Kar Küresi (İki Kitap)

Av beyzaalkoc

9.8M 522K 1M

Burası bir kar küresiydi, biz de içindeki figürler. Bizi tutup salladılar, ne olduğunu anlamadık, alt üst old... Mer

Tanıtım
1.Bölüm : Darbemin Adı.
2.Bölüm : Kar Taneleri.
3.Bölüm : Görünmez...
4.Bölüm : Merih Devrim Uyar.
5.Bölüm : Kırmızı Bölge.
6.Bölüm : Karlar İçinde.
7.Bölüm : Karanlık Oldum.
8.Bölüm : Cehennem.
9.Bölüm : Buzlar Eridi.
10.Bölüm : Dönsün Dünya.
11.Bölüm : Mezarlık.
12.Bölüm : Bizim Büyük Yangınımız.
13.Bölüm : Kaybet Beni.
14.Bölüm : Şah.
15.Bölüm : Eylül'ün Yıldızları.
16.Bölüm : Kendi Felaketinin Alevleri.
17.Bölüm : Karanlığa Bir Kibrit Yakmak.
18.Bölüm : Artık Eve Dönemezsiniz.
19. ve 20.Bölümler
21.Bölüm : Kar Tanesi.
22.Bölüm : Kendime Doğru.
23.Bölüm : Kar Küresinin Kırık Camları.
24.Bölüm : Bizim Hikayemiz. (FİNAL)
Kar Tanesi - 1.Bölüm : Mavi Floresanlar.
2.Bölüm : Buz Kırığı
Kar Tanesi - 3.Bölüm : Ve Dünya Alt Üst Olur...
4. ve 5.Bölümler
7.Bölüm : Kül Cehennemi
8.Bölüm ve 9.Bölüm
10.Bölüm : Cennet Sanılan Cehennem.
11.Bölüm : Domino Taşları.
12.Bölüm : Soyut İpler.
13.Bölüm : Gökyüzü Salıncağı.
14.Bölüm : Sonsuz Tutsaklık.
15.Bölüm : Kar Çiçeği.
16.Bölüm : Kırık Camlara Basarak Yürümek.
17.Bölüm : Son Bir Kibrit.
18.Bölüm : Eylül'ün Hayalleri.
19 ve 20.Bölümler
Kar Tanesi - Alternatif Final

Kar Tanesi - 6.Bölüm : Buluşma.

120K 7.3K 18.1K
Av beyzaalkoc


Selam güzel Kar Tanelerim <3 

Mesajlarınız, yorumlarınız ve varlığınız için sonsuz teşekkür ederim.

İyi okumalar dilerim, bölüm sonunda görüşmek üzere^^

-

-

Bölüm Müziği : Three Fifty - Unanchored

-




6.Bölüm : Buluşma.

Gece uykusuzluğum ilk defa böylesine bir sebebe bağlıydı. Bir geceyi ilk defa heyecanlı olduğum için uykusuz geçirdim. Tüm gece Merih ile buluşacağımız saati düşledim. Uyuyakaldığımda ise saat yaklaşık beş olmalıydı, annemin sesiyle uyandığımda ise saat 10.35'ti.

"Eylül, hadi kızım. Kahvaltı yapalım."

Ellerimi ve yüzümü yıkayıp üzerimi değiştirdim ve mutfağa geçtim. Annem bir yandan televizyonda Ağır Yaşamlar'ı izliyor bir yandan da kendisine ve bana çay koyuyordu. Sandalyeme oturduğumda gözlerim masaya bıraktığım telefonumdaydı. Acaba Merih'ten mesaj gelecek miydi? Belki de buluşmayı iptal edecekti, belki bir işi çıkacaktı. Saçma sapan iptal senaryoları kafamın her yerindeydi.

"Bu doktor da çok acımasız! Öyle bir diyet vermiş ki kadın açlıktan ağlıyor resmen!" Annem televizyona sinirle söylenirken karşıma oturdu.

Evde pek konuşkan biri değildim, günlük hayatımda hiçbir yerde pek konuşkan biri değildim. Annem televizyonu izleyip konuşmaya devam ederken ben omletimi yiyordum.

"Tırnaklarını mı yedin?" diye sordu bir anda annem.

"Ne?" diyerek ellerime baktım, "Ha, evet. Yani... yemişim."

"Neden? Canını sıkan bir şey mi oldu? İyi görünüyordun. Bir şeye mi stres yaptın? Psikologunu aramamı ister misin?" Annem telaşla elindeki çatalı bırakıp telefonuna uzandı.

"Hayır, hayır." dedim, "Gerek yok. Kötü bir şey filan olmadı anne. Sadece..."

"Sadece ne?"

Yutkundum ve titrek bir nefes aldım. Annemle hayatıma dair bir şeyleri paylaşmalı mıydım bilmiyordum. Bu nasıl hissettirirdi acaba? Beni rahatlatır mıydı? Beni anlar mıydı?

"Merih bu akşam benimle şey yapmak istiyor..." dedim ve öylece kaldım. Annemin gözleri şok içinde açıldı.

"Merih seninle bu akşam şey mi yapmak istiyor?" dedi şok içinde.

"Hayır, hayır!" dedim telaşla, "Benimle şey yapmak istemiyor!"

Annemin eli kalbindeydi, bana resmen dehşet içinde bakıyordu. Sanırım o cümleyi öyle kurmamalıydım ve cümlenin açıklamasını da öyle yapmamalıydım.

"Bu akşam benimle buluşmak istiyor." dedim onu sakinleştirmeye çalışarak, "Sinemaya ve yemeğe gitmek istiyor. Akşam 7'de."

Annem rahat bir nefes aldı. Bir insan annesine neden öyle bir cümle kurardı ki? İşte bu yüzden günlük hayatımda pek konuşkan biri değildim.

"Anladım," dedi annem, "Bu yüzden mi streslisin?"

"Evet... Hem heyecanlıyım, hem stresliyim. Ona geleceğimi söyledim ama gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum." Annem çayından bir yudum aldı ve gülümsedi.

"Merih tatlı çocuk." dedi, "Yakışıklı da."

Gözlerimi devirip başımı utanarak yere eğdim. Utançtan hafifçe ileri ve geri sallanmaya başlamıştım. Ellerimi ise nereye koymam gerektiğini bilmiyordum. Bu durum annemin neden bu kadar hoşuna gitmişti ki?

"Utanmana gerek yok güzel kızım. Bu hayatın olağan akışı. Birilerinden hoşlanacaksın, birileri senden hoşlanacak. Bunlar çok normal. İçinde hissettiğin heyecan da çok normal. Asıl önemli olan bunu gerçekten isteyip istemediğin. Önce buna karar vermelisin. Merih ile sinemaya gitmek ve yemek yemek sana güzel bir plan gibi geliyor mu? Bunu istiyor musun?" diye sordu annem anlayışlı bir ses tonuyla.

Garipti ama annemle bu konuyu konuşmanın beni rahatlattığını hissediyordum. Beni anlıyordu, onunla konuşmak stresimi belli bir ölçüde azaltıyor gibiydi.

"Merih ve ben... İyi anlaşıyoruz." dedim tereddütle, "Birlikte eğlenebileceğimi biliyorum."

"Yanında nasıl hissediyorsun?"

"Bilmem... Sanırım güvende hissediyorum. Evimde gibi..."

Ben bu cümleyi kurduğumda annemin yüzündeki gülümseme büyüdü. Utanarak yutkundum ve başımı bir kez daha önüme eğdim.

"Yani onunla buluşmak istiyorsun. Doğru mu anladım?" diye sordu annem.

Bir veya iki dakika kadar sessizce düşündüm. Annem yudum yudum çayını içip beni izlerken ben stres içinde parmaklarımı çıtlatmakla meşguldüm. Sanırım cevabı biliyordum. İçimdeki engelleyici his her neyse ona rağmen dudaklarımı araladım.

"İstiyorum." dedim, "Merih'le buluşmak istiyorum anne."

Annemin yüzündeki gülümseme onda ilk defa gördüğüm bir gülümsemeydi. Sonunda bir şeylerin normale evriliyor olduğunu düşünüyordu ve bu gülümseme tamamen onun gülümsemesiydi. Ben onun kızıydım ve hiçbir zaman onun gibi olmamıştım. Hiçbir zaman da olmayacaktım. Ama en azından artık mutsuz ve yalnız hissetmeyeceğimi biliyordu, en azından kendimi depresyon odamdan dışarı çıkaracağımı biliyordu ve bu işte onun gülümsemesiydi.

"O zaman akşam 7'de bir buluşman var. Öyle mi? Kızımın akşam 7'de buluşması var." dedi annem sevinç içinde, "Ne giyeceksin? Oje sürecek misin? Saçlarını nasıl yapacaksın?"

"Bilmiyorum anne. Hiçbir şey yapmayacağım. Normal bir şeyler giyip gideceğim işte..." dedim ve kahvaltımı yapmaya devam ettim.

Gözlerim bir yandan da telefonumdaydı. Hala bu buluşmanın iptal olabileceğine olan inancımı yitirmemiştim. Ben ve bir buluşmaya gitmek, bu bana imkansız geliyordu. Kendimi annemin dediği şekilde ise hiç düşünemiyordum, oje sürerken, uzun uzun saçlarımı yaparken...

"Sümeyra Ablanın kızı Burcu var ya..." dedi annem bir anda.

"Ne olmuş ona?"

"Güzellik merkezinde çalışmaya başlamış. İstersen çağırayım." Gözlerimi devirdim.

"Giderken senin eski gelinliğini de giyecek miyim anne?" diye sordum, "Ya da gelinlik fazla mı olur? Bana abiye lazım sanırım."

Annem gülerek çayını içiyordu. Normalde bu durumu hoş karşılamayacak pek çok aile vardı. Anneme dair en sevdiğim şey buydu sanırım, onunla bu zamana kadar ne kadar anlaşamasak da beni hep sosyalleşmeye ve iyi hissetmeye itmeye çabalamıştı. Belki de onunla anlaşamama sebebim buydu, benim kendini kapatmak isteyen bir ruhum vardı.

Saatler beni daha da strese sokan bir hız ile ilerledi. Üstelik geçen saatler bana asla yapmam dediğim şeyleri yaptırdı. Tırnaklarımdaki mavi ojelerin lacivert kazağımla uyumu bas bas bağırırken ojeli tırnak yemenin bana bir zararı olup olmayacağını düşünüyordum. Annem saçlarımı arkadan örmüş ve bana bir çift inci küpe vermişti. Kot pantolonum, mavi kazağım, beyaz ceketim ve mavi ojelerimle hafıza kaybı yaşamış bir moda ikonu gibiydim.

"Eylül! Merih geldi!" Annemin içeriden gelen sesiyle oturduğum yerde irkildim.

Salonda oturmuş sakinleşmeye çalışıyordum. Saat ne çabuk 7 olmuştu? Belki de bayılma numarası yapmalıydım. Yapmalı mıydım? İstemeye istemeye karnımdaki ufak ağrıyla birlikte salondan çıktım. Annem beni kapıya kadar geçirdi, evet, "kapıya kadar geçirdi."

"Görüşürüz anne, iki saate gelirim."

"İyi eğlenceler, tırnak yemek yok!" Annem gülerek beni öptükten sonra kapıyı açtım. Annemin beni daha fazla heyecanlandırmamak için ben kapıyı açarken mutfağa geçmesi ondan beklemeyeceğim kadar olgun bir hareketti.

Merih kapının tam önündeydi. Elinde bir buket mavi zambak vardı. Siyah bir kazak, siyah bir kot pantolon ve kot bir ceket giymişti. Ve tabi, siyah bir çift eldiven... Öyle etkileyici görünüyordu ki kalbim durmak üzereydi.

"Merhaba," diye mırıldandı bana hayranlıkla bakarken, "Hazır mısın?"

O da oldukça heyecanlı görünüyordu ama benim kadar heyecanlı olması imkansızdı. Başımı sallayarak çiçekleri almak için ellerimi uzattım. Başını eğip çiçekleri tutan ellerime baktı ve gülümsedi.

"Oje sürmüşsün." dedi gülümseyerek.

"Annem zorladı..." diyerek gülümsedim.

"Çok yakışmış. Çok güzel olmuşsun. Çok..."

"Teşekkür ederim Eldivenli Çocuk." Utanarak çiçekleri kavradım ve birlikte yürümeye başladık. Kapının hemen önüne park ettiği arabanın kapısını benim için açtı. Bu Nevin Hanım'ın arabasıydı.

"Annenin arabasını almışsın." dedim arabaya binerken, "Aranız iyi mi?"

"İyi gidiyor... O iyi olması için çabalıyor." diye mırıldandı ve yola çıktık.

"Peki ya sen? Sen de çabalıyor musun?" diye sordum. Önce sesini çıkarmadı. Sonra arabanın camlarını araladı. İçeriye giren temiz havada soğuğun kokusunu hissedebiliyordum.

"Bunun için çabalamalı mıyım yoksa çabalamamalı mıyım bilmiyorum. Sadece akışa bıraktım, sadece akıp gitmesini izliyorum ve bugün sen ve ben dışında kimseden bahsetmek istemiyorum Eylül. Olur mu?" Başımı salladım.

"Nasıl istersen... Şimdi sinemaya mı gidiyoruz? Hangi filme gideceğiz?" diye sordum konuyu değiştirmeye çalışarak. Şu an için çok kötü hissetmiyordum. Merih ile birlikteydim, bir arabanın içindeydik, güvendeydim.

"Filmin ismini bile hatırlıyorum," dedi Merih gülümseyerek, "Yalnızca sinemaya gidelim diye rastgele bir filme iki bilet aldım. Nasılsa ilk yarı bitince çıkacak ve yemeğe gideceğiz."

Sessizce güldüm. O sırada gözlerim saate takıldı. Saat 19.10'du.

"On dakikamız geçti bile." dedim, "Bir saat elli dakikamız var."

O sırada Merih arabasını buraların en eski alışveriş merkezlerinin önüne park etti.

"Sinemaya geldik bile. Film beş dakika sonra başlayacak." diyerek arabasından indi ve ben kapımı açarken koşarak kapıma gelip bana elini uzattı.

"Yardımcı olayım," dedi, "Centilmen görünmek istiyorum."

"Öylesin zaten. Hep öyleydin." Gülümseyerek eldivenli elini tuttum ve arabadan indim. Arabadan iner inmez elimi elinden çektim ve Merih'in bana uzattığı koluna girdim.

Merih'in koluna girmiş bir alışveriş merkezine doğru yürüyordum. Kendimi hiçbir zaman böyle hayal etmemiştim. Ne odamın dört duvarı arasında, ne Kar Küresi'nin esareti altında...

Sinemaya girerken aldığımız patlamış mısırlarımızla sessizce koltuklarımızı bulmaya çalıştık.

"Göremiyorsan kibrit yakayım." diye fısıldadı Merih.

O an sinema salonundaki insanlar yüzünden kendimi bolca stresli hissediyordum ama Merih'in esprisi bir nebze olsun rahatlamamı sağladı. Gülümseyerek koltuğuma oturdum.

"Sinema salonunu yakmanı istemeyiz." dedim sessizce, "Burası biraz soğuk mu?" diye sordum fısıldayarak.

"Salonu yakayım?" dedi Merih soran gözlerle.

"Şaka yaptığını biliyorum ama yak desem yakacakmış gibi bakıyorsun!"

Karşılıklı gülüştüğümüz sırada Merih üzerindeki kot ceketini çıkardı ve omuzlarıma örttü.

"Hayır hayır, sen de üşürsün!"

"Ben üşümüyorum Eylül. İçerisi sıcak. Muhtemelen gerildiğin için üşüdüğünü hissediyorsun. Bu arada..." dedi ve kulağıma eğildi, "Yak desen yakarım."

Tam o sırada başımı ona doğru çeviriyordum ki burnum Merih'in burnuna değdi. Sinema ekranından yansıyan ışık Merih'in gözlerinin dudaklarımda olduğunu görmeme yetiyordu. Gözlerim istemsizce Merih'in dudaklarına çevrildi. Öyle güzel dudakları vardı ki gülüşünü hayal dahi edemezdiniz...

"Son umut da tükenirse... Ne kalır geriye?"

Sinema ekranından gelen ses tüm salonda yankılandı. Derin bir nefes aldım.

"Film başladı..." diye fısıldadım.

"Biliyorum," diye fısıldadı Merih, "Çok güzel bir film başladı... Ve ekrandakinden bahsetmiyorum."

Merih'in gözlerime bakan gözlerinde umudu gördüm. Bana dair umutları vardı, geleceğimize dair umutları vardı. Onun için ben yepyeni ve tertemiz bir sayfaydım. O tertemiz sayfaya bir cümle de ben yazmak isterdim ama bu benim için kolay bir hayal değildi. Yutkundum ve başımı ekrana çevirdim. Merih bir süre daha beni izledikten sonra gülümsedi ve ekrana döndü.

Patlamış mısır kokuları, film hakkında fısıldaşan insanlar, bambaşka şeylere gülüşen çocuklar, filmi arka planından gelen İtalyanca mırıldanmaları... Normal olarak sınıflandırdığım insanlar için bunlar huzur demek olmalıydı. Benim için ise burada bile korkacak detaylar vardı. Ön sıramda oturan kadın arkasını dönüp dönüp kime bakıyordu, bana mı? Saçım mı dağılmıştı, ona mı bakıyordu? Yoksa çok mu sesli nefes alıyordum? Cildimdeki tek tük sivilceler kadının dikkatini mi çekmişti? Ona garip mi görünüyordum, anormal mi görünüyordum? Saçma bir rahatsızlık hissiyle saçlarımı ve üzerimi düzelttim. Nefes alış veriş sesimi ayarlamaya çalıştım. Sonra kadın bir kez daha arkasına döndü ve dudaklarını araladı.

"Yan koltuğunuzda şapkam kalmış olmalı, yanlışlıkla oraya oturmuştum. Bakabilir misiniz?" diye sordu. Buraya bu yüzden mi bakıyordu? Ne salağım. Telaşla başımı salladım. Elim ayağıma dolanarak yan koltuğa döndüm, koltukta duran hasır şapkayı aldım ve kadına uzattım.

"Teşekkür ederim." dedim. Neden teşekkür ettim ki? Kadına şapkasını verdim, teşekkür eden o olmalıydı!

"Asıl ben teşekkür ederim," dedi kadın gülerek.

Yanaklarımın yandığını hissettim. Sosyal fobim baş göstermeye başlamıştı. Merih bana doğru eğildi ve bana sessizce bir şeyler mırıldanmaya başladı.

"Telaş yok... Biz buradayız ve bunlar yaşanıyor Eylül. Anı hisset. Oturduğun koltuğu, içerideki kokuları, sesleri, bunun tadını..." Elindeki patlamış mısırı dudaklarıma doğru uzattı. Utanarak patlamış mısırı elinden alıp çiğnemeye başladım.

"Gözlerini kapat. Koltuğu hisset, patlamış mısırın tadını incele, kokuları analiz et, her sesi duy. Burada olan her şeyi fark et." diye fısıldadı sessizce.

Gözlerimi kapattım ve dediklerini denemeye çalıştım. Önce kendi nefes sesimi duydum, sanki ben bu salondaki en gürültülü şeydim, bu salondaki tek rahatsız edici detaydım. Sonra filmden bir kuş sesi geldi ve bateri ağırlıklı bir müzik çalmaya başladı. Dikkatim onlara çekilirken kendi nefes sesimi duymaz oldum. Patlamış mısırın ağzımda dağılıp pamuğa dönen yumuşaklığı ve kokusunu fark ettim. Koltuğun sırt kısmıma gelen sert çıkıntısını ve kalçama denk gelen yumuşaklığını hissettim. Sonra elime değen eldivenin pamuksu yapısını hissettim ve gözlerimi açtım.

Merih uzanmış ve elimi tutmuştu. Yüzüne soran gözlerle baktım.

"Filmde gergin bir sahne vardı da. Farkında olmadan tutmuşum." dedi gülümseyerek. Sessizce güldüm.

"Anladım," dedim.

"Elimi çekmemi ister misin?" diye sorduğunda gözleri "Hayır de lütfen!" der gibi yalvarıyordu.

"Kalabilir." dedim ve önüme dönüp filme odaklandım.

Bedenim ve ruhum buradaydı ama sanki aklım bambaşka yerlerdeydi. Düşünüp duruyordum, kendimi yiyip bitiriyordum. Bana değen her gözün sahibinin hakkımda ne düşündüğünü sorgulamayı bırakmalıydım. Beni sevmedi mi, beni çirkin mi buldu, beni garip mi buldu, beni anormal mi gördü? Tüm bu soruları dışarı çıktığım andan beri gördüğüm herkes için düşünmüştüm ve bu beni saatlerce koşmaktan daha çok yoruyordu. Kendimi yoruyordum. Benliğimi tüm bu korkularla duvardan duvara çarpıyordum. Kişiliğime şiddet uyguluyordum sanki. Ama düzelecekti, elbette düzelecekti. Hep düzelirdi zaten. Her zaman her şeyde olduğu gibi...

Film İtalya'nın en güzel sokaklarında geçiyordu, her sokak öyle güzel öyle etkileyiciydi ki bir yerden sonra etrafımdaki her şeyle irtibatımı kesmeyi başarıp gerçekten de filme odaklandım. Merih'in eli hep elimdeydi. Film beklediğimizden çok daha güzeldi. Filmin ilk yarısı bitip de ara vakti geldiğinde Merih bana döndü.

"Çıkalım mı?" diye sordu gülümseyerek, "Bana sadece iki saat ayırmıştın, çıkıp yemeğe geçmemiz için on dakikamız var."

Meşgul değildim, dışarıda fazladan kalmamın kimseye bir zararı olmazdı, olmayacaktı. Eve koşa koşa gitme isteğim sadece kendimle aramda olan bir sorundu. Bunun için bu güzel filmi yarıda mı bırakacaktım? Korkularım yüzünden Merih'le yemek mi yemeyecektim?

"Kalalım." dedim kararlı olmaya çalışan ürkek bir sesle.

"Tamam, filmi sevdin sanırım." dedi Merih, kalmak istemem onu mutlu etmişti.

"Seveceğime hiç ihtimal vermemiştim ama film beni çok etkiledi. Artık korkularım yüzünden bir şeyleri yarıda bırakmayı kesmeliyim." diye mırıldandım sessizce.

Ara sebebiyle salon boşalmış, sadece en öndeki yaşlı çift ve biz kalmıştık.

"O zaman bu akşam yemek yiyemeyeceğiz, öyle mi?" Merih'in sorusuyla kısa bir sessizlik anı yaşadık. Ben tereddütle düşünürken Merih konuşmaya devam etti.

"Sorun değil, bir sonraki buluşmamızda da yemek yeriz. Bu akşam sinema, istediğin herhangi bir akşam yemek. Ne zaman istersen..."

"Bu akşam olur mu?" diye sordum bir anda.

"Nasıl yani?" dedi Merih, "Filme devam etmekten vaz mı geçtin?"

"Hayır. Filmden sonra yemek yiyelim mi? Eğer filmden şimdi çıkarsak filmi yarım bırakmış olacağız. Eğer filmi bitirip yemek yemezsen randevuyu yarım bırakmış olacağız. Artık hiçbir şeyi yarım bırakmak yok..." dedim.

Merih gözlerime öyle mutlu öyle gururlu baktı ki o bakışların derinliğini anlamam bile mümkün değildi. Beni çocuğunun gelişimini izleyen bir anne bir baba gibi izliyordu.

"Yarım bırakmak yok..." diye tekrar etti beni, gözleri gözlerimdeydi.

Sonra o klasik anons duyuldu, insanlar salona döndü, filmin ikinci yarısı başladı. Aynı kokular burnumu, aynı sesler kulaklarımı ve aynı hisler içimi doldurdu. İçimdeki çekingen çocuğa verebileceğim en güzel hediye onu elinden tutup çekindiği her yere götürmek olacaktı.

Ve o hep yanımda olacaktı... Eldivenli Çocuk.

-

Merih ile sinema salonundan çıktıktan sonra alışveriş merkezinin terasındaki restoranlardan birine oturduk. Hafifçe esen rüzgar etraftaki insanların parfüm kokularını karıştırıp burnuma taşıyordu. Gözlerim karşımda oturan Merih'in gözlerindeydi. Onun gözleri ise gözlerimi karşılıksız bırakmıyordu.

"Afiyet olsun efendim, başka bir arzunuz var mıdır?" Restoran çalışanları siparişimiz olan iki orta boy pizzayı ve limonatalarımızı servis ettikten sonra başka bir arzumuz olup olmadığını sordular.

"Hayır, teşekkür ederiz. Şimdilik başka bir isteğimiz yok." Merih'in cevabıyla masada yemeklerimizle baş başa bırakıldık.

Masanın ortasında yanan mum sönmemek için rüzgarla mücadele ediyor gibiydi. Başarılı da oluyordu. Geldiğimizden beri her masadaki mum rüzgardan teker teker sönerken bizimki ısrarla yanmaya devam ediyordu. Sanırım ateş ile özel bir bağımız vardı.

"Pizzaları güzelmiş. Buranın yorumlarını internette okudum, anlatıldığı kadar varmış." dedi Merih. Başımı salladım.

"Pek fazla dışarıda yemek yiyen biri değilim. Biliyorsun zaten." dedim gülümseyerek, "Ama dışarıda yediğim en güzel yemek bu olabilir."

Merih gülümseyerek yeni açtığı cam su şişesinden bir yudum su aldı.

"Diğerleriyle aran nasıl?" dedi, "Asya ve Reva ile konuşuyor musun?"

Başımı salladım.

"Yani... Konuşuyor sayılırız. Herkes için atlatması zor bir süreç bu. Henüz etraflarındaki duvarları yıkamadılar sanırım. Telefonda konuşuyoruz ama zamana ihtiyaçları var gibi. Belki bir gün hep birlikte yemek yeriz. Kim bilir." Merih'i yanıtladıktan sonra bir yudum su da ben aldım ve sordum,

"Peki ya sen? Benden başka kimseyle görüşüp konuşuyor musun?"

Merih başını sağa ve sola salladı.

"Sadece sen," dedi, "Henüz babamla bile görüşmedim."

"En azından annenin yanındasın."

"Israr ediyor. Aramızı düzeltmeye çalışıyor ve bu konuda konuşmayı gerçekten istemiyorum Eylül. Anla beni." Boğazını temizleyerek yemeğini yemeye devam etti.

Başımı salladım ve kesik bir nefes aldım. Çatalımı bırakıp kucağıma aldığım ellerimin parmaklarını tek tek çıtlattıktan sonra yemek yemeye devam ettim. Buna kendi kendime "stres molası" diyordum. Stres atmak için parmak çıtlatmak, tırnak yemek, saçlarla oynamak ya da yalnızca parmak kemirmek. Bunların adı bende "stres molası"ydı.

"Streslisin." dedi Merih, "Neden streslisin?"

"Bunu nasıl anladın?" diye sordum.

"Parmaklarınla oynuyorsun."

Beni bu kadar iyi tanıması karşısında ne hissetmeliydim bilmiyordum.

"Bilmiyorum. Ara ara rahatlıyor gibi oluyorum, sonra aklıma evde olmadığım geliyor." dedim gülümseyerek.

Merih başını kaldırıp mahcup bir ifadeyle bana baktı. Yemek yemeyi bırakıp dudaklarını önünde duran üçgen peçete ile sildi ve eldivenli elini bana uzattı. Masada duran kolumu tuttu.

"Burayı da ev olarak görsen?" diye sordu yalvarır gibi.

"Burayı mı?"

"Burayı." dedi başını sallayarak, diğer eli kalbinin üzerindeydi, "Burayı." diye tekrar etti, "Beni."

Gözlerimin dolması bir saniyemi aldı. Duygusallık, çaresizlik, utangaçlık ve heyecan bir araya gelince vücudumda bambaşka etkilere yol açıyordu. Ne söyleyeceğimi düşündüğüm sırada yan masadan gelen bir konuşmaya şahit olmak zorunda kaldık.

"Kıza marjinal görüneceğim diye de yemek yerken bile eldiven takmazsın abi..."

Yan masada ağzını yamultarak konuşan iki kişinin konusu bariz bir şekilde bizdik. Merih'in eldivenleriydi.

Merih'in bir eli kolumda bir eli kalbindeyken bakışları duyduğu cümle ile birlikte yan masaya döndü.

"Eldivenle yemek yiyince daha karizmatik olacağını sanıyor herhalde. Kızı yatağa atmak için bin bir türlü numaradan biri."

Kulaklarımıza gelen bu cümleyle boynumun alev alev yandığını hissettim, Merih'in bu cümleyi duyması ve elini kolumdan çekip ayağa kalkması bir oldu. Hızlı davranıp uzandım ve kolunu tuttum.

"Lütfen," dedim, "Bırak."

Yan masadakiler bize dönmüştü, gülerek Merih'i izliyorlardı. Aptal oldukları her hallerinden belli olan iki zengin ve serseri tipti bunlar. Uğraşmaya değmezdi ama söyledikleri Merih'i sakinleştiremeyeceğim kadar sinirlendirmişti. Kolunu sertçe çekip benden kurtulduktan sonra yan masaya doğru yürüdü. Ne yapacağımı bilemiyordum. Oturduğum yerde öylece kalmıştım.

"Hayırdır?" dedi Merih, "Olmayan beyinleriniz yüzünden konuşacak konu üretemeyip etrafınızda olan bitene mi sallıyorsunuz?"

"Merih lütfen." deyiverdim sadece. Ayağa kalkıp Merih'in yanına ilerledim ama ortamın gerginliği yüzünden çarpıntım olduğunu hissedebiliyordum.

"Birader sen uzun süredir sevişmemişsin belli ki. Bu sende gerginlik yapmış, sakin ol. Ama o kızı eldiven takıp karizmatik görünerek yatağa da atamazsın, benden tavsiy-" derken her şey iki saniye içinde oldu.

Merih'in eldivenli sol eli konuşan kişinin gömleğinin yakasını tutarken sağ eli yüzüne bir yumruk geçirdi.

"Merih, hayır!" Elim kalbimdeydi.

Yere düşen çocuğu garsonlar tutarken Merih'in sol eli diğerinin boğazındayken sağ eli bir kez de onun suratına bir yumruk geçirdi. Sonra bir yumruk daha ve bir yumruk daha...

Herkesin gözü bizdeydi. Garsonlar Merih'i sakinleştirmeye çalışıyordu. Benim ise hissettiğim tek şey çarpıntı, ateş ve baş dönmesiydi. Kusacak gibiydim. Hayır, kusmamalıydım, hayır! Nefes almakta öyle zorlanıyordum ki bayılacak gibi hissediyordum. Ellerim titriyordu. Herkesin içinde böyle bir olay yaşamak, böyle bir gerginliğin içinde olmak zaten zirvede olan stresimi mahvetmişti. İçimde panik patlamaları yaşanıyordu.

"Sakin olun efendim, sakin! Gelin şöyle!" Garsonlar Merih'i masaya çekmeye çalışıyorlardı.

"Polis çağıracaksınız buraya. Bu şerefsizin hiçbir sebep yokken kalkıp bizi yumrukladığını herkes gördü! Herkes şahit!"

"Bir yumruk daha ister misin!?" diyen Merih garsonlar tarafından zar zor tutuluyordu. Öfkeden hiçbir şeyi görmüyordu. Sakinleştirilemiyordu.

"Hanımefendi, iyi misiniz? Hiç iyi görünmüyorsunuz!" Koluma dokunan kadın eli bir başka müşterinin eliydi, kendimi irkilerek geri çektim ve bir kez daha etrafa baktım.

Beni ve bizi izleyen yüzlere, yerdeki kan damlalarına, Merih'in öfkesine, ortamdaki telaşa baktım... O an kesin ve net bir şekilde kusmak üzere olduğuma emin oldum. Gözlerim telaşla tuvaleti ararken öğürmeye başladım. Tuvalet mekanın içerisinde, tam karşıdaydı. Koşarak kapıya yöneldiğimde Merih'in dikkati nihayet bana çevrildi.

"Eylül, nereye! Eylül!"

Merih garsonlardan kurtulmuş peşimden koşuyordu. Kadınlar tuvaletine girip kendimi bir tuvalet kabinine attım, kapıyı hızla kilitledim ve klozetin başına eğilip öğürmeye başladım.

"EYLÜL!" Merih'in sesi kapının tam önünden geliyordu, "İyi misin? Neyin var? Kusuyor musun? Kapıyı aç lütfen!"

Merih kapıyı zorlarken ben yalnızca öğürüyordum. Kusamıyordum ama mide bulantım zirvedeydi. Nefes almak gittikçe güçleşiyordu. Dizlerimin üzerinde oturuyordum, kazağımın koluna ne zaman döküldüğünü bile hatırlamadığım limonatanın kokusu sinmişti.

"Eylül, beni dinle. Özür dilerim, sakin kalmalıydım ama yapamadım. Seni böyle bir karmaşanın içine soktuğum için özür dilerim. Tam bir aptalım. Öfkeme engel olamadım, kendimi sakinleştiremedim, özür dilerim. Ama izin ver seni buradan alıp götüreyim. Evine götüreyim seni. Evine gidelim. Lütfen Eylül. Kapıyı kırıp seni daha fazla korkutmak istemiyorum ama bana başka bir seçenek bırakmıyorsun. Kahroluyorum burada."

Psikoloğum ile en son seansımda bana ısrarla verdiği tavsiye kendimi kötü hissettiğim esnada içimden sayı saymaktı. Bunun beni sakinleştireceğini, odağımı stres kaynağından uzaklaştıracağını söylüyordu. Bu benim çok öncelerden beri bildiğim ama hiç kullanmadığım bir yöntemdi. Oysa şimdi çaresizdim, tümüyle tek başımaydım. Artık Merih'in sesi de beni sakinleştirmeye yetmiyordu.

"Bir, iki, üç, dört..." İçimden sayarken küçük tuvalet kabininin iki duvarına dayadığım ellerim titriyordu.

"Eylül, lütfen sakinleş. Derin bir nefes al, bak burada sadece biz varız! Sadece ikimiz! Kapıyı aç da seni eve götüreyim, güvende hissettiğin yere... Lütfen Eylül."

"Sekiz, dokuz, on, on bir..."

İç sesim içimde bir yerlerde bas bas bağırıyordu, "Dışarıda olmamalıyım! Dışarıda olmamalıyım! Dışarıda olmamalıyım!" Dışarıya dair hissettiğim güvensizlik hissi kafamın içinde abartıla abartıla yüz binlerce kat büyütüldüğünde ayağa kalkamayacak kadar korkmuş hissediyordum.

"On üç, on dört, on beş..."

Ben hastaydım. Geçeceğine inandığım umutsuz bir hastalıktı benimki. Adına ne dersen de, ameliyatı olmayan, gözle görülemeyen, ölümcül olmayan bir hastalık. Benim ruhum hastaydım, benim bilincim sorunluydu, ben hastaydım. Merih de öyleydi. Bizler bu dünyanın hasta ruhlu çocuklarıydık.

"Eylül, seni korkuttuğum için özür dilerim. Lütfen aç kapıyı..." dedi Merih yalvaran bir sesle.

"Seksen yedi, seksen sekiz, seksen dokuz..."

Aramızda geçen kısa sessizlik dışarıdan gelen polis sirenleriyle son buldu. Titreyen vücudum öyle acınasıydı ki şu an beni kimsenin görmediğine şükrediyordum. Evden hiç çıkmamalıydım, bu düşünce kafamın içinde beni yiyip bitiriyordu.

"Eylül," dedi Merih bir kez daha, "Sana zarar mı veriyorum?" diye sordu Merih'in üzgün sesi.

Bu cümlenin üzerinde durmadım. Durmak istemedim. Sonuçta herkes herkese zarar verirdi ama insan en çok kendisine zarar verirdi.

"Beyefendi, sizi böyle alalım. İçeride yaşanan olayla ilgili ifadenizi alacağız." Dışarıdan gelen seslerden anladığım tek şey polisin burada olduğuydu. İçimdeki panik giderek şiddetleniyordu. Her ses, her hareket içimi tetikliyordu.

"Şimdi hiçbir yere gelemem, kız arkadaşım içeride. O çıkmadan gelemem."

"İçeride kim olursa olsun bizimle gelmek zorundasınız."

"Ben hiçbir şey yapmak zorunda değilim!" dedi Merih'in öfkeli sesi. Ellerimi kulaklarıma götürdüm. Saymaya devam ettim, yoksa bayılacaktım.

"Yüz yedi, yüz sekiz, yüz dokuz..."

Pantolonumun arka cebinden kayıp yere düşen telefonumu fark ettiğim an titreyen ellerimi uzatıp telefonumu yerden aldım. Kimi arayacaktım? Kimi aramalıydım? Ben şimdi kimden yardım isteyecektim? Telaşlı ellerim en yakın sığınağımı aradı.

"Alo, Eylül, efendim yavrum?"

"Alo anne! Anne..." Sesim titriyordu. Kekeliyordum. Nasıl konuşacağımı bile bilmiyordum.

"Neredesiniz? Hemen geliyorum!"

Annem sesimden iyi olmadığımı anlamıştı. Beni büyüten oydu, beni bilen oydu. Aramızdaki her türlü mesafeye rağmen beni tanıyan oydu.

"Beyefendi, sizi buradan zorla götürmemizi istemiyorsanız kolaylıkla gelin. Yoksa kötü olacak."

"Kötü ne olurmuş! Ne olurmuş söylesene!" Merih'in öfkeli cevabını duyduktan sonra ellerimi kulaklarıma daha fazla bastırdım.

Evim buraya yakındı, tek dileğim annemin bir an önce buraya gelip beni buradan almasıydı. Kulaklarım ellerimin baskısından artık hiçbir şey duyamaz hale geldiğinde ben hala sayıyordum, hala...

"Yüz doksan iki, yüz doksan üç, yüz doksan dört..."

Bu dünya benim için nasıl ve ne zaman güzelleşirdi? Bu dünya benim için güzelleşir miydi? Bana burada yer var mıydı? Benim için bu dünyada gerçekten bir yer var mıydı?

Gözlerimi kapattığım her an aklım başka bir görüntüye gidiyordu. Defalarca kez yaşadığım panik atak krizlerine, insanların bana bakışlarına, beni yaralayan cümlelere... Ormana, geyiğe, yangına, ilaçlara, şişelerce seruma, Füsun Hemşirenin öldüğü güne...

Kafamın içi bir atık kutusuydu. Bana zararlı olan her şey kafamın içindeydi. Beni kafamın içi öldürecekti, benim için ölümcül olan tek şey kafamın içiydi.

"İki yüz elli dört, iki yüz elli beş, iki yüz elli altı..."

Oturduğum yerde dakikalarca düşündüm, hayatı sorguladım. Yaşamı sorguladım. En çok da kendi varlığımı sorguladım. Artık dışımdan sayıyordum. Dışarıdan gelen gürültüleri sadece ellerimle bastıramıyordum, sesimle de bastırmaya çalışıyordum. Bağıra bağıra sayıyordum, kimilerine göre tam bir deli gibi. Bana göre ise o an yapabileceğim en akıllıca şey buydu.

"Eylül, iyi misin? Aç kapıyı! Lütfen! Yoksa kırmak zorunda kalacağım!"

Merih'in sesi korku ve endişe doluydu. Benim cevabım ise ortamdan bağımsızdı.

"Üç yüz seksen üç, üç yüz sensen dört, üç yüz seksen beş!"

"Psikolojisi mi bozuk?" dedi polislerden biri, "Amirim ya intihar ederse? Bizim üzerimize kalır."

Kendi kendime sinirle güldüm. Psikolojim mi bozukmuş, intihar edersem onların üzerine kalırmış. Her şeyi başlatan onlar değil miydi? Her şeyi başlatan kendisini normal bizleri anormal gören insanlar değil miydi? Biz baş başa yemek yiyen iki kişiydik. Yemek yiyecek, sohbet edecek ve evlerimize dönecektik. Bizi bu hale getiren yanımızda oturan insanların sapkın düşünceleri değil miydi? Bizi delirten insanlardı. Bizi delirten hep insanlar olmuştu zaten.

"Tek derdiniz bir şeylerin sizin üzerinize kalması mı? Sizin aklınız başka şekilde çalışmıyor mu?" dedi Merih, "Eylül, üzgünüm. Kapıyı kırmak zorundayım. Seni orada daha fazla bırakamam."

Titreyen dizlerimin üzerinde doğruldum ve ayağa kalktım.

"Hayır." gibi bir fısıltı çıktı dudaklarımdan. Kapının kulpunu zar zor tuttum ve kapıyı yavaşça açtım.

Merih bir dolu endişeyle bana bakarken ter içindeydi. Bana uzanıp beni kollarının arasına aldı, bana sıkıca sarıldı. Orada öylece bir süre durduk. Halim berbattı, ayakta zar zor durduğum dışarıdan görülüyordu, kimse bize dokunmadı.

"İyi misin?" diye sordu Merih küçük bedenim kollarının arasında titremeye devam ederken.

"Özür dilerim." dedi benden cevap gelmeyince, "Söz veriyorum bir daha kendini böyle bir karmaşanın içinde bulmayacaksın."

Bir daha dışarı çıkacak mıydım ki? Kendimi bir daha bu ihtimalin içine atacak mıydım?

"EYLÜL! KIZIM!" Annemin arkadan gelen nefes nefese sesi kulaklarımı doldurdu.

"Merih, ne oldu burada! Kızıma ne oldu?" Annem beni Merih'in kollarından çekip aldı. Merih ise anneme verecek tek bir cevap dahi bulamadı, tutulup kaldı.

"Ben..." dedi Merih ve kafasını çevirip halime baktı, "Siz Eylül'ü eve götürün lütfen. Benim burada işlerim var. Sonra konuşuruz."

O gece oradan annemin kollarında ayrıldım. Dönüp Merih'e bir kez daha bakamadım bile. Tek bildiğim biz odadan çıkarken onun polislerle konuşuyor olduğuydu. Eve dönene kadar annemin hiçbir sorusuna cevap vermedim. Kimilerine göre dünyanın en basit olayıydı bu. Bana göre ise bir savaşın ortasında kalmak gibiydi. Beni benden başka kim bu kadar iyi anlayabilirdi ki?

Eve gelir gelmez telefonumu komple kapattım. Sıcak bir duş aldıktan sonra yatağıma girdim ve yorganımı üzerime çektim. Hiçbir soruya cevap vermedim, tek bir cümle dahi kurmadım. Kendimi güvende hissetmeye çalışarak uykuya daldım. Dışarıda olmak savaşta olmak gibiydi ve ben bir savaş gazisi kadar yorgundum. Bir daha asla savaşmak istemeyecek bir savaş gazisiydim. 

-

/BÖLÜM SONU/

-

Tekrar merhaba canımın içleri, nasılsınız? :')

Bu bölümde beni en ama en çok etkileyen şey Merih'in Eylül'e "Sana zarar mı veriyorum?" diye sorması oldu. Merih'in varlığı Eylül'e hem iyi hem kötü geliyor, bu aksi iddia edilemez bir gerçek. Merih'in de Eylül'ün de kafalarının içinde mücadele ettikleri bir ton şey var ve yan yana olmak ikisine de zarar veriyor. 

Peki buna rağmen Merih Eylül'ün yanında kalmalı mı? Merih'in yanında olmak Eylül'ü eninde sonunda ne hale getirir? 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sizi seviyorum, iyi ki varsınız.^^

Fortsett å les

You'll Also Like

1.6M 99.1K 61
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
Gökyüzü Av Morfinor

Ungdomsfiksjon

1.7M 160K 80
Gök Dalaman. Yüksek anksiyete ve epilepsinin mahvettiği hayatında, yeni umutlar ve yeni deneyimlerle hiç tatmadığı bir şefkati tadacaktı. Baba şefka...
1M 13.9K 35
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...
Peyda Av Herkes Yalan

Ungdomsfiksjon

723K 48.9K 32
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...