptal Efsun hala ayni şeyi söylüyorsun, aptal!

Bir sürü şey düşünmüş hala da düşünüyordu. Hangi görüntülerde olduğunu düşünmek bile kafamda ve vücudumda açık seçik bir savaş başlatıyordu. Dilimi damağıma bastırdım hiddetle, gözlerim dakikalardır Fetih’in dudaklarında ve kirli sakallarında gidip gelirken yüzümün vahimliğini o belli etti. 

“Efsun ağrıdan kıvranıyorsun,” dedi biraz dehşet, biraz şaşkınlık, biraz da endişeyle. “Neyin inadı bu?” 

Yüzüm ne haldeydi bilmiyorum ama buna sebep olan şeyin kafamın içi olduğuna adım kadar emindim. Gözlerimi yumdum sonra çaresizce sırtımı döndüm. Çaresizce. Evet çaresizce, mesleğimden utanıyordum şu hale düştükçe. Engel olamadığım gibi daha çok çıkmaza sürüklüyordum. Kafamın içi susmuyordu.

Sana ne Efsun, sana ne? Sana ne? Düşünme! Düşünme sana ne? 

Fetih’in masum olduğu ne belli? Onun kafasından geçenleri nereden biliyorsun ki?

Düşünme, düşünme, düşünme... Sana ne, sus artık düşünme!

Urfa’ya gider gitmez Zeliha’nın gittiği psikologdan sen de randevu al!

İşimi daha çok zorlaştıran Fetih ısrarını sürdürdü, bu sefer arkadan yaklaştı bana. Yorgan yüzüme gelmiyordu ama saçlarım yüzüme dökülüyordu. Önce saçlarımı çekti yüzümden. Sonra ateşimi kontrol etti. Hala dışa yansıyan bir ateşim var mıydı bilmiyordum ama sanırım biraz azalmış olacak ki ateşimle ilgili bir şey söylemedi yüzümü izledi sadece. Bakışları bir mürekkep olsa yüzümdeki gözenekler bile nasibini almıştı. Bununla yetinmek istemedi, eli saçıma gitti saçlarımı varla yok arasında dokunuşlarla okşamaya başladı. Gösterdiği şefkat miydi yoksa acıma mıydı bilmiyorum ama ikisini de istemiyordum. Fetih’le aynı evin içinde iki yabancı olsak ben iyileşecektim sanki. Tek dermanım buydu gibi hissediyordum. Eskisi gibi olmak istiyordum artık, bu halimi zerre sevmemiştim. 

Sesimi çıkarmadım, saçımla uğraşıp uğraşıp giderdi belki, öyle parmaklarının tutamlarımın arasından tarak gibi geçmesini, ara ara parmak uçlarıyla başıma baskı uygulamasını hissetmeye çalıştım. Her şeye rağmen bunun iyi geldiği aşikârdı, öyle ki elini itmeye bile tenezzül etmiyordum. “’Ben de sana masaj yapayım mı, başının ağrısı geçer biraz.” 

Çok isterdim o an, ben sana çok yaptım sen de bana yap demeyi. Onun benim dizlerime yattığı gibi yatar sonra da uyuya kalırdım. Yeter ki biri saçlarımla oynasın ya da başıma hafif hafif baskılar yapsın. Ama hayallerle hayatlar hiç örtüşmedi. Sesimi çıkarmadan başımı iki yana salladım. Başımın ağrısı bir masajla geçmezdi belki ama hafiflerdi. Fetih sussa bir ihtimal uykuya dalacaktım hazır saçlarımla uğraşıyorken ama bir yandan uykumu getirirken bir yandan uykumu açıyordu. 

“Benim yüzümden mi hasta olsun Efsun?” diye sordu az önce bunu yüzüne vurmuş olsam da, bu hasta halime bakarak daha bir vicdan azabıyla söyledi bunu. Masaja cevap verdiğim gibi buna da verdim. Başımı aşağı yukarı salladım. O da üzülseydi. Onun da kafasının içi susmasaydı. Delireceksek bu beş ayın sonunda beraber delirmeliydik. Yıpranacaksak da beraber olmalıydı. Tek zararlı çıkan ben olmak istemiyordum. Bencil bir insandım zaten ama bu en bencil hissettiğim bir dönemdi. 

Benim gözlerim kapalıyken o ne yapıyordu bilmiyorum ama nefesi bu kez çok yakında olmasa da boyun girintime döküldü. “Bir konuşsak hallolurdu her şey.” 
Tırnaklarımı önce yorgana geçiriyor sonra gevşetiyor, aralık vermeden bunu tekrar ediyordum. “Bir dinlesen, ne perişan olurduk ne de hasta Efsun. Bak en çok kendini zehirliyorsun, konuşmayı bile bıraktın. En azından konuş, konuş ki zehrin sana kalmasın.” 

Susacaktım, saçlarımla oynayıp oynayıp gitmesini bekleyecektim ama illa ki dayanamayacağım raddeye getiriyordu beni. Derin bir nefes alıp gözlerimi açtım önce, sonra bedenimi hareket ettirmeyip başımı ona çevirdim baykuş gibi. Tahmin ettiğim gibi mesafeyi epey düşürmüştü. Bu saatten sonra ancak zaten fiziksel mesafeyi düşürürdü, aramızda dağlar yerli yerindeydi zaten. 

“Değdi mi?” diye sordum öylece. Bu soru hiç içimde büyümemişti, doğmuş doğduğu gibi de çıkmıştı benden. “Şu hale gelmemize değdi mi? Sadece merak ediyorum, bazıları için ya da başka bir şey için biraz olsun değdi mi?” 

Resmen içten içe titreyerek baktım gözlerine. Cevabından korkmak mıydı bilmiyordum bu ama yine de sonucu ne olursa olsun duymak istiyordum. Değdiyse onun gözünde herhangi bir şey, ne hissedecektim bilmiyordum ama tüylerim bile diken diken oldu cevap verene kadar.

“Asla,” dedi kendinden emin ve sanki o benden önce kendine bu soruyu sormuş gibi. “Sana yemin ederim bin kişi için bile değmezdi şu seninle girdiğim bataklık. Efsun,” dedi yine adımı içli içli seslendirirken. Ben bana dümdüz sadece Efsun desin istiyordum. Böyle hiçbir duygudan nasibini almamış şekilde. Sıradan. “Bırak günleri tek bir saat bile seninle bu duruma düşmeme değmez kimse.”

Sanki o kimsenin içinde herkes vardı. Tavırlı tavırlı onu izledim bir süre. Zehir gibiydi günler bizim için. Ben böyleydim işte, kendi kabuğuma çekilince açamıyordum kolay kolay kapıyı kimseye. Hele de kapıyı kapatmama sebep olanlara. Çocukken de böyleydim, annem affetmenin büyük bir erdem olduğunu söyler dururdu. Çok kurmuştu bana bu cümleyi, demek ki bendeki eksikliğini o da farkındaydı. Bazen merhametim önüne geçer, iki güzel cümleye kanardım bazen de böyle ketumlaşır affetmek nedir bilmezdim işte. 

Fetih gerçekten haklıydı belki de. Ona çok daha gaddardım. Değil af, dinlemek bile aklımdan geçmiyordu henüz. Konuşmadan hiçbir şey hallolmayacaktı, bunu bilmeme rağmen tavrımı bozmuyordum. 

“Konuşmak için ısrarımı sürdürmeyeceğim şimdilik  hastasın diye, zorlamayacağım seni.” O üstte ben altta öylece ona bakıyordum. “Biz elbet konuşacağız ama ya şimdi kalk ye bunları ya da ben seni sırtıma attığım gibi hastaneye götüreceğim. Aşağıdakilerin haberi var kimse de engel olmayacak. İstediğin kadar bağır. Zaten küçük bir şeysin, atar sırtıma götürürüm hemen. Hiç zorlama, son kararım bu.” 

Ne?

Küçük bir şey misin?

Ya sabır... Ya sabır...

“Akılla boyun ters orantılı olduğunun en büyük kanıtıyız biliyorsun değil mi?” 

Bilmiş bilmiş bana baktı, işin doğrusu serseri serseri. Burnumu sıkacakken engel oldum “Kızım ben senden kaç sene önce mezun oldum ama ters orantıyla doğru orantıyı hala karıştırmıyorum, kimdi senin matematikçin?” elimin tersinde olması bir işaret olacak ki direkt olarak ağzını hedef aldım ama bileğimden yakaladı gülerek. 

“Tamam tamam,” dedi oldukça eğlenirken. Evet, eğleniyordu. “Tamam hadi kalk bak süt soğudu. Hadi kalk.” Benim kalkmam için komut veriyordu ama yine beni bir kilo salatalıkmışım gibi koltukaltlarımdan tutup bir çırpıda kaldırdı oturur pozisyona getirildim. Ben zayıflamış mıydım yoksa formdan mı düşmüştüm? Niye böyle çat pat beni hemen kaldırıyordu ya? Küçük olma ihtimalim yok diye zaten onu söylemiyordum. Mantıklı iki ihtimal kalmıştı. Artık ikimizin de sırtı peteğe yaslıydı, tepsi onun kucağındaydı. 

“Rahat mısın?” diye sordu. Gözlerimi tepsiye diktim boş boş. “Yersem bırakacak mısın artık beni?” zaten özellikle bunun için yiyordum. Ona değil de tepsiye bakarken “Hadi Efsun.” Dedi sadece sütü bana uzatırken. Bardağa baktım istemeyerek. 

“Efsun’un annesinin mi süt?” soru bir an o kadar garip geldi ki, kıkırdayacak halim olsa kesin gülerdim. Gerçi onun da sonu ağlamaklı biterdi. “Yok ben içemem onu Efsun’un hakkı o.” Usulca taze sıkılmış portakal suyuna uzandım ama içemeden geri alındı elimden. 

“Fesuphanallah.” Dediğini duydum. Ona değil üzerimizdeki yorgana bakıyordum. “Efsun ödüm kopuyor zaten vejetaryen olacaksın diye, level atlayıp veganlığa yürümüyorsundur inşallah.”

Bu adam sahiden boş zamanlarda böyle saçma şeyleri mi düşünüyordu?

“Maşallah yararlı olan tek bir yaşam biçimine bile saygın yok. Hiç şaşırmadım.” Dudaklarını ıslattı ağır ağır. Söyleyeceği çok şey vardı da söylemeyeceği de her halinden belliydi. 

“Şimdi seninle bunu enine boyuna konuşurdum da yarına vegan olarak uyanırsın diye hiç bu riske girmiyorum. Ne desen haklısın, senin lafının üstüne gelip kapının önünde havlayan kopeğin dilini si-“ omzuna yumruk attığımda ancak susabildi. Gerçekten bu Fetih’i küçükken hiç dövmemişlerdi. Biraz dayak yeseydi bunların hiçbiri yaşanmazdı. Yüzünü sabır dilercesine sıvazladı. Sonra konuşmadan sütü bana uzatırken başımı yine iki yana salladım.

“Efsun diğer ineğin sütü bu, hadi bak zorluk çıkarma. Buz gibi oldu elime.” 

"Sana inandığımı düşünmüyorsun değil mi?" Sütü net bir tavırla almamaya devam ettim ama başka bir şeyi de almaya devam etmedim.

"Ulan bana güvenmiyorsun da babaanneme de mi güvenmiyorsun?!" Sesi hiddetlenmekten çok sitemkâr çıkmıştı. "Yeni doğum yapmış ineğinin sütünü almaz. Senin için bile." Sonuna iliştirdiği minik cümle böyle minik minik beni gülümsetecek gibi oldu da izin vermedim.

Çenemi hafifçe dikleştirip "Sultan babaanneye güveniyorum, yanlış anlaşılma olmasın." Diye belirttim Fetih'in elimde buz gibi oldu diye ağladığı ama benim elimi biraz yakan sütü alırken.

"Eyvallah ya," dedi Fetih. "Küfür etmeden küfür etmenin yolunu yordamını bulmuşsun diyeceğim de artık zaten küfür de etmeye başlamışsın. Küfür yuva yapmış kızım senin ağzına, yuva!"

Son cümlenin Fetih tarafından bana kurulacağını bilsem zamanında bu olaya ağzımla bile gülmezdim. Öyle ki hazırlıksız yakalandım sütü içerken son cümleyi duyduğumda karşıya diktiğim gözlerim fal taşı gibi açıldı.

Saçlarımı savurarak ona döndüğümde "Hadi oradan be," diye çıkıştım. Hemen karşılık verdi. Gözlerini dudaklarımdan alıp gözlerimi çevirerek.

"Çirkeflik de var."

Onun taklidini yaptım dışarıdan kendimi izlesem utanacağım şekilde. "Çirkiflik di vir. Yalancı köpek! Defol!" arkadaş grubunun torbacısı gibiydi Fetih. Bütün grubu kötü etkiliyor aileler tarafından görüşme o çocukla diye telkin edilen o şahıstı.

"Hakaret zaten en başından beri vardı. Senin içinde varmış kızım bu, senin içinde varmış. Ben sadece çıkarmana zemin hazırladım." Dikkatini dağıtan bir şey varmış gibi yine dudaklarıma baktı. Kendimi işaret ettim.

"Benim mi içimde yatıyormuş? Benim ailemin soyu saraya dayanıyor sen neyi anlatıyors-" aniden işaret parmağını dudaklarıma bastırdı.

"Bir dakika," dedi ciddi bir iş yapmak üzereyken. Sonra aniden parmağını üst dudağımın üzerinde gezdirdi. O an hissettim dudağımın üzerindeki ıslaklığı. Muhtemelen süt bulaşmıştı. Dudaklarını yaladı Fetih ciddi bir ifadeyle. "Dikkatimi dağıtıyordu." Dedi geri çekilmeden hemen önce. "Şimdi söyle." Dedi işini gördüğü baş parmağına bakarken.

Düzen manyağı ruh hastası.

Ne söylediğim sanki seneler geçmiş gibi aklımdan çıktı birkaç kelime geveledim önce ve en sonunda olayı baştan aldım. "İşte bak tüm bu olanlar senin beni ne kadar kötü etkilediğinin kanıtı. İzmir hanımefendisi çizgimden çıkıyorum senin yüzünden. Kendin bozuksun, beni de bozuyorsun. Yalancı olmana değinmiyorum bile."

Bir an iki parmağı burnumdan yakalayacak gibi oldu ama bana doğru gelen parmakları seri hareketlerle ısırmaya yeltendim. Biraz başardım da, ki ben başaramazsam o başaracaktı. Fetih elini geri çekmek zorunda kalırken pis pis bana baktı çekinmeden. Sanki durup dururken yapmışım gibi.

"İzmir hanımefendilerine eşlerini ısırma yetkisi veriliyor galiba?"

Başımı salladım ağır ağır. "Evet canım," Dedim gözlerimi deviririken. "İzmirlilere özel, Ata'm verdi bu hakkı. Yalancı ve köpekse bu hak doğuyor. Ayrıca ne eşi ya? Eşmiş." Önüme döndüm yüzümü ondan çekip sütü hızlı hızlı içerken. Hızlı hızlı içmezsem hızlı hızlı konuşacaktım.

"Çıkar kimliğini." Dedi her zamanki gibi. Ne zaman böyle desem 'çıkar göster' diye bağıran adama dönüyordu. Baygın baygın karşıya bakmaya devam ettim.

"Yaptım bir hata." Dedim açıkça. "Şimdiki aklım olsa çok sevgili aşiretine yeni bir akım getirir kendi soyadımda kalırdım. Düşseydiniz bakalım kendi kendinize. Ah aptal Efsun, ah..."

Zaten kötü gelindim en fazla kudurtma miktarım artardı. Ya Zühre Karadere? Hem kudurup hem sevinirdi. Zaten ruh hastasıydı hepsi delirirlerdi işte nasıl aklıma gelmezdi.

"Ha ben de buna izin verirdim?" Sorusu geldi hatta ukalaca bir üslupla.

"Ha bende senden izin alırdım?"

Sesi ukalaca gelmişti, yüzüne bakmasam ihtimalin bile bir Karadere'yi nasıl kudurttuğunu canlı göremezdim. Dudakları bile gerilmiş, yüzü neredeyse renk değiştirmişti. Ama yine de güldü. Güler gibi oldu. "Oo," dedi gülerek. Dudaklarını ezdi, dilini döndürdü ağzının içinde etrafa bakındı bir an ve sonra işaret parmağı havalandı hafifçe. Ya da eli. Karmakarışık bir şeyler yapıyordu. Anlayamıyordum.

Birkaç kez konuşacak gibi olup toparlayamadı. Gözümün önünde bir ihtimalle mi bu kıvama gelmişti? Ben nasıl bunu zamanında akıl edememiştim ya?

"Yani o, onun olasılığı uzayın içinde yok sana öyle söyleyeyim. Onu unut sen önce. Tamam mıyız? Unut onu sen. İhtimali yok onun doktor."

Saniyesinde doktor oldum. Bu söylediğimin bu kadar büyük bir sarsıntı yaratacağını bilsem şimdiye kadar çok defa kullanmıştım.

O sinirini kamufle etmek için gülümsedi ben daha çok sinir etmek için. "Ataerkil zihniyetini al başına çal. Yarın veririm dilekçemi, artistlik yapma bana. Aklını alırım senin, bir bakmışsın sen benim soyadımı almışsın."

Evet yarın veririm dilekçemi biz boşanana kadar ancak sonuçlanırdı. Ama bu korku bile Fetih'i kahredebilir miydi? Ederdi. Yapılabilir miydim? Olabilirdi.

Birkaç kez konuşmaya yeltendi de sustu. Konuşursa benim daha çok kışkırtılacağımı bildiğinden ve ne söylediğini bilmeyecek kadar iradesiz olduğundan susuyordu. Emindim buna, hem de adım kadar.

"İç, iç sütünü iç." Dedi sadece sonra eli ağzına gitti. Ben yüzünü sıvazlar sandım ama hayır tırnak kemirecek gibi oldu. Gerçekten bunu yapacak gibi oldu. Gözümün önünde kuduruyordu. Sütü gözünün içine bakarak höpürtede höpürtede içtiğim de gözlerini devirdi açıkça.

"Efsun Zorlu." Dedim dilimi üst dudağımda gezdirirken. Şimdi yine dikkati dağılmasın da söylediklerim tam sıksın canını diye. Yüzde yüz verim alayım diye. "Çok iyi yani. Ben zaten soran olursa hep öyle diyorum. Hiç seninkini kullanmadım. Karadere," yüzümü kekremsi bir ifade aldı. Sessiz bizi dinleyen bu ifademe karşı sütün bozuk olduğunu düşünürdü.

"Kulağa bile güzel gelmiyor. Çok şey," parmaklarımı şıklattım düşünceli düşünceli. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki aniden kapıyı çarparak çıkacaktı. "Anlatamıyorum da. Ataerkil bir soyad izlenimi veriyor. Garip bir şekilde. Bir de aşiret olduğu çok çabuk hissediliyor. İtici yani. Mesela Kara soyadı güzel. Bir savcı karakter vardı bir dizide. Soyadı Kara'ydı, çok havalı bence. Zeliha şu an bir geometri hocası da izliyor onun da soyadı Kara. Aşırı asil duruyor. Hiç sizinki gibi değil. Efsun Kara." Duraksadım tekrar sütü hopürdettim. Bu sesten nefret eden Burcu şu an burada olsa kafamı duvara geçirmişti. Ama Fetih resmen dudak kemiriyordu.

"Olabilirmiş aslında. Valla hoş oldu yani. Efsun Zorlu Kara. Oldu cidden. Ben bunu ileride düşüneyim ya. İlki isteğim dışı oldu seçemedim, ikincisinde iradem olacak. Gider bulurum o soyaddan birini. En kötü yaz o soyadı sosyal medyaya, at mesaj. Tak tak tak yürü. Bana cevap vermeyen adamın başı bağlıdır. Gerisi zaten bende"  Tekrar ve tekrar höpürdettim ama artık istesem lıkır lıkır içeceğim kadar ılımıştı. İnadına yapıyordum. Kaşlarını çatmış, ip gibi olmuş dudaklarıyla bana bakıyordu. Yüzünün gerildiğini de bana inceden rahat imajı çizmeye çalıştığını da farkındaydım.

Göz kırptım "Ha Fetih?" Dedim sanki fikrine çok önem verecekmişim gibi. "Ne dersin?"

Bir süre ifadesini bozmadı bakıştık. Ben hala sütü höpürdettim bu arada. Gözleri buna kaydı. Oraya baktı bir süre, ben daha çok çıkardım bu sesi. Aniden o ifadesi gülerek değişti. Avuç içlerini yatağa bastırmıştı zaten. Gülüşünü başını geriye atarak taçlandırdı gözleri tekrar beni bulurken başını iki yana salladı. Hissediyordum üstünlüğü eline alacaktı.

"Hoşuma gitti." Dedi aniden. Öyle bir şey söyleyecekti ki sanki sütü sinir bozucu şekilde içmeyi bırakacaktım. Duraksamamak, ona kulak kesilmemek için çok zor tutuyordum kendimi. Bir hala ağzımda tuttuğum bardağa bir gözlerime bakarken beklediğim bomba patladı.

"Gölgem üstünde olacak desene. Yazık olacak adama, benim soyumdan çıktık yola onu seçmek için. Halbuki bilse senin her Kara dediğinde aklına ben geldiğini kahr-"

"Senin o zamana kadar adın sanın kalır mı sanıyorsun bende?"

Öyle çabuk tırnak çıkardım ki... İçim içimi ezmeden, kulaklarım uğuldamadan alacağım randevuları bu şehirdeki hastaneye çekmeyi düşünmeden kestim onun lafını. "Sen kimsin ki?" Diye devam ettim. "Bir ay boyunca gözümün içine baka baka beni enayi yerine koyan adamın ötesinde nesin ki sen? Ne diye gölgeni üstünde tutacağım ben senin? Senin soyunmuş. Senin soyunun esamesi kalır mı diye sor bakalım bana."  Hiç acımadan ağzıma ne gelirse bir bir söyledim.

Gözlerimiz, bir bıçak gibi birbirimizin üzerinde oldukça tehlikeli bakışlarla birbirimizi izliyorduk. Hangimiz kan çıkarır orası muammaydı.

Aniden elimdeki süt bardağına uzandı, iki yudum kalmış sütü tekte shot atar gibi ağzına yuvarladı.

"Hakkım helal ama Efsun, gavur gavurun günahını almıyordur bu kadar." Bardağı tepsinin içine bırakırken meyve suyunu uzattı. Öylece beni izliyor ama kızgın mı kırdın mı umursamaz mı anlamak mümkün değildi.

En büyük sorun da buydu belki. Ben Fetih'i hiç anlamıyor, seçemiyordum.

"Sana tek bedduam bu gaddarlığın da bir bana olmasın." Söylediklerim gaddarca gelmişti. Elinden bardağı aldım tepki vermeden. Ne kadar C vitamini varsa mutfakta hepsini sıkmıştı. Tek yudumda anladım bunu.

"Sefayı sürecek herif de bin gece cefasını çeksin. Öyle kolay olmasın saadeti. Her yaptığı teker teker burnundan gelsin de, tek hatası bile vurdu kırdıya gitmesin. O bunları yaşarken de senin zerre vicdanın sızlamasın. Müstahak gör her şeyi ona da." Nerede ne demek istiyor, neyi ima ediyor neyi istiyor bilmiyor sadece dinliyordum. Tek anladığım gelecekteki karşı taraf için iyi temennilerinin olmadığıydı.

"Seni zerre ilgilendirmez bu," Dedim. İleriye dair birbirimizi ilgilendiren zerre bir şey olmasın istiyordum. Konuyu ben açıyor, taşlar onun ağzından bana yönelince yine ben kapatmak istiyordum. "Ama yine de ben senin gibi değilim. İlerideki kadının zerre kötülüğünü istemem."

Cümlem yarım kalacak sandım. Aniden boğazımın yandığını hissettim. Ne çok limon sıkmıştı böyle. "Bana yaptığını yapma ona, alıp ceketini çıkar. Bu kadar değersiz hissettirme, aynı soyadını taşıyacağın insana. Tabi kadın aklını kullanıp kendi soyadını kullanmak gibi bir şe-"

"İzin vermem." Diye cümlelerimi tamamlamadan böldü beni. O kadar net ve tavizsizdi ki kestirip atıyordu. Bardağı ben de tek yudumda içtim. Belki de onunla evlenecek kişi zaten o soyadı çok beğenen biri olurdu. Olabilir miydi? Olabilirdi. Hatta o kadar mümkündü ki şu an kendimi taş kesilecek kadar sıksam da zihnimde oluşacak görüntüyü engelleyemiyordum.

"İsterse kendi soyadını da korusun isminin yanında ama sonunun neyle biteceği tartışmaya açık değil. Uzatma bu meseleyi, ne kadar keyfimin kaçtığını tahmin bile edemezsin."

Üstten üstten yersiz cümlelerini umursamadığımı belli edercesine onu izliyorken "Umarım zamanı gelince vereceğim dilekçenin aynısını yazmak için bana ulaşır bende büyük bir zevkle yardımcı olurum."

Bunu hayal etmek, sahiden cümleyi ben kurmamışım gibi dışarıdan hayal ettirdi bunu bana. Yardımcı olur muydum? Evet. Büyük bir zevkle mi? Kesinlikle hayır. Kesinlikle. Kendimden bile saklayamayacağım kadar netti bu.

"Dilekçe milekçe yok Efsun." Dedi gözlerini benden çekerken. Ödü kopuyordu, ödü. Yapabilme olasılığımın ne kadar yüksek olduğunu biliyor, engel olamayacağına eminken sesini kısık tutuyordu.

Biliyordu mesela. Sesini yükseltse şu an bana, yarını beklemez şimdi ayaklanırdım.

"Yarın sana adliye önünden fotoğraf atarım, meraklanma."

Bardakları çarpa çarpa tepsiye koydu. Hareketleri bir robot gibi aniden duraksıyor, gözlerini yumup sanki aniden suratına soğuk bir darbe yemiş gibi kafasını iki yana sallıyordu. Bu şey mi demekti?

Fetih'in de mi makinesi bozuluyordu?

Tamam onun için de randevu alırdım.

Gözlerim saniyeler içinde kısıldı. Tabi ki almazdım. Kimi kandırıyordum? Defolsun gitsin fırında işe başlasın elbet bir doktor müşterisi olurdu.

Başını eğdiği tepsiden bana çevirdi tak diye. Kaşlarını indirip kaldırdı. Komik miydi korkutucu muydu seçemiyordum. Hani psikopatların da bazen kaliteli mizah anlayışları olurdu ya. O bakımdan.

Hafifçe tebessüm etti. Ya da sırıttı. Ama gülmedi.

"Adliyeye giden tüm yollar kapalıymış yarın," aldığı meyve tabağını ikimizin arasına koydu ve tamamladı cümlesini. "Ben kapattım."

Aynı gülümseme aynı şekilde benim de yüzümde oluştu. Her an birbirimizin yüzüne kahkahalarla gülebilir hemen ardından birbirimizi boğazlayabilirdik. O da aynı şeyi mi hissediyordu bilmiyorum ama bu an bende en iyi böyle anlatılabilirdi.

"Ertesi gün giderim." Diye karşılık verdim. Bu bir altta kalmama savaşıydı artık.

"Sana sonsuza kadar kapalı, bekleme yarınları."
Önümde iki cevap ihtimali vardı. Birincisi aylar sonra kesin olarak o adliyeye gideceğimiz ikincisiyse bu ihtimalden uzak konu çizgisinden giden.

İkincisini tercih ederim.

"Bende avukat arkadaş bol. Tek telefonuma bakar."

Başını geriye doğru attı, bir huhladı. Tavanı izledi  bir süre. Sanırım ilk boğazlayan Fetih olacaktı.

"Nereden geldik biz bu konuya?" Diye sordu. Ne yani devam etmeyecek miydi? Bana baktı sakince. Boğazlamayacaktı sanki.
"Beni kışkırtıp dediğini yapmak için kendine neden çıkarmaya çalışıyorsun ama yemezler." Eline portakal aldı ağzına attı. Sağlam bir konuşma yapmak için başımı daha da dik tutarken benim de ağzıma sıkıştırdı tadı epey tatlı olan bir portakalı.

Ama bu bana engel miydi? Asla. Yine konuşmak için ağzım aralandı ama o kadar atik davranıyordu ki ben ağzımı konuşmak için açıyor ama o kendi lehine kullanıyordu. İkinci dilim sıkıştırıldı ama bunun tadı çok ekşiydi mesela.

"Can boğazdan gelir ye." Dedi üçüncü dilim de ağzıma girerken. Dördüncü de gelmeden ki yer kalmamıştı nereye girebilirdi bilmiyordum, ağzımdakini çiğneyip konuşmaya çalışsam da boğuluyormuşum gibi sesler çıkarmanın ötesini gitmedik.

"Hiç anlaşılmıyor ki Efsun ya," dedi Fetih sanki buna gerçekten üzülmüş gibi.

Karaktersizlik nedir?

Fetih'le alakası nereye dayanmaktadır?

"Bir daha söyle anlayamadım." Diye alay ederken hala, portakal tuttuğu eline vurduğumda yine de pes etmeyip konuşmaya çalıştım. Bu onu güldürmekten başka bir halta yaramadı çünkü ben gerçekten boğulur gibi ses çıkarıyordum. Kahkaha attı, kısılan gözlerine bakarken ağzına vuracakken hem darbemden kaçtı hem de elindekini ağzıma itti.

Tamam tek bir ihtimal kalmıştı.

Üstüne kusacaktım.

Tamamdım ben.

Aniden üzerine doğru atladığımda bunu beklemiyor olacak ki o zaten gerideydi darbemi yememek için, ben zaten dengesizdim, üzerine düşecek gibi oldum ama beni tuttu. Yani en azından ağzımdakini onun üzerine bırakacağımı anlayana kadar. Ben tam bu onun fazlaca hak ettiği iğrençliği yapacağım an elini ağzıma öyle bir kapattı ki biri beni kaçırmadan önce yapsa bu hareketi yemin ederim bu kadar olmazdı. Baya yüzümün yarısını kapladı eli ve geriye doğru devrilmemiz kaçınılmaz oldu. İrileştirdiği gözleriyle "Sakın." Derken ağzımı değil yüzümü kurtarmaya çalışıyordum.

"Yut onu Efsun, sakın!" Dudaklarımı mıhlamıştı birbirine sadece burnumdan nefes alabiliyordum. En azından iki saniye öncesine kadar. Burnumu da kapattı aynı anda. Aynı eliyle hem ağzımı hem burnumu kapatıyor ama ben iki elimle zor dengede kalıyordum.

İşin sonu iki kapıya çıkıyordu. Ya ben bir yerden sonra nefes almak için paşa paşa yutacaktım ya da Fetih'in gözü önünde ölecektim ve o katil olacaktı. Ve sonra kasten adam öldürmeden müebbet.

Tamam hangi ihtimalin mantıklı olduğu gayet belliydi. Tek sorun nefes almayı refleksten çıkarıp boğulmama izin vermemdi.

🍊🍊🍊

Portakalın üzerine dökülen balla her yiyişimde ellerim batıyorken hiç silme gereksinimine girmemiştim. Öyle çok da kirlendiğini de farkında değildim. Ta ki Fetih parmaklarımı tek tek ıslak mendille siline kadar.

"Nasıl, hoşuna gitti mi balla portakal?" Ona bakmadan yalan bedava ya başımı iki yana salladım.

Üzerine kusamamıştım. Paşa paşa yutmuştum.

"Yalancı," dedi keyifle. Sonra ağzımı da sildi. Zaten yemeye devam ediyordum, ben bitince silecektim yine ne batmıştı bu ruh hastasına?

"Fırın da yaptığım da peynirli pide de aşırı iyiydi. Ne kaçırdığını bir bilsen şimdi bana yalvarıyordun bir daha gidelim diye."

Alacağım ısırık daha da küçüldü, portakalın üzerindeki balı yaladım. Silik bir gülümseme peyda oldu önce, sonra kaşlarım yavaşça havalandı. Dudaklarıma bulaşan balı yalarken ağzımın içinde söylendi. Ama anlaşılmadı.

"Fırına gitmek istiyorum diyemeyen de, bana yalvarırsın diyor."

Fırına gidip nimeti havaya atmalı oyunlar oynayayım, şov yapayım, aptal gibi hiç durmadan güleyim diyemeyen de peynirli pide diyor.

"Çocuk gibi balı dudaklarına yedirme bu bir, lafı ağzında yutma bu da iki." Dudaklarımı şap şap yalayarak ona döndüğümde göz göze gelmedik. Çünkü çıkardığım ses dikkatini dağıtıyordu.

"Diyorum ki," Dedim yüksek sesle. Karşımda sağır varmış gibi. "Sen fırında çalışsana ya özlemiş gibiydin. Keyfin çok yerindeydi. Git sen git. Fırına git."

Şap şap yapmayı bıraktığımda elimi yüzünün önünde salladım bana baksın diye. Yüzüme bakacağı yoktu. Gözlerini kırpıştırdı ve yine o günkü gibi tepki verdi. "Hı?"

Hipnoz mu oluyordu?

Çıkardığım sesten mi?

Dudaklarımdan mı?

Dudaklarımdan mı derken?

Gözlerim kısıldı ne düşündüğümü anlayamadım bir an. Kendimi hızlıca bu sorudan uzaklaştırıp ardı ardına konuştum. "Fırına git sen diyorum. Baya eğleniyordun özledin herhalde o ortamı. Çalış birkaç gün ciroya destek at. Pide yapmana da gerek yok üstelik, seni ekmek yerine rafa koysalar da iş görürsün zaten. Gerçi gülmeli, kahkahalı, havaya hamur atmalı şov yaparsan da iki kat iş görürsün. Keşke çarpılsan Fetih ya. Bak yanlış anlama beddua etmiyorum ama Allah sen misin nimetle oyun oynayan deyip keşke çarpsa seni. İlik olsa delik. Keşke ya. Allah büyük bak. Sen git ben buna dua edeyim. Keşke çarpılsan. Keşke ya. Şu an daha çok istediğim başka bir şey yok. Bak o zaman erik mi oluyorsun yoksa hıyar mı? Keşke çarpılsan ya. İbreti alem olarak seni paylaşırım sağda solda, keş-"

Neredeyse gözlerimi kapatmış iki yana sallana sallana ayin yaparken ağzıma bir el örtüldüğünde anladım başka bir yöne bakarken konuştuğumu.

"Ne oluyoruz ulan?" O bozguna uğramış sesin sahibine çevirdim göz bebeklerimi. "Sana yemin ederim bak ülkedeki tüm torbacılara seni sormama ramak kaldı Efsun. Kafan mı güzel kızım senin?" Benden artık korkuyormuş gibi bakıyordu. "Ne kullanıyorsun söyle bana, söyle gidip onu sana vereni sike sike geberteyim. Sonra da yolu yordamıyla kurtaralım seni bu beladan."

Düşünüyordu. Gerçekten düşünüyordu. Madde kullandığımı.

Fark etmeden öyle bir şey söyledi ki, bir arkeolog gibi kimsenin bilmediği bir alan profesyonelce kazıldı, içim deşildi. Her şey bir an o kadar saptı ki andan hamilelikten şüphelenerek gittiğim hastaneden rahmimi vererek çıkmış gibi hissettim aniden. Ellerim saniyeler içinde buz kesti. Olaydan koptum, bir an toparlamak tek ayakla cambazlık yapmaya benzedi ve kulaklarım uğuldadı.

Ama bu bir tesadüf, ama bu bir denk geliş, ama bu bir evrenin oyunu. Ama ve ama en kötüsü. Temeli aynı atılmış iki an farklı sanatçılarla çok farklı binaları çıkarttı ortaya, beynimin içindeki enkaz canlandı. Sarsıldım bir an. Ruhumu tırnaklayarak aldım içine düştüğü andan, bu o kadar zor oldu ki tırnaklarımın içleri kanla doldu.

Beynimi susturmak, rahmi alınmış o kadının hamile kalması kadar imkansız geldi o an. Ama bu imkansızı Fetih kendisi sağladı. Aniden dudaklarını alnıma bastırdığında "Ateşin var galiba."  Dedi.

Konu o kadar büyük bir hızda yüz seksen derece döndü ki feleğim şaştı.

Dudaklarını hissettiğim yerde avucunun içine hissettim, saatlerce eziyet görmüş gibi kaslarımın sızladığını hissediyordum. "Anlamıyorum ki ben var mı yok mu?" Yanaklarımı avuçladı yüzüme baktı. "Havale mi geçiriyorsun? Bakma bana öyle, ne oldu?"

İlk çocuğunda telaşla acile koşan ebeveynler gibi çaresiz ve tedirgindi. Tepki vermem lazımdı. Tepki vermem lazım, şu ana geri dönmem lazımdı.

"Saçmalama Fetih."Dedim önce ellerini yüzümden kurtarmak için çırpınırken. "Ne havalesi?"

Ateşimin olmadığını o da farkındaydı ve ona mantıklı gelen o saçma şeyi söyledi.

"O zaman haplandın."

İçimdeki bulantıyı ondan saklamak için çabalarken eline vurdum. Bunu yapardım. Böyle hissetmesem bunu yapardım. Tepki vermem lazımdı. Tepki vermem lazım, şu ana geri dönmem lazımdı. Bir an yolumu şaşırmış ama geri dönmem lazımdı.

"Sen şu an devlet memuruna ne dediğini farkında mısın?" Şakaya vurmuyor oldukça ciddiydim.

"Bizim bir düğmemiz iki yıl."

Sağlıkçıların hariç.

"O yüzden saçmalama. Ayrıca her seferinde olayı saptırmak için aynı taktik. Fırına git diyorum başka bir şey demiyorum Fetih. Bir haftaya fenomen olursun. Git sen git fırına."

Mümkün oldu. Sahiden az önce imkansız diye nitelendirdiğim şey dilimden çıkan bir cümlenin devamında mümkün oldu. Saptırdığım yolu buldum. Hiç beklemediğim anda bana fenomen kelimesi pusula oldu. Ana döndüm. Gerçek anlamda.

Öyle mi kafamın içinde aniden üst üste twitler atıldı.

'Sizce ben bir fırıncıya aşık olmuş muyumdur?'

Fetih'in hamuru havaya atarken çekilmiş bir fotoğrafı...

'Nerede bu fırın aşk hemen söyle eve ekmek lazım'

'Çıtırın instası'

'Böyle fırıncımız oldu da biz mi ekmek almaya gitmedik?'

'Fırıncı Ahmet ustadan sonra bu adamı gören benim sıfat-ı eşgal-ü ekmekiye'

'Canan Karatay'ın ekmek düşmanlığını bitirecek cinsten'

'Her yakışıklı erkeğe eve ekmek getirmez diye çamur atan erkekler şok!'

'Diğerleri e*kek bu erkek'

'Yalnız adam baya hot'

'Büyülü bir fotoğraf... Kimisi çerçeveletip duvarına asar , kimisi kalbine. Ben kalbime astım.'

SUSMUYORDU KAFAMIN İÇİ NASIL ALACAKTIM BEN BİLDİRİMLERİ SESSİZE?

Bu da soru muydu?

TABİ Kİ BUNU DA FETİH YAPACAKTI!

Ben kafamın içiyle boğuşurken dışarıdan ne tepki veriyor ne yapıyor, Fetih ne düşünüyor zerre bilmiyordum ama onun önümden kalkmak için ilk hamlesinde koluna nasıl asıldığıma ikimiz de şaşkınca baktık ve sordum. Dehşetle.

"NEREYE?!"

Beynim daldan dala atlayan bir kuştu. Yetişemiyordum. Az önce depreşen bir anı, şimdi susmayan bildirimler. Ben deliriyor muydum?

Kolunu yakaladığım elime baktı. Çok garip bakıyordu. Bana kendi aklımı sorgulatacak kadar garip hem de. Belki de doğru bakıyordu. Ben değil miydim randevu alacak olan?

Gözlerini bana dikti ve korktuğum şeyi söyledi.

"FIRINA?!"

Elimin altındaki derisini oyun hamuru gibi ezdim, omuzlarım düştü. Gerçekten gidecek miydi?

"Fırına?" Diye sordum sadece. Gitmeye meyilliydi işte, benim söylemem de bahane olmuştu.

"Sen demedin mi kızım git diye? Bir dakikadır aralıksız bunu söylüyorsun."

Yüzümde Çocuklar Duymasın Haluk'un ifadesiyle kolunu bırakıp camı işaret ettim. "Ha beni dinliyorsun. E git kendini camdan da at. Hadi. Dinle beni git kendini camdan da at. Git at."

Bana bakarak gözleriyle küfür etti. Ruh hastasıydı zaten yakında tescillenecekti. Kapı gibi raporu olacaktı. Sonu buydu görebiliyordum.

Kendimi yatağa bırakırken yorganı üzerime çektim. Ne işi vardı fırında, gidecek miydi gerçekten?

Odanın dışına doğru adımladı, gidiyordu. "İnşallah ateşim 41 dereceyi görür." Durdu ama bana dönmedi. "Kars'ın kuş uçmaz kervan geçmez yerinde hipertermiyle boğuşurum."

Ve gitti.

Kısa ve net. Net ve acı verici. Acı verici ve göz dolduran. Yüzümü yastığa bastırdım, tutulmuş vücudumu rahatlatmaya çalışmak o kadar yersiz ve işe yaramazdı ki. Gitmişti. Git demiştim. Gitmiştim. Bunu istemiştim. Gitmişti. Fırına. Vizyonsuzca. Fırına. Şehri terketse bu kadar zoruma gitmezdi. Çıktı gitti fırına. Ateşimin yükselebileceğini düşünse bile. Gitti.

Yüzümü yastığa gömüşümün üzerinden ne kadar geçti tam saymadım ama Fetih tahminimce kabanını alıp kapıdan çıkmış ama henüz arabasına binmemişti. Adımları büyüktü boyu uzun olduğundan, zaten dakika dolmadan varır emniyet kemerini bağlardı. Kapattığım gözlerimin ardından bunlar adım adım canlanıyordu ama odaya kokusu, dokusu, adım sesleri girene kadar. Korktuğum başıma geliyor aklımdan şüphe ediyordum. Tek gözümü açtım emin olmak için. Yoksa ben daha emindim nitel olarak hissettiklerimden. Ama hayır. Gitmemişti. Elinde su bardağıyla bana bakıyordu. İlacı da  salladı yüzüme bakarak.

"Sen bana neyi fark ettirdin biliyor musun Efsun?" Dedi sakince. Sonra bana doğru adımladı, o gün içtiğim ağrı kesici vardı elinde. Oturduğunda tamamladı cümlesini.

"Ben çok sabırlı bir insan evladıymışım." Dedi. Bu cümle kestirip atamayacağım kadar doğru geldi bir an. "Senden önce bilmiyordum bunu. Yemin olsun bak. Böyle sabırdan yana zerre bir şey yok sanıyordum ben." Çıkardığı habı bana uzattığında sessizce aldım. Sonra da suyu içtim uslu uslu. Gitmemişti. Gider sanıyordum ben.

"Meğerse varmış. Peygamber sabrı varmış bende, dikkatini çekti değil mi senin de? Baya edebimle sabır taşıyım ben. Aferin ulan bana, sabırsız tahammülsüz bir pezevenk de olabilirmişim." Kendisini alkışlamak istiyor gibiydi. Evet, hatta benden bir sürü tebrik almak istiyordu.

"Bak sabırlı bir adam olmasam kafamı duvarlara vuruyordum şimdi çünkü sen adamı hasta etme raddesine getirirsin. Ama yok hiç öyle bir şey yapmak gelmiyor aklıma." Elindeki küçük kutuyu kalemi çevirir gibi çeviriyordu. "Sana akıl sır erdirecek insan daha anasının karnından da doğmadı ama bunu da bil."

Yüzüm dizine denk geliyor, yüzümün ifadesiz olduğunu düşünüyordum ama sorgulayıcı bir ifadem de olabilirdi emin değildim. Söylediklerini sorgulayıcı.

"Getirdiklerini yedim ve ilacı içtim. İzin verirsen uyuyacağım. İnebilirsin aşağı."

Aşağı. Fırına değil.

"Tamam sen uyu, ben yokmuşum gibi. Ses çıkarmayacağım ben." Cebindeki telefonu çıkarmaya çalıştığında engel oldum.

"Hayır çık. Böyle anlaşmıştık." Dibimdeyken canımı dinleyemezdim. Zaten yanımdayken susmazdık da. Hatta uslu bile durmazdık.

"Kızım durayım işte burada, hem arada ateşini de kontrol ederim Efsun."

Cıkladım. Ateşim yoktu. Biliyorduk. Hararetim geçmişti.

"Bak bana seslenmek istesen duyuramazsın sesini aşağı kadar. Kalayım ben burada."

Sırt üstü konuma gerçekten "Çıkacağım dedin çık. Uzatma bu kadar. Seslenmem ayrıca sana."

Yanımda oflayıp pofladı. Yanımda sessiz sedasız otursa ne olacaktı Allah aşkına?

"Efsun," annesini bırakamayan çocuklar gibi bahaneler üreterek bir türlü çıkmıyordu odadan. Kasten yapıyordu farkındaydım, çünkü saçma sapan sebepler sunuyordu. Ama bu kez dilinin altındaki cümle yavaşça ağzını aralayıp çıktı.

"Ben de şu köşeye kıvrılsam ya." Serdiğim yatak tek kişilikti, köşe dediği yatağın dışında kalan halıydı. Yüz üstü bir konumda ellerim karnımın üzerindeyken ağzımdan bir mırıltı döküldü.

"Hayır." Dedim oldukça netken. Çıksaydı gitseydi başka bir yerde uyusaydı çok uykusu geliyorsa neyi zorluyordu? Derdi neydi bu kadar?

Bir süre ses etmedi net bir ret yemişti. Bu sefer vazgeçecek, gidecek sandım ama hayır pes etmek nedir bilmiyordu. Hala oturur pozisyonda olduğunu biliyor, sırtımı ona dönmüyordum.

"Dün geceden beri bir gram uyudum mu diye sor bakalım bir bana."

Göz bebeklerim öylece sağa sola gitti durdu. Uyumadığını ben de farkındaydım ama beni bağlayan şey neydi? Gidip uyusaydı. Onu tutan mı vardı? Söylediklerimin yükünü kaldıramamak onun problemiydi. Benim üzerime zimmetlenecek tek suç yoktu.

"Peki bu kimin zerre umurunda değil?" Artık darılsın gücensin mi gitsin yoksa kızıp mı gitsin istiyordum bilmem ama çıksın da artık uyuyayım. Evet tek isteğim buydu.

"Dur bir düşüneyim." Dedi beni tiye alırken. Ama bunu o kadar hakkıyla yapıyordu ki düşünme payı bile verdi kendine. "Babaannemin mi?"

Gözlerimi üşenmesem açıp devirecektim o derece komik değildi söylediği. Yanımda bir hareketlilik oldu, bedenime temas eden herhangi bir şey yoktu ama sanki yastığın diğer tarafı bir çöktü.

"Fetih gideceğini söyledin." Dedim sadece. Yattığı yer sertti şu an. Tutulurdu insanın her bir tarafı. Orada uyumaktansa hiç uyumaması daha bile iyiydi. Ben düşünüyordum o düşünemiyor muydu? Eğer ki aramız bu durumda olmasaydı mutlaka bir çözüm üretirdim ama şu an için tek bir çözüm vardı benim gözümde.

"Bak ben sana hiç böyle yapmıyordum." Dedi önce, anlamlandıramadım başta. Önce biraz nefesini hissettim, kokusunu solumamaksa çölde deniz bulmak kadar imkansızdı.

Sonra aniden parmak uçları elime temas etti mümkün değildi lakin bir düğmeye basmışlar gibi tüm fonksiyonlarım duraksadı. Ardından serçe parmağımdan yakaladı. Saniyeler içinde serçe parmağımı avucunun içine hapsettiğinde ne olduğunu anlayamadım.

"Uyuyakalıyorsun yanımda, sonra yatağına yatırınca ben; tam geri çekileceğim zaman tutuyorsun parmağımdan hadi bakalım uğraş dur. Bir kez bile yaptığını yapıp itmedim ama ben seni."

Yakaladığı serçe parmağım mı daha çok dikkatimi dağıttı yoksa kurduğu cümle mi bilmem gözlerim şak diye açıldı. Kafamı çevirdim ona. Sahiden de boylu boyunca uzanmış, bedeni yerde sadece başını yastığımın üzerine koymuştu. Tabi bende kafamı çevirince burun buruna gelmemiz kaçınılmaz oldu. Bu dip dibe kalışın telaşı değil de söylediği şeyin merakı beni hemen sağ kolumun üzerine uzandırdı.

Serçe parmağım hala onun elindeydi ama o kadar söylediğine odaklanmıştı ki elimi çekmek bile aklıma gelmedi.

"Yalan söyleme," Dedim hemen. "Öyle bir şey yapmıyorum, yalancı." İnkarım biraz da kendimeydi, nasıl bu kadar çabuk kendimden yana şüpheye düştüm bilmiyordum.

Hayır...

Biliyordum.

Ama hayır hayır, bunu Fetih'e yapıyor olamazdım. Bunun için hiçbir neden yoktu. Yalan söylüyordu olamazdı. Mümkün değildi olamazdı. Kandırıyordu beni. Yalancının tekiydi zaten. Buna mı inanacaktım. Sırf ona tamam yat demem için yapıyordu.

Serçe parmağımı işin doğrusu elini hafifçe kaldırıp görüş alanımıza soktu. Göğsüm bir kuş gibi atıyordu resmen. Bunu yapma ihtimali bile beni titretmeye yetmişti. Yapmamıştım bunu, Fetih'e böyle bir şey yapmamıştım. Kendimden emindim ben, bu sadece saçma bir tesadüf belki Fetih'in şansıydı. Denk gelmişti.

"Tabi senin ellerin küçük olduğu için benim  parmağım yok olmuyor avucunun içinde. Bak seninki yok olmuş." Ellerimizi izlerken nefes almayı neredeyse durdurmak üzereydim. Gördüğüm rüyalarla zaten yeterince ihanetine uğruyordum bilinçaltımdan bir de bu kadarını da yapmış olamazdım. Hayır kandırıyordu işte. Yapmamıştım işte. Kontrolüm dışındaki her an benim bu derece yenilgimle ve yanlış anlarla sonuçlanıyor olamazdı. İnanmıyordum ki ona. Yalan söylüyordu.

Boşta olan eliyle ellerimizin üzerinde bir şeyler gösterdi ama odaklanamıyordum. Bu sefer kasıklarıma da değil karnıma ağrılar girmişti.

"Ha tutup sonra bıraktığını da sanma. Bir tutuşun var, bıraktığını ben uyanıkken hiç görmedim." Anlattıkça dejavu oluşum beni açık seçik kahrederken, yutkunamıyor itiraz edemiyordum. İçimden onun yalancı olduğunu haykırıyor ama dışıma gücüm kalmıyordu. Çünkü kafamın içi aniden yüklenilen bir telefon gibi kasmış tek bir anda kalmıştı.

Dişlerimi sıkmaktan başka yaptığım bir şey yoktu. Fetih'le gözlerimiz aynı anda birbirini buldu.

"Ben her uyandığında sana dönüğüm farkında değil misin?"
Elimi çekmeyişimden ya da tutulmamdan yüz buldu bilmiyorum ama önce ellerimizi yastığa koydu sonra kısmen yüzünü ellerimizin üzerine.

Söylediğini çürütmeye çalıştım korkuyla. Neden aklıma Fetih'in yüzünü değil de sırtını gördüğüm bir sabaha uyandığım gelmiyordu? Gelmesi lazımdı yalan söylüyordu.

"Tutuş o tutuş bırakmıyorsun bir daha. E iş güçte kalıyor, dönemiyorum bir daha odaya. Elim yatağın üzerinde uyuyorum el mahkum, artık sen ne zaman bırakıyorsun ben de bilmiyorum o kadarını."

İçim, kirpiklerim, yüreğim, hatta ellerim... Titriyordu. Birazı korkuyla birazıyla heyecanla.

"Yalan söylüyorsun," diye direttim. "Yok öyle bir şey. Tutmuyorum senin parmağını falan. Yalancı." Gözlerimi gözlerinde sabit tutmasam da yüzünde inkarıma ufak bir tebessüm karşılığı vardı, görebiliyordum. Sonunda parmağımı çekmeyi akıl ederken fazla hırçın davranmam tırnağımın yüzünü çizmesine bile neden oldu. Yine de kalkmadı, bir tepki vermedi.

"Yalancı," diye tekrar ettim. Beni kandırdığını kabul etmesini istiyordum. Başka türlüsü mümkün değildi. Kafamın içinde bir sahne canlanmak istiyor ama ben izin vermiyordum. O sahnenin Fetih'ten kaynaklı hatırlanması kadar büyük bir ayıp olamazdı. Bunun ağırlığını nasıl kaldırırdım onu bile bilmiyordum.

"Yok parmağını tutuyormuşum da..." sırt üstü konuma geçip suratını çektim gözümün önünden. Sırtım artık ona döndükken bir çocuk gibi yorganı kafama kadar çekip saklanmamak çok zordu.

Altta kalmayıp konuştu.
"Ve bunu en başından beri yapıyorsun. İlk haftaydı yanlışım yoksa. Artık aramızda rutin oldu. Yanına yaklaşmam yeter sen uyurken, kokumu mu alıyorsun artık ne yapıyorsan. Bu senin için artık bir alışkanlık Efsun."

Dişlerimi bastırdım öylece birbirine. Yapmıyorsun Efsun. Yalan söylüyor o. Yapmıyorsun. Fetih'le aranda böyle bir bağ yok ki? Şüphe etme kendinden, yapman mümkün değil.

"Yalancı köpek!" Dişlerimin arasından konuşurken ellerimi yumruk yapmış serçe parmağımı özellikle daha sıkı bastırıyordum. "Bıraksaydın?! Aptal mısın bütün gece kolun havada yatıyorsun? Kimi kandırıyorsun sen ya? Ben senin parmağını tutacağım sen de canıma minnet deyip bütü-"

Lafımı böldü. Balla değil bıçakla. Canım resmen yanıyordu o böyle konuştukça. Soluk boruma bıçak dayıyordu. İçimde bir kayık, kayığın içinde üç kişi. Ben, annem ve babam. Kayık bir denizde yüzüyor, içinde ki balıklar anılarımız birikmişliğimizdi. Ve Fetih o kadar zorluyordu ki bazı anlar o kayığa binmek için her defasında onu almamak için o denize düşmeyi göze alıyordum. Ama artık direnecek gücüm kalmamıştı. Rüyalarıma da direnemiyordum artık. Saçma sapan denk gelişlere de.

Son cümleleri artık o kafamda canlanmak için çırpınan sahnenin ipini aldı benden. Ben tepine tepine ona sırtımı döndüm, gözlerimi bastırarak yumdum. Yorganı başımdan yukarı çektim ve bir daha ona dönmedim. Yanımda uyusa bile.

"Tabi başta çekmeye yeltendim parmağımı. Ne bileyim tesadüfen tutmuşsundur diye ama yok. Bıraktığım gibi mır mır konuşmaya başlıyorsun. Hani bebekler olur ya, bir şeyler anlatırlar kendi dillerinde. Konuşmayı bilmiyorlar tabi, kelimesiz dilleri anca mırıltıya döner. Hiç durmadan. Aynısı. Fazlası var eksiği yok. Parmağımı tekrardan tutup uykuya dalmayana kadar konuşmaya devam.  Denedim yani dediğini bir iki kez, işim gücüm var diye de yaptım, kolum havada kalmasın diye de yok sökmedi sana. Bana da başka çare kalmadı. Ben de kabullendim. Alışkanlığın alışkanlığım oldu."

Babamla aramızda ki şeyi  oyuna dönüştürmemizle mutfağa varışımız daha uzun sürse de daha eğlenceli, bol kahkalı. Ben onun kucağında hala uykulu gözlerle dururken mutfağa yaklaştıkça annemle son zamanlarda çok ama çok fazla dinlediğimiz şarkıyı yine duydum.

'Kusura bakma iş işten geçti
Olamam ben artık eskisi gibiiiiiii'

Ve araya annemin çikolatalı suflenin üzerine konulan dondurma gibi bir tatlılıkta sesi girdi.

'Benim de gözüm artık açık
Her yanıma kısmet saçıldı
İstemem artık ne aşk ne karakter
Dünya para üzerinde döneeerrr'

Bizi görmesiyle sondaki kelimeyi daha çok uzattı, ellerindekileri bırakmadan babamın sinesinde ona bakan bir çift uykulu göze gülümsedi.

Benim annem dünyanın en güzel annesiydi. Her anne güzeldi belki ama yemin ederim benim annem dünyanın en güzel annesiydi. Bu gördüğüm bunun en büyük kanıtıydı.

"Ay gözlerim kamaştı," Dedi şen şakrak bir sesle. Sonra güneşe çıkmış gibi gözlerini kıstı. "Gözlerim kamaştı, gözlerim kamaştı." bir an telaş yapması beni tedirgin ederken ellerindekileri bırakıp gözlerini ayırmadan benden bize ilerlemeye başladı. O da öğretmendi ama benim öğretmenimden daha farklı giyiniyordu.

Daha şey...

Süslü!

Tıpkı benim kıyafetlerim gibi!

Topuklu ayakkabılarının tıkırtıları mesela en sevdiğim sesti. Ben ne zaman giyebilecektim artık? Ne kadar kalmıştı o kadar büyümeme? Kendime söz vermiştim 'O kadar büyüdüğünde Efsun, bir daha küçülene kadar hep topuklu giy!'

Annem yüzümü yavaşça babamın sinesinden çıkarırken "Hanımefendi ne kadar güzelsiniz böyle..." Dedi hayran hayran. Hayrandı bana... Ben de ona... Babam da ikimize... Egemen'de bana... Ama bunu sadece ben biliyordum.

"Kim doğurdu sizi?" Diye devam etti annem gibi değil de ilk defa gördüğüm başkası gibi ama bu fazla sürmedi, burnumdan öpmeden hemen önce  sorusuna yanıt verdi.

"Aaaa ben doğurmuşum!"

Yüzümün her bir tarafını öperken o güzel kokusu yine doldu burnuma. Benim annem dünyanın en güzel kokan annesiydi bir de. Her anne güzel kokardı ama birincilik annemdeydi. O beni ben onu koklarken şarkı arkamızdan devam ediyordu.

"Her şey mal mülk
Her şey para pul
Dostlukmuş sevgiymiş
Ara dur "

Biz annemle öpüşüp koklaşırken babam o kadar süre sessiz kalmıştı ki ikimizin de gözü aynı anda anlaşmadan ona döndüğünde o bize değil o müziğin çaldığı yere bakıyordu.

Neden bizi izlemiyordu ki?

Yüzünde kapıdaki güvenlik amcanın yüzündeki gibi huysuz bir hal vardı. Onun gibi evet. Bizim ona baktığımızı biliyordu galiba. Annem onu da öperken yanaklarından "Yine Efsun'la uyumuşsun?" Derken sesinde sitem ya da kötü hiçbir şey asla yoktu. Babamın gözleri annemi bulurken uyandığımdan beri hala tuttuğumu farkında olmadığım ellerimizi kaldırdı. Babamın serçe parmağı avucumun içindeyken uzun uzun baktım ellerimize.

Annem kıkırdadı elleri suçlular gibi havalandı ve dudaklarını büzdü. "Bakma öyle, bu huyunu benden alması benim suçum değil."

Babamın yanıtı gecikmedi. "Bu ufacık ayrıntıyı bile senden alması senin suçun bence. Mümkün olsa tek başına yaptığını düşüneceğiz farkındasın değil mi?"

Babamın gözleri bana kayarken pek bırakmaya niyetli olmadığım parmağına yaklaştırdı yüzünü ve elimden öptü.

"Annesi kılıklı." Burnunu burnuma sürttü. İşte bu en sevdiğimdi, dakikalarca bunu yapabilirdik. Annem girdi araya yoksa daha çok devam ederdik.

"Günahımı alma," dedi. Sesi pamuk şeker gibiydi. "ben tuttuğum parmak gidince avucumdan, bebekler gibi mırın mırın konuşmuyordum. O Efsun'a özel."

Babamın gözünde nasıl bir hale dönüştüm bilmiyorum ama "Babasının bebeği," dedi, bunun gerçekten böyle olduğunu eminken. Yanağımdan ısırırken"Prensesim benim."

Sonra aniden bir sevgi yumağının içine düştüm. Bir taraftan annem bir taraftan babam. Bir taraftan ben. İstisnasız her sabah. Bir kahvaltı kadar düzenliydi bu yaptığımız. Ta ki babamın dikkati aniden yine arkaya kayarken.

"Şu şarkıdan hiç haz etmediğimi biliyorsun."

Şaşkın şaşkın ona baktım? Nedendi ki? Çok güzel  söyleniyordu, çok güzeldi dinlemek.

Annemin bana olan şefkati aniden bölündü, elleri benden ayrılıp babamın yüzünü buldu. Yanaklarından yavaş yavaş öperken "Yaaaa," Dedi şaşkınca. "Öyle mi öyle miii? Benim tamamen aklımdan çıkmış," duraksadı sağladığı sessizlikle şarkıyı dinledi birkaç saniye. "ama bak şimdi hatırladım." Yüzleri dip dibe annem ona asla gülümsemeyen babama gülümsedi.

Kırılmıyor muydu? Babam ona böyle huysuz hatta biraz sinirli bakarken kırılmıyor muydu? Ben değil gülümsemek babamın yüzüne bile bakamazdım. Ama hayır annem bu durumdan o kadar memnundu ki sanki babam şimdi ona böyle bakmasa bu kadar mutlu olmayacaktı.

Biraz geri çekildi ve bana baktı. Gözün içi gülebilir miydi? Anneminki resmen gülüyordu. Yüzünde benim kadar çok ve belirgin olmayan ama benimki kadar güzel bakan çillere baktım sonra rujuna.

İstesem bana da biraz sürer miydi? Okula gidiyordum ama çok az. Çok çok az. Gerçekten çok çok az. Babamı kandırabilirdik. Bunu çoğu kez yapıyorduk.

"Bebeğim baban neden bu şarkıyı sevmiyor biliyor musun?"

Sevmeliydi. Çünkü ben bütün sözlerini ezberlemiştim. Bugün babam beni okula götürecekti yani ben tıpkı dün gibi bunu durmadan söyleyecektim.

Babam ellerini arkadan saçlarımın üzerine koydu, sonra konuşurken beni boynuna sakladı.

"Bunu anlatacak halin yok değil mi?"

Başımı merakla çıkardım aradan annemin büyüyen gülümsemesine baktım.

"Ay yok artık tabi ki anlatacağım. Bunu bilmeye kızımızın da hakkı var."

Başımı ağır ağır sallarken uykum iyice gidiyordu benden.
"Evet baba," Dedim. "Benim de bunu bilmeye hakkım var."

Babam bayılacakmış gibi annemden bana çevirdi gözlerini. "Öyle mi küçük hanım?" Dedi bana anneme baktığı gibi bakmazken. Başımı salladım ağır ağır.

Babamın aralanan dudakları artan sesle kaldı öylece. O kadar komikti ki, bu haline rağmen burnumu sakallarında gezdirdim ardından hiç beklemeden öptüm. Beni tutuşu daha da sağlamlaştı, derin bir nefes aldı ve annem aniden anlatmaya başladı. Kahvaltı hazırlamaya da bir taraftan devam ediyordu.

"Şimdi Efsun," dedi. "Henüz daha üniversitedeyken biz yani daha evli değilken" Başımı yatırdığım omuzdan yavaşça sordum.

"Ben daha yok muydum?"

Başını iki yana salladı annem. "Hayır bebeğim yoktun sen daha." Ağzına attığı bir dilim peynirle elindekileri masaya yerleştirmeyi sürdürdü. "Tamamen babanın yaptığı hatalar yüzünden ben babandan ayrıldım. Kimin haklı olduğunu söylememe gerek var mı annem?" Ben babamın yüzüne bakmıyordum ama annemin gözü çok sık kayıyordu.

Başımı iki yana salladım. Bu en az adım kadar iyi bildiğim bir soruydu. "Hayır tabi ki anneeee," Dedim gözlerimi kırpıştırırken.

'Bak deme bana bakamam gözüne
Gül deme bana gülemem yüzüne
Kusura bakma iş işten geçti
Olamayız artık eskisi gibiiiii"

Annem şarkıyla aynı anda konuşmaya devam etti. "Aferin benim kızıma. Neyse epey kalabalık bir öğrenci ortamında, nerede olduğumuzu boşver uzun bir hikaye o," başımı ağır ağır salladım babam ilk kez araya girdi.

"Yeter bu kadar biz hazırlanmaya gidiyoruz."  Tam arkasını dönecekken izin vermedim.
"Annem konuşuyor baba," Dedim bilmiş bir tavırla. "Sonuna kadar dinlememi sen söylemiştin. Unuttun mu?"

Burun buruna gözlerime baktı. "Ben sana okula giderken yüzüne bir şey sürmemen gerektiğini de söylüyorum ama sen hep unutuyorsun bunu Efsun,  nasıl olacak bu?"

Evet unutuyordum. Ne yapabilirdim? Unutuyordum işte. Mesela bugün de unutacaktım. Ne yapabilirdim?

Babamın bakışlarından kaçmak için başımı omzuna bırakıp anneme baktım. Annem ne yaptığımı hemen anlayıp "Neyseeee," Dedi uzatarak.

"Ben müzik grubundaydım. Ama aniden söyleyeceğim şarkıyı değiştirdim. Baban o gün onunla beraber, henüz daha ayrılmamışken seçtiğimiz, bizim şarkımızı söyleyeceğimi düşünüyordu. Onu dinlemek için gelmişti."

Şaşkın şaşkın anneme baktım. Bunu gerçekten yapmış mıydı?

"Henüz daha aramızdaki şeyin ciddiyetini kavramamış baban o gün tam olarak bir şeyleri anladı. Surat ifadesini," duraksadı arkadaki kaset çaları işaret etti ve aynı anda şarkıya başladı.

"Benim de gözüm artık açık
Her yanıma kısmet saçıldııı," o kadar muhteşem bir şekilde şarkıyı söyleyen kadından kendi sesine dönüştürdü ki dudaklarım hayran hayran kıvrıldı. "Kısmını söylerken görmen gerekirdi Efsun..."

Babamın yüzüne baktım kıkır kıkır gülerken. O kadar mutsuz gibi bana bakıyordu ki güldüğüme utandım, surat asmak istedim ama olmadı.

"Babaaaa," diye sızlandım ellerimi yanaklarına koyarken. Burnunu dişlerken eskisi gibi gülmedi.

Annem gibi aynı yeri tekrar ettim.

"Benim de gözüm artık açık
Her yanıma kısmet saçıldıııı."  Babamın burnumu iki parmağının arasına sıkıştırmasıyla hiç hoşuma gitmeyen bir tehdit aldım.

"Bundan sonra benim değil annenin parmağını tutup onunla uyursun artık Efsun Hanım." Suratım anında asıldı, başımı sızlanarak geriye attım. İyi de ben bunu isteyerek yapmıyordum ki... Hatırlamıyordum bile, tek bildiğim sadece babamın serçe parmağını tuttuğumdu. Benim şimdi ne suçum vardı ki?

"Tehdit etme kızımı." Dedi annem elindekini bırakıp bize yaklaşırken. "Hem ben bunu senin yaranın üzerine tuz basmak için söylemedim."

Babamın yarası mı vardı? Hani neredeydi?

"Sadece ileride benimle aynı durumu yaşarsa bu taktiği uygulasın diye anlattım."gözleri beni buldu saçlarımı sevdi. "Baban dahil üç karşı cinste denendi ve işe yaradı." Duraksadı bir an telaşla babama baktı. "Diğer ikisini benim tavsiyemle kızlar denedi. Benimle alakası yok."

Yüzündeki telaş kısa sürede dağılıp bana baktı tekrar. "Hangi kısmı bastırarak söylemen gerektiğini biliyorsun hayatım. En kibar bu şekilde akılları başlarına geliyor, bunu aklına not et tamam mı anneciğim?"  Bir şeyleri anladığım kadarıyla anlamadığım bu anda annemin başka bir tavsiyesi geldi aklıma.

'Söylediklerimin vitaminini büyüdükçe alacaksın annem, sen sadece şimdilik ye.'

Babamın beni tutuşu sertleşti anneme kafa sallayan benim yüzümü kendinde sakladı. "Bıkmadın değil mi şu kıza abuk subuk bir ton tavsiye vermekte?" Annem tıpkı babamın beni yüzüme sürdüğüm şeyler konusunda uyardıktan sonra benim omuz silkmem gibi omzunu silkti.

"Yarınımız ne olacağı belli mi ya," diye söylendi annem. "Akla gelecek her konuda ona tavsiye vermek benim görevim. Sadece eğitim açısından yatırım yapamayız. Bu çok bencilce."

Annemin bu söylediklerini unutmaz mıydım ki ben? Tamam on yaşına kadar hatırladım ama yirmi yaşına gelince son on seneyi hatırlardım sadece. Olsundu anneme sorardım ben yine. O da baştan anlatırdı.

"Öyle mi?" Dedi babam. Sonra kafasını geriye çekip bana baktı. "Benim kızım biraz üzülse, birazcık üzse biri onu, muhatap bile olmadan karşı tarafla koşarak benim yanıma geleceğini zaten biliyor. Senin gibi bin taktik yok. Kısa ve net. Babasının dizinin dibine geliyor ve tüm sorunlar çözülüyor. Başka bir şey yok yapması gereken, o gelmezse ben zaten gidip onu alıyorum."

Doğru söylüyordu... Bu en basitiydi aslında. Babama koşmak. En kolayıydı. Ve biliyordum annemin söylediklerine gerek kalmayacaktı ki. Hemen babama koşacaktım. Bunu anneme söyleyemedim üzülmesin diye.

Annem tam karşılık verecekken engel oldu. "Bu konu uzarsa bugün herkes geç kalacak ve ben tüm gün mutsuz olacağım." Hepimizin gözü saate kaydı ve annemin ağzından bir mırıltı döküldü. "Derse yetişmem lazım." Dedi telaşla. Sonra ilk babama yöneldi.

"Kahvaltı hazır, güzelce yapın. Biz Efsun'la haftalık kombinimizi yaptık zaten o ne giyeceğini biliyor. Örülü saçlarını açıyorsun veeee," gözleri bana çevrildi. "Maşalı oluyor saçları." Dudaklarım heyecanla kıvrıldı.

"Dudaklarıma o kirazlı şeyi sürebilir miyim?" İki çift göz bana baktı. Gülümsedim. "Kurumaması için..." Annem kafasını iki yana sallayıp güldü ve
bana yaklaşıp kulağıma fısıldadı.

"Rengini vermesi için kat kat sürmek yok, o zaten dudakta kaldıkça veriyor rengini tamam mı güzelliğim?"  Başımı salladım yavaş yavaş ve babama gerekli cümle kuruldu.

"Hava soğuk dudakları kuruyor, nemlendiriciyi de sürmeyi unutmayın olur mu?"  Babam başını sallarken anneme yaklaşıp birkaç kez farklı noktalardan öptü.

"Çık artık, geç kaldıkça arabanın hızını arttıracaksın."  Annemi bu söylediği gülümsetti bu kez o öptü. Ruj izini bıraka bıraka.

"Sizi çok seviyorum." Dedi beni de öperken. Sonra daha da hızlandı. Çantasını toparladı hızlıca son kez daha öptü ve babamın cümlesinden hemen sonra kapıdan çıktı.

"Hız yapıp gaza abanma, eve senden önce ceza kağıdın gelir inkar da edemezsin." Sonra yavaşça hala çalan şarkıya yürüttü bizi ve durdurdu şarkıyı. Bir an aşırı bir sessizlik oluştu. Öyle ki bakakaldık birbirimize ve yine o cümleyi kurdu.

"Ne yapacağım ben sizinle?"

📎📎📎

Uyumadan önce herhangi bir şarkıyı, duayı veyahut bunun gibi devamı olan bir şeyi söylemeye başlayıp bilincimiz kapanmadan bunu tamamlayamazsak; bütün gece beynimiz bunu tamamlamak için çabalar ve muhtemelen uykuya tam anlamıyla dalamayız. Beyin öyle bir mekanizmadır ki yarım olan hiçbir şeyi kabul etmez. Bunu önlemenin tek yolu da yarım kalan şeyi tamamlamadan gerekirse yatağa bile yatmamaktır.

Bunu yapmamamın bedelini ödemiş birkaç saatlik uykuyu kendime zehir etmiş, şimdi kısık uykulu gözlerle karşıyı izlerken Sezen'in şarkısını kaçıncıya tekrar ediyordum bilmiyordum.

"Her şey mal mülk her şey para pul
Dostlukmuş sevgiymiş ara dur."

Bıkkınlıkla ve keskin bir baş ağrısı ve beraberinde yedikten sonra hemen uyuduğumdan mayhoş bir mide bulantısıyla Fetih'in başını koyduğu yere bakıyordum. Uyumamıştı yanımda. Ya da sadece uyumamıştı bilmiyorum. Çalan bir telefonu hayal meyal hatırlıyordum ama odadan çıkışı yoktu.

Başının yastıkta bıraktığı çukur çoktan silinmiş, sıcaklığı da kaybolmuştu zaten. Perdenin ötesine baktım, hava galiba kararmıştı. Dinlenmesi gereken bedenim daha bir yorgun yataktan doğrulurken sırtımı esnetebildiğim kadar esnetip geriye doğru yatırdım omurgamı. Yerde yatmak sıkıntılıydı, Fetih bunu niye hiç dillendirmiyordu?

Boynumu kütlete kütlete panduflarımı giyerken üzerime yünlü toz pembe bir hırka alıp aşağı inmeye başladım. Odanın kapısı aralandığı gibi buram buram yemek kokuları burnuma çarptı. Tahmin ettiğim gibi o zaman vakit akşama yaklaşmıştı.

Dikkatli adımlarım direkt merdivenlerin sonuna açılan mutfağa yönelirken gözlerim evin içinde dolanıyordu. İki kişinin çalıştığı mutfağa yavaşça girerken "Kolay gelsin." Dedim daldıkları işten dikkatlerini kendime çekerken. O an bir 'Sen anca yat Efsun' farkındalığı geldi. İnip yardım edebilirdim, bir işin ucundan tutabilirdim sanki.

Pınar'ın bana bakarken parıldayan iri gözleriyle denk gelirken gülümsedi "Sağ ol Efsun yenge." Dedi tencerede ne olduğunu bilmediğim ama kavurma tekniğini kullandığını çıkardığım şeyi izlerken. Sultan babaanne "İyi oldun mu kızım biraz?" Diye sordu büyük bir ustalıkla makine gibi sarmaları sararken. Görmek bu işi yaparken ona o kadar gereksizdi ki bir an bir sarmayı yaklaşık bir dakikada sarışımı hatırladım ama buna rağmen o masaya doğru ilerledim.

"Daha iyiyim." Dedim sadece ellerini takip ederken. "Ben uyuya kalmışım yoksa inip yardım ederdim, gerç-"

"Sana nane limon yapmamı ister misin?" Pınar lafımı böldüğünde söylediklerimi gereksize düşürdü. İstemsizce gülümsedim böyle sıcacık. Malum ben hibiskus çayına alışıktım. Böyle bir teklif değerli hissettirdi bir an.

"Teşekkür ederim ama midem bulanıyor." Boşluma gelen bu cümle ortamın da boşluğuna geldi.

Bu ailenin hiçbir ferdinin yanında mideyle ilgili bir şey söyleme Efsun!

Dudaklarım birkaç kez aralanırken telaş yanaklarımda yanma yaptı ağzımda her kelimeyi gevelerken buldum kendimi.

"Şeyden hava değişikliğinden." Beni takip eden iki insana bakarken bu yeterli gelmedi kulağıma ve devam etti. "Bir de bugün pijamalarımla çıktım dışarı hava da buz gibi. Bünyem çok hassas benim. Üşüttüm herhalde. Ama kusma yok zaten yani. Ekşime gibi. Hani öyle. Geçer yemek yedikten sonra."

Elim ayağım nerede duracağını bilemezken "Ben de sarayım sarma." Dedim hemen. "Bir tane düz tabak verir misin bana Pınar? Varsa servis tabağı."

Neden içimden bir his Pınar sırtını bana döndüğü gibi güldü diyordu?

Ve eğer ki bu Karadere'ler tarafından bana yapılan mobbing biraz olsun Fetih'e de yapılmıyorsa çok büyük yazıklar olsundu herkese. Gerçekten bu sıkıntıyı bir tek ben yaşıyorsam, Fetih'te her bulduğu boşlukta sıkıştırılmıyorsa kırgınlığım herkeseydi.

Kapalı bir kutu gibiydi Fetih. Eğer ki ona yapılıyorsa da gelip bana anlatmazdı söylemezdi. Ben bir şekilde sitem ederken dillendirirdim belki ama o öyle değildi. Gelip bana ağlayıp zırlayıp isyan etmiyordu. Keşke etseydi. Etseydi de bunun zevkini de biraz ben yaşasaydım.

Önüme konan tabağa bakarken sıcak suya bastırılmış yapraklardan birini aldım. Harç zeytinyağlı değildi, etliydi. Kaşıkla yaprağın içine koyarken sessizlik hakimdi artık. Kimse konuşmuyor ama herkes bana bakıyordu sanki. Ve aniden kalbimi tekletecek bir soru duydum. Birkaç dakika önce sorulsa sıcacık olur, aptal gibi gülümserdim ama şimdi bayılma etkisi yaratmıştı.

"Canın bir şey istiyor mu kızım?"

Bunu Efsun'a mı soruyorlardı yoksa hamileliğinden şüphelendikleri Efsun'a mı?

"Aaa evet yenge, varsa söyle bir çırpıda yapayım hemen."

Bunu Efsun'a mı teklif ediyorlardu yoksa hamileliğinden şüphelendikleri Efsun'a mı?

"HAYIR!" korkum o kadar büyüdü ki bunun bende fobi olduğunu bu çıkışımdan anlamak mümkündü. Evet fobi. Karadere ailesinin eseri.

"Hayır yani," sesim alçaldı. Çok şüphe çekecek davranışlar sergiliyordum ama elimde değildi. Tutamıyordum kendimi. Belki o niyetle sormamışlardı bile ama tek gayem bu ihtimali tamamen çürütmekti.

"Hiçbir şey çekmiyor canım. Hiç çekmiyor yani. Zahmet etmeyin. Ne konulsa önüme yerim ben zaten yemek seçmem. O şekilde." Sardığım ilk sarmanın şekline havaya kaldırıp bakarken kıyas yapmak için diğer sarmalara baktım. Bakmaz olaydım.

Onlar Allah'ın lütfuysa benimki Allah'ın cezasıydı.

Sarmayı moralim epey bozukken diğerlerinin arasına bıraktım üzerimdeki hırka beni resmen ateşten ateşe atarken aniden "Fetih nerede?" Diye sordum bilmem neden. Buradan koşarak çıkmak istiyordum. Nedense bulduğum çözüm de bu olmuştu. Ve şu an iyice algıları kapanan bana hiç olmayacak bir cevap geldi.

"Efsun'un yanında."

Bu, ben bu kadar karışıkken söylenir miydi? Benden bir tane daha var, onun yanında sandım ilk dört saniye boyunca. Pınar'a şaşkınca bakarken tam açıklayacakken tuttuğum nefes "Haaaa," diye döküldü. Elimi dizime vururken "Tamam tamam." Dedim anladım der gibi. Bu bana yeterli bir sebep olmuş gibi aniden ayaklandım "Ben bir bakayım o zaman." Deyiverdim, deyiverdim de bu aramızın bozuk olduğu kişiler tarafından bir güzellikle karşılandı ama ben Efsun Zorlu hiç yanlış anlaşılmaya fırsat vermeden altın vuruşu yaptım.

"Efsun'a bakayım." Üzerimdeki hırkayı çıkarmak istesem de hasta oluşumu az önce kıyafetime bağlamışken şimdi bu absürtlüğü yapıp şüpheleri kuvvetlendirmek istemedim. Mutfaktan sakin adımlarla çıksam da görüş alanlarından çıktığım gibi koşa koşa çıktım evden. Bu koşuşum Efsun'a yaklaşana kadar sürdü, Fetih'in Efsun'la nasıl zaman geçirdiğini bilmek için gizli kalmak her şeyiyle daha mantıklıydı. Panduflarım, pijamalarım ve ben sinsice o bölgeye yaklaştık ama beni karşılayan insan sesinden yoksun bir gürültüydü. Ne yaptığını anlamam için görmeme gerek yoktu, gelen vurdulu kırdılı sesler yine bir şeyleri tamir ettiğini gösteriyordu. Yine de içeri girmeden sessizce kafamı uzattım.

Üzerini değiştirmiş ama tek farklılık altındaki eşofmanda olmuştu. Kazağın sadece markası değişikti, renk olarak da model olarak da aynıydı. Altına siyah bir kot çekmiş, önünde uzun bir tahta, karşısında Efsun. Kulağının arkasına sıkıştırdığı kalem gelişigüzel değil de santimi santimine dikkatle yaptığının kanıtıydı. Yayvan bir şekilde oturmuş ahşap sandalyeye, küllüğünü yan tarafta tamir ettiği şeyin sağlam parçası üzerine koymuştu. Uzun ince parmakları ve sıkı tutumundan dolayı iyice belirginleşen damarları ustalıkla bir şeyler yapıyordu ama pek de anlayabildiğim şeyler değildi. Kıyıda köşede de yapabilirdi aslında niye Efsun'un önüne oturmuşt-

"Sizin kumaşınız bir ama," yanlarına dalmak için hazırlanan bedenim olduğu yerde kaldı. Gözlerim kısıldı. Sohbet mi ediyorlardı? O yüzden mi karşılıklı oturmuşlardı?

Fetih aniden elindeki şeyden kafasını kaldırıp Efsun'a baktı ve benim taktığım bandananın ucundan tutup bıraktı bir an.

"Şu tipe bak şaka gibi."

Fesupanallah...

"Renginiz zaten tutuyor. Allah'ın gücüne gitmesin benziyorsunuz da."

Ona sinirli olmasam gülerdim gibi ama sadece dinledim. Bir de şey, benzediğim Efsun'a bir de Efsun tarafından alıcı gözüyle baktım. Fena değildi bence, oldukça sevimli bir hayvandı. Üstelik benim taktıklarımla daha sevilesi bir hal almıştı.

Sonra aniden beni de hayvanı da korkutacak şekilde yükseldi. "Değil mi lan?" Baş parmağımı damağıma bastırdım.

Sakat. Gerçekten. Sakat.

Ve gariptir karşılık da aldı. Efsun mö'ledi. Olay gittikçe garipleşiyordu. Fetih bu koyu sohbete devam etti. "İşte bak mesela o olsa muhalefet olurdu. Sen hemen basıyorsun onayı. Aferin."

İşti bik misili i ilsi mihilifit ilirdi.

Sonra başını iki yana salladı, ilgilendiği şeye eğerken ağzının içinde bir şey söyledi ama seçemedim. Kendi kendine konuşmuştu Efsun'a söylememişti.

"Ha bak bir de sen onun aksine dinlemeyi biliyorsun."

Efsun'a da beni şikayet edemezsin ya. Bunu yapamazsın ya. Omzumu kenara yaslayıp dinlemeye devam ettim ve aniden Fetih kendine yakışacak şekilde konuştu.

"Son olarak ondan daha çok kafan çalışıyor."

Gözlerimi devirerek elimi yüzüme çarptım. Normal koşullarda bir Fetih zaten mutlaka benim hakkımda olumsuz konuşurdu. Arkasından onun taklidini yaparken hiç beklemediğim anda gol yedim.

"Mesela sen olsan, şu an gölgenin üzerime düştüğünü ve seni fark ettiğimi anlardın." Bu cümleyi beklemeden bir önceki cümlenin abartılı bir şekilde taklidini yaparken yamulttuğum yüzümle Fetih'e yakalandım göz göze geldik. Bu halime cıkladı, kendimi nasıl toparladığımı anlayamadım ama cümlesi bir taş gibi kafama çarptı.

"Konuşurken bu kadar çirkin olduğumu sanmıyorum."

Samimiyetsiz bir şekilde gülümserken aniden yüzümü soldurup gözlerimi devirdim. "Çirkinsin ama."

Elinin altındaki şeyin bir tabure olduğunu fark etmem aniden tek eliyle düze çevirip yanına koymasıyla oldu.

"Gel otur da sağlamlığını test edeyim." Huysuz huysuz ona bakarken ilerledim ama söylediği yere oturmadım. Efsun'la Fetih'in arasına girdim bandanasını düzelttim önce ardından yumuşak tüylerinden öptüm.

"Anne yesin mi seni?" O kadar uysaldı ki, aynı benim gibi... Kulaklarına kadar her bir karışını okşarken Fetih yokmuş gibi davranıyordum ben ta ki aniden karnımdan tutulup geriye doğru hızla çekilene kadar. Ağzımdan kontrolsüz bir bağırış koptu ve kendimi aniden o taburenin üzerinde buldum.

Bana gerçekten bir kilo salatalık gibi davranıyordu bu adam. İlk tepkim ayağına tekme atmak üzerine oldu ama denk getiremedim. "Ya senin sorunların mı var?!"

Kendi oturduğu sandalye olduğundan geriye doğru yaslanabildi. "Sağlamlığını test ettim, elime sağlık. Olmuş bu." Biz üç ineğin ortasında oturmuş ne yapıyorduk?

"Beyinden yana hiçbir şey yok. Nasıl geldin bu yaşa aklım almıyor?" Kurduğum cümleden sonra devamı aklıma iki saniye içinde geldi.
"Benimki de soru... Tabi ki yalan dolanla."

Eli alnına gitti birkaç kez yavaş yavaş vurdu. Bir temiz ofladı, sonra etrafına baktı. "Sence de konuşmak için çok doğru bir zamanlama değil mi Efsun?"

Konunun dönüp dolaşıp aynı yere gelmesiyle bu kez hiç laf yarışına girmeden "Bir git işine," diyerek ayaklanmaya kalkıştığımda tabureyi kendisi tamir etti diye herhalde sağlamlığına güvenip altından tutarak tek bir hamleyle beni kendine çekti.

"Tamam tamam." Dedi usluca. "Gitme. O kadar da uygun bir zaman değil zaten. Seni deneyeyim dedim."

Fetih hiç dayak yememişti gerçekten. Hiç o temkinlilik yoktu. Hareketlerinden belliydi.

"Beni deneme," dedim bastırarak. "Zamanında konuşmayan kimseyi dinlemem ben. Zamanında konuşmadın, şimdi de sus artık."

Ben hem boyumun hem de taburenin alçaklığından alttaydım. Yüzlerimiz denk değildi Fetih aniden eğilmeyene kadar. Kendime onu kadar güvenip bu kadar taşlı bir zeminde tabureyi arkaya itmedim onun yüzünden kaçmak için gözlerimi omzunun arkasında bir yere diktim. Kollarım da önümde bağlanmıştı.

"Hiç mi yok senin yumuşak karnın?" İzlediğim yerden gözlerimi çekmezken bir kanunu okur gibi cevap verdim.

"Yok."

Yoktu. Kaybetmiştim. Vardı da kaybetmiştim evet. Herhalde bir yedi sekiz sene geriye gitsek Fetih'i on kere affetmiştim diyemesem de beş kere dinlemiştim diyebilirdim. Ama şimdi yoktu.

"Bir bana mı yok yoksa herkese mi?"

Bunun cevabı bende bile yoktu. Onun dışında herkese yumuşak tarafım var asla demiyordum ama herkesin dışında ona daha bir gaddardım. Bu kabullenilmiş bir gerçekti.

"Herkese olsun." Dedi benim sessizliğim karşısında. Bu bir dua gibi döküldü dudaklarından ve itiraf etmeye devam etti. "Aksini sindiremem."

Çenem dik, yüzü en azından alıp verdiği nefesleri hissedeceğim kadar yanımdayken bir süre ben başka tarafı izledim o beni. Dakikayı doldurduk belki de bilmiyorum.

"Zeliha dahil hiçbir insan evladının tavrını bu kadar çekemezdim ben, şu hale bak suratıma bile bakılmıyor ama dibinden santim ayrıldığım yok." Yanaklarımın içini dişledim. Halbuki ben olsam milyon kere bak yoluna derdim beni bu denli dinlemek istemeyen birine. Ama o kadar inatçıydı ki Fetih pes etmiyordu.

"Evlenince harbiden değişiyormuş işler. Babam derdi de kulak asmazdım."

Durup durup susan ben yine hiç olmadık yere müdahale ettik. "Evli değiliz biz."

Aynı anda bir farkındalık geldi buldu beni. Yine haddim olmayan beni ilgilendirmeyen bir şeyi düşündüm.

Gerçekten evli olmayan bir kadında bu kadar diretip pes etmiyorsa, gerçekten evli olduğu bir kadında neler olurdu?

Bu sorunun cevabı beni bile boğacak kadar uçsuz bucaksız bir soruydu. Çok leş bir soru. Hatta iğrenç.

"Çıkar kimliğini göster." Diye her zamanki savunmayı yaptı ama bu kez benim cevabım farklı oldu.

"Neyse ki adliye yolu bana saatler önce gözükmüştü. O zaman da söyle baka-"

Ayakkabısının ucuyla benim pandufumun ucuna vurduğunda "Bak aklıma gelmişken ne soracağım." Diye böldü beni. "İyi uyuyabildin mi? Geçti mi ağrın?"

Lafı döndüreyim diyemeyen de saçmalıyordu işte.

Cevap vermeme konumuna geri dönerken ben yine aynı yeri o yine beni izlemeye devam etti. Arada sırada mö sesi de geliyordu ama ikimizde umursamıyorduk.

"Sen zayıflamışsın." Dedi yine konuyu değiştirerek.

Dertten tasadan. Sinirden stresten. Kahrından.

"Gerçi bendeki de laf sabahtan beri meyveden başka ne yedin?" 

Yememiştim ama midemdeki doluluğu hissedebiliyordum. Mutsuzluktan artık tatlı bile canım istemiyordu.

"Hadi gel gidip bir şeyler yiyelim. Çorba iç en kötü akşam yemeğinden önce. Uğradın mı mutfağa buraya gelmeden?"

Uğradım, sonra koşarak buraya geldim. Diyemedim tabi ama o problem çözen bir öğrenci edasıyla konuştu

"Muhakkak uğradın." Ben boşluğu izlemekten sıkılmıştım o sıkılmamış mıydı beni izlemekten?

"Yemek hazırlıyorlar. Benim tanıdığım Efsun mutlaka bir şeye el atar benim yanıma asla gelmezdi. Sen niye geldin yanıma?"

Senin tanıdığın Efsun değilsem demek, demek isterdim ama maalesef doğru tahmin.

Gözlerim aniden içimi didikleyen merakla onu buldu, yüzümün dibinde yüzümü inceliyordu. Mesafe açtım biraz kafamı geriye atarak.

"Sana bir şey soracağım." Dedim tek kaşım havalanırken. Bunu duymaya ihtiyacım vardı.

"Dinliyorum."

Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim bir an. "Senin ailen," durdum yanlışımı düzelttim önce. "Çok pardon sülalen."

Bir daha pardon aşiretin.

"Seni de durup durup sıkıştırıyor mu bebek konusunda?"

Eğer yaşanmıyorsa bu çıplak elle mermer bile yumruklayabilirdim. İyi niyetlisi kötü niyetlisi, yaşlısı genci her karşılaştığım insandan duyuyordum bir şey. Malum şahıs tabi bende travma da yapmıştı orası ayrı.

Ben oldukça ciddi ve sakinken beni sinirlendiren yine aynı kişi oldu. Fetih önce kaşlarını havalandırdı, sonra gözlerini kıstı, sonra çarpıkça gülümsedi ve oldukça keyifli bir şekilde sordu.

"Babaannem bir şey mi söyledi?"

Bu muydu? Komik miydi? Güzel bir şey mi söylemiştim? Bu adamın kafası nasıl çalışıyordu ya? Ben artık tahammül edemiyordum nasıl çalışıyordu bunun kafası?

"Bu seni hiç alakadar etmez."

Buruşmuş yüzümle onun bu gittikçe genişleyen surat ifadesini izlerken dizimi dizine çarptım sertçe.

"Sana bir şey söylediklerinde ya da sorduklarında böyle aptal gibi sırıtıyor musun sen?"

Biri benim karşımda böyle sırıtsa benim anlayacağım tek şey 'biz çalışmalara başladık, vaziyet alın' olurdu. Kendini yavaşça geri çekti ve serseri serseri gülümseyip Maraz Ali gibi nefes aldı, etrafı süzdü falan.

"Bu seni hiç alakadar etmez."

Ben öldürecektim bunu ya. Fırında gayet doğru düşünmüştüm işte. Tek çözüm buydu. Benim artık sol kolum uyuşuyordu. Öldürecektim ben bunu.

"Fetih ciddi ol!" Diye çıkıştım. "Bizim anlaşmamızda senin baba olmanı bekleyen koca sülaleni idare etmem yoktu. Ciddi ol ve bana cevap ver." 

Umarsızca ellerini iki yana açtı. "Bizim anlaşmamızda gerçek bir evliliğin insanlarda doğurabileceği her şey vardı. Bunu sen de biliyorsun." Derin bir nefes alıp ayaklandı kafamı kaldırıp ona baktım.
"Ben sana sormuyorum ne cevap veriyorsun diye. Bir şekilde idare etmek temel amacımız. Ben elimden geleni yapıyorum. Eminim sen de öyle." Ellerini cebine koyup önden önden yürüdüğünde ona fırlatmak için bir şey aradım ve elime gelen tornavidayı aldım.

"Elinden geleni aptal gibi sırıtarak mı yapıyorsun?"

Omuz silktiğinde tornovidayı ona fırlattım ve sol bacağına geldi. Hiç şaşmaz küfür etti sonra bana döndü.

"Manyak mısın kızım sen?" Yerimden doğruluğumda işaret parmağımı ona doğru salladım hiddetle.

"Bana cevap vereceksin. Hatta oturup konuşup ortak bir cevap bulacağız."

Omuz silkti çocuk gibi ve başını iki yana sallayıp yoluna devam edecekken "Fetih seni yemin ederim döverim. Bak senin kafanı kırarım bana bak."

O önde ben arkada yürürken konuştu rahat rahat. "Küfür desen ağzına yuva yapmış, şiddet desen hep vardı. Potansiyel tehlike. Tedavi olman lazım senin."

Yerden aldığım taşı yine ona fırlattığımda denk gelmedi ama ona attığımı anladı. "Dur dedim." Diye hızlandığımda o da hızlandı ve söylendi.

"Ya bir sal beni, sal. Bir taşlamadığın kalmıştı ulan, yazık günah bana."

📎📎📎

Fokur fokur kaynayan çaydanlıklardan dumanı tüten çayı iki ince belli bardağa doldurdum. Mutfağın kapısı ışığı gibi kapalıydı, sadece tezgahın üzerinde kalan minik ışık açıktı. Göz yormayan bir loşluk hakimdi.

Sultan babaanne önüne koyduğu ve dün bakmadığımız albümle beni bekliyordu. Ev oldukça sessizken şimdi bu sessizlikte mutfak masasında oturup bir büyükle çay içmek, sohbet edecek olmak biraz uzun düşünsem çenemi titretip gözlerimi sulandıracak kadar duygulandırabilirdi beni.

"Uyudu mu seninki?" Diye sordu, böyle yaşından uzak sanki arkadaşımmış gibi. Önce onun önüne koydum parmağı sonra kendi önüme.

"Uyudu." Dedim sessizce. Bir süre benim neden uyumayaşımı sorgulamış, uyumam için ısrar etmiş en sonunda pes edip uyumuştu. Kaç saattir uyumamıştı bilmiyordum. Bitap düşmüştü.

"Dün yediniz mi birbirinizi? Koymadı kafasını yastığa teneke." Dudaklarımı ıslattım yılların yükünü yüzünde kırışıklık olarak taşıyan kadına baktım.

"Sadece biraz seni dinledim." Diye itiraf ettim. Dün gece en iyi böyle açıklanabilirdi. Gülümsedi başını salladı. Zaten her şeyi biliyordu ama yine de benden de dinliyordu. Bu bile o kadar özeldi ki, bu kadına baktığımda artık istemsizce minnetle doluyordum.

"Yarın mı yolculuk?"

Günlerdir uzaklaştığım ama eninde sonunda döneceğim yere gidiyordum. Yine de adımlarım geri geri değildi, Zeliha'yı bırakmıştım ve telefonla konuşmak sahiden yetmiyordu.

"Bir daha geliriz. Hem senin sözün var sen de geleceksin daha." Sorusunun altında yatan burukluğu görebiliyordum. Yaşlılık zor olmalıydı. Ama en çok da yalnız. Gözlerinin içi gülüyordu sanki biz geldiğimizden beri. O burukluğu gizlemek ister gibi tebessümünü kafasını sallayarak sürdürdü. Gözüm içimi kemiren albüme gitti ve dayanamadım atladım.

"Bakalım mı albüme?" Sandalyemi ona yaklaştırdım çayımı da dikkatlice yanıma çektim. Büyükçe dışı gösterişli albümü açtığında tam olarak beklediğim bir kare düştü görüş alanıma. Tarihi on iki sene öncesini gösteren fotoğraf bir düğündendi. Fotoğrafın kalitesi düşük ama kameraya bakmaktan çekinen ve birbirine yabancı gibi davranan iki yaşlının kim olduğunu anlamak zor olmadı.

"Ne kadar da yakışıyormuşsunuz öyle." Dedim. Ve hatta cilveyle. Ama ne yapabilirdim? Kameraya karşı telaşlarını gizleyememişlerdi, çok tatlılardı. Masada sadece ikisi vardı. Yaşlı adama daha dikkatli baktım. Osman Bey'in ilerideki hali gibiydi. Aynı sert çehre aynı ciddiyet. Fetih babasına benziyordu ama babasının dedesine benzediği kadar değil. Anne tarafından da almıştı minik minik demek ki bir şeyler. Zaten bir ırk karışımıydı, açıkça melezdi gözümde. Zaten karakterinden de bu belli oluyordu. Bir kez daha aile içinde açılmıştı bu mevzu. O zaman Kürşat'ın ısrarıyla bakılmıştı e-devletten. Ve o kadar karman çorban bir soy vardı ki, şu an bu aile Karadeniz'den ötede bir yerde de yaşıyor olabilirdi İran'da da. Bir Ege'de yoktu bağları. Soy çok kalabalıktı ve bir şekilde Fetih'in içinde bulunduğu grup en azından Urfa'da devam etmişti. Dil birliği ya da ırk birliği yoktu. Sadece din birliği vardı.

Ki bence yüzlerinin hoşluğunu buradan alıyordu bu üç çocukta. Yüzünün hoşluğu. Bunu erdemli bir insan olarak fark ve kabul edeli çok olmuyordu. Hani sorsalar gözünün üzerinde kaşı var mı diye bilmezdim. Dikkatimi çekmiyordu zaten. Sadece objektif bakıyordum. Zeliha ve Kürşat için aynı şeyi düşünürken Fetih'i dışarıda tutmak imkansızdı. Ama en güzelleri kesinlikle Zeliha'ydı. Bunu söylemeyi istemezdim ama anne tarafından biraz daha fazla almıştı dış görünüşünü. Neyse ki sadece dış görünüşünü.

Gözüm sırıtarak Sultan babaannenin üzerindeyken utandığını fark etmemek neredeyse imkansızdı. Kıkır kıkır güldüm. Daha çok utansın diye değil ama...

"Kaç yaşındaydın evlendiğinde?"

Seksen yaşındaydı, yetmiş yaşında eşini kaybetmişti. Her türlü onunla geçirdiği zaman onsuz geçirdiği zamanın bilmem kaç katıydı.

"Ben on sekiz o yirmi."

Altmış iki... Dudaklarım u şeklini aldı. Hala ondan bahsederken suratında bu ifade varsa eğer yetmiş iki ve devamı.

"O yetmiş ikisinde gitti, beni de alamadı yanına daha. Böyle iş mi olur?"

Onu anlayabilmek bir taraftan o kadar zorken bir taraftan da oldukça olağandı. Altmış iki sene aynı ömür. Sonrasında onsuz kalmak, altmış iki senedir yapılan bir alışkanlığı bırakmak gibiydi. Ve insanoğlunun altmış iki sene boyunca sürdürebileceği tek düzenli şey nefes almak olabilirdi. O kadar sene bağımlılık yapan sigarayı bile içemezdi.

Ve sanırım kulağa ütopik gelse de kanlı canlı bir örneği karşımdayken inkar etmemeliydim. Sanırım bir de sevebilirdi. Bir nefes alabilir bir de sevebilirdi. Altmış iki sene beraber geçmiş sonra yaşadığı bir kayıp, artık onun için nefes almak kadar temele dönüşmüş bir şeyden mahrum kalmak hele de bu yaşta yaşamak için çok da sağlam nedenler bırakmıyordu. Elim eline gitti, buraya oturmadan önce kremlediğim ellerine.

"Deme öyle," diyebildim sadece. "Allah'ın gücüne gider."

Öyle söylenirdi bana hep. Ben de öyle söyledim ve hiç vermediğim tepkiyi duydum. Bir an utanmamak elde değildi.

"Hamdolsun, buna da şükür."

Zaten halihazırda olan yarasını hatırlatmamak için devamında eşiyle olan birkaç fotoğrafa sadece sessizce uzun uzun baktım. İlk açılan iki sayfa sadece ikisiydi zaten. Devamındaysa konuşmamak mümkün değildi zaten.

Sayfalardan ilkini yavaşça çevirdiğimde beni ilgilendiren kısma yavaşça gelmiştim. Olay bireysellikten aile fotoğraflarına dönmeye başladı. Belki çocukları değil ama büyükleri seçebiliyordum. Fetih'in anne babasını, halalarını ve bir iki teyzesini. Gözüm bir teyzesine elimden geldiğince az takılsa da göz devirdiğim yerde annesini görünce keyfim kaçmadı değil. Kalabalık aile sofralarıydı hepsi. Birkaç tane Zühre-Osman düğünü hatta. Bu fotoğrafından haberi olmayanlar, unutanlar bile vardı eminim. O kadar eskiydi hepsi.

Sonra bir karede takıldı gözüm. Bir an fotoğraftaki 5 6 yaşlarındaki çocukla göz göze geldik resmen. Bu haylazlık mı beni şüpheye düşürdü yoksa kucağındaki adamın Osman Karadere olması mı bilmiyorum bir an heyecanım nüksetti. Gülümsemekle dudaklarımı ısırmak arasında gittim geldim.

"Babaanne," dedim gözümü resimden ayıramazken. "Bir fotoğrafta babasının galiba, kafasını top gibi tutan bir çocuk var kim bu?"

Daha da yaklaştım fotoğrafa. Yakınlaştıkça emin oluyordum.

"Teneke işte." Dedi aniden. "Zar zor çekilmişti. Sevmezdi kamerayı."

Parmak uçlarımı dudaklarıma bastırdım ama gülüşüm engellenmedi. Resmen adamın kafasını 'hadi sarılıyorum çekin, sonra da salın beni' der gibi tutmuştu. Uyumsuz. Uyumsuz herifin tekiydi. Delirecektim küçücük çocukken de böyleydi. Bu nasıl bir tipti böyle? Bir kilometre öteden ateş topu olduğunu, yaramazlık abidesi olduğunu belli ediyordu. Haylazlığı yüzünden okunan çok çocuk görmüştüm de bu farklı bir boyuttu. Resmen küçük belaydı ya...

Sonra annesiyle olan fotoğrafını gördüm. Hemen altında. Burada belki daha küçüktü. Muhtemelen o dönem için zor bulunan kameranın olduğu her anı değerlendirmeye çalışan anne babasına çok öfkeliydi. Zühre Karadere'nin o alımlı haline mi takılacaktım yoksa diz çöktüğü yerde Fetih'i karnından tutup kendine çekişiyle oğlunun kolunun altında tuttuğu topla kameraya ters ters kan ter içinde bakışına mı? Oyunundan alıkonulmuştu. Bu fotoğrafın öncesini ve sonrasını o kadar merak ettim ki, bu bakış tek bir anda atılmamıştı. Oğlunun bu haline rağmen kameraya dikkat çeken ve sanki yanında kızgın değilde oldukça karizmatik bir bey taşıyormuş gibi bir tavırla bakan Zühre Karadere'de takılı kaldı gözüm.

Ve tabi düşünmeden edemedim zaten oğlunu tam olarak öyle görüyor Efsun!

O kadar oydu ama bir o kadar o değildi ki, bu nasıl ifade edilir, nasıl açıklanır bilmiyordum. Ona bakarken Zeliha'yı görmek zoruma gidiyordu ama açık seçik öyleydi. Sadece daha olgun. Ve mutlu. Çok mutlu. Oğlunun aksine çok büyük gülümsemişti fotoğrafa. Fetih'in bana geçmişini anlattığı gece karşılaştığımızda onu genç bir kadın olarak hayal edemiyorum demiştim. Şimdi karşımdaydı ama yine olmuyordu. Çok farklıydı çünkü. Şimdi zaman zaman insandan bile sayamadığım o kadın karşımda muhteşem bir anne gibiydi. Öyle pozitifti ki, o kadar iyiydi ki bu hali her şeyiyle denk getiremiyordum. Sanki önümde bir yapboz aynı iki parça vardı ama biri boşluğa ne kadar oturuyorsa diğeri bir o kadar tutmuyordu.

Bir insan nasıl olurdu da bu denli canavarlaşırdı? Hani kaldırılamayacak bir acı yoktu?

"Çok fırlamaydı Fetih." Dedi Sultan babaanne benim neye dalıp gittiğimi bilmeden. "Doluya koysak almazdı, boşa koysak taşardı. Ele avuca sığmazdı da hop oturup hop kalkardık. Canından can giderdi Zühre'nin bir şey olacak diye. Bak orada alçılı fotoğrafı da var." Bulunduğum sayfa da görmeyince hemen arkasını çevirdim ve şak diye karşılaştım bahsettiği resimle. Alçıya alınmış bacağını boylu boyunca yükseğe koymuşken kameraya bu sefer daha farklı bakıyordu. Çok mutsuz olduğu, keyifsiz olduğu belliyken burada daha büyüktü. Bir de çok tahammülsüz gözüküyordu. Bu anının ölümsüzleştirilmesi onu sanırım biraz kızdırıyordu.

"Kameraya, fotoğrafı çeken ayağını kırmış gibi bakmış." Güldüğümü konuştuğumda ancak anlayabildim. Şu an bu anın içinde olsam Fetih'in karşısına geçer onu kudurtana kadar alay ederdim bence. Kesin ederdim.  Şu tipi bir kez gördükten sonra daha da delirtmemek mümkün değildi. Bunu ancak laubaliği sevmeyen babası, oğluna ölüp biten annesi ve abisine kıyamam Zeliha yapmazdı zaten. Mesela Kürşat yapar mıydı? Yapardı. Ben yapar mıydım? Alâsını.

"Eğer ki yanlışım yoksa teyzesinin oğlu çekti. Bir de damarına basmasın mı, bizimki zaten delidir."

Teyzesinin oğlu? Tek bir isim geldi direkt aklıma.

"Mehmet Ali mi?"

Bunu ancak o yapabilirdi. Elim ağzımda Sultan babaanneye bakarken beklediğim cevap geldi.

"He ya o. Fetih o ayakla dövmeye kalktı, bir baktık ayaklanıyor. Tutmasak sıpayı, hiç bakmazdı ayağının o haline."

Evin o sessiz haline bile dayanamayıp patlamalı güldüğümde elim yanlışlıkla önümdeki çaya çarptı az kalsın yanıyorduk  ama ben gülüşümü durduramadım, Sultan babaanneden de aynı bir karşılık alırken bir yerden sonra avucumun içini ağzıma bastırmaktan başka çarem kalmadı. Bütün ev uyanacak, uyanırsa bir tur da ben alay edecektim Fetih'le.

Tam o an bir ke daha anladım. Mehmet Ali, Fetih'in şahsi meselesiydi. Ve bu mesela çocukluğa kadar uzanıyordu.

Yaşaran gözlerimi sildim karşı duvara baktım biraz sakinleşeyim diye. Dikkatim dağılsın bir daha böyle şiddetli gülmeyeyim diye başka fotoğraflara baktım. Evet o fotoğrafın üstünü kapatarak.

Üst tarafı çıplak, bir sandalyede oturtulmuş ve karpuz yiyen bir bebek geldi bu kez gözümün önüne. Zaten ancak böyle bir fotoğraf sakinleştirirdi beni. Annesi yanağından öperken "Karpuz yiyen bebek Fetih mi?" Diye sordum fotoğrafı yerinden çıkarırken. Burada çocuk değildi bebekti. Belki ancak yaş doldurmuş bir bebek. Yanakları resmen sarkacak kadar fazla elindeki karpuz dilimini ısırmaya çalışıyordu.

"O ya, o."

O biraz önceki kahkalarım kendini daha sakin bir bakışa bıraktı, istemsizce gülümsememek namümkündü. Bebek sevmeyen biri göredursun bunu o bile şapşal gibi bakar 'yaaa' konumuna geçerdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım dilimi ağzımın içinde yuvarladım.

O kadar güzel bir bebekti ki, o kadar tatlıydı ki. O yanakları şimdi neredeydi mesela? Ne yapmıştı bu kadar yanağı? Yüzü çok kemikliydi artık, ne yapmıştı yanaklarını çocuk döverek mi eriymişti? Bu hale, bu halden nasıl gelmişti? Çok güzeldi, hasta olarak bana gelse daha fazla ilgileneyim diye yavaş yavaş hareket edeceğim bir bebekti.

"Üç tane erkek çocuğu oldu Osman'ın, Fetih'in bebekliği çok başkaydı." İki parmağım alt dudağımı sıkıştırırken aptal gibi sırıtıyordum. "Niye diye sor hele?" Dedi ardından. Gözlerim saliselik yüzüne kaysa da fotoğrafa bakıyordum durmadan.

"Neden?"

Hafifçe bana yaklaştı.

"Baba tarafına çekmiş." Dedi devlet sırrı verircesine. "Her bir şeyini bizden aldı o yüzden."

Kıs kıs gülerek başımı salladım. "Farkındayım." Dedim destek olarak. "Baba tarafı çok daha baskın."

Allah'tan...

Dizime vurdu birkaç kez. "Anlayan iki aya anlar da anlamayana otuz sene yetmez. Sen git bir de onu Zühre'ye anlat. Sorsan onların kopyasıdır."

Gözlerimi abartılı bir şekilde devirdim başımı arkaya doğru attım. Kopyası mıydı? Zühre Karadere gerçekten kafasının içinde bir dünyayla yaşıyordu. Gerçekten.

"Pınar bana ne dedi, seni ilk gördükten sonra?"

Gözlerim bu kez tamamen onda kaldı. Pınar'ın hayranlığını görebiliyordum. Buydu merakımı tetikleyen.

"Sultan anne çocukları o kadar güzel olur ki bunların."

Bunların.

Benle Fetih'in.

Yüzümdeki o şapşal gülümseme birkaç saniyede silindi gitti benden. Güzel olurdu benim çocuklarım herhalde. Şu an elimdeki fotoğraftan belli olacağı üzere Fetih'in de. İnsanlar bu ihtimalleri birleştiriyordu birleştirmesine ama boşuna yapıyorlardı bunu. Hem de o kadar boşunaydı ki, Fetih'in elimdeki fotoğrafı usulca masaya bırakıldı. Rüyadaki kız çocuğu saçma sapan bir şekilde gözümün önüne gelecekken gözlerimi açıp kapattım birkaç kez ve çayımdan dilimi yakmak pahasına büyük bir yudum aldım.

İleride görürdüm zaten Fetih'in çocuğunu. Hatta mutlaka denk gelirdim. Bu şu an o kadar mümkün ve oluru yüksek bir ihtimal gibi geldi ki bana görüntü bile canlandı gözümde.

Bebek halasının kucağındaydı. Zeliha'nın. Çok güzel bir hala olurdu ondan. Fetih'in ona yaptığı şeyi zamanı gelince o da yeğenine yapardı gocunmadan. Bir an, çok kısa bir an bu konuda bana sunduğu o fedakar teklifini düşünecek gibi oldum ama o kadar sert çektim ki bunu kafamın içinden canım yanmıştı bu tavrıma karşı.

Kendini karıştırma Efsun, kafanın içindeki aile tablosu sana ait değil.

Halasının kucağındaki bebeğe bir türlü odaklanamıyordum kafamın içinde. Halbuki elimi uzatsam ulaşacak kadar yakındım sanki bu görüntüye. Ama bebeğin cinsiyeti dahi ayırt edilemiyordu. Sadece Zeliha'nın kucağındaydı ve yaş dolduracak kadar büyümüştü. Hareketliydi epey. Ve sanırım bu özellik biraz önce elimde olan fotoğraftaki bebeğin bilinçaltıma yerleştirdiği bir tahmindi. Alt dudağım yavaşça dişlerimin arasına sıkıştı. Bir kadın değil ama çocuğun babası o hayalden içeri girdi. Bebeğini almak için ve bu hayalde en bariz şey, o babayla o hayalde göz göze gelmemek için girdiğimiz bir savaştı. Düşman değildik ama dostluk da gerçekten bitmiş gibiydi. Sadece bebeğe ve kardeşine odaklı Fetih'i izliyordum o hayalde. Belki bu andan sonra kardeşini uyaracaktı. Çocuğunu benimle denk getirmemesi konusunda. Hakkıydı. Eşine haksızlıktı. Hoşuna gitmezdi hiçbir kadının bu. Dudaklarım yavaşça yukarı doğru havalandı, yarım bir gülümsemeden öteye gitmedi.

En azından hayalinde bir şeyler düzelmiş Efsun. Baksana bu denk getiriş karşı tarafa saygısızlık olur diye düşünüyor. Karşı taraf aptal yerine konulan sıfattan saygı sevgi görecek sıfata gelmiş. Bu. Bu çok güzel. Çok özel. Sevin. Senin yaşadığını başka bir kadın yaşasın istemezdin zaten. Bu çok güzel. Sevin.

Kucağına aldığı bebeğin üstünü başını düzeltiyordu. Hayal o kadar gerçek gibiydi ki, ince ayrıntıları bile atlamıyordu zihnim. Daha önce onu kucağında bebekle düğünde görmüştüm aslında lakin şu an kafamdaki anda çok daha farklıydı tutuşu. Babalık üstüne oturmuş gibiydi. Hayal o kadar gerçek gibiydi ki, Fetih'in tutuşundaki tecrübe bile hissediliyordu. Yine ve yine o rüyam araya, bu gelecekte mümkün olan anın gerçekliğini bozmaya çalışır bir çirkinlikte girmeye çalıştı ama tavrım o kadar net ve sertti ki mümkün olmadı bu.

Evet çirkin. Belki çirkin bir melodi belki çirkin bir reklam. Çirkin çünkü biri gerçeğe çok yakınken diğeri bir o kadar uzaktı. Saçmaydı. En az o rüyayı görmem kadar saçma hem de. Bozuyordu bu o anı. Biri rüyaydı biri kuvvetli bir ihtimal.

Devamında evladının yüzüne kondurduğu birkaç öpücükten sonra Zeliha'ya birkaç şey söylüyor ardından gözü gitmek üzereyken yanımızdan, birkaç saliseliğine beni buluyordu. Belki nezaket, belki adabı muaşeret, belki ahde vefa bilmem ufak bir baş selamı veriyordu. Ama öyle ki benden karşılık almadan zaten kafasını çoktan çevirmiş oluyordu. Burada bir şeyler benimle paylaşmak, evine giderken içine istemsiz bir sıkıntı düşürecek gibiydi.

Bu da çok özeldi. Koca ay boyunca tereddütsüz gözüme bakan adamdan tek bir anı kendine çok gören adama. Bu gelişim muazzamdı. Muazzam.

Çaydan bir yudum daha aldım. Soğuk bir bardak suyum yoktu. Keza olsa da onu içmezdim ya. Bir kadının seçebileceği en yanlış erkeksin demiştim. Belki de bu yanlışlığı bir tek bana olacaktı. Hatta muhakkak ileride birinin en doğrusu olacaktı. Ben şimdi yapamasam bile bunu, ileride ceketimi alıp çıkacaktım. Bu kesindi. Ama ileride olacak kadın bunu yapmak için evlenmeyecekti onunla. Fetih zaten sadece birine doğru olacaksa bunun ilerideki kadın olmasını isterdim muhakkak. Bu hakkı tereddütsüz ona verirdim. Ama vaziyet o ya çay bardağında duran durgun bakışlarım içimden geçen düşünceye engel olamadı.

Ama yine de keşke ben bu hakkı ilerideki kadına vereceğime, bu hak zaten en baştan bana da verilseydi. Benim düşüneceğim tek şey Fetih'in şimdi bana verdiği bu doğruluğu ileride de zaten başkasından esirgemeyeceği yönünde olsaydı.

Öylece dudaklarımı ıslattım resme bile bakmadım bir daha. İçimde bir taraf o kadar tükenmişti ki, bazen böyle aniden hissediyordum işte o tarafı. Elimde değildi. Nasıl geçecekti, nasıl aşacaktım bilmiyordum ama aşana kadar bunu yaşayacaktım. Sanki tüm gün gülüp eğlensem bile gecenin sonu buna çıkacaktı.

Annemin babamın bana çok kızacağı şeyleri yapıyordum. Kendimi çok yıpratıyordum. En katlanılmazıysa içimde bunu niye bu kadar çok çıkmaza soktuğumu bir türlü anlayamamdı. Anlayamıyordum. Kafam almıyordu, Fetih yukarıda mışıl mışıl uyuyordu ben neden dünyanın en berbat duygusunu yaşıyormuşum gibi davranıyordum? Ahmaklıktı bu. Açık seçik bir ahmaklıktı. Dünyanın en kötü duygusu bu değildi, bunu benden başkası değil de kim bilecekti?

Aniden dizime bir el değdi ve "Al o fotoğrafı kızım sen." Dedi Sultan Babaanne. Bunu bana teklif edişi mi daha çok yaktı canımı yoksa bu teklifin beni düşüreceği ikilem mi bilemedim. Kesik bir nefesle fotoğrafa baktım. "Kalsın sen de. Senin hakkındır o fotoğraf."

Tekrardan baktım fotoğrafa ama almadım da. Ama yerine de koymadım. Öylece durdu köşede. Sessizce albümün sayfalarını değiştirmeye devam ettim. Zeliha yoktu henüz görünürde. Kürşat gibi.

Fetih'in halaları vardı, onların aileleri. Onun dışında tekli bir fotoğraf gördüm. Küçük bir erkek çocuğuydu. Üzerinde beyaz bir kıyafet ve papyon, ayağında küçük kunduraları ve başında siyah bir dönem şapkası vardı. Çok ikonikti. Kameraya bakmamış, sanki bu gerçekten poz vermek içindi. Bunu düşünecek kadar küçük olmasa bu pozun doğaçlama olduğuna inanmazdım galiba. Sol yukarıya bakıyordu. Ve çocuk denemeyecek kadar küçük bebek denemeyecek kadar büyüktü.

"Babaanne," dedim fotoğrafı elime alırken. "Burada papyonlu şapkalı bir çocuk var. Fetih değil." Ama bir taraftan da bir Fetih kadar olmasa da yanakları olsun siması olsun onu andırıyordu. Bir an kuzenlerinden biri sandım ta ki yan tarafımdan içli bir şekilde o ismi duyana kadar.

"Reşat." Deyiverdi. "Reşat Esat. Dedesinin şapkası."

O kadar aklımda değildi ki o isim, bu albümü açarken onun da fotoğrafı olacağı gerçeği aklıma bile gelmemişti.

Reşat, diye geçirdim içimden. Mutfağın havası aniden ağırlaştı ikimize de bir sessizlik çöktü.

Bazen bir doğum, dünyayı değiştirebiliyor; bazen bir ölüm bir aileyi darmadağın edebiliyordu. Reşat'a bakarken 'yaşasaydı' ihtimalini düşünmemek elde değildi. Bir an nasıl olurdu aramız diye düşündüm istemsizce. Ama zaten o yaşasaydı bunların hiçbiri yaşanamayacaktı. Ben bu masada olmayacaktım şimdi. Ama kader denen şey gerçekten varsa ben bu şehre muhakkak gelecektim. Belki hastaneme gelecekti, belki yolda karşılaşacaktım. Yaşasaydı her şey çok daha güzel olacaktı. Belki hastaneye Zeliha'nın yükselen ateşi için gelecekti. Belki markette kız kardeşiyle alışveriş yaparken önümde bir sırada duracaklardı.

Reşat gitmişti, gidişi onu hiç tanımayan benim bile içimi eziyordu.

"Benim kadersiz oğlum." Diye devam etti. "Kalemi kırık oğlum."

Geçip gitmek, sadece bakmak ve sayfayı çevirmek. Yapmam gereken belki sadece buydu. Çünkü Reşat geçen onca yıla rağmen hala herkeste o kadar taze bir yaraydı ki el değmesi yetiyordu kanaması için. Ama ben dilimi tutamadım.

"Nasıl bir dönemdi?" Diye sordum saçma bir şekilde. Herkesten dinlemek istiyordum. Zühre Karadere'den bile dinlemek istiyordum. Titrek dudakları aşağı doğru büzülecek gibi hissetsem de o zoraki gülümsedi önce sonra dudaklarını birbirine birbirine bastırdı.

"Herkesin lohusa bir anneyi görmeye geleceğine, taziyeye geldiği bir vakitti."

Reşat öyle bir ölmüştü ki hala o evde Zühre Karadere'nin odasında bir köşede nefes alıyordu. Tabuta konulmuş ama o tabut bir türlü gömülememiş, kazılan mezar boş kalmasın diye Zeliha itilmişti oraya. Reşat öyle bir ölmüştü ki, mezarı çift kişilik olmuştu.

Sultan Karadere bir an eşarbının ucuyla gözünü sildi. Canları Reşat dün ölmüş gibi yanıyordu. Acıydı ki onları anlamak suyun altında nefes almak gibiydi.

"Zühre bana bir kere böyle yürekten anne dedi," yüzünün kıvrımlarında sıkışmış acı seçiliyordu. "Ben de onu bir kere yürekten bağrıma bastım. Öyle bir dönemdi."

Acı, kimlikliydi. Başkasının acısı, bir başkasında hep eğreti dururdu. O yüzden üzerinize yapışır, bir ömür taşırdınız. Şanslıysanız alışırdınız. Şanssızsanız alışmak ne kelime, acı adınızın bile önüne geçerdi. Zühre Karadere'nin önüne geçmişti. Öyle ki adını bile unutturmuş gibi hissediyordum.

"Bir keresinde Reşat'ın kırkı çıkmamıştı daha. Bir evladın ölüsünün kırkı çıkmamış, diğer evladının doğumunun kırkı çıkmamış. Zühre ne kadar elini ayağını her şeyden çekmişse Osman o kadar her şeyi aynı anda tutmaya çalışırdı. Hem kendi yerine hem karısı yerine. Acısını bile yaşamıyordu, sadece ordan oraya koştururdu."

O soğukkanlılıkla oradan oraya gidip gelen bir adam geldi gözümün önüne. Bazı insanlar acısını hafifletmenin en iyi yolunun o acıyı hatırlamayacak kadar kendini hırpalamaktan geçtiğini düşünürdü. Hiç yapamamıştım bunu. Ben acıyı daha çok hissetmek için canımı dinlerdim. Ve bilmiyordum, benim gibi mi yapanların yoksa Osman Karadere gibi mi yapanların canı daha çok yanardı? Canına kulak asmak, canına kulak tıkamaktan daha mı iyiydi bilmiyorum.

"Zeliha'yı yeni doğum yapmış başka kadınlar emziriyor. Çoğu zaman kimse yok mamayla doyuruyorduk karnını. Hep ağlardı, hep ağrısı sızısı varmış gibi ağlardı. Ne babası, ne halaları, ne teyzeleri, ne ben. Dermanı bizde değildi. Dermanı o ağlarken sesini duyunca odayı başına yıktığını bilse daha çok ağlardı. Öyle ki Zühre biraz sakinleşsin, Zeliha'nın sesini duymasın diye odalarının yerini değiştirdi Osman."

Bebeğinin ağlayış sesine kriz geçiren bir anne. Tüylerim diken diken oldu, nefesim bile aktığı yerde tıkandı. İçimden geçirmemiş olsam da yine de bir ihtimal üzerine konuştu.

"Kızma oğluma, bu nasıl iş deme." Dememiştim. Hiçbir şey düşünmemiştim halbuki. "Zühre'nin o halini görsen aynı evde bile tutmak istemezdin Zeliha'yı. Sesini bile duymak istemezdi. Osman ne yapacağını bilemedi."

Bir annenin evladı için delirişini, başka bir anne kendi evladının çaresizliğiyle anlatıyordu. Bu olay kimin elinden tutsam elimde kalırdı.

"Bir gün geçiyorum odalarının önünden Zühre ninni söylüyor. Ağladığı da belli. Bazen sesi yüksek, bazen ne dediği belli olmuyor. Reşat'a her gece bir yaşında bebekler gibi ninni söylerdi. Öyle bir çocuktu, başka türlü uyumak bilmezdi. Uyusa bile gece kalkar odalarına girer, o ninniyi dinler öyle uyurdu. Mektep yoluna düşecekti bir iki seneye ama bu alışkanlığından vazgeçmedi bir gün. Annesi de bir gün vazgeçirmeye çalışmadı. Zühre'nin zaten çocuklarının dediklerini ikilettiğini görmedim şimdiye kadar."

Zeliha hariç...

O ninnileri daha yeni doğmuş kızına söylese iyileşmez miydi? Reşat böylesine daha mutlu olmaz mıydı? Neden yapmamıştı bunu?

"Reşat öldükten sonra da hemen hemen her gece kendi kendine söyler dururdu. Çok uzun bir bir süre. Bazen çıkardı buz gibi havada oturur bir köşede söylerdi, bazen sessizce odada. Ama hep söylerdi. Reşat'a çok başka düşkündü Efsun." Dedi. Bunu görmemek imkansızdı. "Reşat'da Fetih gibi değildi. Annesiz tek bir yudum su içmezdi. Uyumazdı. Fetih annesinden izin bile almazdı, Reşat adım atmazdı haber vermeden. Hani ben çok annesine düşkün evlat gördüm ama Reşat çok başkaydı. Öyle bir şeydi ki aralarında ki bağ Fetih'le babası alay ederlerdi. Gülerlerdi. Hani Zühre zerre ayırmazdı oğullarını ama ona bir şey olsa Fetih yaşardı babasıyla bir şekilde ama Reşat nefes bile alamaz diye düşünürdü. Sonra olan Reşat'ıma oldu," gözleri parlıyordu.

"Zühre nefes almayı bıraktı. Reşat'ın onsuz diğer dünyada bile yapamayacağını düşünürdü. Yemez, içmez, uyumaz, durmadan ağlar, korkar."

Zühre Karadere'nin vücudunda yüz tane bıçak varsa doksan dokuzunu kendisi saplamıştı. Böyle nasıl yaşamıştı? Bunu düşünerek nasıl sağ kalmıştı? Delirirdi. Kayıp vermiş insan, kaybının gittiği yerde eziyet içinde düşünürse delirirdi. Aklını kaybederdi. Niye yapmıştı bunu kendine, nasıl bu bıçağı kendine saplamıştı? Yazık değil miydi? Fetih'e, Zeliha'ya, eşine yazık değil miydi? Sapladığı yerden sıçrayan kan onlara yapışıyordu. Kendine yazık değil miydi? Canına kast etmekti bu, aklına, gençliğine kast etmekti bu. Yazık değil miydi bunca şeye?

"Dayanamadım girdim yanına. Sustu. Ben girer girmez sustu. Böyle baktık birbirimize. Hani evlat acısı hep başka denir de, görmeyen anlamaz. Yaşamayan hiç anlamaz. Anlayamazdık zaten onu. Fetih karnını doyurdu mu diye sordu. Doyurdu dedim. Uyudu mu dedi. Uyudu dedim. Teşekkür etti, sonra da yine sustu. Zaten bir tek Fetih'i sorardı. Bir onunla sohbet ederdi, yerse biraz onunla yerdi, onu severdi. Biz hep beklerdik bir kere kızını da sorsun ama o kadar gün olmuştu kendisi koymuştu adını ama bir kere ağzını almazdı."

Acısını tarttığı tartının darasını almamış, Zeliha'yı o tartı da yok saymıştı. Onun rahminde büyümemiş, onu doğurmamış gibi davranıyordu. İçinde bir ateş, o ateşin sönmesini engelleyen tek bir çeşit odun. Odunun üstünde bir cümle. 'Zeliha doğmasa Reşat yaşıyor olacaktı.'

Bu kin, bu öfke Zeliha'yı elleriyle o ateşe taşır sonra gözünü kırpmadan içine bırakırdı. Bunu zaten yapmamış mıydı?

Zeliha'ya bir travmayda karşı karşıya oturan iki insan kadar yabancı değildi, Zeliha'ya o travmayda sevdiğinin canını alan bir kör kurşun kadar düşmandı.

"Gittim ayaklarının ucuna oturdum. Ses seda çıkmadı ikimizden. Zaten böyle anlarda öyle cümleler kurardı yanına gittiğine bin pişman olurdun. Durdu durdu durdu aniden anne dedi, çocuklar ölünce karanlığı hisseder mi? Toprağın altı, zifiri karanlık olur. Hissederler mi?" 

Ben her yaranın dikiş tutacağına inanırdım. Her dikiş kaynamazdı bunu bilirdim ama her yaranın mutlak surette dikiş tutacağını düşünürdüm. Zühre Karadere ona doğru uzanan iğne ipliği bile elinin tersiyle itiyor, elindeki çuvaldızla yarasını dört bir taraftan deliyordu.

Bunları düşünüp nasıl sağ bırakmıştı kendini? Oğlunun bir melek olduğunu düşünecekken, kendini biraz olsun bununla avutacakken nasıl olurdu da bunu kendine yapardı?

Sultan babaanne durgunlaşmış, o ana geri dönmüş, o anın çaresizliğini tekrar hissetmiş öyle konuşuyordu. "Hani insan ne der ki bu anneye, ne der ki bunu aklından çıkarsın Efsun? Ne der ki? Nasıl yapar, nasıl konuşur?"

Sultan Karadere dibinde boylu boyunca uzanmış, yorganı kendine sarmış, bomboş bakışlarıyla karşıyı izleyen gelinine baktı. Soru öyle bir şeydi ki, cevabı bin kişi toplansa yine veremezdi sanki.
Ama o bir şey söylemek zorundaydı. Söylemese onun anlayacağı cevap çok açıktı.

"Hissetmez." Dedi çok geçmeden. "Zühre oğlun karanlıkta değil ki," gelininin gözleri titrek bir ifadeyle kayınvalidesini buldu. İyi şeylere inanmayı bu kadar çok isteyip her seferinde bu kadar kötüsünü düşünmesi akıl kârı değildi. Yavaşça doğruldu yerinden, oturur pozisyona geçti. Kayınvalidesinin gözünün içine baktı. Yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordu. Yüzü çökmüştü, gözünün feri gitmişti, saçlarına aklar düşmüştü. Ağlamaktan gözleri küçülmüştü.

Kaldıramıyordu, kaldırabileceğini düşünmüyordu.

"Peki ya acıkırlar mı?" 

Sayamadığı küsur gündür bunları düşünüp duruyordu. Sadece bunları düşünüyordu. Bir de Fetih'i. Bir de aklına gelen bir ihtimali. Yapmayı çok istediği, yaparsa rahatlayacağı bir şeyi. Fetih olmasa bin kere yapacağı bir şeyi.

Sultan Karadere pes edercesine omuzlarını düşürdü. "Zühre," dedi şefkatle. "Yapma kızım. Yapma bunu kendine."

İlk kez kızı gibi hissettiği için kızım dedi ona.

Önce çenesi titredi zangır zangır. Ardından dudakları bir bebeği andırırcasına aşağı büzüldü. Ona istediği cevaplar verilmediği sürece istediğini anlayacaktı. 

"Acıkırlar." Dedi kendi kendine. Sonra bunu ardı ardına fark etmeden tekrar etti. Herkes yalancının tekiydi ona göre. Herkes hayatına devam ediyordu. Kimse düşünmüyordu bunları. Herkes o bebeğin yemeğini beş dakika  bile geciktirmiyor ama Reşat'ı düşünmüyordu. Herkes çok nankördü. Reşat herkesi çok seviyordu. Reşat çok seviyordu onları nasıl onu böyle çabuk unuturlardı? Nasıl o bebeği hemen onun yerine koyarlardı? O olmasa Reşat yanlarında olacaktı nasıl düşünemiyorlardı bunu? Aklını kaçıracaktı herkes nasıl devam ediyordu? Aklını kaçıracaktı, Reşat çok küçüktü tek başına yapamazdı niye kimse düşünmüyordu bunları? Niye sadece Fetih soruyordu kardeşinin nerede olduğunu? Niye sadece Fetih ne yiyip ne içtiğini, neler yaptığını soruyordu? Bu kadar insanın ağzından neden Reşat'ın ismi dökülmüyordu? Neden kocası Reşat'la yatıp kalkmıyordu? Neden o kızın odasına girip çıkıyordu devamlı? Reşat yoktu, farkında değiller miydi? Reşat yoktu. Aklını kaçıracaktı Fetih'ten başka kimse görmüyordu. Kimse sorgulamıyordu. Aklını kaçıracaktı.

Aniden başka kollarla sarsılan bedeniyle hareketleri kısıtlandı, sonra birinin avuç içine düştü yüzü. Kayınvalidesiyle yüz yüze kaldıklarında "Tamam kızım, tamam." Diye tekrar etti Sultan Karadere. Gözünün önünde bir canlı bomba var gibiydi. Her an tıpkı şu an ki gibi bir krizle başbaşalardı.

'Allah'ım' diye geçirdi içinden. 'O küçücük çocuğun canına, bu kadının gençliğine, o minicik bebeğin günahına baksaydın da benim canımı alsaydın. Aktimi tamamlamaya hazırdım ben. Yaşamış, görmüştüm. Benden alıp Reşat'a verseydin.'

"Acıkmazlar," dedi gelininin yaşlı gözlerine bakarken. "Üşümezler, karanlıkta kalmazlar, korkmazlar, hasta olmazlar. Yemin ederim Zühre, yemin ederim olmaz bunlar."

Vücudu kontrolsüzce tir tir titrerken nefes nefese dinliyor, inanmak istiyor ama beceremiyordu.

"Anne," dedi Zühre Karadere.

Bu gerçekten annesi gibi hissettiği ilk andı. Fetih'in ve Reşat'ın doğumunda bile böyle içinden gelerek değildi? Reşat'ın ölümüne mi kısmetti?

"Anne bir şey yap." Diye açık seçik yalvardı. Karşısındaki kadın çok güçlüydü. Çok güçlü bir kadındı. Bu aileye, bu ailenin gücünden korkarak girmişti. Bu güç niye engel olamıyordu şimdi bir şeylere? "Anne bir şey yap." Diye tekrar etti. "Sen yaparsın, muhakkak yaparsın anne bir şey yap. Katlanamıyorum ben buna, anne ben katlanamıyorum. Bir şey yap. Yalvarırım bir şey yap. Yaşanmaz bu acıyla, yemin ederim yaşanmaz. Bir şey yap anne."

Neredeyse ayaklarına kapanacaktı. İlk kez eşi dışında birine böylesine yalvarıyordu. Elini tam kalbinin üzerine vurdu.

"Şuramdan patlayacağım." Dedi. İçi içinden gidiyor, acısı içinden gitmiyorum. "İçim çok yanıyor. Şuramdan patlayacağım. Bir şey yap anne. Ölümse ölüm ben razıyım. Yalvarırım bir şey yap. Böyle yaşanmaz."

Sultan Hanım onu kendine doğru çekti, Zühre Karadere başını kayınvalidesinin sinesine bırakırken sarsılarak ağlıyor yine dinmiyordu.

"Yaşanır." Dedi. O kadar anlaşılmadığını hissetti ki o an. Yaşanmayacağına bile inandırmıyordu kendini  "Fetih için yaşanır. Senin bir oğlun daha var kızım." 

O hıçkırıklar şiddetlendi. Fetih'in yüzü gözünün önüne geldi. Nasıl bir çıkmazdı böyle, aklını kaçıracaktı. Aklını kaçıracaktı, tek düz yol yoktu.

"Osman var," dedi. Hiçbir zaman yıldızı barışmamış, en başından bu evliliği desteklememiş olsa da gelininin oğluna olan sevgisinden hiçbir zaman şüphe etmemişken.

Sultan Karadere söyleyip söylememek arasında gidip gelirken ilerisini düşünmek istemeden ekledi.

"Kızın var artık." Önce aniden göğsündeki sarsılış dindi sonra aniden geri çekildi. Biraz önce acıdan başka bir şey olmayan gözlerde şimdi çok diri bir öfke vardı.
"Yok!" Dedi bağırarak. Allah'ın verdiği, kendi doğurduğu canı ölümüne inkar ediyordu. Acı denen şey, kaldırılmadığı yerde ruhsal hastalıklar başlardı. Herkes bunu farkındaydı.

"Benim kızım yok. Yok." Bunu elinden gelse sabaha kadar tekrar ederdi. "Keşke o karnımdayken ikimiz de bin kere ölseydik de Reşat'ın kılına zarar gelmeseydi. Duydunuz mu beni?" Sesi aniden bütün şehre duyurmak ister gibi yükselmişti.

"Keşke o karnımdayken bin kere can verseydim de benim oğlum şimdi yatağında olsaydı. Biz bin kere o toprağın altına girseydik ama Reşat evinde olsaydı!"  Ağzından neler çıktığını bile duymuyordu. Ama söyledikleri hep diledikleri şeylerdi. Onlar giderken yapsalardı bu kazayı her şey çok farklı olabilirdi. O Reşat yerine ölebilirdi. Evladı için ölebilirdi. Karnındakini oğlu için feda edebilirdi. Bu aklındaki bin istekten biriydi.

"Zühre o senin kızın!" Diye bir yükseliş beklemiyordu. En azından şimdiye kadar böyle olmamıştı hiç. Kimsenin sesi ona bu şekilde yükselmemişti. "Sen doğurdun o kızı! O garibanın ne suçu var, ne suçu var el kadar bebeğin?"

Bir an yerine siner gibi oldu ama dikleşmesi çok gecikmedi. Başını ölümüne bir inkarla iki yana salladı.

"Değil benim kızım!O geldi diye bu evden iki cenaze çıktı." Diye bağıran bu kez o oldu.
"O geldi diye. Zamanını bile beklemedi. Zamanını bile beklemedi, can almak için erkenden geldi. O olmasa benim oğlum olacaktı şimdi burada. Herkesin suçu var, duydunuz mu beni? Ben dahil herkesin suçu var. Ben kendim için, ben onun için babamı da oğlu mu da ölüme çağırdım! O benim kızım deği-"

Aniden üzerine yürüyen kayınvalidesinin parmaklarını hissetti kolunda. O kadar çok sıkıyordu ki, kasten bile isteye, tek amacı gerçek hayata döndürmekti.

"Reşat ölecekti!" Diye haykırdı bu kabul edilesi olmayan gerçeği. "O kız doğsaydı da doğmasaydı da oğlun o gün ölecekti."

Kaderin varlığını ölümüne inkar ediyordu. Başını şiddetle iki yana salladı. Hiç durmadan içinden geçen isyanın haddi hesabı yoktu.

Nasıl bu gerçeği kabullenirler diyordu. Nasıl olur da bu ihtimali düşünmezler diyordu. Reşat'ı nasıl bu kadar çabuk çıkarmışlardı gözden. Nasıl oğlun o gün mutlaka ölecekti diyorlardı? Çok zalimlerdi, Reşat onları çok seviyordu. Nasıl böyle konuşabiliyorlardı? Niye kınıyorlardı onu? O kızın yerine oğlunu gözünü kırpmadan seçmesi onun en doğal hakkı değil miydi? Niye kınıyorlardı onu?

"ÖLMEYECEKTİ!" Diye bağırdı. Şiddetli bir krizin eşiğindeyken vücudu zangır zangır titriyordu. Bunun kader olduğu ona elbet başka insanlar tarafından söylenmişti. Ama ilk kez böyle tokat atılırcasına, zalimce yüzüne vuruluyordu.

"Ölecekti." Diye tekrar etti. Sultan Karadere şu an ne yaptığını farkında bile değildi. Bu şuursuzluk karşısında artık sabrı taşmıştı. Sütü taşıyordu, yine de Zeliha'yı emzirmiyordu. Gerçekten kopmuştu, aklını kaçırmış gibi davranıyordu.

"ÖLMEYECEKTİ!" Artık bağırmıyor, haykırıyordu. Bu tekrar etti ta ki Osman Karadere içeriye korkuyla dalana kadar. Bu içeri giriş sadece bir kişi tarafından fark edildi Sultan Karadere sustu, gelininin sıktığı kolunu bıraktı ama Zühre tek bir kelimede tıkalı kalmıştı.

"Ölmeyecekti."

"Ne oluyor burada?"

Tir tir titreyen eşine iki adımda ulaştığında yüzünü avuçları arasına aldı. Bembeyaz kesilmiş suratın damarlarından kanı çekmesi birkaç saniye sürdü. En son sakince yatırıp çıkmıştı yanından, nasıl bu hale gelmişti?

"Zühre tamam." Dedi onun soğumuş tenini okşarken.

"Ölmeyecekti." Diye tekrar etti. Eşini gören gözleri olayı kılıfından daha çok çıkardı. "Yalan söylüyor herkes. Ölmeyecekti."

Osman Karadere çoğu zaman olduğu gibi birkaç kelimeden anladı bahsi geçen olayı. Sonrasında bağırışlar yüzünden odaya girişiyle birleştirdi ve ağzından çıkan tek cümle öfke dolu bir "Anne çık dışarı!"  oldu.

Bunu annesinin yüzüne bakmadan söylemişti. Dudaklarını sakinleştirmek istercesine eşinin alnına bastırdı. "Zühre'm tamam." Dedi korkuyla. Titriyordu, buz gibiydi teni. "Tamam iki gözüm, tamam." 

Arka taraftan beklediği hareketliliği hissedemediğinde baş parmakları yüzünün üzerinden eşinin kulaklarına kaydı ve sesi onu korkutmasın diye kapattı. Daha yüksek bir sesle tekrar etti.

"ÇIK ANNE, ÇIK!"

Artık taşıyamadığım gözyaşlarım benden aktığında, Sultan babaannenin eşarbı sırılsıklam olmuştu. "Biz güzellikle anlattık olmadı kızım." Dedi. "Biz bağırarak anlattık olmadı. Her yolu denedik. Doktorlara götürdük toparlansın diye. Hocalara bile götürdük. Tamam kabul toparladı, evine ailesine geri döndü. Ama Zeliha'ya hiç varmadı." bir aile travması, ailenin en büyüğü tarafından kelimelere dökülüyor dinleyeni per perişan ediyordu.
"Oğlunun gidişini, Zeliha'nın o evde olduğunu kabullendi. Bazen Zeliha'ya karşı o kadar düzelirdi ki tamam derdik, oluyor. Ama ertesine her şey aynıydı. Bir yerden ne kadar düzeldiyse, bir yerden o kadar devam etti. Gözü dönüyor, Zeliha'nın haykırışlarına sağır oluyor bazen hala. İçim hep huzursuz, Zeliha'dan yana. Gözü dönse, bu yaşta bile nasıl zararı dokunur bir Allah biliyor."

Zeliha'nın başına gelenlerden habersiz huzursuzluğunu anlatıyordu. Halbuki haberi olsa her şeyden, gelinin gözünün nasıl döndüğünü, nasıl sağır olduğunu bilse şu an gelininin etinden et koparmak için çıkıp gidecekti sanki bu kapıdan.

"Allah büyük," dedi burnunu çekerken. "gün gelecek kızına yaptığı bu eziyetin vebali dolanacak boynuna. Anlayacak kadrini kıymetini. Ama iş bu ya insan gözünün önündeyken gözünün bile kıymetini bilmez. Annesi bilmez Zeliha'nın kıymetini kızım, sen bil. Tamam mı? Yengesi olarak sen bil."

Ağzımdan dökülmek üzere olan hıçkırığı elimle engelledim. Bizim Zeliha'yla yenge görümce değil de abla kardeş olduğumuzu, onu nerelerden kopardığımı bilmeden istedi bunu benden. Hastaydı. Zühre Karadere hastaydı. Hayatımda ilk kez öfkem bir hastayaydı. Neden tedavi olmamıştı? Niye bunu bu aileye yapmıştı? Kafasının içinde öldürmediği canavarlar vardı, niye Zeliha'yı sevene kadar direnmemiş de onu bir uğursuz olarak kabul edip kafasındaki canavarlarla yaşamaya alışmıştı? Böyle acı mı çekilirdi? Böyle yas mı tutulurdu? Böyle hasta mı olunurdu? Nasıl tedavi edilecekti? Ya Zeliha? O nasıl iyileşecekti? Travmaydı. Çocukluğu, gençliği. Travmaydı. Fetih'ten başka kimse ona, o evde iyi bir hatıra bile bırakmamıştı.

"Ben onu o gece onca seneden sonra bağrıma kızım olarak basmıştım," dedi Sultan babaanne. "Eğer o da kızını bassaydı bağrına, ben kaldırmazdım onu sinemden. Ama o bağrına bassa Zeliha'yı Reşat yüzüne tükürecek sandı. Ne bizden ne de onlardan anne kız oldu."

📎📎📎

Kamerayı nereye koyarsam koyayım bir şekilde kendini dahil eden Fetih, sanki bunu kasten yapmıyormuş elindeki şeyle ilgileniyormuş gibi davranmıyor muydu? 

"Fetih girme artık şu kadraja!"

Yan yan bana baktı. Mimar olmasa tamirci olurdu bu adam, her bulduğu boşlukta ya etrafı toparlıyor ya da bir şeyleri tamir ediyordu. Deli miydi neydi?

"İftira atma." Dedi yaptığını hiç şaşırtmadan inkar ederken.

"İftira atmıyorum. Rahat dur vedalaşayım gitmeden Efsun'la."

Bu benim için çok mühimdi. Elimde bol bol video ve fotoğraf olmalıydı ki bir daha geldiğimde ne kadar büyüdüğünü daha net göreyim. Evet, tabi ki bir daha gelecektim. Ama bu sefer planım Fetih'siz gelmekti.

Ama yaptığı şeye devam etti. Ters bakışlarım daha da artınca da aniden "Ölür müsün ben de gözüksem köşede Efsun?" Diye söylendi açık niyetini belli ederek. On yaşında çocuklar gibiydi yine. Birazdan trip atacaktı. Biliyordum. Ne daha çok canını sıkar diye düşünüp kamerayı kapattım.

"Çekmemeyi tercih ederim."

Bana yine 'zalim' der gibi baktı. Zaten bu aralar en çok öyle bakıyordu. Elimdeki bakım yağını avucumun içine döküp önce birbirine sürttüm ellerimi sonra Efsun'un tüylerine sürdüm. Mis gibi kokuyordu mis. Fetih bundan önce yaptığım her şeye sanırım yeterince tepki vermiş olacak ki buna bir şey demedi ama beni izlediğini farkındaydı.

Bebek gibi olmuştuk. Biz iki Efsun'da...

"Birkaç saate yola çıkıyoruz." Dedi Fetih. Devamlı konuşası vardı. Nasıl getirmiştim ben bu hale bu adamı? İşimi devam edip tepki vermedim. "Buraya gelirken, buradan dönüşümüzde ilerleme kat ederiz sanmıştım." Bunu söylüyordu söylemesine ama bir amacı yoktu her halinden belliydi. Hatta bir yerde kendi kendine anlatıyordu.

"Tek faydası oldu, o da defteri dürülecekleri bana gösterdin."

Elim yavaşlasa da durmadı. Defteri dürülecekler. Yapma ya da ne yapacaksın demedim. Zerre ilgilenmiyordum. Onların kendi arasındaydı. Dün gece saatlerce Zühre Karadere'yi düşünmüş olsam da.

"Ama çok zoruma gidiyor," elime tarağı aldım yumuşattığım tüyleri tarıyordum. "Tek kelimemin bile nazarında yeri yok. Bana yapılan en büyük yargısız infaz bu. Üstü gelmedi." Bir nefeslik eş verdi ve tamamladı. "Allah tekrarını senin elinden yaşatmasın doktor."

Bu bir serzeniş miydi, sitem miydi, kızgın bir söyleniş miydi ayırt edemiyordum. Elindeki şeyi ardı ardına belli bir ritmiyle vurdu. Son vuruş daha bir sert ve vurgulu olduğunda devamında konuşmasının süreceği her halinden belliydi. Bir kelime varla yok arasında ağzından da çıktı ama Pınar bulunduğumuz yere telaşla dalmamış olmasaydı. Nefes nefese bizim yüzümüze bakarken beden dilindeki telaş çok açıktı.

"Sultan anne," dedi neredeyse ağlayacakken. Bir saniye durdu ya da durmadı devam etti. "fenalaştı."

Fetih'le gözlerimiz aynı anda birbirini bulduğunda birkaç saniye öncesine kadar bomboş bakan gözlerimize korku hızla yayıldı. Ellerimizdekileri nasıl bıraktığımızı ikimizde bilmezken koşan adımlarımızı ve benim aniden küt küt atan kalbimi hatırlıyordum sadece. Fetih'in merdivenleri ikişer ikişer çıkmasına karşılık bizden önce yukarı varmasıyla hangi odaya gireceğini telaşın da etkisiyle bulamaması bizi denk getirdi tam da o sırada arkasında kalan odada ağrı dolu bir "Fetih." Seslenişi duyduk.

Adımlarım hiç durmadan o odaya yöneldi, önce o ardından biz odaya dalarken Fetih "Babaanne." Diyebildi ancak. O soğukkanlılığını kaybedişi adımlarına kadar yalpalayışına rağmen daha sakin bir sesle "Pınar tansiyon aletini getir." Diye bağırdım.

Sultan babaannenin bize uzattığı eli ilk Fetih tutarken gözleri ne yapacağını şaşırmış bir halde bana kaydı. Onlara vardığımda ilk olarak nefes alımını rahatlatmak için elim eşarbına ve düğmeli yakasına yönelse de diğer eli de benim elimi buldu.

"Tamam sakin ol, derin derin nefes al." Dudaklarını büzüştürüp nefesini üflerken Fetih'de ben de oturmamıştık.

Önce Fetih'i sol tarafına çekti oturmasını sağladı. Nefesleri anlam veremediğim şekilde düzene girer gibi olsa da surat ifadesi hala beni memnun edecek konumda değildi. Aynı şeyi bana da yaptı, kendimi aniden sağında otururken buldum. O an bir şey fark ettim.

Pınar korkudan epey sıyrılmış sıfır endişeyle bizi izliyor ve elinde bir tansiyon aleti göremedim. Kafamın içi allak bullak oldu, Fetih'le karşılıklı 'biz iki salak' bakışı atarken ikimiz de Pınar'ın bize verip kendinden attığı tüm duyguları hala üzerimizde taşıyorduk. Ellerimizi tutan bir çift bizden ayrılırken "Babaanne?" Dedim sorar gibi. Sırtını geriye yasladığı koltuktan ayırdı ve bizden ayırdığı ellerinden birini Pınar'a uzattı. "Pınar gel kaldır kızım beni."

Elim koluna gitti "Dur kalkma, neyin var bakalım önce." Desem de bir şeyi varmış gibi görünmüyordu ki?

Fetih'in gözleri ikisinin üzerindeyken aniden ağzından yine edepsizlik geçti.

"Taşşak mı geçiyorsunuz bizimle?"

Bu sinirlenmeden önceki son duraktı, farkındaydım. Sultan babaanne bir darbe indirmek istedi ama denk getiremedi. "Karının önünde ıslak odunla döverim seni teneke!" Diye tepki gösterdi ama ben hala niye böyle yapıldığını anlamaya çalışıyordum sadece.

Fetih bu söylenilene hiç takılmadan aynı ifadeyle onları izliyordu. Sultan babaanne benim az önce çıkarmaya çalıştığım eşarbı düzeltirken "Madem bugün gidiyorsunuz," dedi Pınar bize artık sırıtarak bakıyordu. "Oturun efendi efendi konuşun diye getirdim buraya sizi."

Beklemediğim dakikada beklemediğim bir oyuncudan beklemediğim bir gol yiyişimle neredeyse kafamı geriye atıp inleyecektim. Yan tarafımdan derin bir nefes sesi geldi.

"Kurban olduğum," dedi babaannesine bakarken. "Sen bizi çağırsan normal bir şekilde gelmeyecek miy-" Sonra cümlesi aniden vücuduna bir elektrik akımı girmiş gibi yarıda kesildi bir an onun için refleksle korktum, ta ki yarıda kestiği cümlenin yerine kurduğu cümleye kadar.

"Konuşmak mı?"

Ve ayaklandı.

Aniden babaannesinin yüzünü avuçlayıp öperken "Senin Allah'ına kurban," dedi. Öptü dedim ama kafa da atmış olabilir bilmiyorum. "Bir an hiç yapmayacaksın sandım bunu." Bir kez daha öpmeye yeltendi ama babaannesi ona vuracakken yerinde duramayan bir çocuk gibi geri çekildi ve bana baktı.

Gözlerinin içi parlıyordu.

"Senin için değil." Dedi huysuzca yaşlı kadın. Yerimden kalktım "Babaanne," dedim 'lütfen' dercesine. Direkt odadan çıkıp gitmeye gönlüm elvermedi. Elini Pınar'dan koparıp bana uzattığında öylece baktım eline. Temas kullanıyordu. Neden olduğunu farkındaydım.

"Yapma. Lütfen. İnan ki," Elim aniden Fetih tarafından babaannesinin avucuna bırakıldı. Dört ayağı üzerine düşmüştü. Kadın elimi tuttuğu an bana yaklaştı.

"Biraz olsun hatrım var mıdır yok mudur sende?"
Elim iki elinin arasında yüzüm resmen kıvranıyordu.

"Var ama benim hatrımın bununla alakası yok. Lütfen bak, bırak çıkayım." Yanımda bir hareketlilik oldu ama bir ses seda çıkmadan duraksadı.

"Var." Dedi inatla. "Ben sana otur barış, öpüşün koklaşın demem. Otur dinle kızım, sadece otur dinle. Bu hadise bu halde Urfa'ya, geldiği gibi gitmesin."

Dilimi ısırdım başımı iki yana salladım. İstemiyordum. "Bu yaptığının sonu yok." Diye bir gerçeği fısıldadı kulağıma. Biliyordum. Bilmemek imkansızdı. Çıkmazdı bu yaptığım. Ama geri adım da atamıyordum.

"Velev ki var ben o zaman istemezdim senden bunu." Elimi sıktı. "Ben seni kızım gibi dinledim, şimdi de sen babaannen gibi dinle beni. Lafımı hiç etme gitmeden. Bak kaç saat uzağıma gidersiniz. Gözümü arkada bırakma benim, hadi kızım."

Ben seni kızım gibi dinledim, sen de babaannen gibi dinle. Dün gece bile yetiyordu öylece çıkıp gitmememe.

Bu cümlenin yükü o kadar ağırdı ki, yapacağın şey vefaya yapmayacağım şey vefasızlığa çıkacaktı.
Kalbim şimdiden yandı.

Cevap vermeyeşim onun için konuşmasının devamıydı. "Bir dinle. İstediğin an çıkarsın odadan gelirsin yanıma. Ama bir dinle. Bir söz hakkı ver ki, dinlemedi diye bıçak sırtına gelen sen olma. Biraz olsun hatrım varsa, bak biraz hürmetin varsa bana."

Görmüyordu ama gözümün içine bakıyordu. Öyle ki gözlerimi kaçırmam utanmamdandı. Elleri içimde en hassas yerin üzerinde durmadan dürtüyordu. "Hadi kızım." Dedi tekrardan. Zor kullanmıyordu. Beni zor duruma sokuyordu. Pınar'ın da bana nasıl baktığını farkındaydım. Dudaklarımı ıslattım. Ya hayır diyecek kadar vicdanımı rahatlıkla körelten bu odadan rahatça çıkan bir insan olarak yaratılsaydım ya da bu inadı rahatça kırabilecek biri olarak. İkisinin arasında olmak dikenli bir yolda yalın ayakla koşmamı gerektiriyordu.

İlk yenilgi verdiğim nefesten oldu. Bunu bir tek ben anladım. Başımı önüme eğerken  "Eğer konuşma saçma sapan bir yere giderse," sonuçta Fetih'in bana sorduğu ilk soru kimin bana söylediğiydi. "Devamını dinlemem."

Elim daha bir sıkı tutuldu başını salladı kadın. Ve yüzündeki o teşekkür benim geri adım atmama tek engeldi. "Bunu da sadece senin için yapıyorum bu da böyle bilinsin."

Dudaklarını avuç içlerime bastırdı sonra eli yüzümü buldu. Yanağımı istemsizce eline bastırdım. Benden geri çekilirken aniden yanımdakinden akıl tutulması yaşayacağım bir teklif geldi.

"Babaanne sana zahmet kapıyı da kilitler misin? Ne olur ne olmaz diy-"

"Senin kafanı da kırayım mı?"

Pınar hiç çekinmeden güldü ama ben hala vazgeçmeye meyilli bir halde Fetih'e 'Sen nasıl bir cinssin?' Der gibi bakıyordum.

Boğazını temizleyen Fetih "Tamam." Dedi sadece. Sultan babaanne sabırlar eşliğinde yavaşça odadan çıkarken sanki yanında benim pek kalmayan kalp sağlığımı da götürmüştü.

Bu yalnız kalış, bu günlerin savaşı, bu direnişim, bu savaş meydanı her şey artık bitmişti. Bir an ne yapacağımı bilemedim sırtım Fetih'e döndü. Savaş bitmemişti de sanki iki tarafın da mühimmatı bitmişti. Ve sanki arada bir barış imzalanacaksa bu samimiyetten uzak, bir mecbur kalıştan doğacaktı.

O kadar inancım yoktu ki anlatılan beni tatmin edeceğine dair. Belki yine başkalarını suçlayacaktı. Belki abarttığımı söyleyecekti. Bilmiyordum inanç eksikliği vardı artık.

Aniden arkamdan omuzlarımla kollarımın birleştiği yerden tuttu "Efsun." Dedi.

Fetih kendini haklı çıkarman mümkün değil ama olayı kendi pencerenden öyle bir anlat ki içimde şüpheden yana hiçbir şey kalmasın. Senin pencerenin varlığını kabul edemezsem, aramızdaki savaşı bitirip öylesine bir barış imzaladığımızla kalacağız.

Aniden çenesini başımın üzerinde hissettim, bu temasa tek tepkim geri çekilmek oldu. Yüz yüze kalırken aramıza bir beden girecek kadar mesafemiz vardı. Ben sadece gözünün içine baksam da o tüm yüzümü inceliyordu. Yüzünde bir zafer emaresi yoktu ama biraz rahatladığı belliydi. Arkamızda bir şöminenin kenarlarına  iki antika koltuğun konulduğu  yeri işaret etti. Zorlamadan koltuklardan birine otururken ellerim kucağımda yerdeki halıya bakıyordum. Bir süre ayakta dikildi, diğer koltuğa geçmesini beklerken suratım beş karıştı. Sonra sonunda ilerledi, boş koltuğa oturmasını bekledim ama bunu tercih etmedi. Aniden kendine benim ayaklarımın dibinde bir yer seçti.

Oturduğu yer dizimin dibi oldu.

Titrek bakışlarım onu bulduğunda hala yüzümü inceliyordu. Bu anı ne kadar çok beklediğini farkındaydım. Eli aniden elime uzandığında izin vermedim, ellerim birbiriyle oynamaya başladı.

"Ah Efsun, ah." Dedi önce. Bu ah'ı neyeydi bilmiyordum.

"En başından alacağım her şeyi." Dedi. "Bugün bu odadan çıktığımızda kimsenin kafasında tek bir soru işareti kalmayacak. Nerede ne takılırsa aklına, durma sor. Kafamızın içindekiler daha fazla yakmasın bizi."

Söylediği şeyin nereye çıktığını biliyordum. Kısaca bana kafanda kurma diyordu. Dediğini de yaptı, olayı çocukluktan aldı. Ben sormadan her şeyin cevabını verecek kadar ayrıntılı ve derin. Öyle ki konuşmanın başında ona bakmayan ben yavaş yavaş tek odağım haline getirdim onu.

Mayıs 2018
-İlahi bakış açısı-

Genç adam, arabasının kapısını açmak için ona yaklaşan bir kişiyi elini kaldırarak durduğunda sayfaları hızlı hızlı çeviriyor ama bir türlü istediği yere denk gelemiyordu.

"E oğlum Emir'de seninle beraber gelseydi, adamı niye önden gönderdin?"

Üstten bir bakış attı telefonuna. Bu ortağının rahatlığı bir gün onu sinir hastası yapacaktı. Ya da bilinmez o buna belki de çok meyilliydi.

"Ulan dangalak," dedi açıkça. "Emir'i önden göndermiyorum, zamanında gönderiyorum. Benim gelişim gecikti. Oğlum senin ideolojin yatarak çalışmak mı?" Cümlelerinin devamını engelleyen şey telefonun ardından duyduğu ses oldu ve bu sesi tanıması geç olmadı.

"Sen bu saatte işinin başında olacağına viski mi içiyorsun?"

Eli ayağı titriyordu. Kontrol onda olmayınca, işinden gücünden uzak olunca, kimin ne bok yediğini bilmeyince eli ayağı titriyordu.

"Bugün cumartesi kardeşim." Dedi karşısındaki ses. "Ayrıca viski içtiğimi nereden çıkardın?"
Telefonun dibinde o buz kütlelerini bardağa boşaltmamalıydı sanırsa. Bir de üstüne viskiyi boşaltınca Fetih'in anlamaması neredeyse imkansızdı.

"Sana cumartesi mesaisi yazmayan beynimi sikeyim kardeşim." Dedi açıkça. Gerçekten öfkeleniyordu. Bu adam hiçbir zaman düzelmeyecek miydi?

"Ben senin çalışanın değil ortağınım kardeşim." Dedi alaycı bir tavırla gülerek. Fetih'in sinirlendiğini ve bunun epey hoşuna gittiğini ikisi de biliyordu. Bu Merthan için sabah sporu gibiydi. Hatta bir meditasyon. Evet evet öyle özel öyle kıymetli.

"Hay senin kardeşini," dedi Fetih öfkeyle elindeki dosyayı yan tarafa fırlatıp bir başkasını alırken. Halbuki eve girip sakince baksa bulması kolaylaşacaktı ama yok kendi kendini sinirlendirmek ona daha mantıklı geliyordu.

"Her neyse, her neyse." Dedi Merthan elinde alkol değil de Türk kahvesi varmış ve keyif yapıyormuş gibi. "Şimdi senin biletini iptal edecek kadar ne oldu? Ne söyledi Zühre Sultan da sen işi gücü biraz daha bana bırakıp gelmemeyi kabul ettin bir iki gün daha?"

Sıkıntılar bir bir hatırlatılıyordu Fetih Karadere'ye. Şu saatlerde toplantı masasında olmalıydı. Mevzu beton projesi olmalıydı. Ama o hala Urfa sınırları içerisindeydi.

"Ne bileyim oğlum ya. Gelmiş diyor ki iki gün daha kalmazsan ölümü gör Fetih." Karşı taraftan ağzındakini püskürtmeli bir kahkaha patlattı. O an içinden keşke Türk kahvesi yapsaydım fikri geçti. Karadere ailesi. Merthan gibi ailesi yok denecek kadar az olan ve bağ denen şey babasıyla bile arasında olmayan biri için hep çok imrenilecek, her bireyi ayrı ayrı ikonik, bağları aklının almayacağı kadar kuvvetli bir aileydi. Bildiği bazı şeylere rağmen yine de hastalarıydı. Saatlerce Fetih'in yaşadıklarını dinleyebilirdi.

"Hastayım oğlum senin bu annene." Dedi gevşek gevşek. Her şeyin dışarıdan ne kadar güllük gülistanlık olduğu bir kez daha aşikardı.

Fetih'in ölümcül bakışları Merthan ismini buldu. "Gevşek gevşek konuşma, seni ben dövemeden babam falakaya yatırır pezevenk."

Merthan bir an bu gerçek olacak gibi elini ağzına kapattı gözlerini irice açtı. Ardından elini kalbine bastırdı "Osman babam." Dedi abartıyla. "Öz babam."  Bu boş cümlelere tepki vermeden Fetih elindeki dosyayı bir kez daha değiştirdi.

"İyi yapmışsın o zaman ya, iki gün fazla değil zaten. Gönlü kalmasın öz anamın da, öz anam," diye tekrar bastırdı. "Neyin ısrarını yaptı iki güne? Ne yapacak o kadar sürede?"

'Bir bilsem.' Diye geçirdi içinden Fetih. Ah bir bilse...

"Oğlum yoksa birini mi gözüne kestirdi lan senin için?"

Şu konunun açılması bile anında arabanın içinde buz gibi bir hava estirdi. Fetih dosyayı çarparak kapattı "Merthan o konuya hiç girme," dedi gerginlikle. Sanırım bu konu açıldığında tansiyonu yükseliyordu.

'Bir doktora gözükmek şart.' Diye geçirdi içinden. 'Şart şart, bir doktor şart. Ben de böyle anne olduğu sürece bir doktor şart!'

Bir hafta önce o şiddetli tartışmaları ve resti geldi bir an gözünün önüne, dirseğini direksiyona yaslayıp parmak uçlarını göz pınarları bastırdı ve her şeyden bir haber Merthan düşen çenesiyle konuştu.

Bu ortağına bile söylemeyeceği kadar utanç duyulacak bir şeydi Fetih için. Evet utanç. Bazen coğrafyanın gerçekten kader olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor, ardından bu fikrin bu coğrafyadan olmayan annesinden olduğunu hatırlıyor daha çok sinirleniyordu. Fetih genel olarak zaten daha çok sinirlenecek bir şey buluyordu.

"Ya oğlum fena mı olur ya," dedi eğlendiği aşikârken. "Siz aşiretsiniz, Cumhuriyet gelmese ülkeye belki şu an bölgeyi siz yönetiyordunuz." 

İkisi de aynı anda içinden aynı cümleyi geçirdi. 'Allah Atatürk'ten bin kere razı olsun.'

Ve tabi devamında da düşünüp söylemedikleri şey de bir oldu.
' Baban/m istese yine biz yönetiyor sayılırdık. En azından şehri.'

"Öyle size her kadın olmaz kardeşim." Diye devam etti. "Hem sana da olmaz. Bırak annen bulsun tam senin kaleminde bir kadın." Göz pınarlarından göz kapaklarına geldi parmakları. Ovaladı iyicene. Çıkarıp sigara içme isteğiyle doldu taştı.

"Nasıl oluyormuş benim kalemim Merthan?" Aynadan kendiyle göz göze geldi, önüne düşmüş saçlarını serseri bir tavırla geriye atarken bir kulağı telefondaydı.

"Böyle hanım hatun, lafının üstüne laf söylemeyen, beyim ne derse o diyecek, yumuşak başlı, inat nedir bilmeyen, konuşmayı pek sevmeyen bir kadın." 

Katıldığı bir iki özelliğe rağmen yine de kaşları havalandı "Hadi ya.' Dedi boş konuştuğunu belli etmek istercesine.

"Yalansa yalan de ulan ruh hastası." Bu tepkiyi beklemiyordu pek tabii. Ama yine de tepkisi göz devirmekten öteye gitmedi. "Konrtolün sen de olmadığı, ipleri senin tutmadığın bir ilişkin mi oldu lan şimdiye kadar? Sen bu dünyaya yönetici ruhuyla gelmişsin oğlum. Bunu zedelemeyecek bir kadın olacak. Lafını sözünü dinleyecek, ikiletmeyecek, dizinin dibinden kalkm-" belki son cümle kurulmaya çalışılmasa sadece dinleyici konumunda kalacaktı ama araya girdi.

"Kölelik benim bildiğim peygamber döneminde kalktı Merthan." 

Merthan bir an dediği şeyi sorguladı. Abartmıştı, en azından kendine göre biraz.

"Sonuncusu biraz fazla oldu eyvallah. Ama kontrol konusunda hemfikiriz?" Diye bir destek bekledi.

Fetih o an bunu inkar edemedi.

"Öyle." Dedi düz bir sesle. Bunu bir üstünlük değil de doğanın kanunu olarak görüyordu. Eğitimde, işte, ailede, evlilikte. Muhakkak kontrol bir kişide olmalıydı ona göre. Paylaşılırsa kişiler arasında bozulurdu disiplin. Ve kabullenmemek elde değildi onun için.

Kendi ilişkisinde bu kişi belliydi, gerçekten belliydi. Aksini düşünürken bile anksiyetesi zirveyi oynuyordu.

"Baskınlık konusunda da hemfikiriz?" 

Neyi zorluyor lafı nereye getirecek bilmiyordu Fetih.

"Öyle." Dedi sadece yine.

"E biraz laf söz de dinlesin, zıttına gitmesin. Tahammül edemezsin."

Fetih hipnoz olmuş gibi tam yine 'öyle' diyecekti ki aniden suratına şu yemiş gibi bir silkelendi ve "Sana ne amına koyayım bunlardan?" Diye sesini yükseltti. "Piçe bak, seni mi bağlıyor oğlum bu? Ben niye ilerideki kadını seninle konuşuyorum lan? Beynimi siktin Merthan boş işler müdürü müsün oğlum sen? Bulduğun boşlukta bunları mı düşünüyorsun yavşak?"

Merthan eninde sonunda alacağı tepkileri zaten bildiğinden bu kadar yediği küfüre rağmen güldü.

"Kıskanç ortağım benim." Dedi Fetih'in midesini bulandıran bir romantiklikle. Klavye delikanlılığı yapıyordu, Fetih'in şu an ona ulaşamamasından yüz buluyordu.

"Ben döneceğim iki güne Merthan, bu bilgiyi her bir deliğine sok ben gelince de böyle sulandır muhabbeti. Tamam mıyız aslanım?"

Merthan'ın gülüşü büyüdü "Seninle de iki sohbet edilmiyor. Şurada iş konuşsak kapatmazdın, nankör. Ne halin varsa gör."  trip atarcasına telefonu kapattı. Devamında sağlam bir küfür yediğini bilerek. Fetih telefonu koyduğu yerden keyifsizce alırken dosyaları sırasıyla topladı sonra aracın anahtarını üstünde bırakıp indi. Bir baş selamıyla evden içeri girerken onu her şeyiyle bir sessizlik karşıladı.

Buna takılmadan kollarını kıvırdığı gömleğinin yakasını düzeltti serice merdivenlere ilerledi. Zeliha muhakkak evdeydi. İlk katı çıktığı an orta yere "Zeliha." Diye seslendi. Onu görmeden bir üst kata çıkması neredeyse imkansızdı.

Kardeşinin odasına adımlayan ayaklarını aralanan oturma odasının kapısı durdurdu. Gözleri orada evde olmasını beklediği birini görmeyi beklese de gördüğü kişi bambaşkaydı.

"Fetih." Dedi Şûride.

Araladığı kapıdan birkaç adım geriye gitti. Fetih'i sarsan tek bir şey yoktu birkaç şey vardı.

Evin sessizliği, evde kimse olmayışındandı. Ev kasti olarak boşaltılmıştı.

Kuzeni de ailesi de bu şehirde yaşamıyorlardı ve Fetih bu ana kadar burada olduğunu bilmiyordu Şûride'nin.

Günler önce annesiyle çok ileriye giden konuşma geldi aklına. Annesi neredeyse oğlundan bir tokat yiyecek kadar ağır laflar işitmiş, bu olayın üzerinden araları düzeleli yirmi dört saat bile almamıştı. Fetih bu konuştuklarını unutmak için, hiç konuşulmamış gibi davranmaya henüz daha yirmi dört saat önce ikna olmuştu.

Ve pek tabi Şûride Fetih kadar habersiz değildi.

Önce Şûride'ye baktı, sonra arkasına. Arkasındaki gösterişiyle göz dolduran kurulu masaya. Fetih'in içinde bir şey çok bariz şekilde ezildi.

'Yapma.' Dedi kendi kendine. 'Yapma Şûride. Bunu sakın yapmış olma.'

Gözleri tekrar kuzeninin yüzüne tırmandı. Bir zorlama ifadesi seçmeye çalıştı, bir isteksizlik, zorla içine düşürüldüğü duruma vereceği bir göz sulanması, her an sayıp sövecek bir tavır ama hiçbiri yoktu.

Karşısında sadece heyecandan elini ayağını nereye koyacağını bilmeyen bir genç kız vardı. Küçük, Fetih'in gözünde kız kardeşiyle neredeyse yaşıt sayacağı bir genç kız. Genç bir kadın bile değil. Genç bir kız.

Annesine kurduğu bir cümle gitti geldi zihninde. 'Bu saçmalıktan Şûride'nin haberi bile olmayacak anne, duydun mu beni?!'

Fetih elbet bunu olgunluğuyla sindirir, unutur giderdi. Bu pis bir düşünce olarak kalırdı ama eğer karşısındakinin kulağına giderse nasıl etkileneceğini yıpranacağını düşünmüştü. Şûride çok hassastı, nahif, çok kırılgandı. Sadece Fetih'in gözünde değil üstelik. Herkesin gözünde.

Ve Fetih'in bu hassasiyeti tuzla buz oldu. Şûride "Gelsene." Dedi nazikçe onu odaya davet ederken.

Bu olay sadece Fetih'i evlendirmekle kafayı bozmuş annesinin fikri olarak daha sindirilirdi ama şimdi Fetih'in içindeki karmaşa kocamandı. Değil sindirmek yutmak bile mümkün değildi.

Şûride zaten biliyordu.

Fetih sükunetle sadece izledi bir süre. Belki bu süre bir dakikaya tekabül ediyordu ama Şûride için belki bir saatte belki de daha fazlası demekti. Bir yere tutunmamak için o kadar zor duruyordu ki. Titreyen vücuduna rağmen hala nasıl bir yere oturmamıştı kendisi bile  şaşkındı. Kuruyan dili damağı ve etinden ayırmaya çalıştığı tırnaklarıyla karşısındaki adama bakıyordu. Kafasında bin bir türlü senaryo kuruyor, açıkça kendine eziyet ediyordu. En kötü ihtimalse Fetih'in içeri bile girmemesiydi.

Ama olmadı bu, Fetih daha fazla kapı önünde dikilmedi ona doğru adımladı.

Şûride'nin bu heyecanı, telaşı o kadar tazeydi ki tecrübesiz oluşu onu daha da çıkmaza sokuyordu. Şu an bu anın yaşanmasını bile hayal ettiği bir gün yoktu.

O içindeki bu şeyi, kimseye belli etmeden yeneceğini düşünüyordu. Uzun zamandan beri. Bir şekilde aşmaktı onun tek gayesi. Sessizce, en yakınındakinin bile haberi olmadan. Ama şimdi burada bu şekilde olmak kabini göğüs kafesinden çıkaracak kadar imkansızdı ona.

Beline kadar dökülen saçlarının uçlarını özenle maşalamıştı. Zarifçe geriye doğru attı ve ondan tek bir an bile gözlerini çekmeyen Fetih'ten gözlerini kaçırdı.

"Hoş geldin." Dedi olabildiğince sakin bir sesle. "Aç mısın?" Duraksadı dudaklarını birbirine bastırdı. "Benim ki de soru. Her şeyi kendi ellerimle yaptım." 

'Senin için, her zaman olduğu gibi.' Diye söylendi içinden. Fetih'in onu izlediğini farkındaydı. Öyleydi de zaten. Fetih gözlerini dikmiş öylece önünde heyecanını saklamaya çalışan ama gram beceremeyen kuzenini izliyordu. Onu süzdü baştan aşağı.

Çok hoş, çok güzeldi.

'Ama Zeliha'da öyle.' Diye geçirdi içinden.

Çok becerikli, hamarattı ayrıca.

'Ama Zeliha'da öyle.'  Diye tekrar etti içinden.

Zeraferiyle, oturuşuyla kalkışıyla, konuşmasıyla, tepkileriyle çoğu şeyiyle mükemmele yakındı Fetih'in gözünde.

'Ama Zeliha'da öyleydi işte.' Diye bıkmadan usanmadan tekrar etti. Şûride hakkında ne kadar çok düşündüğü iyi şeyler varsa aynısını kız kardeşine de hissediyordu Fetih. Ve Şûride'yi onun kadar seviyordu. Zeliha'ya karşı hissettiği tüm duygular Şûride'yle çok örtüşüyordu. Ağabeyine rağmen, Şûride ona hep farklıydı.

'Sakin ol.' Diye telkin etti kendini. Karşısında gülümseyerek bir şeyler anlatan genç kadını duymuyordu. 'Sakin ol Fetih. Sesinin tonuna dikkat et.' Dikkat etmediği yerde yaşayacağı patlamadan kendisi bile çekinirken karşısındakinde nasıl bir şey yaratırdı bilmiyordu.

Bugün bu odadan öyle bir çıkmalılardı ki bu an yaşanmamışcasına yollarına devam etmelilerdi. Öfkenin bu odada işi yoktu. Her ne kadar Fetih Şûride'nin bunca hazırlığı kendisi için, bu masada kuzen sıfatından uzaklaşarak oturmak adına yaptığını düşündükçe aklını kaçıracak gibi olsa da.

"Şûride," diye ne anlattığını bile bilmeden böldü onu. İlk kez bu ses bu şekilde çıktı bu ismi söylerken. Zaten Fetih'ten bir şey bekleyen Şûride için bu çok güzel bir şey olabilirdi ama olmadı. Bu ton, bu tını kalbini ayağa kaldırdı.

Dudaklarını ıslattı ve titrek  bir sesle "Efendim." Dedi. Fetih'in gözleri ondan ayrılırken sandalyelerin birini işaret etti. "Otursana."

Bir yabancıyla konuşur gibiydi.

Gözü masanın üzerindeki tabaklarda dolaştı bir süre. Bambaşka şeyler konuşmak için oturabilirdi bu sofraya. Çoğu zaman olduğu gibi. Bir farkındalık geldi buldu Fetih'i. Nasıl fark etmemişti?

Şûride stresle Fetih'in dediğini ikiletmeden sandalyelerden birine otururken Fetih'te yavaşça ona doğru ilerledi. Boş bir yere elindeki takım elbisenin ceketini ve dosyaları koydu ardından Şûride'ye en yakın sandalyeyi ona doğru çevirdi ve oturdu.

Şûride'nin gözleri her şeye rağmen Fetih'ten ayrılmıyordu. Neden kötüyü düşünüyorum ki diye düşündü. Sakin olmalıydı. Henüz hiçbir şey konuşulmamıştı ki.

"İstersen önce çay ya da kahve de yapabilirim. Yani eğer ki aç değilsen, yemey-"

"Mehmet Ali'yi bu evden kovduğum günü hatırlıyor musun?"

Şûride konuşsun istemiyordu. Onun bu heyecanını görmek istemiyordu.

Genç kadın yutkundu, başını salladı. Ama kalbinin üzerine dökülecek olan bir kova kaynar suyu görebiliyordu.

"Senin abine olan tavrım başka sana olan bambaşka demiştim."

Fetih'in sakin sesi Şûride'yi ipten alıp ipe gönderiyordu sanki.

"Abinden ne kadar haz etmiyorsam seni de Zeliha kadar seviyorum, Zeliha'dan tek eksiğin benim onu kardeşten öte kızım gibi de görmem demiştim." 

Ve o kova döküldü, kalbinin haşlanışını hissettiğinde elinin altındaki masa örtüsünü sıktı Şûride. Şu an Fetih'in ağzından duymak isteyeceği son isimdi Zeliha.

Fetih'in sıkıntılı nefesini, dirseklerini dizlerine bastırışını, yüzünü sıvazlayışını izledi öylece.

Fetih'in görüntüsü bir an bulanıklaştığında gözlerini açtı irice. Ağlamamalıydı. Şu an değildi. Yanan ellerini bastırdı.

Buradaydı dokunamıyordu, sevemiyordu, konuşamıyordu bile. Dayanamıyordu, bu yüzdendi gözlerinin hemen doluşu.

"Sen benim için kuzenden önce hep iyi bir arkadaş oldun Şûride. Doğru bir kardeş, sırdaş. Gözümün önünde büyüdün, bebekliğini biliyorum. Neredeyse elime doğdun."

Dişlerini o kadar sıkıyordu ki aniden dudaklarını araladığında Şûride çenesi sızım sızım sızladı. Kalbinin duvarlarında tırnak izleri vardı ve bir boya gibi kan akıyordu sanki o izlerden.

Günlerdir mimarı ve mühendisi annesi ve teyzesi olan bir ev inşa edilmişti içinde. Onun temeli o kadar müsaitti ki zaten buna kolayca katlar çıkılmış apartman olmuştu. Apartmanın girişinde umut yazıyordu ve çatısı şu an Şûride'nin başına yıkılmak üzereydi.

"Fetih," dedi titrerken ama karşısındakinin sesi daha baskın çıktı.

"Şûride." Dedi Fetih bastırarak. Konuşmasın istiyordu. Şûride'nin kafasının içindekileri duymak istemiyordu.

"Şûride." Diye tekrar etti. Ona olan öfkesini ilk kez o an anladı Şûride.

Bu hislerinin her şeyiyle yanlış olduğunu en başından farkındaydı ama engel olamıyordu. Gözleri daha çabuk yaşardı. Fetih'i nasıl sevmeye engel olamadıysa gözyaşlarına da olamıyordu. Konuşmaya tekrar yeltendi ama Fetih tepkisini arttırdı. Kelime bile dökülmemişti ağzından.

"Sus Şûride." Diye çıkıştı Fetih. Ağlıyordu karşısında. Çıldıracaktı. Kardeşten farksızlardı. Çıldıracaktı bu içindeki an neyin nesidir?

Bu sesini yükseltişi Şûride'nin bariz bir şekilde irkilmesine neden olduğunda Fetih'in gözleri yere değdi ve bir süre durdu orada. Bir süre derin derin nefesler alırken konuşmaya devam edişi daha yumuşak oldu.

"Sus ki ileride birbirimizin yüzüne bakabilelim. Sus ki aramızda hiçbir bağ bile kalmasa kuzenik bitmesin. Sus." 

Bu kez yere bakan genç kadın oldu. Büyük bir zelzele içindeki apartmanı yıkıyordu. Fetih bir süre sessizce Şûride'yi, Şûride yeri izliyordu.

"İleride bir kadınla gireceğim bu kapıdan içeri." Dedi Fetih. Her kelimesini seçerek konuşuyordu. "Ben o kadını çok seviyor olacağım. Başımın tacı olacak. Ve sen o kadınla denk geleceksin. Aynı masaya oturacağız. Konuşacaksınız."

Şûride gözlerini yumdu. Keskin bir acı artık içinde onunlaydı. Bu çok zalimceydi. Bu yaptığı çok zalimceydi.

"İleride bir adamla gireceksin içeri. O adam da seni çok sevecek. Ben o adamın elini sıkacağım, aynı masaya oturacağız. Sohbet edeceğiz."

Gözleri kapalı başı eğikti, Fetih görüyor muydu bilmiyordu ama yaşları akıyordu.

"Sus ki ileride ben o adamın sen o kadının yüzüne rahatlıkla bak. Sus ki ben karımı seninle denk getirdiğimde ona ihanet ediyormuşum gibi hissetmeyeyim. Sus ki bu an bu dediklerimde kalsın, biz zaten tek bir yanlışı dillendirip duyurmayalım."

Fetih'in kafasında tek bir soru vardı. Susmak yetecek miydi bunların olması için?

"Şûride sus ki bu olay annelerimizin ayıbı olarak kalsın. Ben ileride böyle çirkin bir şeyi eşime açıklamak zorunda kalmayayım. Sus ki eşin beni bir tek kuzenin olarak bilsin."

Çirkin bir şey. Şûride kendini bu kadar kasmasa şimdi hıçkırarak ağlıyor olurdu.

"Bu olay bugün bu odada silinip gidecek. Seneler sonra kimse kimsenin yüzüne bakarak bu günü hatırlamayacak."

Öyle olmasını diledi. Tek isteği buydu. Unutmak. Eskisi gibi olmayacağı muhakkaktı ama Fetih kendinden emindi.

"Ben kendimden eminim Şûride," diye bunu ona da söyledi. "Ne içimden ileride karımı seninle aynı ortama sokarsam beni gecesine uyutmayacak bir şey geçirdim, ne karıma açıklamam gereken bir cümle bıraktım ardımda, ne de onun haberi olmasa ihanet diyeceğim bir şey duydum senden. Ben kendimden eminim. Şimdi sus ki senin için de geçerli olsun bunlar."

Durdu bir an olsun gözlerini açıp başını kaldırmayan kuzenine baktı. "Bana bak Şûride." Dedi tok bir sesle. Kime öfkeleneceğini bile şaşırmıştı. Kime kızacağını bile şaşırmıştı.

"Şûride bana bak!" Diye daha emirvaki bir sesle kurdu cümleyi ama sadece bir kafa sallayış oldu karşılığı. Tıkanmış kendini sıktığı yerde sadece göz yaşı döküyordu. O öfke bir an tamamen annesine ve teyzesine yöneldi. Siniri öfkesi tamamen onlara kaydı. Delirecekti. Gerçekten delirecekti. Kabullenemiyordu. Nasıl olur da umut tohumlarını bu şekilde küçücük bir kızın içine atarlardı? Küçücük. Yirmi bir yaşında da olsa küçücük geliyordu Fetih'in gözune. Delirecekti. Bu kızın toprakları nasıl kabul ederdi o tohumları? Aklı almıyordu.

Fetih'in eli Şûride'nin çenesine gitti, işaret parmağıyla genç kadının yüzünü kaldırdı. Şûride direnemedi bile. Kalbi patlayacak gibiydi. Gözleri istemsizce açıldı kaldırılan yüzüyle.

"Bugün hiç yaşanmadı. Bu olay annelerimizin ayıbı olarak silindi gitti. Bugün için bir gaflete düştün,"

Gaflet... Şûride'nin kalbi sahiden patlamak üzereydi. Konuşmasına bile izin verilmemişti. Senelerin anlatacağı vardı halbuki. Neden dinlemiyor, neden bir şans vermiyordu?

"Nasıl becerdiler bilmem içine saçma bir heves koymuşlar,"

Heves... Seneler paramparça oldu. Un ufak parçaları göğüs kafesine batıyordu.

"Bu odadan çıktığım gibi sileceğim bu anı aklımdan. Hiç yaşamadık varsayacağım. Tekrar ediyorum ben kendimden eminim. Sen de kendinden emin hale gel. Kendine de ileride hayatına alacağın adama da yapma bu ayıbı." Ve son darbeyi ne kadar büyük olduğunu bilmeden vurdu.

"Bu da benden sana son abi tavsiyesi. Selametle."

Son abi tavsiyesi... Zira Fetih Karadere biliyordu, artık arada abi kardeşliğin kalmadığını.

Zira Fetih Karadere bilmiyordu söylediklerinin aksine bugünün aralarında hiç unutulmayacağını, değil kardeş kuzen bile kalamayacaklarını.

Zira Fetih Karadere bilmiyordu, bu hevesin bir türlü sökülüp atılamayacağını, seneler boyunca o fark etmeden süreceğini, yıllar sonra bugünün başına aldığı en büyük dertlerden olacağını...

Instagram: serceyioldurmekofficial

Tam bir saat sonra soru cevap kutucuğunu bırakıyorum hesaba. Gece orada olacağım.

Oy verip, bölüm kritiğini yorumlarda yaptıysak ne mutlu bana.

Yarın 26 Ekim. Yani Efsun'un doğum günü. Yarın akşam özel bölümde görüşelim olur mu?

Ve sonra olarak,

Daima,

Herkese mermi, size çiçek🌸

Continue Reading

You'll Also Like

783K 101K 25
Yasemin, kendine ait dünyasında ona bu dünyayı veren birçok dostuyla beraber yaşayan, kalbi yaralı ama yaralarından en güzel çiçekler inşa eden bir k...
1.6K 849 7
Hayatta Kal #1🏅(01/07/2021) Denek #1 🏅 (04/12/2021) Gizli hükümetin ele geçirdiği bu dünyada yayılan bir virüs insanlara ve Dünya'ya neler getirdi...
2.4K 788 25
❝Efsaneye göre kaderini terk edenlerin bütün anları küle döner, küle döndüğü yerde ise kader çiçeği açarmış. Öyle ki bu çiçek sonsuza dek, kaderini t...
924K 51.5K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...