KARANLIĞIN ŞEHRİ

Par sulisindunyasi

23.6M 1.4M 2.8M

Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan kons... Plus

Bölüm Bir - Kayıp
Bölüm İki - Karanlıkla Tanışma
Bölüm Üç - Şeker Mi Şaka Mı?
Bölüm Dört - İnfaz
Bölüm Beş - Bataklık
Bölüm Altı - Dirayet
Bölüm Yedi - Kurban
Bölüm Sekiz - Nefes
Bölüm Dokuz - Arayış
Bölüm On - Cesur
Bölüm On Bir - Kedi ve Fare
Bölüm On İki - Temash Uçurumu
Bölüm On Üç - Tehlike
Bölüm On Dört - Soğuk|Sıcak
Bölüm On Beş - Bozuk Kalp Ritmi
Bölüm On Altı - Davet
Bölüm On Yedi - Karar
Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel
Bölüm On Dokuz - Kurtarıcı
Bölüm Yirmi - Daha Güvende
Bölüm Yirmi Bir - Kabus Çınlaması
Bölüm Yirmi İki - Kırmızı İrisler
Bölüm Yirmi Üç - Sevgi ve Çıkar
Bölüm Yirmi Dört - Kül
Bölüm Yirmi Beş - Kadmos
Bölüm Yirmi Altı - Ateş
Bölüm Yirmi Yedi - Efsun
Bölüm Yirmi Sekiz - Anlaşma
Bölüm Yirmi Dokuz - Sembol
Bölüm Otuz - Hafıza
Bölüm Otuz Bir - Bağ
Bölüm Otuz İki - Kapan
Bölüm Otuz Üç - Radar
Bölüm Otuz Dört - Kanla Çevrili Zindan
Bölüm Otuz Beş - Zehir
Bölüm Otuz Altı - İz
Bölüm Otuz Yedi - Yabancı
Bölüm Otuz Sekiz - Suçüstü
Bölüm Otuz Dokuz - "Aklından Çıkarma."
Bölüm Kırk - Bant
Bölüm Kırk Bir - Zarf
Bölüm Kırk İki - Aitlik
Bölüm Kırk Üç - Kadmos Krallığı
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 1)
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 2)
Bölüm Kırk Beş - Korku ve Aşk
Bölüm Kırk Altı - Maskeler ve Hisler
Bölüm Kırk Yedi - Çınara Aşık Yaprak ve Fırtına
Bölüm Kırk Sekiz - Güller ve Dikenler
Bölüm Kırk Dokuz - Sanrılardan Doğan Çığlıklar
Bölüm Elli - Yeni Başlangıçlar Ya Da Başlayamamalar
Bölüm Elli Bir - Fırtına ve Enkaz
Bölüm Elli İki - Resurgam | Sezon Finali
ÖZEL BÖLÜM | ( Alaz Şahzade'den)
Bölüm Elli Üç - Can Kırıkları (2. Sezon)
Bölüm Elli Dört - Taç Giyme Töreni
Bölüm Elli Beş - Alışılmadık Alışılmışlar
Bölüm Elli Altı - Zehir ve Tuzak
Bölüm Elli Yedi - Büyük Oklar Derin Yaralar
Bölüm Elli Sekiz - Tuzla Buz
ÖZEL BÖLÜM | İlk Karşılaşma
Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi
Bölüm Altmış - Ruh Kapanı
Bölüm Altmış İki - Piyonlar ve Şahlar
Karanlığın Şehri Kitap Oluyor!
Soru-Cevap | Kitaplaşma süreciyle ilgili merak ettikleriniz.
KARANLIĞIN ŞEHRİ KİTAP KAPAĞIMIZ
Karanlığın Şehri Ön Sipariş
Karanlığın Şehri 2 Kitap Kapağı
Bölüm Altmış Üç - Tanıdık Bir Yabancı
Bölüm Altmış Dört - Gizler ve Esrarengizler
Bölüm Altmış Beş - Maşuk ve Maktul
Bölüm Altmış Altı - Vezirin Oyunu
Bölüm Altmış Yedi - Hatıralardan Damlayan Kan
Bölüm Altmış Sekiz - Yıkıntılar ve Zedelenen Umutlar
Bölüm Altmış Dokuz 🌙 Sadakat, İhanet, Sevgi
Karanlığın Şehri 3, Kitap Kapağı🖤

Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar

196K 12.4K 22.9K
Par sulisindunyasi

Bölümün hepiniz için bir parça moral olabilmesi dileğiyle...

Siz de yorumlarınız ve oy sayımızla bana moral verebilirsiniz. İhmal etmeyin lütfen. Artık 61. Bölümdeyiz, verilerde bir düşüklük görmek hiç hoş olmuyor. Bu bölümü hayatımdaki büyük sıkıntıların eşliğinde yazdım, siz de benim için özenli okuyup yorumlar atarsınız umarım.

Teşekkürler.

-Şule

Bölüm Şarkısı:  Orange Blossom - Ya Sidi

Enchanter - Dragon Age: Inquisition

Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar

Çevremdeki ateşlerin zehirli gazları aldığım her yavaş nefeste genzime kaçıyor, boğazımda yakıcı bir emare bırakıyordu. Önümdeki yaralı bedenin ortadan ikiye yardığım boynunun derisi sıyrılmış, kemikleri dışarı fırlamıştı. Dizlerimin üzerine çökmüş bir şekilde karşısında duruyor, boş bakışlarla hırıltısının dinmesini bekliyordum, bedeni birkaç saniyede bir sudan çıkmış balığı andıracak şekilde sıçrıyor sonra sırtı çamurlu zemine yapışıyordu.

Birden hepsi kesildi.

Bedeninden ayrılmak üzere olan başı sağ omuzuna doğru düştü, hırıltıları sonsuza dek dindi. Olduğum yerden kalkmadım, çıkardığım ateşler tüm sıcaklıklarını bedenime, yansımalarını gözlerime iştigal ederken öylece bir cesede çevirdiğim adamı seyretmeyi sürdürdüm. Ateşin çıtırtılarından başka hiçbir ses yoktu.

Dakikalar sonra dudaklarıma sızan metalik tatla transtan çıkmış gibi başımı yavaşça iki yanıma doğru salladım. Bir ormanda olduğumu o zaman fark ettim, etrafımı saran ateşten çembere dehşet içinde baktım, kafamı önüme eğdim ve önce Mirza'nın kanla kaplı cesedini sonra kanıyla lekelenmiş elimde tuttuğum keskin hançeri gördüm. Öyle irkildim, öyle ürperdim ki hançeri bu cinayetin failinin ben olamayacağımı kendime ispat edercesine tiksinti dolu bir tavırla yere bıraktım. Metal savunma silahı bir başka hançerin üzerine düşüp tıkırdadı, cesetten irkilerek geriye doğru sendeledim. Gözlerimi kapatıp açtım ama hâlâ oradaydı.

Başım, üzerinde kütlelerce ağırlık varmış kadar ağrıyordu, kulaklarımda tiz çınlamalar hakimdi. Bedenimde güç kırıntısı dahi hissetmiyordum ama ayağa kalkmam gerektiğini biliyordum. Ellerimle koyu kanların çamurlaştırdığı toprak zeminden destek alarak sızım sızım sızlayan bacaklarımla ayağa kalktım. Etrafım yüz üstü, sırt üstü, omuz üstü düşen ölü ya da yaralılarla doluydu. Yaralılar acı içerisinde yalvarır şekilde inliyorlardı, ayakkabımın tam ucunda ait olduğu gövdeden kopan çıplak bir kol bulunuyordu, neredeyse basacaktım ki son anda postallarımla üzerinden atladım.

Öyle yoğun bir koku vardı ki midem bulanıyordu, içindekileri dışarı çıkarmamak çok zordu. Bir kere öğürdüm fakat her nasıl olduysa kendimi tutmayı başarabildim.

Yüzlerce yaralı beden arasında ateşten çemberime doğru ilerlerken hayal meyal hatırladığım Barın'ı bulmak istedim, eli yüzü kan içindeki yabancı suratları görmezden geldim, uzaklardan araba sesleri duyuluyordu, duymazdan geldim. Elimi kaldırdım, gücümün son kırıntılarıyla tüm ateşi söndürdüm. Ve sonra birkaç metre ötemdeki Barın'ı gördüm. Baştan ayağa ürperdim, tüylerim diken diken oldu. Bir kez daha kâbus olmasını dilemiştim fakat hâlâ orada olduğunu bilmek yüreğimin dehşet içinde teklemesine sebep oldu.

Barın, ölmüştü.

Benim için.

Ben bunu... Mehsa'ya nasıl söyleyecektim?

Abisinin cesedini, ona nasıl götürecektim?

Başımı avuçlarımın arasına almak, saçlarımı çekiştirmek, kendime işkence etmek istiyordum. Etrafa yaydığım is kokusunun kaynağı ruhumdu, ciğerimdi. Barın'ın yanına ulaştığımda etrafıma baktım, yüzlerce kişinin ölümünün sebebi, koca bir evreni savaşa sürükleyen tek kişiydim. İki taraf da benim için mücadele ediyordu, kimileri öldürmek, kimileri yaşatmak için. Ve ben ortadan kalkarsam, her şey bitecekti. Tüm bu kasvet sonlanacak, savaşlar dinecek, ölümler yaşanmayacaktı. Tek problem bendim.

Alaz'ın gözlerine çöken yorgunluğun, ailesine sırt dönüşünün, saygınlığının azalışının, stresinin sebebi bendim. Şimdi neredeydi? Bilmiyordum. İçimde öyle kuvvetli fakat öyle lanetli bir güç vardı ki, canımdan öte olan sevdiğim adamı kendi ellerimle engellemiştim, benim daha fazla yaşamaya hakkım yoktu. Üzerimde büyük bir sorumluluk hissediyordum, sağlıklı düşünemiyordum ama bir an için yapacağım en doğru hareket o gibi geldi.

Ben yok olursam, her şey bitecekti.

Eğer kendimi ölümcül derecede yaralarsam, Alaz'ın da beni öldürmekten başka şansı kalmayacaktı.

Belki ben ölürsem, içimdeki bu lanetli gücü de alıp gidersem; artık magloları öldürmek için de bir sebep bulamazdı kimse. Sadece ben ölürsem, tüm sorunlar çözülürdü belki de. Sonuçta Lukifer'in gücünü taşıyan bendim.

Bu düşünceyle birlikte yutkundum, her şeyin daha güzel olacağını düşündüm, eğildim ve Barın'ın canını alan kanlı hançeri sağ elime aldım. Doğrulduğumda titreyen iki elimle kavradım üstünde Varilok Sarayının mührü bulunan hançerin gümüş işlemeli kabzasını, sutyenimin kenarından görünen eşlik mührümüze baktım.

Alaz'la olan tüm anılarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlandı.

Kirpiklerimde asılı duran iki iri ve sıcak damla yanaklarımdan çeneme doğru usul usul süzüldü.

Bu, bir gün gerçekleşecekti.

Başka şansımız yoktu.

Bizim önümüzde engebesiz bir yol yoktu, bizim aşkımızın önünde engebeli bir yol da yoktu, bizim aşkımızın geleceği için aşılması imkansız uçurumlar bulunuyordu, güneşe tırmanmak mümkün değildi, aşağıda tipi vardı.

Bunun alacağım son nefes olduğunu düşünerek ormandaki zehirli gazı içime çektim, mührüme nişan aldım, gözlerimi kapattım ve çok fazla düşünmeden hançeri göğsüme indirdim.

Hançerin keskin demiri göğsüme değdi ancak iki elimi sıkıca kavrayıp beni durduran güçlü eller sayesinde saplanamadan, öylece durdu. Ellerin sahibi ellerimi bırakmadan beni göğsüne bastırdı ve "Ne yapıyorsun?" dedi içinden telaş akan, oldukça güç çıkan sesiyle. "Beni öldürmek mi istiyorsun?"

Gelen, Alaz'dı.

Onun olduğunu anlamak için yüzünü görmeme, sesini duymama gerek yoktu. Tek dokunuşuyla fark etmiştim beni sinesine bastıran şefkatli ellerin sahibinin eşim olduğunu. Şimdi, değil hançeri göğsüme indirmek, ellerimi hareket dahi ettiremiyordum. Başım hafiften ona doğru çevrilince varlığı beni az da olsa kendime getirmiş, muhtacı olduğum adı dudaklarımdan bir yardım feryadı gibi dökülmüştü.

"Alaz."

"Buradayım," dedi tüm acımı sahiplenmek isteyen ses tonuyla. Önce, kabzasını sıkı sıkıya sardığım ellerimi açtı, direnmedim. Hançeri ellerimin arasından aldı, sakince yere bıraktı.

Önüme döndüm, yerdeki Barın'a baktım ve durumu Alaz'a izah etmek için "Barın..." dedim bu sefer.

Beni kendine çevirdi, avuçlarını yüzüme yasladı ve simsiyah gözlerini gözlerime odakladı. "Biliyorum," dedi, sakin olmayı deniyordu fakat bu manzaranın onu da yaralayabildiğini görüyordum. Alnının sol tarafında belirgin bir oyuk oluşmuştu, oyuktan akan kanlar yüzünün sol tarafını kana bürümüştü. Onu böyle görmek beni sarstı, ancak yaşıyor olmasının verdiği rahatlık üzerimdeydi.

"Barın..." dedim yeniden. Artık Alaz'ın yüzü bulanıktı. "Barın öldü, Alaz. Barın öldü!"

Ağlamak için tam bu zamanı bekliyormuşum gibi kafasını göğsüne yaslayıp acı içinde haykırdığımda Alaz, sağ avucunu başımın arkasına yasladı, parmakları saçlarımı okşarken beni sakinleştirmek için hiçbir şey söylemedi.

Ya da söyleyemedi.

*

Ormandayken işittiğim araç sesleri, ordumuza aitmiş.

Başlarında Bars'ın bulunduğu askerlerimiz, Varilok askerlerinden önce alana yetiştiğinde vakit kaybetmeden Barın'ın cesedi alınmış, arkası büyük arabalardan birine konulmuştu. Kuray ve Liva, gücümün etkisiyle geriye püskürtülmüşlerdi fakat bunu nasıl ayarladığımı bilmeden sadece ufak tefek yaralanmalarını sağlamıştım. Belki de sadece şanstı. Eğer onlara zarar verseydim, kendimi yaşatmazdım. Göz yaşlarım yol boyunca dinmemişti, defalarca gözlerimi kapatıp açtım, belki bir defa da olsa uyanırım ve kendimi yeniden bu korkunç günün sabahında bulurum diye. O zaman, Barın'a kesinlikle bizimle gelmemesini söylerdim, Mehsa'yla aralarını düzeltirdim, kim bilir, bizim tarafımızda olması için Helen'le bile konuşurdum.

Fakat ânın içindeydim, hiç olmadığı kadar korkunç bir gerçeğe şahitlik ediyordum. Ferman öldüğünde üzülmüş, ağlamış ve etkisinden çıkamamıştım. Ancak Barın'ın ölümü yüreğimden bir parçayı da koparmıştı beraberinde.

Sarayın kuleleri göründüğünde gözlerimden yaşlar süzülmeye devam ediyordu, kapkara bulutlar, rüzgâr ve yağmur birlik olmuş, Barın için ağıt yakıyorlardı. Aldığım oksijen, ciğerlerime ulaşmıyordu, hayır. Mehsa'yı düşündükçe daha kötü oluyordum, sesi şimdiden kulaklarımda çınlıyordu, isyan çığlıklarını işitebiliyordum daha ulaşmadan.

Girişe geldiğimizde kapılar kendiliğinden iki yana açıldı ve simsiyah araçlar sessiz bir konvoy halinde içeri girdi. İçerisinde oldukça belirgin şekilde matem havası olan sarayın her köşesi ağlıyordu sanki, çimler, ağaçlar, duvarlar, bayraklar, kapılar. Ortaya konulmuş, kahraman ölüler için inşa edilen musalla taşının etrafında bulunan halkımız hüzün yüklü bakışlarla izliyordu arabaları.

Arabalar durduğunda, can yakan "Abi!" haykırışını işittim Mehsa'nın ve baştan ayağa ürperdim. Muhafızlar tarafından büyük araçtan çıkarılan Barın'ın cesedine doğru hızla koşuyordu. Barın'ı taşıdılar, musalla taşının üzerine koydular, babalar çocuklarının yüzlerini kapattı, anneler hıçkıra hıçkıra ağladı. Mehsa, ulaşamadan evvel tekrar "Abi!" diyerek yere düştü. Kimsenin onu kaldırmasına fırsat vermeden, hiç oyalanmadan ayaklandı, kalan yolu bitirdi. Avuçlarını musalla taşının üzerine yasladıktan sonra "Abi!" dedi tekrar ve "Hayır," dedi kendi kendine.

Arabadan inecek, ona yürüyecek, sarılacak, destek olacak gücü kendimde bulamıyordum.

Alaz, bana baktı. "İnmeliyiz," dedi sessizce. Yutkunmayı denedim fakat ağzımın içinde tükürük olduğundan bile emin değildim, boğazımdaki yumru devasa bir hale büründü. Elimi kapı koluna attım, kapıyı açtım. Dışarı çıktığımda havada esen soğuk rüzgâr, bir ateş yeli gibi sardı bedenimi. Mehsa'ya doğru bir adım attım, yere düşmemek için kendimi zorladım. Çok geçmeden, alnındaki kanın kuruduğu Alaz yanıma geldi, belimden tutarak bana destek oldu, beni Barın ve Mehsa'nın yanına doğru yürüttü.

Mehsa, titreyen elleriyle Barın'ın solgun yüzünü avuçlayıp suratının her bir zerresini okşarken "Hayır," dedi. Henüz cam kadar mavi gözlerinden bir damla yaş akmamıştı, şoka girmiş gibiydi. "Şaka mı yapıyorsun abi?" dedi. "Barışalım diye mi yapıyorsun?"

Bu söylediklerine karşılık sesli olarak iç çeke çeke ağladığımda Alaz daha fazla yaklaşmamıza izin vermeden durdu, başımı göğsüne yasladı, omuzumu okşadı.

"Özür dilerim," dedi Mehsa sessizce. "Yüz kere, bin kere özür dilerim. Bak yemin ederim, hatamın farkındayım. Hiç sana layık bir kardeş değilim ama düzeleceğim, yemin ederim abi. Kalk. Tamam, barışalım ne olur. Uyan."

"Uyan!" diye çığlık attığında gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktım, hıçkırıklarım sıraya dizilip boğazımı zorladı.

Hâlâ ağlamaya başlamamış olan Mehsa "Uyanmıyor," dedi ve başını kaldırıp kalabalığın içinde bir yerlere baktı. "Şifacılar! Baksanıza, uyandırsanıza onu! Ne dikiliyorsunuz orada!"

Bars'ın eli Mehsa'nın omuzuna yerleşti. "Mehsa, Barın..."

"Hayır," dedi Mehsa, iki eliyle kulaklarını kapattı. "Hayır, ölmedi! Ölmedi! Ölemez!" Başını hiddetle iki yana salladı. "Ölemez! O benim abim, o benim annem, o benim babam, o benim ailem, o benim her şeyim. Hayır! Hayır!" Art arda iki kez daha hayır dedi ve bir anda çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Kendini kaybetti, minyon bedeni azılı bir depreme tabii tutulmuş gibi titredi, başını Barın'ın çıplak, kanlı göğsüne yasladı, omuzları sarsıla sarsıla ağladı dakikalarca.

Bir adım daha ilerleyemedim, omuzundan tutup ona destek olamadım. Güçlü durmam gerektiğinin farkındaydım fakat vücudumun çeşitli yerlerindeki kurumuş kan lekelerinin sunduğu kahramanlığın aksine güçlü göründüğümü hiç sanmıyordum.

Bars, Mehsa'yı Barın'ın gövdesinden çekip aldı, kollarını yatıştırmak ister gibi Mehsa'nın bedenine sardı fakat Mehsa bir anda ateşe basmış gibi gözlerini açtı, Bars'ın kollarından hiddetle ayrılırken "Senin yüzünden!" diye bağırdı. Bars, hiçbir şey yapamadan öylece Mehsa'ya baktığında Mehsa art arda iç çekti. "Senin yüzünden onu karşıma aldım! Senin yüzünden onu ilk defa kırdım! Senin lanet aşkın yüz... Yüzünden. Kahretsin!"

İki elini yumruk yapıp Bars'ın göğsüne sertçe vurdu. "Ona karşı seni seçtiğim güne... Lanet... Ah..."

Mehsa'dan başka kimseden çıt çıkmıyordu. Bars, karısına karşı en ufak bir tepki vermedi, tüm suçlamaları kabul edercesine sustu, Mehsa'nın öfkesini, acısını kendinden çıkarmasına izin verdi. Mehsa da daha fazla konuşamadı, art arda hıçkırdı, nefes alış verişleri konuşmasına mani olunca elleriyle boğazını tuttu. "Ben ne yapacağım şimdi? Tüm ailem gitti. Ne yapacağım ben şimdi?"

Barın'a baktı, orada olmadığını görmek ister gibi baktı, fakat cesedi yeniden görünce daha yüksek sesli ağlamaya başladı. Öyle ki bedenini daha fazla taşıyamadı, dizlerinin üzerinde yere düşecekti ki Bars tüm işittiklerini bir kenara bırakarak Mehsa'yı koltukaltlarından tuttu, Mehsa'nın bilinci gittiğinde onu kucağına aldı ve şifacılardan birine baş hareketiyle gel işareti yaparak karısını sarayın içine götürdü.

Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz yükselen ağlama seslerine karşılık en yaşlı maglo erkeği İhtiyar Halep, elindeki asasını yere vura vura musalla taşının yanına ilerledi. Asasıyla üç kere beton zemine vurup tok ses çıkardığında uğultular ve ağlayışlar yeniden dindi. Yaşlı adam, üzerine gölgelerin düştüğü keskin bakışlara sahip kahverengi gözlerle tek tek etraftaki kalabalığa baktı.

"Kesin ağlamayı!" dedi gür sesiyle. Sağ elinin işaret parmağıyla Barın'ı gösterdi, kafasını ona çevirmedi. "Burada, bizim için canını veren bir kahraman yatıyor! Sıradan bir ölü değil! Zayıflık göstergesi olan ağlayışlarınızı kendinize saklayın ve savaşçı kahraman Barın Kılıç'ın aziz ruhunun cennetin en güzel köşesinde yer bulması için ona dua edin!"

Tüylerim diken diken oldu.

Yaşlı adam, Barın'ın sağında bulunan ve bugün aldığı canların kanlarıyla lekelenmiş kılıcını eline aldı, gökyüzüne doğru tuttu, başını yukarı kaldırdı ve göğe baktı. Kılıcı indirdi, Barın'ın gövdesinin üzerine dikey olarak koydu ardından sağ ve sol elini kılıcın kabzasının üzerinde buluşturdu. Gözlerimden yaşlar süzüldü.

İhtiyar Halep, elini Barın'ın ellerinin üzerine koydu, "Gözlerinizi kapatın," diye emir verdi.

Bu, sarayda gerçekleştirilen ilk ölüm töreniydi.

Başımı Alaz'ın göğsüne yaslayarak gözlerimi kapattım, sıcak damlalar yanaklarımda yer etti.

"Rabbim," dedi gür sesiyle. "Zürriyetimiz, hürriyetimiz, sıhhatimiz için canından geçen Barın Kılıç'ı, cennetindeki altın tahtlardan birine yerleştir, günahlarını bağışla. Onu, hepimiz için unutulmaz kıl. Amin."

Hep bir ağızdan gür bir sesle "Amin," sesi yükseldi.

*

Bu evrene geldiğim günden beri, kendimi bu kadar karanlıkta bu kadar çıkmazda hissettiğim tek bir gün olmuştu.

Alaz'ın, beni kendi elleriyle dünyama gönderdiği gün.

Bir daha o hisse bürünmekten hep kaçmıştım, sakınmıştım, korkmuştum. Fakat şimdi yeniden o güne dönmüşüm gibi karanlıkta hissediyordum kendimi. Bir boşlukta süzülüyordum yine, kalbim sessizce ağlıyor, göz yaşlarım ona eşlik ediyordu.

Banyonun kapısı açıldı, loş odanın içinde duyulan adım sesleriyle birlikte kafamı yavaşça yukarı kaldırdığımda gövdesinde irili ufaklı çiziklerin bulunduğu, alnındaki yaranın pembeleştiği Alaz'ı görünce az biraz sakinleştim fakat hâlâ çok iyi değildim. Gövdesi ve ayakları çıplaktı, bacaklarına siyah bir eşofman altı geçirmişti. Aceleci adımlarla yanıma geldi, önümde diz çöktü. Sağ avucu gözlerimden akan yaşların ıslattığı yanağıma yerleşti, gözleri gözlerime saplandı. Baş parmağı usul usul yanağımı okşarken alt ve üst kirpiklerim birbirini örttü.

"Bebeğim," dedi fısıltıdan farksız çıkan sesiyle. "Temizlenmen gerekiyor. Hadi, bana yardım et."

Kan, is ve çamur kokuyordum. O metalik koku midemi yakıyor, çalkalıyordu, kusma isteği oluşturuyordu. Kollarım benden ayrı hareket etti sırf bu yüzden, çok az yukarı kalktı. Alaz ne ara üzerime geçirdiğini bilmediğim siyah tişörtü gövdemden çıkardı, sutyenin kopçasını açtı ve kollarımdan sıyırdıktan sonra onu da odanın bir köşesine bıraktı. Herhangi bir yaramın olup olmadığını anlamak amacıyla yer yer çamur ve kana bulanmış gövdemi inceledikten sonra pantolonumun düğmesine uzandı, açtığında karın bölgemde büyük bir rahatlama hissettim. Pantolonumu bacaklarımdan sıyırdı, yeni doğmuş bir bebekten farksız kaldığımda kollarını koltukaltlarımdan geçirdi ve beni kucakladı.

Hiddetli fırtına camlara çarptıkça yağmur damlalarıyla birlikte pencereler titriyordu. Saniyede bir de saatten tik tak sesleri duyuluyordu. Onun haricinde odamızı da sarayı da sükût yutmuştu.

Alaz beni sıcacık suyla dolu küvetin içine bıraktığında bedenimin buna olumlu tepki verdiğinin bilincindeydim fakat ruhum hâlâ kafesinde daralmış bir kuş gibi çırpınıyordu. Kolumu kaldıracak halde değildim, eşim önce saçlarımı şampuanladı, parmak uçlarıyla kafa derime masaj yapar gibi yıkadı. Canımı acıtacağından korktuğundan olacak, taramadı. Canım daha ne kadar acıyabilirdi bilmiyordum, Barın'ın yüzü aklıma geldikçe gözlerimden yaşlar süzülüyor, yaşlarım asla dinmiyordu.

Duş başlığıyla saçlarımı durularken yüzümü de yıkadı, baş parmakları göz altlarımı sildi belli aralıklarla. Gövdemi en ufak yanlış hareketiyle kırılacak bir porselen bebekmişim gibi lifledi, omuzlarımı, göğüslerimi, karnımı, kasıklarımı, bacaklarımı, kirin ulaşamadığı fakat manevi pisliğinin olduğu her bir noktamı temizledi. Ruhum henüz iyileşmese de bedenim artık daha iyiydi.

Banyodan çıkardıktan sonra bornozumu giydirdi, kıyafetlerimi giyindirmek için beni tekrar yatağın üzerine oturttu. Aramızda tek kelime geçmiyordu fakat varlığı yetiyordu. Getirdiği kıyafetleri yanıma bıraktıktan sonra bornozumun kuşağını çözdü, havlu kumaş omuzlarımdan iki yana düştüğünde hafiften yükseldi, sol göğsümün üzerinde bulunan eşlik mührüne dudaklarını bastırdığında içim titredi.

Geri çekildi, iç çamaşırlarımı giyindirdi ve kendi rahat tişörtlerinden birini başımdan geçirdi.

Bedenimde savaşın hiçbir izi kalmadığında yanıma oturdu, elini yüzüme çıkardı, ıslak saçlarımı geriye doğru attı. Kendinden önce benimle ilgilendi, her zaman yaptığı gibi. Önceliği hep bendim, bu asla değişmiyordu. Yüzümü okşarken ona bakıyordum ama nafile bakıyordum. Zihnim boş bir çöl arazisinden halliceydi, sıcaktı, bunaltıcıydı, kuraktı, hiçbir şey yoktu. Fikir yoktu, düşünce yoktu, yalnızca acı vardı diğer tüm hücrelerimde olduğu gibi. Gözlerimdeki yaşlar kurudu, anılar yok oldu. İçime içime ağlamayı sürdürüyordum, ellerim temizlendiği halde tenimde kan görüyordum.

Siyah hareleri yüzümü mercek altına alırken eli saçlarıma ulaştı, saç tellerimi şefkatle okşarken gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tuttum. "Sevgilim," dedi neredeyse fısıltı gibi çıkan yatıştırıcı sesiyle. "Nasıl hissediyorsun?"

Birkaç saniyelik sessizliğin ardından "Hissetmiyorum," diye yanıtladım belli belirsiz. "Boş... Bomboş, çorak bir arazide gibiyim. Ağlamak istiyorum, gözlerimden yaş akmıyor. Uyumak istiyorum, uyandığımda... Her şeyin bir rüya olacağını düşünerek gözlerimi kapatmak istiyorum ama yapamıyorum. Gerçek..." Yutkundum. "Alaz, bu acı çok gerçek. Alaz... Bu acı... Gözlerimi kapatınca geçmez."

"Geçecek," dedi, tek elini başımın arkasına koyup kafamı göğsüne yaklaştırdı. Dudaklarını saçlarımın üzerine bastırdı. "Hiçbir acı sonsuza dek ilk günkü gibi kalmaz."

"Nasıl?"

"Alışacaksın," diye karşılık verdi. "Kaybetmeye. Çetin bir yolda ilerlemeye çalışıyoruz güzelim, kayıplarımız olacak. Bunun bilincindeyiz. Barın da bilincindeydi."

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Böyle olmamalıydı. Bu kadar erken olmamalıydı. Barın... Olmamalıydı."

Boğazım düğümlendi.

Gözlerim yeniden yaşla dolduğunda akan burnumu çektim, elimin tersiyle burnumu sildim. Yutkunmayı denedim. "Daha... Dün sabah onunla eğitim yaptım. Daha bu sabah bana Liva'nın onu ölüme sürükleyeceğinden korktuğunu söyledi. Barın..." Konuşmakta güçlük çektim. "Ölmek istemiyordu. Yaşamak istiyordu, yaşamalıydı. Keşke..." Hıçkırdım. "Keşke ben..."

"Bunu, bir daha ağzına alma," dedi Alaz sertçe. Güç konuşuyordu. "Kendini, bir daha ölüm kelimesiyle yan yana getirme. Yapma. Beni ne kadar yaraladığının farkında değil misin? Hiç mi önemim yok senin için?"

Başımı göğsünden kaldırarak ıslak kirpiklerimle ona baktım. Yeniden burnumu çektim ve "Öyle önemin var ki," diye yanıtladım. "Yüzüne çöken yorgunluğun sebebi olduğum için kendimden nefret ediyorum. Benim için değmez."

Kafamı hayır dercesine salladım. "İçindeki laneti bile kontrol edemeyen benim için değmez." Dilimle dudaklarımı ıslattım, bakışlarımı yere iliştirdim. "Keşke, buraya geldiğim ilk gün yakalanıp zindana atılsaydım. Keşke, sadece öldürmek istediğin biri olarak kalsaydım, keşke bana hiç âşık olmasaydın. Keşke..."

"Sus," dedi Alaz yeni bilenmiş bıçaktan daha keskin sesiyle, cümlemi devam ettirmeme izin vermedi. "Benim iyi ki'lerimi keşkeye çevirme. Yapma bunu." Elini yüzüme çıkardı, yanaklarımda biriken yaşları baş parmağıyla nazikçe temizledi. "Kendine zulmetme, haksızlık etme. Bugün ne kadar cesur davrandığının farkında değil misin? İçindeki gücü kötüye kullanmadın Efsun, arkadaşını unutmadın. Ne yaptıysan onun için yaptın. Lukifer'e teslim olmadın."

"Mirza'yı öldürdüm."

"Pişman mısın?"

Dilimle dudaklarımı ıslattım, öyle kurumuşlardı ki dudaklarım soyulmuş, ölü deriler dilime gelmişti. Ağzımdaki küçücük tükürük kalıntılarını yutmayı denedim. "Değilim," dedim sessizce. "O... Barın'ı öldürdü. Belki de aramızdaki en masumunu."

Kafasını evet dercesine hareket ettirdi. "Bir savaştayız. Bunu yapmasaydın o seni öldürecekti. Ve tüm bu masum insanları. Yine kendini suçlayacağın bir durum yok."

"Ölümle burun burunayız." Kirpiklerim titredi. Dehşet içinde ona bakıyordum. "Alaz... Ya sen..."

Devamını getiremedim, gözlerimden patır patır damlalar aktı, yanaklarım tuzlu suyun etkisiyle yandı. Alaz söyleyeceğimi anladı, beni kendine çekti ve başımı sinesine bastırıp "Seni bırakmayacağım," dedi. "Beni kaybetmeyeceksin. Senin için Efsun, kendimi sakınacağım." Saçlarımın üzerini öptü bir kez daha. "Ağlama daha fazla, yakma canımı. Ya da göster acılarını, neren acıyorsa tam oradan öpeyim seni. Efsun... Bir yolunu bulsam, canını yakan tüm acıları kendi yüreğime hapsederim ben."

"Biliyorum," diye fısıldadım sessizce, iyice sokuldum sinesine, biraz daha güç almak istercesine. "Ama bugün benden acımı atmamı bekleme Alaz. Yapamam. İçimde alevleri arşa yükselen bir yangın var, ruhum büyük bir yangınla cebelleşiyor. Nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. Ama sen... İyi geliyorsun."

Dudaklarını alnıma bastırdı, uzun ve hisli bir öpücük bıraktı tam o noktaya. "Acı olacak," diye karşılık verdi. "Seni güçsüz birine çevirmek için üst üste darbeler alacaksın. Fakat bunlar seni yıkarsa, onlara istediklerini vermiş olursun. Bunu istemezsin, değil mi?"

İstemezdim.

"İstemem."

"O zaman, acını gücüne kat. Bu gece üzül, ama yarın eskisinden daha güçlü uyan. Ancak böyle başa çıkabilirsin."

"Haklısın," diye fısıldadım. Ancak gözlerimden Barın için iki damla daha süzüldü o an, buna asla engel olamıyordum. Daha fazla ağlamamak için gözlerimi sıkı sıkıya yumdum, Alaz'ın gövdesine daha sıkı sokuldum ve hıçkırıklarımın arasında sabaha karşı zorla uyudum.

*

Sağ elimde tuttuğum kılıcı havaya kaldırdım, onu yere indirmeden önce sol elimle geriye püskürtme büyüsü yaptım ve düşmanımı tek hamlede sırt üstü yere devirip iki ayağımla ellerine basarak kılıcımın ucunu şah damarına dokundurdum. "Son duanı et."

"Beni çok etkilediniz. Ebediyete ulaşmadan evvel sizinle bir gece geçirebilir miyim?"

Alaz'ın bu arsız cümlesine karşılık dudaklarımda oldukça belirgin bir gülüş canlandı. O bana büyük bir arzu ve beklentiyle bakarken kılıcımı boğazından çektim tek hamlede arkamdaki kabzasına yerleştirdim. Ayaklarımla geriledim ve iki bacağımın arasında kalan bedeninin üstüne oturdum. 

Alaz yeniden atılmak için başını yukarı kaldırsa da buna izin vermedim. "O, eğer siz yenseydiniz gerçekleşecekti sevgili kurbanım."

"Bir şeyi unutuyorsun ama," derken ellerini bacaklarımın üzerine koyup kalkmamı bir şekilde engelledi. "Eşiz biz. İsteklerimizin de eş olması gerekiyor."

Bunu elbette istiyordum fakat Alaz kendinden o kadar eminken onu yenmiş bir Efsan olarak, bunun haklı gururunu sürdürmek istiyordum. Biraz süründürmekten zarar gelmezdi.

"Sevgili kralımız her gün eşliğe dayalı bir yeni kural uydurmasaydı dünyamız..." diye alay ettim. "Kaybettin, Alaz Şahzade. Kabullen. İtaat et."

Hafiften doğruldu. "Sana istediğin her an itaat edebilirim. Çok güzel yaparım."

Gülüşüm iyice büyürken kaşlarımı yukarı kaldırdım ve bu defa heceledim. "Kay-bet-tin."

İç çekti. "Bir el daha?"

Başımı olumsuz anlamda sallayıp omuz silktim. "Kaybettin."

Ve çevik bir hareketle üzerinden kalktım.

"Efsun," diye seslendi arkamdan. "Ah! Boynum. Kesildi galiba gerçekten. Ne bu, kan mı?"

Saraya doğru ilerlerken omuzumun üzerinden ona baktım. "Bir de kral olacaksın. Yakışıyor mu böyle düzenbazlıklar?"

İki eliyle ıslak çimlerden destek alıp gövdesini biraz daha yukarı kaldırdı. "Yirmi altı yıllık hükümdarım, böyle esaret görmedim."

Kısık sesli bir kahkaha atarken avucumu alnıma yasladım. "Sen benim dünyamda yaşasaydın, kesinlikle semt çocuğu olurdun."

Yeniden önüme dönüp yürümeyi sürdürdüğümde ilk olarak "Senin dünyan burası!" diye seslendi. Ardından, "Semt çocuğu da olsam yine seni bulurdum," diye ekledi.

O da ayaklanmıştı artık, peşimden geldiğini duyulan hışırtılardan anlıyordum. Tek elimle ağaç kovuklarına dokuna dokuna ilerlerken "I-ıh," dedim. "Ben semt çocuklarından hiç hazzetmem."

"Fark etmez," diye karşılık verdi. "Burada da başta benden hiç hazzetmiyordun."

"Ama çekici buluyordum," diye itiraf ettim çekinmeden. "Semt çocuklarını hiç çekici bulmam."

"Demek çekici buluyordun," dedi ve hiç ummadığım bir anda beni belimden tutup kendine çekti, göğüslerim gövdesine yapıştığında alnını alnıma yasladı. "Seni çatık kaşlı, hırçın kız."

Bu Alaz'la ilk yakınlaşmamızmış gibi kalbim hızla attı, saniyeden daha hızlı bir şekilde gövdesine çarptı. Sırtım ağaç kovuğuna yaslandığında Alaz ve ağacın arasına sıkıştım. Alnımı, gözlerimi, yanaklarımı öptü. "Borcum olsun, bir daha yenersem sen benden bir şey alırsın. Bugününü bana ayır." 

Parmaklarımı yanaklarında gezdirdim. "Mezarlığa gideceğim," diye fısıldadım sessizce. "Bana birkaç saat izin ver."

Barın, aramızdan ayrılalı çok olmuştu. Ölümle tanıştığınız ilk gün, bu acı sizinle ilelebet durur sanıyordunuz ama bir hafta içinde istemsizce onsuz hayata alışıyordunuz. Elbette ağlama krizleri duygusal geçişler ara sıra oluyordu fakat ilk günkü sonsuz acı yürekte kalmıyordu. Hayat devam ediyordu ve bir süre sonra siz, onun için yaşamaya başlıyordunuz. Barın'ın ölümü, beni sarsmış, kendime getirmişti. Bana kim olduğumu, ne için yaşadığımı hatırlatmıştı. Bundan dolayı sahip olduğum gücün üstüne daha çok gitmiştim. Lukifer hâlâ ara sıra zihnime girmeyi deniyordu ancak elimden geldiğince onu yok saymaya çalışıyordum. Barın öldüğünden beri daha güçlü, daha gözü kara hissediyordum. Eğitimlerden aldığım sonuçlar da bunu gösteriyordu.

On beş güne kadar sayabilmiş, sonrasınıysa sayamamıştım. Ne kadar gün geçmişti bilmiyordum, bir ay mı, yirmi gün mü, kırk güne yaklaştık mı emin değildim. Tüm zamanlar birbirine karışmıştı. Barın gitmişti, geri dönmeyecekti.

Öte yandan Alaz'la bu süre zarfında bir arkadaş bir dost olarak çok yakındık, ancak eş olarak biraz uzaklaşmıştık. Beni, eşi olarak özlediğini biliyordum, onu özlemiştim, fakat bu bir süreçti ve hepsi yavaş yavaş düzeliyordu. Onunla bir eş olarak hasret gidermeye ihtiyacım vardı artık, bugün bunu daha iyi anlamıştım.

Ondan bir kez daha anlayışını istediğimde içine derin bir nefes çekti. "Tamam," dedi ve benden uzaklaşmadan önce alnıma bir buse kondurdu. "Seninle geleyim mi?"

Kafamı hayır dercesine hareket ettirdim. "Mehsa oradadır. Rahat hissetmez."

"Peki güzelim," dedi ve ellerini belimden çekti. "Düş önüme. Saraya girene kadar peşindeyim."

Gülümsedim. Parmak uçlarımda yükseldim ve sakalsız yanağına bir öpücük kondurdum. "Seni çok seviyorum."

Yanağımı okşadı. "Sana aşığım," diye karşılık verdi. "Ve bununla yetinemem. Yürü hadi."

Önünden ilerlemek yerine elini tuttum ve ormanın içinde biraz öyle yürüdük. Saray alanına geldiğimizde Alaz mezarlığa gitmem için benden ayrıldı.

Mezarlık... İçinde sadece Barın'ın mezarının olduğu mezarlık. Dileğim oydu ki, tek o olsun. Bu sarayın içinde başka kimse gömülmesin toprağın altına, bir tek Barın'ı ziyaret etmek için gelelim buraya.

Güzel kardeşim, abim Barın, öyle derin bir yara almıştı ki Mirza'nın kılıcından, ne Süsen çiçeği fayda olabilirdi yarasına ne benim kanım. Gülümseyerek ayrılmıştı aramızdan, hepimizin hafızasında güzel anılar bırakmıştı. Onun kılıcı artık benimdi ve bu daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Aldığım her kötü can, Barın'ın öcü olacaktı.

Yağmur çiseliyor, rüzgâr usul usul esiyordu. Soğuktan ziyade, ferah bir hava hakimdi. Toprağının etrafı gri taşla örülmüş mezarın yanında toprağı seven siyah giysili bir kız vardı. Elbette o kız Mehsa'dan başkası değildi. Yanına ulaştığımda elimi omuzuna koydum, "Kardeşim," dedim fısıltı gibi çıkan sesimle.

Siyah bir şalın gelişi güzel örtülü olduğu kafasını bana doğru çevirdi hafifçe. Biraz tebessüm etti mezara bakarak. "Bak, Efsan da geldi. Sana, seni bundan sonra hiç yalnız bırakmayacağız derken yalan söylemiyordum."

Gözlerim sızladı. Buruk bir tebessüm gönderdim. Mezar taşında Barın Kılıç, 1995-2019 yazıyordu. Kahramanlığıyla ilgili methiyeler düzülen bir dörtlük de hemen altındaydı. Baktıkça kötü olduğumdan başımı çevirdim, Mehsa'nın ıslak sırtını sıvazlarken "Ne zamandır buradasın?" diye sordum. "Sırılsıklam olmuşsun."

Bilmiyorum, dercesine dudaklarını aşağı büktü. "Zamanı hesaplamıyorum, istediğim tek şey tüm gün, sadece abimin yanında olmak. Son zamanlarda yapamadığım gibi. Buraya gelince sen de öyle hissetmiyor musun Efsan, sanki hâlâ yanımızdaymış gibi." Öyle hissediyordum. Buraya geldiğimde Barın'la karşılaşmış, bana bir espri yapmış gibi sakinleşiyor hem ağlamak hem gülmek istiyordum.

Mehsa, mezardan bir avuç toprak aldı, burnuna götürüp gözlerini kapatarak kokusunu içine çekti. Ardından avucunu bana uzattı. "Koklasana. Toprağına sinmiş kokusu."

Başımı eğdim, toprağı kokladım. Sahiden de öyleydi, Barın'ın kokusu toprağa karışmıştı, gözlerimi açtığımda onu görecekmişim gibi hissettiriyordu. "Bence şu an bizi izliyor," diye fısıldadım. "Bu iki kaçık burada da bir türlü yalnız bırakmıyor beni diyordur. Sırf daha fazla ziyaret etmeyelim diye yarın geldiğimizde toprağı kötü kokarsa şaşırmam."

Mehsa, sessiz ağlayışlarının arasında güldü, burnunu çekti. "Hiç kusura bakma abi," dedi gülerek. "Benden yanına gelene dek kaçışın yok artık."

Kafamı Mehsa'ya çevirdim hemen ve anında silinen gülüşümle ona baktım. "O nasıl laf? Mehsa, lütfen kurduğun cümleleri düzgün seç. Ben bir kaybı daha kaldıramam."

"Eninde sonunda öleceğiz, burada hiçbirimize sonsuz bir yaşam yok," dedi, o da artık gülümsemiyordu. İç çekti. "Abim gibi ölmek isterim ben de. Kahraman olarak, canımı, verdiğime değecek bir şey adına kaybetmeyi isterim. Ne gururlu bir ölüm, öyle değil mi? Topraklarımız ilk can vereni, bu uğurda ölen ilk kahraman." Tebessüm etti. "Ölümü her ne kadar istemese de bir kahraman olarak anılmayı hep isterdi."

Mezar taşına bakma cesaretinde bulundum, Barın'ın büyülü bir fotoğrafı işlenmişti, fotoğraf hareket ediyordu, üstünde siyah bir gömlek ve ceket vardı, yüzünde bakan kişiye neşe veren gülümseyişi hakimdi. Sağ yanağındaki gülümsemesi de her güldüğünde yanağında kusursuz bir oyuk olarak beliriyordu. Onu görmek boğazıma kocaman bir yumru oturmasına neden oldu, dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirip bakışlarımı tekrar Mehsa'ya iliştirdim. "Bizim kahramanımız," dedim titreyen sesimle. "Hep öyle kalacak."

Başını aşağı yukarı doğru hareket ettirdi. Gözleri hafiften yukarı doğrulduğunda gülümsedi. "Çocuklar mezarını asla boş bırakmıyorlar."

Baktığı yönü izlediğimde kız oğlan karışık bir bölük çocuğun koşar adımlarla bize, daha doğrusu mezara doğru ilerlediklerini gördüm. Ellerindeki oyuncak kılıçları havaya kaldırıp "Kahraman Barın Kılıç, Kahraman Barın Kılıç!" diye bağırıyorlardı. Çocukların aklında Barın artık devleşmişti, tıpkı sarayın içinde yaşayan diğer herkes gibi. Barın'ın ölümü hepimize güç vermişti. Barın, ölümüyle bize inanç aşılamıştı.

Mezara ulaşan çocuklara temaşa dolu bir ifadeyle baktım, gözleri ilk olarak beni buldu hepsinin de. Ve küçük bedenleriyle reverans yaptılar. "Merhaba efendim," dediler hep birlikte. Onlardan birkaç yaş büyük görünen kara yağız bir oğlan öne atıldı. "Rahatsız ettiğimiz için üzgünüz majesteleri. Ama izniniz olursa her gün yaptığımız gibi Kahraman Barın Kılıç efendimizi anmak istiyoruz. O bizimle çok ilgilenirdi!"

Diğer çocuklar alt dudaklarını büzüştürerek konuşan yavrucağızı onayladılar. Gurur dolu bir hüzün hakimdi minik suratlarında.

"Elbette anabilirsiniz, sizi burada gördüğüne çok seviniyordur eminim ki."

"Kırk gün boyunca mezarını ziyaret edersek biz de büyüyünce onun gibi kahraman olabilirmişiz," dedi sarışın bir kız çocuğu. "Kahramanlığın cinsiyeti olmazmış."

"Olmaz tabii," dedi bir başka erkek çocuğu. "Kraliçemizin binlerce düşmanı tek başına alt ettiğini duymadınız mı? Bizim kraliçemiz bir kadın kahraman!"

Binlerce değil, yüzlerceydi. Ama halk, abartmayı severdi.

Gülümsedim. "Kahramanlığın cinsiyeti de yaşı da olmaz çocuklar."

Mavi gözlü kız gözlerini kocaman açtı. "Yani, bu yaşımızda da kahraman olabilir miyiz?"

Elimi uzatıp kızın yanağını şefkatle okşarken "Dilerim, buna gerek kalmaz," diye yanıtladım.

Cevabımın üzerinde fazla düşünmelerine imkân vermeden Mehsa'ya döndüm. "Çocukları anmaları için yalnız bırakalım."

Beni başıyla onayladı. Avucundaki toprağı tekrar kokladıktan sonra rengârenk çiçeklerin arasına serpiştirdi. "Yarın görüşürüz abiciğim," dedi. Ardından çocuklardan birkaçının başını okşadı, üstünü silkeleyerek ayağa kalktı.

Mezarlıktan uzaklaşana dek konuşmadık. Biraz sonra halini hatırını sormak için dudaklarımı araladım.

"Nasıl hissediyorsun?"

Aynı soru Mehsa'dan da çıkmıştı. Çok zaman susup aynı anda konuştuğumuzdan bir kez daha bu rastlantıya gülümsedik. "Beni biliyorsun işte," dedim sessizce. "Sen cevap ver. Daha iyi misin?"

Yüzünü saraya doğru çevirdi. "Ben bir müddet daha, daha iyi olabileceğimi sanmıyorum Efsan. Abimle aramız bozulduğunda kalbimde kocaman bir boşluk açılmıştı, şimdi o boşluk oyuğa dönüştü, kalbimde sağlam tek nokta bırakmadı. İçi nasıl dolar, bilmiyorum. O çok iyi biriydi, gittiği yerde huzurlu olduğuna eminim ama hasreti... Özlemine nasıl dayanacağımı bilmiyorum. O benim tutunacak tek dalımdı. Tek ailemdi. Ve benden nefret ederek öldü. En son ne zaman sarıldığımızı bile hatırlamıyorum."

Pahalı bir kristali andıran mavi gözleri sulandığında içim sızladı. Ona destek olmak için elimi koluna koydum. "Senden nefret etmiyordu. Seni çok seviyordu ve barışmanız için an kolluyordu. Eğer dönebilseydik..." Yutkundum. "Eğer Barın buraya geldiğinde hayatta olsaydı... Sizi barıştıracaktım. Bunu istediğini son konuşmamızda açıkça belli etmişti Mehsa, yemin ederim. Nefret etmiyor, çok seviyordu. Ondan dolayı kırılmıştı. Bir kere sarılsanız, her şey yoluna girecekti, eminim."

"Ve korkak ben, abimin karşısına çıkıp ondan özür dileme, ona sarılma cesaretinde bile bulunamadım. Tüm bu acıları hak ediyorum tüm! Ondan sonra kimse beni gerçekten sevmeyecek işte, abimin sevgisini kaybederek ömür boyu sevgisizlikle lanetlendim, görüyor musun! Her şeyimi kaybettim. Her."

"Böyle düşünme. Ne demek sevgisizlikle lanetlendim? Ben neyinim senin Mehsa? Bir kardeşin de ben değil miyim? Benim sana olan sevgimden şüphe mi duyuyorsun yoksa?"

Kafasını hayır der gibi salladı. "Seni de kırdım, senin de güvenini sarstım. Hem de kim için..." deyip sustu.

O sırada eğitimini yeni bitirmiş olan Bars'ın saraya ilerlerken başını bize, daha doğrusu Mehsa'ya çevirdiğini gördüm. Mehsa'nın adımları anında durdu, tüm bedeniyle bana doğru döndü ve Bars'ın bakışlarına asla karşılık vermedi. "Sevgimi, sevdiklerimi karşıma almamı asla hak etmeyecek bir herif için."

Bars'la Mehsa'yı Barın'ın cenazesinden beri yan yana görmüyorduk. Bunun yanı sıra Bars geceleri yukarı çıkmıyordu. Mehsa, yalnız kalmamak için beni odasına çağırıyordu ve dolayısıyla Alaz'la ben de günlerdir aynı yastığa baş koyamıyorduk.

Durumu düzeltmek adına, "Mehsa," diye lafa girdim. "Olanların tüm yükünü Bars'a atma. Onu hiç bu kadar bitkin görmemiştim. Senden ayrı kalmak, seni bitap görmek besbelli canını sıkıyor. Sana içi giderek bakıyor, ancak senden aynı karşılığı göremeyince önüne dönüyor."

Mehsa alay eder gibi güldü. "Onun bana âşık olduğunu mu sanıyorsun?"

"Aşık olduğunuz için evlenmediniz mi?"

"Öyle sanıyordum," dedi ve tekrar önüne dönüp yürümeye başladı. "Ama öğrendim ki Bars bana aşık falan değil. Onun aşık olduğu şey başka, sevdiği şey başka. Benimle ilgili ama kalbim değil."

"Sağlıklı düşünmüyorsun. Bars'ın sana âşık olduğu bariz ortada. Dağ gibi duygusuz adam, kaç gündür ruh gibi geziyor ortalıkta."

Gülümser gibi oldu. "Alaz'la birlikte olduktan sonra ne yapıyorsunuz Efsan?"

Kaşlarımı çattım. "Uyuyoruz."

"Beraber mi?"

"Elbette," dedim saçma bir soru sormuş gibi. O sıra tekrar Alaz'la birlikte uyumayı özlediğimi fark ettim. "Neden ayrı yatalım?"

"Değil mi? Aşkınızı paylaşıyorsunuz, yoruluyorsunuz ve birlikte uyuyorsunuz. Aşık iki insan gibi. Ama biliyor musun Efsan? Bars bir kere bile benimle uyumadı. Hep yalnız bıraktı."

"Ne?"

Başını aşağı yukarı doğru hareket ettirdi. "Evet. Sadece o iş esnasında güzel sözler söyledi, beni büyüledi. Başta soğuk olduğunu, karakterini bildiğim için o zamanki yaptıkları bile hoşuma gidiyordu. Ama zamanla değişmeyince anladım ki bu adam bana aşık falan değil. Evliliği de bana aşık olduğu için değil, başına bir bela almamak için, her şey usulüne uygun olsun diye yapmış."

Böyle bir itiraf Alaz tarafından bana yapılmış gibi kasıldı midem. Kaşlarım gözlerimin üzerine indiğinde "N e?" diye sordum şaşkınca. "Bunu... Bars mı söyledi?"

Çehresini yere çevirdi. "Söylemedi. Ama söylemesine ne gerek var? Kaç aydır evliyiz Efsan. Bir kere eşimle birlikte uyumadım. Siz öyle misiniz? Elinizde olsa gündüz bile ayrılmayacaksınız birbirinizden. Aşk evliliği öyle olur."

"Alaz'la Bars'ın karakterleri benzer değil. Bars'ı bilerek evlendin Mehsa, o doğru düzgün konuşmayı bile bilmezdi. Beni kaç defa terslediğini bilmiyor musun, keza seni de öyle."

"Alaz da çok kibar sayılmazdı. Ama herkes ayrı sen ayrısın onun gözünde. Bars da bunu yapabilirdi ama yapmadı."

"Bizim ilişkimizin de ne kadar gel-gitli olduğunu biliyorsun. Bir anda bu seviyeye gelmedik, önceden durmadan kavga ederdik. Belki başımız sakin kalsa yine bir şekilde kavga edecek nedenler buluruz ama öyle yoğunuz ki yalnız kaldığımız anlarda sadece hasret giderebiliyoruz artık."

"En başından beri birlikte uyuyorsunuz."

"Evet ama... Bars bunu neden yapmasın? Aşık değilse, etrafında onunla birlikte olmak isteyen yüzlerce kız var. Neden tek kişiye bağlanmak istesin? Mehsa, ona bunun sebebini sordun mu? Neden seninle uyumadığının?"

"Elbette sordum," dedi gülerek.

"Ne dedi?"

"Yapamayacağını söyledi."

"Neden?"

Omuz silkti. "Nedenini söylemedi. Söylemez. İstemediği hiçbir şeyi söyletemezsin ona. İşte bu. Sen olsan ne düşünürdün?"

"Bilmiyorum."

"Kötü hissederdin."

"Evet ama..."

"Ama'sı yok işte. Daha da uzatmaya gerek yok. Abimle aram onun yüzünden bozuldu. Bu ilişki daha fazla yürüyemez zaten. Boşanacağım."

Gözlerimi kocaman açtım. "Mehsa, bu ne kadar büyük bir karar farkında mısın? Böylece kestirip atamazsın. Önce bir Bars'la konuş. Nedenlerini öğren. Belki altında büyük bir sebep vardır."

"Nedenini falan öğrenmek istemiyorum. Ona baktıkça acı çekiyorum, kendimden nefret ediyorum."

"Tüm suçu Bars'a yıkamazsın. Evlenmek birlikte aldığınız bir karardı. Bars seni kaçırmadı."

"Akılsızın tekiyim işte, vur yüzüme. Durma."

Başımı sağ omuzuma eğdim. "Söylemek istediğim bu değil."

"Boş versene. Ben kararımı verdim, Bars'la yaşamaya dayanamıyorum. Abim öldü, bir kez gelmez mi yanıma. Bir kez sıvazlamaz mı sırtımı?"

"İlk gün... Onu çok kötü azarladın. Diğer günlerde yanında hep ben vardım, karşılaştığımızda ya durup geçmesini bekliyorsun ya da yolunu değiştiriyorsun Mehsa. Geceleriyse odanızda ben varım. Haksızlık etme, sen Bars'ın seninle konuşmasına fırsat vermiyorsun."

"Konuşmak isteyen bir yolunu bulur. Ne olursa olsun Alaz senin peşinden ayrılmıyordu, sana notlar gönderiyordu, gönlünü almak için epey mücadele verdi. Bunların hepsine şahidim. Bars'sa korkağın teki. Aşıklar korkmaz, korkanlar âşık olmaz."

Henüz sağlıklı düşünemiyordu, bu nedenle üstüne gitmemekte karar kıldım. Yine ikisini kıyaslamaması gerektiğini söyleyecektim fakat susmamın daha iyi olacağı kanaatine vardım.

Mehsa'yla temizlenip kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra birlikte yemek salonuna inmiştik. Artık ne sabah ne akşam yemeklerimiz eskisi kadar keyifli geçmiyordu, bunun tek sebebi Barın değildi, ortalık iyice kızışmıştı. Varilok Büyücülük Sarayı, hain olduklarını bilmedikleri, muhtemelen bu noktadan sonra da asla bize inanmayacakları için kabul etmeyecekleri Mirza'nın ölümünden sonra bize karşı fena halde kızışmıştı. Tüm sarayların ittifak olması an meselesiydi, Lukifer İdmon sürekli zihnimi yoklamayı deniyordu ve bir şeyler yapmamız için gereken zaman hızla azalıyordu.

"Babamla görüştüm." Rahat yiyebilmek için tabağımdaki bifteği parçalara ayırırken Amber'den çıkan bu sözlere karşılık çatalımı tabağın üzerine bırakıp herkes gibi ben de ilgimi ona verdim. "Dün Cadı ve Caris Sarayı'nın ilk veliahtı Yekta Şeyhanlı, baş sağlığı dilemek adına Varilok'a gitmiş. Taraflar arasında bir ittifak toplantısı da gerçekleşmiş."

Dirseğimi masanın üzerine koyup alnımı ovuşturarak "Beklenildiği gibi," dedim. Günlerdir bu ihtimalin üzerinde duruyorduk.

Amber beni başıyla onayladı. "İki taraf da ittifak olmak için ılımlı. Varilok zaten köpürmüş durumda."

Tam yanımda oturan Alaz bardağını kaldırıp suyundan bir yudum aldı. Yutkunduktan sonra dudaklarındaki ıslaklığı diliyle temizledi. "Yekta Şeyhanlı'nın eşi doğum yapmış. Yarın akşam kayıp sayfadan bilgi almak adına zindandaki dev Thauk Orgelmir'le gizlice görüşmek için Kadmos'a gidiyoruz."

Thauk Orgelmir bize Bilge Âzîn'in önerisiydi. Kadının söyledikleri yeniden aklımda oynadı:

"Cadı ve Caris sarayı azılı suçluların bulunduğu zindanda, gözleri oyulmuş Thauk Orgelmir adında bir dev var. Onu bulun. Kitabın değiştirildiği zamanlarda sarayın muhafızlarındandı. Yaptığı büyük hatayla zindana atıldı, devler sadakatleriyle bilinir ancak haksızlığa uğradıklarında bu sadakati harcamaktan çekinmezler. O size kayıp sayfanın nerede olduğuyla ilgili bir bilgi verebilir."

"Ne zamandır bebek sevmiyordum, çok iyi gelecek," dedi Kuray, ortamdaki gerginliği biraz olsun yumuşatmak amacıyla. Ama elbette kâr etmedi. "Plan nedir?"

Alaz baş ve işaret parmağını birbirine sürtüp şıklattığında duvara dayalı ceviz ağacından yapılmış cilalı sehpanın üzerindeki rulo şeklinde katlanmış harita havalandı, yemek masasının ucuna geldiğinde durdu; açıldı. Dikdörtgen haritanın ortasında Kadmos Cadı ve Caris Krallığı bulunuyordu ve bu krallığa giriş yapabileceğimiz yollar kırmızı çizgilerle belirtilmişti.

"Tüm seçenekleri değerlendirdim."

Kaşlarımı çatarak ona baktım. "Bunu ne ara yaptın?"

Haritayı izlemeyi sürdürürken "Dün gece," diye yanıtladı. Ardından kafasını bana çevirdi, konuşmadı, düşündü. "Sen yanımda yokken uyumak pek katlanılabilir bir şey değil."

Kalbimden ılık bir kan akışı sağlandı o an, kafamı sol omuzuma doğru eğdim. Elimi kaldırıp yorgun göz altlarına dokunmak, onu kendime çekmek, bir de öpmek istiyordum. Fakat bunları yapmak için doğru bir anda değildik.

Alaz, gülümser gibi oldu. "Toplantı uzun sürmeyecek."

Zihnimi açtığımı, gözlerime baktığını ve bu sayede düşüncelerimi okuyabildiğinin farkına vardığımda aldığım yanıtıyla birlikte yanaklarım ısındı. Kimse aramızda ne konuştuğumuzu bilmese de duymuşlar gibi heyecana kapılarak boğazımı temizledim ve önüme döndüm. Suratımda ufaktan bir tebessüm vardı, bunu engellemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Ardından tüm ilgim haritadaymış misali tekrar ağzımı açtım. Herkes haritayı izliyordu. "Pekâlâ, hangi yolu tercih edeceğiz? Seçeneğimiz çok fazla."

"Hı-hım," diye onayladı beni boğuklaşan sesiyle. İçine derin bir nefes çekti. İşaret parmağını kaldırdığında yollardan birinin kırmızı çizgisi hareket etmeye başladı. "En doğrusu Zifir Dağı'ndan ulaşmak."

"Zifir Dağı'na ulaşmak çok zahmetli," dedi Liva. Kollarını göğsünde birleştirmişti. Bakışlarını haritadan ayırıp Alaz'a baktı. "Arabayla ya da atla tırmanmak mümkün değil. Hem vakit hem de güç kaybı olmaz mı?"

Aynı şekilde düşündüğümden gözlerimi Alaz'a iliştirdim. Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Diğer bölgeler herhangi bir saldırıya karşı yüksek güvenlik önlemleriyle korunuyor. Zifir Dağı kendiliğinden korunaklı olduğu için oranın üstüne diğer yerler kadar düşmüyorlar."

"Peki dostum," diyerek sandalyesine yaslanıp bize baktı Kuray. "Beni yanlış anlamazsan eğer o dağa nasıl tırmanacağız? Yoksa bizden habersiz bir Kanat Ana mı sahiplendin?"

Bahsettiğinin ne olduğuna dair bir fikrim yoktu.

Alaz, diliyle dudaklarını ıslattıktan sonra başını hafifçe öne eğdi. "Sayılır. Bir değil, iki tane."

Bu, ilginç bir şey olmalıydı ki masadaki herkes gözlerini kocaman açtı. Hepsi Alaz'a baktıklarında Kuray gülerek "Siktir," dedi. Ardından bilmediğimden olacak bana baktı. "O korkunç hayvanlar en son bundan on beş yıl önce yaşıyordu. Tehlikeli olabilecekleri düşünülerek öldürüldüler. İyi ki öldürüldüler," diyerek silkelendi. Hayvan her nasılsa Kuray'ı korkutuyor olmalıydı.

Alaz "Ya da sadece öldürüldükleri sanıldı," dediğinde Kuray aval aval ona bakıyordu. "Hayır."

"Gerçekten bir kanat ana mı buldun?"

Bu defa soran Bars olmuştu.

Alaz başıyla onayladı. "Bilge Âzîn'le aramızdaki küçük sırlardan biri. Kanat analar ölmedi, sadece öldü gösterildiler."

Herkesten şaşkın kelamlar dökülürken Amber kısık sesli bir kahkaha attı. "Gün geçtikçe şahit olduğumuz sırlar çoğalıyor. Ben bu işi sevdim."

"Kanat ana da nedir?"

"Dev binek kuşları. Ağızlarından alev çıkarıp birkaç eyaletin yanmasına sebep oldukları için haklarında ölüm emri verildi," diye yanıtladı Liva. "Aslında, kuşların bir suçunun olmadığı söyleniyor, esas sorun onları kötüye kullananlardı. İyi eğitirsen iyi olurlar, kötü eğitirsen kötü. Tıpkı bizler gibi."

Kuray gözlerini kapatıp açarak kafasını salladı. "O korkunç yaratıkların iyi eğitileceğini sanmıyorum. Kesinlikle öldürülmeliydiler. Bu kaçık kadın neden sakladı onları?"

Alaz Kuray'a ters bir bakış attı. "Onları eğitenlerin cezasını kanat analar çekmemeliydi. En doğru karar kimsenin ulaşamayacağı yerlerde saklanmalarıydı. Hiçbir canlı sebepsiz yere ölümü hak etmez. Hayata bak, canımızı sıkan her şeyi öldürmekte buluyoruz çözümü. Lanet var, öldürelim; hayvanlar zararlı, öldürelim; insanlar geliyor, öldürelim. Berbat bir düşünce yapısı."

Öpsem seni keşke.

"Haklısın," dedi Amber. Ancak Kuray'ın korku dolu bakışları pek hak veriyormuş gibi değildi. Bir fobisinin olduğunu bilmek komikti. Doğrusu kendi dünyamda da kuşlardan korkan insanlar görmüştüm, bahsettikleri kafamda devasa bir kuşu canlandırmıştı ve bu nedenle korkusunu garipsemiyordum.

"Merak ettim kanat anneleri," dediğimde Alaz gülümsedi, neredeyse kahkaha atacaktı. Hemen sonra bana baktı.

"Kanat ana sevgilim, anne değil. Bunu başka birinin yanında söylersen gülerler."

"Sen de güldün."

"Ben tatlı bulduğum için güldüm."

"Hm," derken kaşlarımı kaldırdım. "Başkalarının beni tatlı bulmasından korkuyorsun yani."

Alaz iç çekip dudaklarını araladı. "Birazdan omuzlarınızı birbirine vurup cilveleşmeye de başlayacak mısınız?" Ancak eşim daha konuşamadan Kuray'ın bu cümlesiyle birlikte olduğum ana geri döndüm. Bir an yine zihinden konuşuyoruz sanıp kaptırmıştım kendimi. "Önemli bir şey konuşuyoruz ya hani, ondan..."

Mehsa'ya baktığımda suçüstü yakalanmış gibi bakışlarını anında benden çekti. Sabah Bars'la ilgili bahsettiklerinden sonra onunla aynı ortamda Alaz'la yakın olmak beni rahatsız etmişti. Bir suçluluk hissederek yüzümdeki gülümsemeyi anında yok ettim, derin bir nefes aldıktan sonra öksürdüm. "Haklısın," diye onayladım Kuray'ı. Alçak sesle öksürdüm. "Zifir'e çıktıktan sonra ne yapacağız? Planımız nedir?"

O sıra yüzümün sol tarafına bir tutam saç teli düştü, Alaz elini kaldırıp saç telini kulağımın arkasına sıkıştırdığında kalbim hızlansa da dışımdan hiçbir tepki vermedim.

"Bir cadı-caris çiftinin evine gidip onları etkisiz hale getirerek yerlerine geçeceğiz. Daha önce deneyimlemiştik."

Kuray sesli bir şekilde nefesini verdi. "Biz, deneyimlemiştik. Birkaç saatliğine bile olsa Alaz olmak çok zordu dostum."

Alaz bir tepki vermedi. "Dört kişi gideceğiz. Yine Liva ve Kuray'ın geleceğini düşündüm." Mehsa'ya döndü. "Mehsa, biraz daha dinlenmeye ihtiyacın olduğunu düşünüyorum."

Mehsa avuçlarını masaya yaslayarak "Aslında, iyi olabilirdi kafamı dağıtmak için," dedi.

"Yapacağımız işe dikkatini tam olarak verebilecek durumda mısın?"

Biraz kararsız kaldı. "Emin değilim," diye yanıtladığında Alaz kaşlarını kaldırdı. "Kuray ve Liva'yla gitmeniz daha iyi olacaktır sanırım, evet."

Eşim, onu tekrar onayladı.

Yemek sonlandığında Mehsa odasına gitmek için tekrar koluma girdi. Alaz hâlâ Kuray ve Liva'ya planın detaylarını anlatıyordu. Sabahtan ona bir sözüm vardı, odaya çıktığında muhtemelen beni yanında umacaktı fakat Mehsa hâlâ bu haldeyken onu nasıl yalnız bırakabileceğimi bilmiyordum. Odasının kapısını açmak için elini uzattığında bu gece burada kalamayacağımı söylemek için dudaklarımı araladım.

"Mehsa..."

Hemen bana baktı. Sessizliğimi görünce "Aşağıda bir şeyini mi unuttun?" diye sordu.

"Hayır."

"Güzel, çok uykum var," diyerek içeri girdi.

Kıyafetini değiştirmek için dolabına yöneldiğinde "Aslında," dedim arkasından. "Biliyorsun, yarın uzun bir yolculuğa çıkacağız. Bugünlük... Kendi odamda kalsam nasıl olur? Senin için Liva'yı çağırabilirim."

Dolabı açtı ama içinden hiçbir şey almadan öylece durdu. Bana bakarken gülümser gibi oldu. "Burada rahat etmiyor musun?"

"Ediyorum. Tabii ki ediyorum. Ama..." Ne söyleyeceğimi bilemedim, aşık olduğu adamla arası kötüydü ve bu gece Alaz'la birlikte olmak istediğimi söylemek aşkımı ve mutluluğumu gözüne sokuyor gibi hissettirirdi. "Her neyse, burada kalmam daha iyi."

Daha rahat görünmedi, dolabına döndü ve bir pijama takımı çıkardı. "Ben artık küçük yaştaki o kız değilim. Sen de abim değilsin. Ağlayışlarımın dinmesi için sürekli başımda bekleyemezsin. Kocanın yanına git."

Söylediklerinde ciddi olup olmadığını anlamak amacıyla onu izledim. Fakat ciddi olsa dahi vicdanım onu bırakmaya el vermedi. "Abin değilsem kardeşinim," diye karşılık verdim ve ben de dolaba ilerledim. "Burada kalacağım. Sen kendini temelli iyi hissedene dek."

"Alaz sorun ediyorsa gidebilirsin Efsan. Hem, benim de yalnız kalmaya alışmam gerekiyor."

"Bu alışma çalışmasını ben Kasmos'tayken yapabilirsin. Bugün birlikteyiz. Hem, Alaz'ın sorun falan ettiği yok."

Pekâlâ, elbette vardı. Lakin bu Mehsa'yla alakalı bir durum değildi, tam olarak.

Gülümsedi. "Peki o halde," diyerek kendinden önce çıkardığı pijama takımını bana uzattı. Gülümseyerek elinden aldım.

Mehsa giyinip yatağa girip uyuduğunda ben henüz uyuyabilmiş değildim. Elimi tutmadan uykuya dalamıyordu, Barın'ın ölümü onu fazlasıyla etkilemişti, çoğu zaman kâbuslarla uyanıyordu. Onun için üzülüyordum, bir an evvel eski neşesine kavuşmasını istiyordum; bunu nasıl sağlayacağımız konusunda ise hiçbir fikrim yoktu.

*

Kanat anaların içinde saklandığı kocaman kafes zindanlara doğru ilerlerken Liva'nın yanındaydım. Alaz ve Kuray bizden iki üç adım öndelerdi. Gecenin karanlığında dikkat çekmemek için dördümüz de siyah giyinmiştik. Muhafızlardan biri, koridorlarını duvarlara asılı meşale ateşlerinin aydınlattığı zindanın kapısını araladığında yeni bir türle karşılaşmanın heyecanıyla sarmalanmıştım. Orta boylu, hafiften kilolu adam çelik, kenarları hafiften paslanmış büyük anahtarı kilide soktu, tam iki kere çevirdikten sonra eliyle kapıyı itekledi. Kapı, tiz bir gıcırtıyla geriye doğru açıldığında içimden yapmam gerekenleri tekrarlıyordum.

İçeriye gir, gülümse, elindeki kasnak bitkisini kanat anaya uzat ve hayvan bitkiyi yemek için başını eğdiğinde sağ elinle kafasını okşa.

Kolay adımlar olmasına rağmen zihnimde sürekli tekrar ediyordum çünkü tek yanlış hareketimin hayvanı kızdırıp olumsuz sonuçlar doğurtabileceğinin farkındaydım. Herhangi bir olayda hata yapma lüksümüz yoktu.

İçeriye girdiğimizde zemini samanla çevrilmiş devasa kafesteki kanat anaları görür görmez göçlerimi kocaman açtım. Büyük bir kuş görmeyi bekliyordum ancak bu kadar devasa boyutlarda olmalarını ummuyordum. Boyu benden iki metre daha uzundu, suratı bir atı andırıyordu ancak gagası nedeniyle kuş gibi görünüyordu. İkisinin de simsiyah, altın renkli alacaları bulunan kanatları vardı. Baş kısmındaki tüyler şu karanlıkta bile sim dökülmüş gibi ışıl ışıl parıldıyorlardı. Gözleri bir ceylanınki kadar büyük, sarı kirpikleri yelpaze misali uzundu.

Önemli bir sergide gösterilecek iki sanat eseri gibi duruyorlardı. Asla korkunç değillerdi.

Sağ tarafta bulunan kanat ana, yuvarlak kafasını ağır ağır bana çevirdiğinde güzel gözleri gözlerime ilişir ilişmez yapacağım şeyi hatırlayarak hiç zorluk çekmeden tebessüm ettim ardından elimdeki kasnak otunu hayvancağıza uzattım. Güzel kuş, muhtemelen bana güvenip güvenmeyeceğini ölçmek amacıyla gözlerini kırpıştırarak birkaç saniye yüzümü seyretti, nihayetinde gagası aralandı ve ağzından yumuşak mırıltıya benzer bir ses döküldü. Başını eğdi, avucumun üstünde duran kasnak otuna uzandı, gagası tenime değdiğinde kalbim bir an korkuyla tekledi ancak geri çekilmedim. Bana zarar vermiyordu ve vermeyeceği de belliydi, yiyeceğini yemekte olan hayvanın salyası avucuma aktı, yine de elimi çekmedim ve yapmam gereken diğer işi hatırlayarak sağ elimi kaldırıp parlak tüylerini okşadım. Oldukça yumuşak tüyleri pelüş bir kürke dokunmuş gibi hissettiriyordu, öyle sık ve yoğundu ki parmaklarım kaybolmuştu.

Ben tüylerini okşadıkça kanat ana kendini güvende hissettiğinden olacak daha sakin nefes almaya başladı. O yemeğini yerken ben göz ucuyla Kuray'ı izledim. Yüzündeki gülümseme habersizce yemeğine müshil katılan, tuvaletini tutmak için çabalayan bir insanın zoraki tebessümüne benziyordu. Alnından boncuk boncuk terler akıyordu, hayvan kafasını eğip elindeki kasnak otuna gagasını değdirdiğinde Kuray neredeyse çığlık atıp otu hayvanın üzerine fırlatarak geriledi. Kanat ana bu hareketine karşılık geriye sıçradı, ardından kafasını yukarı kaldırıp kulakları sağır edecek bir sinirle gakladı, haşmetli kanatlarını iki yana açtı ve Kuray'ın üzerine korkunç bir canavar gibi adımladı.

Alaz tehlikeyi anında fark ederek araya girdi. Tek elini kanat ananın başına koyup onu sakinleştirirken kafasını omuzunun üzerinden Kuray'a çevirip "Manyak mısın a..." dedi ve göz ucuyla bana baktıktan sonra nefesini serbest bırakıp cümlesini başka şekilde tamamladı. "Asalak herif. Ne bağırıyorsun."

Kuray sık nefeslerle Alaz'a bakarak "Elimi yiyecekti anasını satayım, kuş değil bu, canavar," diye karşılık verdi. Korkusundan dolayı abartıyordu.

Liva sabırsızca gözlerini devirdi. "Bu tüm bu yolculuğu nasıl geçirecek dağları aşan korkusuyla?" diye sordu. "Bence oyuncu değişikliği yapmalıyız."

Kuray dağınık kaşlarını kaldırıp ona baktı. "Ah, birkaç gün Amber'inden ayrılacaksın diye üzüldün mü yoksa?"

Liva hiç de bozuntuya vermedi. "Elbette. En azından sürekli mız mızlanıp durmuyor."

"Sürekli tartışmayı bırakın," diye araya Alaz. "Bu saatten sonra oyuncu değişikliği falan yapamayız, Kuray gözünü kapatıp bir şekilde bineceksin."

"Bari mide iksiri falan içseydim."

Liva, elini pantolonunun cebine soktu, ardından küçük, cam iksir şişesini Kuray'a uzattı. "Al ve kapa çeneni."

Kuray'ın tek kaşı havalandı. "Bunu nereden aldın?"

"Yükseklikten hoşlanmadığını biliyorum," derken bakışlarını kaçırdı Liva. "Başımıza daha fazla bela olma diye. Al işte."

Kuray'ın öfkeli ifadesi ince bir cam misali tuzla buz oldu. Hafiften gülümsedi. "Beni düşündün yani."

"Elbette düşünüyorum. Bu yeni olan bir durum değil. Kardeş gibi büyüdük biz."

"Doğru," dedi Kuray, gülümseyişi artık yoktu. "Abin sayılırım senin."

Gerçekten mi?

İksir şişesini eline aldı.

"Öyle sayılırsın," dedi Liva ve kanat anaya döndü. Kuray, iksir şişesini alkol gibi kafasına dikti, tek yudumda hepsini içti.

Arkamızdan içeriye giren iki muhafız, kanat anaları kafesin bahçe kapısından dışarı çıkardılar. İlk önce Kuray ve Liva -şen kardeşler!- sakinleşen hayvanın üzerine çıktılar, Kuray tam oturamadan kanat ana kanatlarını açıp yerden yükseldiğinde Kuray bir çığlık attı, Liva tek eliyle onu tuttu ve saniyeler içinde karanlık gökyüzüne, bulutların arasına karışıp kayboldular.

Bizi bekleyen kanat ana dizlerini kırıp boyunu kısalttığında kalbim uçacak olmanın verdiği heyecanla atıyordu. Pelerinimi açarak siyah kotun sardığı bacağımı yukarı kaldırdım, Alaz'ın arkamdan verdiği ufak destekle ata benzer kuşun üzerine çıktım.

Arkama geçen Alaz "Kollarını boynuna sarabilirsin," dediğinde hafiften eğilerek söylediğini yaptım. O, iki eliyle bel kıvrımımdan tuttuğunda kanat ana başını yana eğip düzgün oturup oturmadığımızı kontrol etmek ister gibi baktı. Ardından yeniden başını önüne çevirip bir kargadan daha yüksek sesle gaklayarak kanatlarını çırpıp gökyüzüne doğru uçtu.

Yerden yükselirken dudaklarımdan küçük çapta bir çığlık yükseldi. Çığlığımı gülümseyerek dudaklarımı ısırmakla bastırdım, sonrasında keyif dolu bir kahkaha attım. "İnanılmaz," diye bağırdım rüzgâr basıncının sesimi bastırmasına engel olmak için. Kanat ananın hızla çırptığı kanatlarının eşliğinde gittikçe aşağıda kalan krallığa bakarken gözlerimi kırpıştırdım. "Bu gerçek mi? Bir kuşun üstünde gökyüzüne çıkıyoruz, masal gibi."

Kanat ana hafiften yan döndüğünde düşmemek için boynuna biraz daha sıkı sarıldım ve gülerek çığlık attım.

"Keyif almana sevindim," dedi yüksek sesle Alaz. "Korkacağını sanmıştım."

"Ben eski dünyamda kafeste hissettiğimden hep bir kuş olmayı düşünmüştüm," diye karşılık verdim. "Gökyüzünde özgürce kanat çırpmayı, istediğim yere uçup istediğim yere konmayı. Kuşları izlemeyi çok severdim." Kanat ana bu defa sol tarafa doğru eğildiğinde yeni bir çığlık attım. Bir kez daha dudaklarımı dişledim. Kahkaha attım. "Fantastik bir evrende olmak, bazen gerçekten harika. Bir de kralla evliyim, daha ne olsun."

Alaz'ın güldüğünü duydum. "Seni mutlu görmek güzel, Efsun."

"Beni mutlu ediyorsun," dedim, artık bulutların arasına karışmıştık ve şehir sisten ötürü görünmüyordu.

Alaz iç çekti. "Dün gece de mutlu edebilirdim."

İmasını anlayarak mahcup oldum. Nefesimi sesli aldım. "Mehsa'yı yalnız bırakamadım." Başımı çevirip arkamdaki Alaz'a baktım. "Bana kırıldın mı?"

Gözlerimiz birbiriyle buluştuğunda "Sana kırılmadım, seni özledim," diye karşılık verdi. "Sensiz bir gece ya da bin bir gece... Hepsinin verdiği hissiyat aynı Efsun."

Kalbim bilmem kaçıncı kez onun için hızlanırken "Benim için de öyle," dedim. Rüzgârın etkisiyle kanat ana sendelediğinde bir anlık refleksle önüme döndüm. Sakinleştiğinde tekrar Alaz'a çevirdim başımı. "Ama Mehsa kendini çok yalnız hissediyor. Biraz sabretmeliyiz. Onu yalnız bırakamam."

"Anlıyorum," dedi. "Ama Bars onu yalnız bırakmak niyetinde değil."

"Mehsa... Bars'a karşı kin dolu."

"Neden?"

"Barın'la onun yüzünden araları kötü olduğu için." Diğer sebepleri söylemenin pek doğru olmayacağını düşündüm.

"Bars onu alıkoymadı Efsun. Birlikte aldıkları bir karardı. Her ne kadar sert ve duygularını göstermekte başarısız olursa olsun. Bars da böyle olmasını istemezdi."

"Anlıyorum. Arkadaşını koruyacaksın elbette."

"Arkadaşım olmasa da böyle düşünürdüm."

"Bars kadın ruhundan anlamıyor."

"Yani? Mehsa'ya kendini romantik bir aşık gibi tanıtmadığına eminim. O da Bars'ın nasıl biri olduğunu biliyordu, Bars oynamadı."

"Aşkı onu romantik birine çevirmeli o zaman. Konuşsana biraz arkadaşınla, öğüt ver. Görmüyor mu? Karısı günden güne eriyor."

"Bars bana anlatmadıkça aralarında geçenleri bilemem. Öğüt vermemi istese gelir bana anlatır."

"Ben anlatıyorum işte. Mehsa'nın ilgiye ihtiyacı var, ne benim ne bir başkasının ilgisine. Yaralarına ilaç olacak tek kişi Bars. Ayrıca, benimle yeniden birlikte uyumak istiyorsan, Bars'a öğüt vermelisin ki karısının yanında olsun."

"Öyle desene..." dediğinde güldüm.

"Yapacak mısın?"

Çenesini omuzuma yaslayıp tatlı tatlı sırnaştı. "Karımla yeniden yatmak için tek seçeneğim buysa..."

Gülüşüm büyüdü. "Arkadaşlarımızın iyi olması için yap."

Yanağımı öptü. "Hiç şüphen olmasın."

Kanat ana gakladığında Alaz geri çekilmedi, beni biraz daha kendine bastırıp sokularak yolun devamını o şekilde gitmemizi sağladı.

Zifir dağının yamacına indiğimizde Kuray terden sırılsıklam, teni ruh kadar beyazdı. Bir ağacın kovuğuna sırtını yaslayıp yere oturmuştu ve halim yok nutukları çekiyordu. Neyse ki onlar şimdilik burada bekleyeceklerdi ve gideceğimiz zamana kadar Kuray toparlanırdı. Cebimizde kullanmamız için tam üç kılık değiştirme iksiri vardı, hepsinin süresi kısıtlıydı ve ilkini şimdi kullanacaktık. Kurbanımızın evine giderken karşılaşacağımız kişilere yakalanmamak adına.

Evine gideceğimiz kişi cadı ve caris çiftlerinden, pek çok kötülüğüyle bilinen Tansel ve Deren Torasov'du. Kadmos Krallığına olan yakınlıkları biliniyordu ve doğum törenine yatılı davetiye aldıkları biliniyordu. Sarayda kalmak bizim için önemliydi. Cebimdeki iksiri Alaz'la aynı anda çıkardık, içmeden önce bana doğru tuttuğunda tokuşturur gibi yaptım. Ardından "Yarasın," diyerek onunla birlikte tek hamlede kafama diktim.

Vücudumdaki bedensel değişiklik sürene kadar başımda hissettiğim ağrının etkisini en aza indirmek için gözlerimi sıkı sıkıya yumdum. Ağrı, dakikalar sonra dindiğinde yumduğum gözlerimi açtım, ilk gördüğüm az önce karşımda olduğunu bildiğim Alaz oldu. En azından ruhu Alaz'dı fakat karşımdaki bedenin onunla alakası yoktu.

Tansel Torasov, yemyeşil gözlere sahip, soluk benizli bir adamdı. Burnu hafiften uzundu ancak kötü durmuyordu bilakis adamı karizmatik gösteriyordu, simsiyah saçları tek bir teli bile aşağıya düşmeyecek şekilde geriye taranmıştı, kaşları kuaförde alınmış gibi duruyordu kirpikleriyse upuzundu.

Dudaklarımı büktüm. "Vay canına, kocacığım da epey yakışıklıymış," dedim bana yabancı sesimle.

Tansel'in, daha doğrusu Alaz'ın kaşları çatıldı hemen. "Efsun..."

"Bu nece karizmatik bir sestir," dedim biraz takılmak için. İçten içe gülüyordum. "Bir daha Efsun de..."

Alaz nefesini dışarı savurdu. Ardından kulağıma yaklaşıp kısık sesle mırıldandı. "Şu iksirin etkisi geçer geçmez, elimden kaçışın olmayacak."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "İksirin etkisinin geçmesi için sabırsızlanıyorum."

Bana şaşkınca baktığında arsızca omuz silktim, ardından Kuray ve Liva'ya dönerek "Buraya sağ salim döneceğiz," dedim. Artık, kötüyü düşünmek, kötüyü çağırmak yoktu.

Liva elini çarpmam için yukarı kaldırdı. "Hiç şüphem yok," dediğinde ellerimizi birbirine çarptık. Ardından Alaz'la birlikte pelerinlerimizi başımıza örterek ormana karıştık.

Tansel ve Deren Torasov'un evi ormanın hemen çıkışında, müstakil bir evdi. Etrafta pek fazla insan olmadığından buraya kadar sorunsuz gelmiştik. Ahşap bahçe kapısından içeri girdikten sonra perdeleri çekili pencereleri kontrol ettik. Işıklar kapalıydı ve muhtemelen uyuyorlardı. Etrafı kontrol ederek temkinli adımlarla dış kapıya doğru ilerledik, çelik kapının önüne geldiğimizde Alaz elini yukarı kaldırdı ve tam iki kere tıklattı.

Geçen birkaç saniyenin ardından kapının ardından Tansel'in "Kimsiniz?" sesi duyuldu.

Alaz, değiştirdiği sesiyle "Kraliyet tarafından gönderildik," diye yanıtladı.

Adam, bunu garip karşılamamış olacak ki kilidi çevirdi, kapıyı açtı. "Buyrun."

Alaz'la aynı anda başımızı kaldırdığımızda Tansel'in yeşil gözleri irice açıldı, içine derin bir nefes çekip bir adım geriledi. Tam elini kaldırıp bize karşı büyü yapacağı sıra Alaz ondan önce davranarak sağ eliyle boğazını sıkıp gözlerini gözlerine odakladı. "İtaat et," dediğinde Tansel'in yeşil irislerinde kırmızı ışıklar yanıp söndü.

Ardından kısık bir sesle "Buyurun efendim," dedi.

Alaz ona emir vermek yerine parmaklarını biraz daha sıktı ve uzun boylu, oldukça güçlü görünen adam bilincini kaybederek arkası üstü yere düştü. Alaz, başıyla bana içeriyi işaret etti, onunla birlikte içeri girip kapıyı kapattım. Deren Torasov'u da etkisiz hale getirmek amacıyla koyu renklerin hakim olduğu evin merdivenine doğru ilerledik. Alaz, artık pelerinin başlığını aşağı indirmişti.

Merdivenin başından "Tansel, gelen kim?" sesi duyulduğunda Alaz elini kaldırarak bana durmamı işaret etti.

Dediğini yaptım ve Alaz'ın basamakları tek başına çıkmasını bekledim. Başımı uzattığımda Deren Torasov'un geldiğini gördüm. Alaz, üzerinde cüretkâr bir gecelik bulunan, parlak kızıl saçlara sahip çekici kadına hiçbir şey söylemeden elini Tansel'e yaptığı gibi boynuna koyduğunda kadının kaşları çatıldı. "Ne yapıyorsun?"

Gözleri birbirine iliştiğinde Alaz ona da "İtaat et," dedi ve kadının irisleri de kocasınınki gibi kırmızı ışıklarla yanıp söndü.

"Emrinizdeyim efendim."

Alaz parmaklarını biraz sıktığında kadın bilincini kaybedip kendini yere bıraktı. Ve nihayetinde bedeni farklı olan ama içinde kendi ruhunu taşıyan eşim kafasını omuzunun üzerinden bana doğru çevirdiğinde büyük bir uyumla birbirimize gülümsedik.

Tansel ve Deren'in yerine geçmek tamamdı. Sırada Cadı ve Caris Krallığında yapılacak törene katılmak kalmıştı.

Esas görevimiz, yeni başlıyordu.

Bölümü nasıl buldunuz?

Gelecek bölümde neler olacak sizce? Cadı ve Caris Sarayında neler yaşanabilir?

Zindana girmeyi başarabilecekler mi?

Bölümde en sevdiğiniz olay ne oldu?

Ve Kahraman Barın Kılıç'ımıza bir hatıra defteri olsun bu paragraf. Ona son kez ne söylemek isterseniz yazabilirsiniz.

Bu bölümü yazarken gerek şahsi olarak zor zamanlardan geçtim, gerek ülkesel olarak geçtik... Bölümü yazmak bana çok iyi geldi, umarım okurken siz de biraz olsun iyi hissetmişsinizdir.

Gelecek bölümde görüşmek üzere. Lütfen oy vermeden çıkmayın. <3

Instagram: suleavlamaz

Twitter: sulisindunyasi

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

2.4K 693 9
🖤💛 BOZ-KIR'IN DİRİLİŞİ 💛🖤 Güzel gözleri gözlerimle kilit misali birleşmişken İşaret parmağı küçük bir...
KODEX Par R.GAYEÖNEL

Roman pour Adolescents

2.8M 81.6K 31
Hafızanı kaybedersen düşmanına âşık olabilir misin? Karaca Yıldırım, ailesini kaybettiği kazadan aylar sonra iyileştiğinde teyzesinin yanına taşınır...
Kirli Oyun Par Tamer Poyraz

Mystère / Thriller

9.4K 1.8K 21
Annabel kendi çemberinden çıkmaya cesaret edemeyen bir kızken yılbaşında arkadaşıyla gittiği kulüpte başına geleceklerden habersiz James Archer ile...
474K 5.9K 10
Ruhuma Dokunan Hayalet Otantik Kitap farkıyla raflarda! Tüm kitap sitelerinden temin edebilirsiniz. Düzenlenmiş yeni haliyle basıldı. Dudaklarının a...