𝑴𝒐𝒏𝒐 𝑵𝒐 𝑨𝒘𝒂𝒓𝒆 / Mi...

blueflower_s द्वारा

45.1K 6.9K 6.4K

Jisung renkleri olmayan hayatına birkaç damla renk istiyordu. Ve o gün hayatına giren o adam, hayatını değil... अधिक

Başlangıç
Renklerin sesi - Bölüm 1
Kader değil benim resmimdi karşımdaki-Bölüm 2
Ve renkler akmaya başladı - Bölüm 3
Zamana göre değişen kader - Bölüm 4
Uçurumun kenarındaki camdan çocuk - Bölüm 5
Solmuş kalpte açan renksiz çiçekler - Bölüm 6
Sarı sayfaların kesilmiş satırları - Bölüm 7
Okyanusun derinliklerindeki hayaller - Bölüm 8
Sessiz cehennemin aralık kapıları - Bölüm 9
Ben ve avucumdaki paslanmış anılar - Bölüm 10
Yanlış yol doğru seçim - Bölüm 11
Çalan şarkının isimsiz melodileri - Bölüm 12
Düğümlenmiş kaderi yaralı ellerle açmaya çalışmak - Bölüm 13
Hayatsız insanların elindeki hayat kalemi - BöLüm 15
Kovalanırken taşa takılıp düşen değersiz zamanlar - Bölüm 16
Başlangıcın ortasına bırakılmış anlamsız sonlar - Bölüm 17
Kendini iyi sanan şeytan anılar - Bölüm 18
Acının tatlı tebessümü - Bölüm 19
Gülümseyen yüzün hıçkıran kalbi - Bölün20
Gidenin ardında kalan kanayan yara - Bölüm 21 (Part 1)
Gömdüğüm yerden tekrar doğan hayat darbesi - Bölüm 21 (Part 2)
Kadere inanıp yolunu bulamayan geleceğin umudu - Bölüm 22
Ben gittim ama kalbim seninle kaldı - Bölüm 23
Yıllar sonra kapıları açılan kafes - Bölüm 24
Cesed kokan satırlar - Bölüm 25
Final

Çiçekle birlikte açan sahte sevgi - Bölüm 14

1.4K 217 141
blueflower_s द्वारा

Merhabalar bebeklerim, nasılsınız bakalım? Ben sıcaktan eriyorum. Çok uzatmadan bölüme geçiyorum.

Vote ve yorumlarınız  güç kaynağım lütfen bunu unutmayınız.

İyi okumalar.

Bölüm şarkısı: 'Y Si Fuera Ella' - Song from JongHyun (SHINee) [The King of Mask Singer]

19 yıl önce bir erkek çocuk dünyaya geldi. Annenin sesli iç çekişleri karanlık odada yankılanırken sabırsızca kollarını uzatarak oğlunu ona vermelerini bekledi. Sabırla, çektiği acının ardından gelen yorgunlukla ve kapanan gözlerini açık tutmaya çalışarak sabırla bekledi o gece orada anne.

Zaten çok geçmeden kollarına bırakılan küçük bebekle tekrar geriye yaslandığında kucağındaki bebeği deli gibi ağlarken  annesiyle göz göze geldi. Ve o an çocuk sustu. O gece göz göze geldikleri an susan bebekle birlikte tüm şehir derin bir uykuya daldı. O gece herkes uyudu ama anne uyanık kaldı. 

Çünkü hissetmişti. Kucağındaki minik oğlunun yıllar sonra kendini bulmaya çalışırken kaybolacağını, çıkmaz sokaklarda yolun başını arayacağını o gece anne hissetmişti. Belki de anne görmüştü. Oğlu doğmadan önce gördüğü rüyadan sonra diğer gün dünyaya gözleri açan oğlunun parmaklarından ruhuna akan renkleri kendi gözleriyle görmüştü. Belki de sırf bu yüzden bu kadar nefret ediyordu o renklere. Belki de saçma açıklamaları bu yüzdendi.

Kapalı gözlerimi biraz daha sıkıp bir türlü gelmeyen uykunun kollarına kendimi atmaya çalışırken içimden saymaya devam ediyordum. 55 56 57...

Sayılar artsa da inat eden uyku beni ziyaret etmeyince sesli bir şekilde iç çekerek gözlerimi açmıştım. Karanlık odada hiçbir şey görmememe rağmen etrafta gezdirdiğim bakışlarım sanki bir şeyler arıyormuş gibiydi. Sıkıntıyla çektiğim iç çekişlerim benim bile canımı sıkarken olduğum yerde dönerek bakışlarımı yerde uyuyan arkadaşıma çevirdim.

Komodinin üzerindeki lambanın düşük ışığı yüzüne vururken uyuyup uyuyamadığını anlamaya çalışıyordum. Düzenli nefesi ile birlikte inip kalkan göğsü, hafif aralık dudakları ve deli gibi yattığı için dağılan saçları bir an eski günleri bana hatırlattığında istemsizce gülümsemiştim.

O çocuktu işte. Değişen tek şey geride bıraktığımız bizden uzaktaki zamanken diğer her şey aynı şekilde kalmıştı onda. Eve geldiğimde direkt yemeğe geçmiş, ailemiz uzunca bir sohbete başlamıştı. İkimiz dışında. Sessizce onları dinliyormuş gibi yapıyorduk ama arada birbirimize attığımız kaçamak bakışlar her seferinde benim kaçırdığım gözlerimle son buluyordu. Eskiden o gelirdi ben giderdim. Yine aynı şey oluyordu. O gitmişti ama yine gelen o olmuştu. Ve yine kaçan kişi bendim.

O eski Byungchan'dı. Güldüğünde yanaklarında çıkan kocaman gamzeleriyle, arada yaptığı esprilerle, girdiği ortamda hemen kendine arkadaş edinen o küçük çocuktu. Ama ben aynı Jisung değildim. Ben eskiden tanıdığı içine kapanık olan o çocuk değildim. Değişmiştim. Eskiden içi boş olan ruhum artık az da olsa birkaç renge sahip olan bir çocuk olmuştum.

Sıkıntıyla ses çıkarmamaya çalışarak yattığım yerden kalkıp pencerenin önüne yürüdüm. Aklım hâlâ Minho hyungtaydı. Resme devam edeceğini söylemişti. Kendi gözlerimle görmek istiyordum ve şu an gecenin bir yarısıydı.

Pijamamın eteklerini elimde toplayıp sıkarken zihnim beni ikilimde bırakıyordu. Çizgi film izlemek istemesine rağmen uykusu yüzünden sürekli gözleri yumulup inatla tekrar açan bir bebeğin zihni kadar berrak ve karışık durumdaydım şu an. Sürekli 'kimseye görünmeden yanına git' diye beni hayal dünyamda çekiştiren kalbimdeki sesin aksine 'saçmala, ya görürlerse ne diyeceksin' beynim benimle oyun oynuyordu resmen.

Bu yaşıma kadar hep susan kalbim Minho hyungu kabullendikten sonra o kadar çok konuşmaya başlamıştı ki ben karşısında uyuya kalsam da o susmadan konuşmaya devam ediyordu. Sürekli ağzından bir dua gibi çıkan ismi rüyamda bile beni yalnız bırakmıyordu. Gözlerinin içinde hazine saklayan o adamın hoş kokusuyla birlikte ruhuma dolan naif sesi bir an bile aklımdan çıkmıyorken, kalbim elindeki 'Geleceğe Umut Ağacı Diken Geçmiş Yarınım' romanından her gün bir sayfa okuyordu bana. Her sayfa kenarında onun ismi, her sayfa başlangıcında onun sesi ve her sayfa sonunda onun renkleri vardı. O adam bana okumayı sevdirmişti. O adam bana sevgi olmayan kalbin bile sevebileceğini bir ay kadar parlak gözleriyle göstermişti.

Bu yüzden çok fazla düşünmeden aklımla kalbimin savaşını tek bir hamlede yarım bırakarak portmantonun üzerindeki telefonumu elime alıp mesaj kısmına girdim. En başta onun ismi vardı zaten. En son iyi geceler yazmıştı bana.

Yüzümdeki buruk gülümsemeyle elim birkaç kez klavyenin tuşlarında dolanmıştı ama her seferinde göndermekten vazgeçip silmiştim. Nedeni yokken deli gibi atam kalbim, kuruyan boğazım ve heyecandan terleyen ellerim sanki mesaj değil de geleceğime sevgi fermanı yazıyormuşum gibi umut dolu, bir o kadar da çaresizdi.

Daha fazla beklersem yazmaktan vazgeçecektim bu yüzden derin bir nefes alarak kısaca yazıp göndermiştim.

Jisung: Hyung uyuyor musun?

Mesajı gönderdikten sonra kalçamı arkamdaki çalışma masasına yaslayıp beklemeye başladım. Üniversite sınavının sonuçlarını beklerken bu kadar heyecanlı ve umut dolu olmayacağımı o kadar çok iyi biliyordum ki bir an bu gerçek omuzlarımı sakinlikle çöktürmüştü ama mesajın okunması ile yaslandığım yerden aniden dikelmiştim.

Dişlerimin arasındaki dudaklarımı o kadar çok ısırmıştım ki dilime değen metalik tatla bir an yüzümü buruşturmuştum ama gelen cevapla birlikte kocaman sırıtarak telefonu kapatıp masanın üzerinde duran cüzdanımı elime alarak üzerimi değişmeden kapıya doğru adımladım.

Minho hyung: Hayır Jisung, birazdan resmi çizmeye başlayacağım. Sen neden uyumuyorsun?

Deli bir coşkuyla atan kalbimle birlikte yürüdüğümüz bu yolda karşıdan gelen her şeye göğüs geleceğimize söz vermiştik kısa zaman önce. Bundan sonra düşmekten korkmayacaktık çünkü düşsek bile yanı başımızda kollarımızdan tutup bizi kaldıran birisi olacaktı. Bize verilen solgunlukla değil artık o adamın parmaklarından akan renklerle devam edecektik bu yolda.

"Jisung? Nereye gidiyorsun bu saatte?"

Duyduğum sesle birlikte kapının kulpunda asılı kalan elim yakalanmanın rahatsızlığıyla bir an titrese de hemen kendimi toparlayarak duruşumu dikleştirdim. "Uyu sen. Birazdan geleceğim."

"Bu saatte nereye gidiyorsun ki?"

Byungchan uykulu sesiyle soru sormaya devam edince iç çekerek yüzümü ona dönmüştüm. Yattığı yerde oturur vaziyete gelmiş bir eli yumruk şeklinden gözünü ovalarken, diğer gözünü açık tutmaya çalışıyordu.

Bir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam edince elini gözünden indirerek boş bakışlarla yüzüme bakmaya başladı. Bir şeyleri anlamaya çalışırken aldığı ifadeydi bu. Dedim ya büyüsü bile aynı çocuktu o. Mimikleri bile aynı kalmıştı.

"Bugün seni eve getiren adamın yanına mı gidiyorsun?"

Hazırlıksız yakalandığım sorusu şaşkınlıkla yüzüne bakmama neden olunca cevap vermek için birkaç kez ağzımı açıp kapamıştım ama söyleyecek bir şey bulamayınca tekrar kapatmıştım.

"Geç gelirsen eğer haber ver kapıyı ben açarım. Anahtar sesini duyunca ailen uyana bilir. Numaram aynı, değişmedim. Unuttuysan veya sildiysen eğer getir telefonunu yazayım."

"Silmedim, hâlâ telefonumda."

"Silmediysen niye bir kez bile aramadın?"

İkinci kez hazırlıksız yakalandığım sorusu iyice telaşlandırmıştı beni. Ne diyebilirdim ki ona? Yıllar geçmesine rağmen bir kez bile aklıma gelmedin veya gelsen bile aramazdım zaten diyemezdim ona. Bu yüzden sadece susmayı tercih ettim. O da üstelememişti. Sadece kafasını tekrar yastığa koyduktan sonra "Dikkatli ol." demişti.

Bizim aramızdaki konuşma hep böyle olmuştu. O sorardı ve alamadığı cevapları sürekli kendisi bulmaya çalışırdı. Karşısında duygudan yoksun olan bu çocuğun cevapları da her doğum gününde büyüyen ruh ağacındaki yapraklar gibi solup dökülmeye başlamıştı. Ama bunlara rağmen Byungchan sürekli çabalamaya, benimle yürümeye devam etmişti.

Ne yazık ki belli bir yerden sonra arkasına dönüp bakmadan yürüyen benim adımlarım onu yormuş olmalı ki o geldiğimiz yolu tekrar yürüyerek geri dönmeyi seçmiş, geldiği gibi de sessiz bir şekilde geri gitmişti.

Yokluğunu fark etmiştim. Gerçek anlamda ondan sonra bir süre çamur dolu bir bataklığa düşmüş gibiydim ama sonra bunun nedeninin kendim olduğunu anladıktan sonra zorla da olsa o bataklıktan çıkmış, o çocuğu geride bırakmıştım. Her zaman yaptığım gibi.

Daha fazla oyalanmadan sessiz olmaya çalışarak evden çıkıp bu saatte taksi bulma umuduyla yürümeye başlamıştım. Hiçbir zaman bu konularda şansı olmayan ben, bu sefer yolun başına geldiğimde müşteri inen taksiyi görmemle hızlıca açık kapıdan kendimi içeri atmıştım. İlk başta şaşkınlıkla yüzüme daha sonra değiştirme gereği duymadığım pijamalarıma bakan şoför kınayıcı bakışlarla önüne dönerek gideceğim adresi sormuştu.

Yirmi beş dakikalık yolculuktan sonra taksiden inip binaya doğru yürürken zihnimde sürekli geri dönmemi söyleyen sesi kendi ellerimle susturmaya çalışıyordum. Binanın giriş kapısını elimle itip içeri girdiğimde karşıda oturan görevli bir an taksici gibi şaşkınlıkla yüzüme bakmış, daha sonra beni tanıyarak kısa bir baş selamı vermişti.

Yüzündeki şaşkınlığın sebebi gecenin bir yarısı gelmem miydi yoksa üzerimdeki pijamalar mıydı anlamamıştım ama koşturmaca da olan zihnimin aksine çok sakinlikle asansöre binerek Minho hyungun olduğu katın tuşunu bastım.

Gecenin bir vakti buraya geldiğime hâlâ inanamıyordum ama ayrıldığımızda yüzündeki buruk ifade şimdiye kadar aklımdan çıkmamıştı. Ona bağlandığımın farkındaydım ve bu geçen gün daha da fazla olmaya başlamıştı ama yapacak bir şey yoktu. Önce ben sonra da kalbim bu yolu seçmişti.

Şimdi karşısında durduğum bu tanıdık kapının ardındaki ruhun azar azar ruhuma aktığı gerçeğini her gün ilmek ilmek kabulleniyordum kendi zihnimde. Sürekli onu itmeye, geri atmaya çalışan beynimin aksine ona sımsıkı sarılan kalbim ile birlikte gelmiştik bu gece yarısı buraya.

Birkaç saniye önce sakinlikle çaldığım kapı benim sakinliğim aksine gürültüyle açılırken, gecenin bir yarısı olduğu gerçeğini silmiş gibi aklından. Yüzündeki bugün üçüncü kez gördüğüm şaşkınlık gözlerine kadar sinmiştim.

Dudaklarımda asılı kalan buruk gülümsemeyle birlikte kafamı omzuma yaslarken onun 'Jisung?' diye fısıldamasından sonra "Hyung, sana geldim." demiştim aynı onun gibi fısıldayarak. Hayatıma girdikten sonra her zaman yaptığım gibi yine sana gelmiştim hyung.

***

Sessiz geceden daha sessiz olan bu odanın her köşesinde ondan bir hatıra saklanıyor gibiydi. Bu ev ilk geldiğim günden beri her zaman kendi evimden daha çok evimmiş gibi hissettirmişti bana. Sıcacık bir anne şefkatiyle beni sarıp, geçecek diyormuş gibi omuzlarımı sıvazlıyordu usul usul.

Bir köşesindeki çizilmiş tablolar, diğer köşesindeki kocaman koltuk, her yere saçılmış boyalar, fırçalar ve kocaman bir pencere. Tüm şehri ayakları altına almış gibi üsten bir bakış atıyordu gecenin ayazında savrulan şehre. 

Şimdiyse eskiden hiç var olmayan duygularımın aksine sayısız duyguların içinde kaybolan ruhum, kendini yine burada, güzel gözlü adamın yanında bulmuştu. Bundan sonra ne olurdu diye düşünmeden, sadece onun varlığına tutunarak gelmiştim buraya. Utanıyordum. Ama çok azdı bu duygu. Çünkü sevgi diğer tüm duygulardan güçlüydü orada.

"Bir şey yemek istemediğine emin misin? Bir şeyler yapabilirim Jisung."

Pencereye takılı kalan bakışlarım önüme bırakılan dumanı tüten sıcak sütte oyalanırken Minho hyung kolu koluma değecek şekilde yanıma oturmuştu. Bu saatte buraya gelmem onu gerçek anlamda çok şaşırtmıştı ve hâlâ benden bir cevap beklediğini biliyordum. 

Yüzümde gezen yakıcı bakışları o kadar derindi ki bir an gerçekten baktığı yeri delip içime akacakmış gibi hissetmiştim. 

"Hyung, gerçekten kötü bir şey olmadı. Sadece resme devam ederken ben de izlemek istedim."

"Pekala, hiçbir şey söylemedim."

Hâlâ yüzüne bakmasam da tek kaşını kaldırmış, imalı bakışlar attığını görebiliyordum. Bu yüzden dudaklarımdan çıkan küçük bir kıkırtıyla birlikte koluyla hafif bir şekilde koluma vurarak derin bir iç çekmişti. "Kötü bir şey olmadı değil mi? Yeni gelen arkadaşınla mı kavga ettin yoksa?"

Düz bir şekilde çıkan sesiyle birlikte bakışlarımı sıcak sütten çekip yüzüne çevirmiştim. Alnına dökülen siyah saçları, düz çizgi şeklindeki dudakları ve gece olmasına rağmen net bir şekilde gördüğüm ışıltısını kaybetmeyen güzel gözleri. O ilk gün tanıdığım adamdı. Ama ben aynı kişi değildim. 

"Biz onunla hiç kavga etmedik. Biz... biz... sadece herkesin bakıp imrendiği ama çok da yakın olmayan iki kişiydik."

"Nasıl yani?"

Az önceki hissizliğinin aksine şimdi saf merak kokan sesi istemsizce dudaklarımın iki yana kıvrılmasına neden olmuştu. Onda en çok sevdiğim özellik bir şeyi merak edip sorduğunda kafasını omzuna yaslayıp kocaman açtığı gözleriyle yüzüme bakmasıydı. 

"Ben onun kocaman kahkahalarla kaplı ruhuna rağmen gülmeyi unutan taraftım. O hep konuşurdu. Hep bir hareket içindeydi. Sürekli kendisini eğlendirecek bir şeyler bulurdu. Konuşurken, bir şeyler anlatırken o kadar heyecanlı olurdu ki bir an nefessiz kalıp soluklanır, sonra tekrar devam ederdi. Onun aksineyse ben hep susan kişiydim. Sadece dinlerdim. Yine de bir şekilde yıllarca arkadaş olmaya devam ede bilmiştik. Belki de ben öyle düşündüm. Bilmiyorum."

Omzumu çekip gülümserken hyung yüzüme anlamsız bakışlar atıyordu. Anlamadığını görebiliyordum çünkü ben de anlamıyordum. Olanları, olacakları ben de anlamıyordum.

"Birbirinizi sevmiyorsanız neden arkadaş olmaya karar verdiniz ki?"

"Sevmediğimizi söylemedim. Aksine çokça sevildim. Yalan söyleyemem, Byungchan beni arkadaş olarak çok sevdi ama işte. O da bir yerden sonra yoruldu."

"Peki sen?"

İlk önce alnıma dökülen saçlarımı geri itmişti. Daha sonra sıcak avucunu yanağıma yaslayıp yüzünü yaklaştırarak "Sen ne kadar sevdin onu?" diye sormuştu bakışları dudaklarım ve gözlerim arasında gidip gelirken. 

Kaybettiğim heyecanım tekrar göğsüme tırmanmış elleriyle kalbimi yumruklamaya başlamıştı. Temiz, sıcacık nefesi yüzüme vururken bir an gerçekten ne sorduğunu unutup 'hmm' diye bir ses çıkartmıştım. Bu da onun kısık bir şekilde gülmesine neden olmuştu. 

Minho hyung hafif bir şekilde yanağımı okşarken ben de istemsizce yanağımı tamamen eline yaslamıştım. Onunla yan yana geldiğim her an tüm benliğimi unutup sadece ona odaklanıyordum. Ve gün sonunda o yanımdan gittiğinde kocaman bir boşluğa düşüyordum. İşte kısa bir sürede bu kadar çok avucunun içine almıştı hayatımı.

"Ben de sevdim. Belli etmesem de onun arkadaşlığını sevdim. Ama onun gibi değildi. O çok güzel bakıyordu bana. Bense sadece bakıyordum. Mecbur kaldığım için bakıyordum."

"Anladım."

Söylediği tek şey bu olmuştu. Ondan sonra dudaklarını alnıma yaslayıp küçücük bir öpücük bıraktıktan sonra geri çekilerek pencerenin önüne bıraktığı yarım kalmış resmimi, boyaları ve fırçaları önümüze çekerek çizmeye başlamıştı. Bense hâlâ birkaç saniye önce alnıma değen sıcak dudaklarının baskısında takılı kalmıştım.

***

"Jisung şu kenardaki boyaları uzatır mısn bana?"

"Tabii."

Koltuğun bir kenarına dizilmiş küçük boya kutularını elimle uzanıp yerden aldığımda odadaki tek ses duvardaki saatin mekanik sesiydi. Güneşin doğmasına birkaç saat kalmıştı ve biz bugün uyumadan yarım kalan resmi çizmeye çalışıyorduk. Aslında ben değil, Minho hyung devam ediyordu ama o kadar odaklı, ruhunu ortaya koyuyordu onu izlerken kendimi öyle bir kaptırmışım ki bir yerden sonra o resmi çizen benmişim gibi hayal etmeye başlamıştım.

Güzel ellerindeki ucu boyaya bulanmış fırçalar usta hareketlerle tablonun üzerinden bir o yana, bir bu yana doğru kayarken aklımda ne evde bıraktığım ailem, ne de yatağımın yanı başında uyuyan arkadaşım vardı. Minho hyungun varlığı o kadar dopdoluydu ki onun yanındayken bir başkasının ruhunu düşünmene ihtiyaçtan çok gerek kalmıyordu.

"Kırmızı rengin anlamını biliyor musun?" diye sorarken omzunun üzerinden bakışlarını birkaç saniye yüzüme çevirmiş, daha sonra kırmızı boyaya batırdığı fırçanı çizdiği resmin üzerinde gezdirmişti. Geceyle gündüzün ortasında kalmış gün, kaçmak istermiş gibi her geçen saniye rengini değiştirirken sakince kafamı iki yana sallamıştım. "Bilmiyorum hyung. Nedir anlamı?"

"Aslında çok fazla anlamı var. Çok dikkat çekici bir renk olduğu için markalar, firmalar çok fazla kullanıyorlar. Dikkat etmişsindir büyük ihtimal. Sıcak, ateş, aşk, heyecan, agresiflik gibi bir sürü anlamı vardır. Ama içlerinden birisi bu rengi daha çok sevmeme neden oluyor."

"Nedir o?"

Sorumla birlikte tüm vücudunu olduğu yerden döndürmüş yüzüme baktığında bir an afallamış, kaşlarım istemsizce havalanmıştı. Öyle dikkatli ve derin bir şekilde yüzüme bakıyordu ki bir an sorum yanlış mı diye sorgularken bulmuştum kendimi.

"Gel buraya."

Dikkatli bakışları ile birlikte önüme doğru uzattığı eline attığım bakışlar bir an, çok küçük bir an onu gülümsetmişti ama ben elimi elinin içine bırakınca yüzündeki gülümsemeyi hemen silmiş, beni elimden tutarak önündeki tabloyu biraz ileri itip açtığı iki bacağının ortasına oturtmuştu.

Sırtıma değen göğsü, boynuma vuran sıcak nefesi başımı döndürüyordu resmen. Adrenalin kelepçe olmuş ruhumla kalbimi birbirine bağlamış kenardan kıs kıs gülerek beni izliyordu.

Şaşkınlıktan çok bir durgunlukla önümdeki tabloya bakarken, hyung bacağımın üzerinde yumruk şeklinde duran elimi iki elinin arasına alarak yumruğumu çözmüştü. "Kasma kendini koca göz," demişti sakin bir sesle. Ter içinde kalan elimi zorlukla açtıktan sonra yere bıraktığı kırmızı boyaya bulanmış fırçanı iki elimin arasına bırakarak tekrar parmaklarımı kapatmıştı.

"Sen devam et şimdi. Sen başlattın, ben devam ettim, şimdi bitirme sırası sen de güzel çocuk. "

Saç diplerime vuran sıcak nefesi tepeden tırnağa titrememe neden olunca derin nefesler almaya başlamıştım. Söylemiştim ya üzerimde büyük bir güce sahipti ve o bunu kullanmaktan asla geri durmuyordu.

"Yapabilir miyim ki?"

"Tabii ki de yapabilirsin. Benim Jisungumun bu dünyada yapamayacağı hiçbir şey yok. Sadece kendine ve aklındaki hikayelere güven Jisung. Bundan sonra zaten elin seni yönlendirecektir."

Benim Jisungum.

Benim Jisungum.

Benim Jisungum...

Tatlı nefesine ev sahipliği ettiği kelimeleri kulaklarıma dolarken sürekli aklımda gidip gelen iki kelime vardı. Ben onu kalbimde kendi kendime o bilmeden sahiplenmiştim. Tüm siyahlığına rağmen geceye kucak açan gündüz gibi kollarımı açmıştım ona şimdi. Ama şimdi onun ağzından bu iki kelimeyi duymak derinlerde bir yerlerde saklı kalan bir yarayı sızlatmıştı. Öyle bir sızlatmıştı ki acıyı çocukluğumdaki hissiz Jisung bile hissetmişti.

Sıkıca kapattığım gözlerim sakinlikle açıldığında elim istemsizce havaya kalkarak tablonun üzerinde durmuştu. Ama fırça tabloya değmiyordu. Aralarında çok azcık bir mesafe vardı ama inatla yaklaşmıyordu. O an fırçanın elime yakışmadığını, benim renkler arasında bir yerim olmadığını düşündüm lakin elimin üzerine tutunan elle birlikte gözlerimin dolması bir olmuştu.

"Kırmızı rengin diğer anlamı samimiyettir Jisung. Dikkat ettin mi bilmiyorum ama tablolarımda çok fazla kırmızı renk kullanıyorum. Onlara resimlerimde ne kadar ciddi, samimi olmaya çalıştığımı göstermeye çalıyorum. Eğer samimi olmazsan renkler seni sevmez. Eğer şu elindeki fırçayı mutlu olduğun için değil zorunlu olduğu için tutarsan emin ol bir yerden sonra renkler sana küser. Herkes tablonu rengarenk görür ama sen orada belirsizlik, boşluktan başka bir şey görmezsin. Bu yüzden, devam et. Korkma. Ben yanındayım. Sana her baktığımda bana bakan samimi gözlerinle onlara da bak, emin ol onlar da sana öyle bakacaktır."

Ben yanındayım demişti. Ben yanındayım. Ve bu iki kelime benim kapalı olan yolumu tek bir vuruşla açmıştı. Havada kalan elimin üzerindeki elini hareket ettirip tablonun üzerine bırakmıştım.

Ruhumla, kalbimle, zihnimle el ele vererek çizilen çizimin üzerinde kendi renklerimi çizmeye başlamıştım. Saniyeler gidiyor, her attığım fırça darbesinde arkamda duran güzel adamın gülme seslerini ve ılık nefesini, samimiyetini hissediyordum. Ve bu geçen saniyelerde bir an bile elimi bırakmayan elinin güvenini her zerremle hissediyordum.

'Çok iyisin. Böyle devam et. Zorlamadan, sakince adımla. Çok güzel. ' diyerek her an beni umutsuzca uzandığım yerden çekip ayağa kaldırıyordu.

Her geçen saniye daha da belirginleşen resim, yavaş yavaş doğan güneşle birlikte daha parlak görünmeye başladığında kalbimdeki mutluluğun haddi hesabı yoktu. Yarımla bile olsa gerçek anlamda ilk resmimi yapıyordum.

Dudaklarımdaki minik ama içten gülümsemeyle çizimime devam ederken bir anda aklıma gelen şeyle "Hyung, okula geldiğinde mesleğinin başka bir şey olduğunu söylemiştin. Mesleğin ne?" diye sormuştum sakince. O gün okulda bunu söylemeseydi belki de sonuna kadar onun gerçek mesleğini bilmeyecektim.

"Matematik öğretmeni."

"Ne? Gerçekten mi?" diye bir anda yükselen sesim kahkaha atmasına neden olunca elimin birkaç saniye tablonun üzerinde donup kalmasına neden olmuştu. O sıkça gülen birisiydi ama kahkaha attığı anlar çok azdı. Şimdi bu kadar içten bir şekilde gülmesi ve o gülüşünü görmemek gerçekten üzülmeme neden olmuştu.

"Niye? Benden öğretmen olamaz mı?"

"Hayır tabii ki de, o anlamda söylemedim. Sadece bir an garipsedim o kadar."

Kendimi ifade edeyim derken hızla ellerimi yukarı kaldırıp salladığımda fırçanın üzerindeki boyalar yere ve vücuduma damlamıştı. Salak Jisung.

Derin bir nefes alıp fırçayı yere indirerek "Üniversiten bitti mi?" diye sorunca beklemeden "Üçüncü sınıfta dondurdum." demişti tereddüt etmeden.

"Neden? Sevmiyor muydun mesleğini?"

Sorumla birlikte uzun bir süre sessizlik oluşmuştu. Hatta o kadar uzun bir süreydi ki güneş çoktan en tepeye çıkmış, bize göz kırpıyordu. O sessiz kalınca ben de tekrar bir şey sormamıştım ama "Öğretmen olmamı babam istemişti. O mutlu olsun diye bu mesleği seçmiştim ama vefat ettikten sonra bunun bir anlamı kalmadı. Bu yüzden dondurdum." demişti durgun bir sesle.

İşte o an bir kez daha anlamıştım. Ne kadar yan yana kalırsak her zaman karşındaki insandan, hayattan yeni bir şeyler öğreniyordun. Ben onu çok uzun zamandır tanımıyordum. Hayatından çok az kesitler biliyordum. Şimdiyse geçmişinden duyduğum bu gerçek beni bir kez daha sarstığında 'evet' demiştim içimden. 'Yıllar geçse bile geçmişin elleri eteğini bırakmıyordu hiçbir zaman. Bırakması bir mucize gibiydi. Bu, kör birinin sağır birisine yolu tarif etmesi kadar imkansızdı. '

Kalbimdeki kocaman buruklukla bacağımın üzerinde duran elini boşta kalan elimle sıkıca tutarak sessiz kalmayı tercih ettim. Bazen küçücük bir dokunuş bile milyonlarca kelimelerden daha değerliydi. Bu yüzden ben de susmuştum. Zaten o da ne demek istediğimi anlamış gibi parmaklarını parmaklarımdan geçirerek çenesini omzuma yasladı. Ve ben resmi bitirene kadar öyle bekledi.

Sonunda yarım saatin sonunda biten resimle birlikte biraz burukluk, kocaman bir mutluluk ve daha fazla acıyla birlikte sırtımı arkamdaki göğse yaslayarak "Bitti." diye fısıldamıştım.

"Aferin sana koca göz. Çok güzel oldu."

Omzumdaki çenesini hafif bir şekilde oynatıp dudaklarını nazikçe açık kalan boynuma yasladığında dudaklarımdan bıraktığım sesli nefesle birlikte baştan ayağa titremiştim. Bu sırada dudaklarını boynumda uzaklaştırıp kulağıma yaklaştırarak "Demek zihnindeki Jisung böyle birisi." diye fısıldadığında tuttuğum elini sıkarak karnıma yasladım. Biliyordum işte. Ben söylemesem bile onun anlayacağını çok iyi biliyordum.

"Demek zihnindeki Jisung bu kadar karmakarışık koca göz."

"Öyle."

Ve daha fazla bir şey söylememiş, hyung kendiyle birlikte beni geriye doğru çekerek sırtını koltuğa yaslayarak en azından bir saat bile olsa uyumamı söyleyerek kollarıyla sıkıca sarmıştı beni.

Evimde kocaman bir yatak, arkamızda kocaman bir koltuk varken ben onun iki bacağı arasında sert zeminde uyuya kalmıştım. Ve bu uyku o kocaman yataktan, kocaman koltuktan daha özel ve rahattı benim için.


Bölüm bitti ama ben de bittim vallahi. 

Seviliyorsunuz.

पढ़ना जारी रखें

आपको ये भी पसंदे आएँगी

26.8K 1.3K 14
Her aşk kendi masalını yazar ❤️‍🔥
929 135 10
"Önceden yaşamanın sadece nefes almak olduğunu düşünürdüm Jisung. Ancak sen hayatıma girdiğinde aklımdan geçenler tamamen değişmişti." Hyunjin & Jisu...
150K 6.3K 34
ʜᴇʀ şᴇʏ ꜱᴀʟᴀᴋ ᴋᴀʀᴅᴇşɪᴍɪɴ ʏᴀʟᴀɴıʏʟᴀ ʙᴀşʟᴀᴅı... ꜱɪᴢ: ᴅᴇʟɪᴋᴀɴʟıʏꜱᴀɴ ᴋᴏɴᴜᴍ ᴀᴛᴀʀꜱıɴ!
11.9M 580K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...