KIZIL GECE +18

By DuruMavii

3.8M 310K 185K

Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediğ... More

KIZIL GECE
1.BÖLÜM : "Arayış"
2. BÖLÜM: "Safir Mavisi"
3. BÖLÜM: "Kehanet"
4. BÖLÜM: "Kızıl Esaret"
5. BÖLÜM: "Zincire Vurulan Ruh"
6.BÖLÜM: "Kaderdeki Zelzele"
7. BÖLÜM: "Büyü"
8. BÖLÜM: "Üç Büyükler Ve Ateş Sahası"
9. BÖLÜM: "Yargısız İnfaz"
10. BÖLÜM: "Geçmeyen Geçmiş"
11. BÖLÜM: "Sahipsiz Ruhlar Mezarlığ
12. BÖLÜM: "Ceza Muhakemesi"
14. BÖLÜM: "İtirazlar"
15. BÖLÜM: "Kurbanlar"
16. BÖLÜM: "Efsunkar"
17. BÖLÜM: "Vecalar"
18. BÖLÜM: "Bilinmezin Bilineni"
19.BÖLÜM: "Kimpras'ın Soluğu"
20. BÖLÜM: "Kayıp Parçalar"
21. BÖLÜM: "Kırık Geceden Kaçış"
22. BÖLÜM: "Zamanın Pençesi"
23. BÖLÜM: "İzsiz Suretler"
24. BÖLÜM: "Sessizlik Alfabesi"
25. BÖLÜM: "Tehlikenin Surları"
26. BÖLÜM: "Zihnin Ölümcül Duvarları"
27. BÖLÜM: "Kızılın Kıvılcımı"
28. Bölüm: "Ruhların Savaşları"
29. BÖLÜM: "Gecenin İntiharı"
30/ Birinci Kitap Finali: "Kırık Dökük Nefesler"
31. BÖLÜM:"Ruhun Sancısı"
32. BÖLÜM: "Kızıl Göl Ve Siyah Çakıltaşı"
33. BÖLÜM: "Kabuk Tutmayan Yaralar"
34. BÖLÜM: "Sarmaşıklar"
35. BÖLÜM: "Dokunuş ve Doğuş"
Kızıl Gece 1 Kapak!
36. BÖLÜM: "Bağlılık Yemini"
37. BÖLÜM: "Zaman Tutulması"
38. BÖLÜM: "Karmaşa"
39. BÖLÜM: "Uçan Balonlar"
40. BÖLÜM: "Aşk ve Geçit"
41. BÖLÜM: "Kraliçe'nin Perileri"
42. BÖLÜM: "Zamansız Döngü"
43. BÖLÜM: "Bir Tutam Sarı Saç"
44. BÖLÜM: "Pembe Küpeler"
45. BÖLÜM: "Alaz"
46. BÖLÜM: "Bebek Kokusu"
47. BÖLÜM: "Tuzak"
48. BÖLÜM: "Kavuşma Ve Ölüm"
49. BÖLÜM: "Bağ"
50/ İkinci Kitap Finali: "Yol Ayrımı"
Kitaplarımız
Kızıl Gece 2 Kapak!
51.BÖLÜM; "İki Dünya Arasında"
52. Bölüm; "Zamanın Kuytusu"
53. BÖLÜM; "Döngü"
54. BÖLÜM; "Ruha Dönüş"
55. BÖLÜM; "Labirent"
56. BÖLÜM; "Cam Kırıkları"
57. BÖLÜM; "Tutsak"
58. BÖLÜM: "Dönüş"
59. BÖLÜM: "Geleceğe Dönüş"
60. BÖLÜM: "Anne"
61. BÖLÜM; "Kapıyı Aralamak..."
62. BÖLÜM: "Yeniden Merhaba"
63. BÖLÜM; "Her Şeye Rağmen..."
64. BÖLÜM: "Dün Ve Bugün"
65. BÖLÜM; "Ruhların Tuzakları"
66. BÖLÜM; "Birkez Daha..."
67. BÖLÜM: "Kan Ve Kurşun"
68. BÖLÜM: "Acı Mucize"
69. BÖLÜM; "Tutkuyla Dans"
70/Üçüncü Kitap Finali; "Sanrılar ve Sancılar"
Kızıl Gece Şarkı Ve Kapak🖤
71. BÖLÜM: "Başka Bir Evren"
72. BÖLÜM; "Seni Buldum"
73. BÖLÜM; " Kayboldum Bebeğim"
74. BÖLÜM; "Küreyi Arayanlar"
75. BÖLÜM; "Geçiş Kapısı"
76. BÖLÜM: Safornikon'a Açılan Kapı"
18 yaş üstü okurlarımın dikkatine!
77. BÖLÜM; "Ayrı Dünyalar"
Dertleşebilir miyiz?
78. BÖLÜM; "Efsunlu Yağmurlar"

13. BÖLÜM: "Gece Kraliçesi"

63.2K 4.9K 5.5K
By DuruMavii

Selam kızıl ülkenin değerli sakinleri.

Oy ve yorum bırakmayı unutmayın olur mu?


Faun~ Federkleid

Faun~ Tanz Mit Mir

Keyifle okuyun.

🖤

Yazgıma kızgın harflerle kazınan acı, yabancının suretine bürünmüştü.

Artık emindim, o adam benim umudumun yenilmez ve baş düşmanıydı.

Ona her baktığımda, irislerinde derin bir öfke, hırs, kin ve tehlike görüyordum. O, her an patlamak üzere olan kızgın bir volkandı ve ben o volkanın yamaçlarında açan yabani bir çiçektim.

Gün gelecek, kendini infilak edecekti. Geride bıraktığı lavları ise beni bitirecekti.

Alzer'in parmakları parmaklarımın arasından kaydığında, düşüncelerim aceleyle zihnimin izbe bir köşesine çekildiler. Biran'ın adımları yaklaşırken, ne yapmam gerektiğini kestiremedim. Bildiğim tek şey Alzer'in benim için burada olduğuydu. Tek emeli bana yardım etmekti ve sadece bu yüzden yabancının hiddeti ile karşı karşıya kalacaktı. Bunun bilinciyle olduğum yerde duramadım, seri bir hamle ile Alzer'in önüne geçtim. Yabancı ise bulunduğumuz noktaya iki adım kala durdu, kaşlarını çattı ve son hareketime anlam vermeye çalıştı. Bakışları Alzer ile aramda gidip gelirken, aklından geçen ihtimali tahmin etmek zor değildi. Fakat onun ne düşündüğü beni zerre ilgilendirmiyordu.

"Ne o?" Sesindeki öfkeye bir parça alay da karışmıştı. "Bir kadının arkasına mı saklanacaksın?"

Alzer yanıma gelmek için bir adım attı ama benden hızlı değildi. Tek adımla tekrar önündeydim.

"Onu buraya ben çektim." Yüzüne bakmak için başımı kaldırmam gerekti. "Öğrencilerden biri için gelmişti. Onu tören alanında gördüğümü hatırladım ve bu-"

"Sana sorduğumu hatırlamıyorum." diyerek böldü sözlerimi. Bakışları direkt olarak arkamdaki adamdaydı. "Mantıklı bir açıklama sunmak için on saniyen var."

"Nasıl bir mantık arıyorsun!" diye çıkıştım sesimi yükseltmeden. "Senin mahkemede anlattıkların gibi mi, mesela."

Alzer konuşmamdan faydalanarak yanıma geçtiğinde, sakin görünüyordu. "Rozelin'in söylediğinden farklı bir şey söylemeyeceğim, lider Biran. Sıklıkla yaptığım gibi buraya Delda'yı ziyarete geldim. Dönerken Rozelin ile karşılaştık ve bacağının acıdığını söyledi. Sadece içeri girmesi için yardım ediyordum."

Biran burnundan sert bir nefes verdi. "Bacağı acıdığı için mi elini tutuyordun?" Gayri ihtiyari bacağıma uğrayan bakışları duraksadı ve ikinci seferinde daha uzun süreyle sargılı bacağıma kilitlendi.

"Düşüyordu.Hamile bir kadının düşmesi tehlikelidir, öyle değil mi?"

Alzer'in sesi bile titremeden telaffuz ettiği yalan içimi rahatlatırken, son söyledikleri ona dahi sinirlenmeme sebep oldu. Bildiğim bu gerçeği hala kimsenin ağzından duymaya tahammülüm yoktu.

"Dışarı çık." diye buyurdu Biran. Alzer bunu üç saniye içinde yerine getirmediğinde, bu kez tehditvari bir tınıyla yineledi. "Çık dışarı ve orada beni bekle."

Alzer hareketlenirken, kolundan tutarak onu durdurdum. Bunu yaparken bile bakışlarım Biran'dan ayrılmamıştı. "Bırak gitsin."

Çehresine intikal eden bezgin ifade acısını benden değil ama Alzer'den çıkaracağını söylüyordu. Sadece bunun için tedirgin olabilirdim.

"Onda iyileşmeyecek hasarlar bırakmamdan mı korkuyorsun?"

Soğukkanlılıkla kurduğu cümle kanımı dondurdu. "Sadece bana yardım ettiği için birinin zarar görmesini istemiyorum, hepsi bu."

Biran tıpkı benim yaptığım gibi bakışlarını benden almadan bir baş hareketiyle Alzer'e çıkmasını emretti. Alzer uzaklaşırken, kolundan kayan parmaklarım yanıma düştü ve dört duvarın arasında yabancı ile yalnız kaldım.

Şimdi beni köşeye sıkıştırıp işin doğrusunu öğrenmeye çalışacaktı. Daha kötü ihtimalle Alzer'e zarar vermekle tehdit edecekti. Dudakları aralanırken, duruşumu dikleştirdim ve gardımı aldım. Attığı tek adımla aramızdaki iki adımlık mesafenin yarısını örttü. İşte, başlıyorduk.

"Bacağına ne oldu senin?"

Kaşlarımın havalanmasına engel olamadım. Sargıda olduğunu unuttuğum bacağıma baktığımda, sızladığını bile ancak fark edebiliyordum. Kısa bir süre düşündüm ve ona verilmesi gereken en güzel cevabı verdim.

"Sana ne lan."

Nefes bile almadan durdu ve bana soyu tükenmekte olan bir yaratığa bakıyormuş gibi baktı. "Lan mı?"

Bedenimi yan çevirip kollarımı göğsümde birleştirdim. "Anlamını bilmediğini düşünmüyorum. Ama... Şaşkınlığının sebebini anlayabiliyorum. Sanırım o sinir bozucu büyücü Brekta'nın bana gerekli terbiyeyi verdiğini düşünmüştün."

"Yok." Bu cevabı hiç düşünmeden vermişti. "Muhtemelen sen onun terbiyesini bozmuşsundur, diye düşünmüştüm."

Komik miydi şimdi bu?

"Bacağına ne olduğunu söyleyecek misin yoksa açıp kendin mi bakayım."

Kalkan işaret parmağımı aramızda salladım. "Hele bir bana dokunmayı dene!"

"Ne yaparsın?" Ellerini ceplerine koydu, bunu genelde biriyle dalga geçtiği zamanlarda yapıyordu. Onun hakkında böyle bir tespit yapmış olmaktan dolayı kendimi rahatsız hissettim. Ancak en büyük rahatsızlığım dışarıda başına gelecekleri bekleyen Alzer'di. Onu bu işten sıyırmanın bir yolunu bulmalıydım.

"Bacağımı kendim bu hale getirdim. Brekta ayin yaparken ona tekme atmak istemiştim."

Elleri ceplerinden çıktı. "Karnına gelmesinden korkmadın mı?"

Bir an da bu soruyu kendime sorarken buldum. Büyücünün elindeki tası devirirken, kaynar sıvının karnıma gelecek olma olasılığını düşünmüş müydüm? Hayır, bunu ne hesaba katmış ne de umursamıştım. Koruyucu bir anne güdüsü taşımıyordum ve bu yüzden suçlu hissetmeyecektim.

"Konu bu değil. Alzer'e yalan söyledim. Bacağımın acıdığı falan yoktu. Onu kandırdım ve kasten buraya soktum. Elini tutarken aklımdan geçen tek şey ondan yardım istemekti." Böylesine ustaca bir yalan için kendimi tebrik etmeliydim. "Ama istemediğim ot yine dibimde bitti."

"Burada da rahat durmayacaksın." Bunu benden çok kendine söyler gibiydi. "Durmayacaksın."

Kollarımı çözüp ona dönerken, gözlerimdeki kararlı ifadeyi görmesini istedim. "Aynen öyle, adam. Durmayacağım." Bakışlarım istemsizce üzerine kaydı. Kaşe montunun omuzlarındaki kar taneleri sırasıyla erirken, kaşkolunda kan damlaları vardı. Kaynağını anlamak için dikkatle baktığımda, burnunun kıyısındaki kurumuş kanı gördüm. Bakışlarımı takip ederek elini burnuna götürdü, kan parmağına bulaştı ama o bunu umursamadı.

"Şimdi aç kulağını beni dinle. Bir sonraki mahkemede ne söylüyorsam altına imzanı atacaksın."

"Ölsem de böyle bir şey yapmam!" dedim yumruğumu sıkarak. "Rüyanda bile göremezsin."

"Yapmaz mısın? Brekta'nın yer altı mahzenine yeniden girecek olsan bile mi?"

Orada geçirdiğim dakikaları düşününce tüylerim dikeldi. Kabustan farksızdı. Sessiz ayinler düşüncelerimden, amacımdan ve taakatimden çalmıştı. Aylarca zindanda kalsam o mahzende geçirdiğim bir gün kadar yıpranmazdım.

"Yapmam." Sesim titremedi bile. Tek adımla aramızdaki mesafeyi sıfıra indiren bendim. Göğsünün sıcaklığını göğsümde hissedebileceğim kadar yakındık. Bu kez başımı kaldırmadan gözlerimi gözlerine diktim. "Sen o kürsüye çıkıp yalanlarını söylerken, ben kimsenin bana inanmayacağını bile bile gerçekleri haykıracağım. Sesim kısılana kadar, kendimden geçene kadar haykıracağım. Ve biliyor musun? Siz bir gün yalan söylemekten yorulacaksınız ama ben gerçeği söylemekten asla vazgeçmeyeceğim!"

Hafif şiş olan göz kapakları, kaşlarını indirmesiyle tamamen kayboldu. Kirli sakallarının gerildiğini, dudaklarının düz bir çizgi halini aldığını gördüm. Ona itaat etmediğim için öfkelenmiş olmalıydı.

"Aptalsın." dedi geri çekilirken. Ve adımları ağır ağır uzaklaştı. "Sen küçük bir aptalsın."

*

Kara Kule şatosundaki üçüncü günü geri bırakmıştım. Hava kararıncaya dek eğitim odasında kalmaya devam ediyordum. Gençlerden her biri hünerli ve sıcak kanlıydı. Onlarla buradaki hayatlarını konuşmak, yaşadığım kabustan bir nebze sıyrılmama vesile oluyordu. Onlar birbirine sonsuz ve sahici bir aşkla bağlı olan anne babaların çocuklarıydı. Bununla övünmeleri garip karşılamıyordum, sayıları hayli azdı. Günde üç kez kurulan yemek masaları gösterişli ve bol çeşitliydi. Buraya geldiğimden beri ilk kez düzenli bir şekilde beslenme imkanı bulmuştum ama ani bir şekilde başlayan mide bulantılarım yüzünden çorbamı bile bitiremeden misafir olduğum masadan kalkıyordum.

Mantığım bana o bulantıların sebebini açıklıyordu ama ne kabul etmek ne de üstünde durmak istemiyordum. Her seferinde kendime söylediğim şey şuydu; önce buradan kurtul. Sonrasını... sonra düşünürsün."

"Yemek hazır! Kurt gibi acıktım." Delda karnını ovuşturduktan sonra avucunu kaynayan kazana uzattı, sihirli sözcükleri fısıldadı. Kazandan taşan dumanlar harlayarak yok olurken, genç kız işaret parmaklarını zaferle kaldırdı. "Bu işte en iyisi benim. Öyle değil mi Roz."

Roz. Adım onlara uzun geldiği için bana günlerdi bu şekilde hitap ediyorlardı.

Delda'ya cevap vermeden önce üzerlerinde aynı lacivert önlüklerden bulunan Dian, Feldi, Duar, Mei ve Fielda'ya baktım. Hepsi ağzımdan çıkacak yanıtı bekliyordu.

"Bence hepiniz çok başarılısınız!" dedim, hepsini hayal kırıklığına uğratarak. "Bir isim vermemin imkanı yok."

Delda, kendisi dışındaki tek kız öğrenci olan kızıl saçlı Fielda'ya yandan bir bakış attı. "Gözlerini bir an için üzerinden çekseydi bence doğruyu söyleyebilirdin. Neyse, akşam yemeği vakti geldi."

Ayağa kalktığımda yakışıklı Dian bana bakıp güldü. "Her öğün yalnızca bir tabak çorba için masaya kadar yürümene değiyor mu Roz?"

Bilmiyorum anlamında ellerimi iki yana açtım. "Neyse ki hayatta kalacak kadar yiyebiliyorum." Neyse ki!

Gençler her seferinde müthiş bir iştahla yemeğe başlıyorlardı ve bu tutumlarındaki istikrar yemeğin son anına dek sürüyordu. Gözlemlediğim bir diğer şey ise, gün içinde birer birer üç büyüklerin yanına çağrıldıkları idi. Delda'dan öğrendiğim kadarıyla üç büyüklerden farklı yeteneklerine özel yeni büyüler öğreniyorlardı. Geriye eğitim odasında öğrendiklerini pekiştirmek kalıyordu. Söylediklerine göre önceleri ihtiyarlar bizzat eğitim odasına gelerek onlara eğitim veriyormuş. Bu durumun ben gelince değişmesinin sebebini merak etmiyordum. Üç gün içinde defalarca ihtiyarlarla konuşmak istemiş ve her birinde de reddedilmiştim. Cevap tam da buradaydı.

"Sizi görmek isteyen birileri var, bayan Rozelin."

Taşlı, büyük avizenin altındaki yemek masasından kalkıp hizmetli kadına döndüm. "Kim?"

"Bayan Perla ve bayan Mirel."

Onları gerçekte görmek isteyip istemediğimi bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı; kaçması, gizlenmesi gereken ben değildim.

"Neredeler?"

"Misafir kabulü kapalı olduğundan dolayı onları girişte bekletiyorum."

"Pekala," Hizmetli kadının yanından geçtiğim an bana yeniden seslendi. Ona döndüğümde, yüzünde daimi olan gülümsemesi yoktu. "Efendim, dışarıda çok fazla muhafız var. Zarar görmenizi istemem." Başını önüne eğdi ve yanımda ayrıldı.

Ne demek istediği açıktı. Kaçma, diyordu. Aldığı emir doğrultusunda kaçarsam bana zarar vermekten çekinmeyeceklerini bildirmişti. Üzerinde düşünmedim. Kaçma niyetim yoktu, henüz.

Geniş girişte bekleyen Perla beni gördüğünde heyecanlanırken, Mirel bir heykel gibi hareketsizce dikilmeye devam etti. Yüzümde bomboş bir ifadeyle yanlarına yürüdüm ve belli bir mesafe bırakarak durdum.

"Neden buradasınız?"

Perla'nın heyecanı ağzı açılmış bir balon gibi duvardan duvara vurarak azaldı. Yeşil gözlerini bir an için yere eğip, derin bir nefes aldıktan sonra yeniden bana baktı.

"Nasıl olduğunu görmek istedim."

Ellerim belimde birleşirken, ağırlığımı sol ayağıma verdim. "Ya sen, Mirel? Sen de mi beni merak ettin?"

Mirel simsiyahtı, çoğunlukla olduğu gibi. Dalgalı turuncu tutamları tutturulduğu ince lastikten fırlamak için fırsat kolluyordu. Duvarlarda dolaşan gözleri adını söyledikten bir süre sonra beni bulduğunda, rahatsız bir nefes verdi.

"Evet."

Evet. Neyin cevabıydı bu? Mirel, beni gerçekten merak mı etmişti?

Perla bir adım yana kayarak dirseğiyle Mirel'i dürttü. "Hadi," diye fısıldadı sabırsızca. "Çok vaktimiz yok."

Mirel, onu hiç görmediğim kadar sessiz görünüyordu. Bir açılıp bir kapanan dudakları söylenilmemiş kelimelerine ızdırap olurken, tekrar sordum.

"Neden buradasınız?"

İkisi de sessizliklerini korudu. Bunu daha fazla sürdürmeyecektim. Arkamı döndüm ve eğitim odasına doğru yürüdüm.

"Özür dilerim!"

Adımlarıma son veren duyduğum iki kelime değil, o iki kelimenin kim tarafından söylendiğiydi. Omzumun üzerinden Mirel'e baktım. Kıpkırmızı kesilmişti.

"Ne?"

"Özür dilerim." dedi, bu kez daha güçlü bir sesle. "Senin için ne kadar önemli bilmem ama bilmeni istiyorum, sana kötü davrandığım için üzgünüm."

Tamamen onlara döndüm ve yavaşça ilerledim. Mirel gibi bir kadının benden özür diliyor oluşu tamamıyla trajikomikti.

"Seni buraya o mu gönderdi, yabancı? Mahkemede istediklerini söylemem için yeni stratejisi bu mu? Malum, beni elde etmek için sizi kullanmayı sever."

Mirel'in omuzları görünmez bir ağırlığın altında eziliyormuş gibi çöküktü. Onu tanımasam, beni kandırdırmasını, ezmesini, ve oyuna getirmesini sineye çekebilirdim.

"Hayır. Ne lider ne bir başkası, beni buraya sürükleyen vicdanımdı. Eğer Perla, bir an için kendimi senin yerine koymamı söylemeseydi, şu an burada olmazdım."

İnsanlara karşı inancı kırılmış, zorlu hayat tecrübesi olan, onlarca kez düşüp kalkmış biri değildim. Kimseye inanmamak için kalbimin kapılarına kilit vurmuş da değildim. Ancak burada geçirdiğim kısacık zaman bana uzatılan her eli tutmamam gerektiğini öğretmişti ve öğretirken, şimdi karşımda benden özür dileyen kadını kullanmıştı.

"Buradan bana inandığın anlamını mı çıkarmalıyım?"

Katı ifadesini yerine konumlandırdı. "Şüphe duyduğum anlamını çıkarmalısın. Küçük de olsa bir ihtimal doğruyu söylüyor olabilirsin ve ben o ihtimal için senden özür diledim."

"Şüphe duyduğun için özür diliyorsun. Gerçeği söylediğimden emin olduğunda ne yapacaksın?"

Siyah botları parlak zeminde ilerleyerek yanımda bitti. Dudaklarını kulağıma uzatırken, yoğun pudra kokusu burnuma doldu. "O zaman beni cezalandırmana izin veririm."

Yakınlığımızı koruyarak "Ne hissettin?" diye sordum. "Kendini kısacık bir an benim yerime koyduğunda, hissettiğin neydi?"

Parmaklarının avucuna kapandığını gördüm. Nefesi daha hararetli bir hal aldı. Saçları yüzüme temas ediyordu ve o hiç kıpırdamıyordu.

"Çaresizlik, öfke."

Gülümsemem histerikti. "Evet, o iki duygu bir süredir beni birbirlerine şutlayıp duruyorlar. Ve biliyor musun Mirel, patlamak üzereyim."

Başını çevirdiğinde, mavi gözlerindeki ifade dehşetle dalgalanıyordu. "Kimpras da doğdum ve burada büyüdüm. Tekdüze kuralların dışına çıkıldığını hiç görmedim. Sana çok acımasızca davrandığımı biliyorum ama..."

"Ama hala şüphe duyuyorsun." Her bir kelimenin üzerine yaptığım vurgu durgunluğumun yine elimden kayıp gideceğine işaret ediyordu. "Daha ne olması gerekiyor? Boğazım acıyana kadar size gerçeği anlattım. Bana inanmıyorsunuz, ya Temur'un büyücüsünün söyledikleri!"

"Kendin söylüyorsun, o Temur itinin büyücüsüydü."

"Ama onu Temur öldürdü!"

Başını sallayarak geri çekildi. "Hizmetkarlar yeri geldiğinde liderleri için ölüme giderler, buna defalarca şahit oldum."

"Yeter." Elimi açtım, kapattım, açtım, kapattım. "Sana birşey söyleyeyim mi? İğne ucu kadar şüphen için vicdanını rahatlatmana izin vermeyeceğim. Bir sonraki muhakemede çıkıp liderin için yalancı şahitlik yapacaksın. Bana yapamayacağını söyleyebilir misin?" Hiç sesi çıkmadı. Karşımdaki Biran, Temur ya da başka biri olsa saldırmak isteyebilirdim ama karşımdaki benim gibi bir kadındı ve sadece ağlamak istiyordum. "Hemcinsim olduğun için utanç duyuyorum." Bakışları büyürken, dudakları aralandı. Başka zaman olsa benimle kıyasıya kavga edeceğini biliyordum ama şimdi sadece susuyordu. "Gidin buradan. Bir sonraki gelişininizi sebebi ben olmak istemiyorum."

Saniyeler için lavaboya ulaştım. Dolan gözlerime avuçlarımı bastırıp bir süre öylece bekledim. Kabul etmek zorundaydım, kimse benim tarafımda değildi. Tek başımaydım. Herkes çıkarları doğrultusunda hareket edecekti ve bunu yaparken kimsenin gözü beni görmeyecekti. Başımı eğdim, yüzüme defalarca su çarptım. Islak ellerimi saçlarımdan geçirirken, kendime acımanın beni kurtaramayacağını biliyordum. Koşar adımlarla yeniden girişe ulaştım. Merdivenleri hedef almıştım ancak karşımda görevli kadını bulmam uzun sürmedi.

"İzinsiz çıkamazsınız, bayan Rozelin. Bunu size defalarca söyledim."

"Ben de defalarca izin aldım!" diye bağırdım. "Her defasında reddedildi! Çekil karşımdan, onlarla konuşacağım."

Kadın çaresizce sallandı. "Efendim, ben çekilsem bile üç büyüklere ulaşmanız için aşmanız gereken onlarca muhafız var. Ulu üç büyükler istemeden onlara ulaşmanız imkansız."

İşaret parmağımı yukarı kaldırıp sesimi herkese duyurmak istercesine daha fazla bağırdım. "Üç büyükleri göreceğim! Sadece konuşmak istiyorum! Bunun nesi aykırı!"

Kadın geri çekilirken, "Peki." dedi. "Sizin için bir kez daha icazet isteğim. Bekleyin ve lütfen bağırmayın."

Hizmetli kadın merdivenleri çıkarak gözden kaybolduğunda, üç gün içinde bu anı çok fazla yaşadığımı düşündüm. Bu devasa, gösterişli ve bomboş şatonun içinde avazım çıktığı kadar bağırıp kimse tarafından ciddiye alınmamayı artık yadırgamıyordum. Tek muhatabım yüksek duvarlar, parlak şamdanlar ve kalın kolonlardı.

Çok geçmeden kadın geri döndü ve beklemediğim bir haber getirdi. "Üç büyükler sizi bekliyor, efendim."

Kabul edilmenin şaşkınlığını yaşasam da, bacaklarımı kıvrımlı merdivenleri çıkarken buldum. Kadının söylediği gibi, muhafızlar her yerdeydi. Birçok oda barındıran kırmızı bir koridora yönlendirildim ancak o odalardan hiç birine girmedim. Koridorun sonuna ulaştığımda, beni yemyeşil bir kış bahçesi karşıladı. Üç tarafı cam olan bahçe yine cam bir masaya ev sahipliği yapıyordu. Tavan kahverengi çiçekli sarmaşıklarla, kuş yuvasına benzeyen otantik çanlarla bezeliyken, iri, beyaz mumlar belli aralıklarla köşelere sıralandırılmıştı. Üç metreyi aşkın ihtiyardan biri toprakta yetişen rengarenk çiçeklerin başındaydı. Elinin altında küçük bir çocuk varmışcasına özenle ilgilendiğini gördüm. Diğer ikisi masanın her iki ucunda karşılıklı oturmuş, fincanlarındaki sarı renkli içeceği yudumluyorlardı. Farkıma varmaları için içeri doğru yürüdüm, belli bir noktada duraksadım.

"Merhaba, Rozelin." Sol uçtaki ihtiyar fincanını masaya bırakıp arkasına yaslandı. "Umarım iyi ağırlandığını düşünüyorsundur."

Üzerimdeki düz, siyah elbisenin kumaşını avucumun arasına aldım. Sükunetimi muhakkak korumalıydım. "Misafirler ağırlanır, ben misafir değilim. Zaten konumuz da bu değil."

Çiçeklerle uğraşan ihtiyar hafifçe döndü. "Neden geldiğini tahmin etmek güç değil evlat. Bu konuşmayı yapmak için günlerdir uğraşıyorsun. Şahsım adına azmine hayran kaldığımı söyleyebilirim."

"Beni dinleyecek misiniz?"

"Aslına bakarsan seni buraya dinlemek için değil, bir haber vermek için çağırdık."

Masaya temas edene kadar yürüdüm. "Ama ben dinlenilmek istediğim için buradayım."

"Sence burası bir mahkeme alanına benziyor mu? diye sordu masanın ucundaki beyaz saçlı adam.

"Hayır ama-"

"Yarın gece muhakeme tarihini ilan edeceğiz. Yapacağın konuşmayı oraya sakla, Rozelin."

Bozulmuşlukla duruşumu dikleştirdim. "O halde neden buradayım?"

Çiçeklerin yanından ayrılan ihtiyar yaklaştı, eğildi ve uzun, yaşlı parmaklarını masaya bastırdı. "Bebeğin babasının liderlerden hangisi olduğu konusunda henüz bir sonuca varamadık. Nitekim bir lider veliahtı annesisin. Lakin bu vaziyet olması gerektiği üzere ne ilan edilmiş ne de ünvanını almışsın."

"Neden bahsettiğinizi anlamıyorum."

Garip bir şey söyleyen kendileri değil de benmişim gibi birbirlerine baktılar.

"Ülkemize yeni bir can bağışlanacağı ilan edilecek ve hayırlı bir evlat olması için ritüel gerçekleştirilecek." diye devam etti aynı ihtiyar. "Üstelik sıradan bir bebek değil, gelecekte bölgelerden birine liderlik edecek bir evlat bağışlayacaksın. Bu yüzden tüm lider annelerine verilmiş ünvanı alma sırası sende."

"Ü- ünvan mı?"

"Alacağın ünvan," İhtiyarın tok sesi kış bahçesine yayıldı. "Gece kraliçesi."

Duyduklarımı hazmetmek zaman aldı. Yeniden konuşmaya niyetlendiğimde, onlara bunun ne anlama geldiğini sormak istedim ama içlerinden biri benden önce davrandı.

"Eğitim odasına geri dönmelisin, Rozelin. Eğitim süresi dolmak üzere, kapanış için seni bekliyor olmalılar."

Gitmem gerekiyordu ama olduğum yerde durmaya devam ettim. Belki de içten içe hala konuşabilmek için bir şansımın olduğunu düşünüyordum.

"Rozelin Demork, şayet tören alanında bir taşkınlık gerçekleştirecek olursan, muhakemede yalnızca susma hakkın olacak."

Verdikleri gözdağı beni gerçek anlamda korkuttu. Konuşmak. Yapabildiğim tek şey buyken kaybetmem söz konusu bile olamazdı. Arkamı döndüm ve çıkışa yürüdüm. Ancak gitmeden önce benim de söyleyecek bir şeyim vardı.

"Rozelin Demork, değil. Rozelin Demir, efendim. Ve törende hiçbir sorun çıkarmayacağımdan emin olabilirsiniz."

*

Girişin bir kat altındaki üç odadan birinde kalıyordum. Yer altında olmama rağmen girişe çıkan merdivenlerin hem başında hem de sonunda ikişer muhafız dikilmişti. Siyah giyimli ve sırtlarında ilkel tüfekler taşıyan muhafızların birer heykelden farkı yoktu. Onlara birkaç kez soru sormayı denemiştim ama değil cevap vermek, yüzüme bile bakmamışlardı. Yatak, dolap, tek kişilik yemek masası ve yuvarlak bir avizenin olduğu odadan gençlerin geliş vaktiyle birlikte çıktım. Kış bahçesinden ayrıldığımda kendimi berbat hissediyordum. Bu yüzden eğitim odasındaki kapanışa katılmak yerine direkt olarak odaya gelmiş ama bir saat bile uyuyamamıştım.

Eğitim odasına girer girmez yaramaz Duar beni yeni bir espriyle karşıladı. "Dün yine şatonun duvarlarını sesinle ağlatmışsın Roz." Mei uyarmak maksadıyla Duar'ın kolunu sıktı ve bana gülümsedi. O, uslu ve sessiz bir çocuktu. "Günaydın Roz, dün kapanışta seni göremeyince senin için endişelendik."

"Günaydın." dedim Delda'nın yanına ilerlerken. "Kendimi iyi hissetmiyordum. Odaya dönmek istedim."

Delda elini çukurlaştığını tahmin ettiğim göz altıma uzattı. "Ama uykusuz görünüyorsun."

"Uykuyu tutturamadım." Sesimi alçaltarak Delda'ya sokuldum. "Delda, sana bir şey sorabilir miyim?"

Bakışlarını anında kaçırdı. "Büyülerle ilgili mi? Elbette sorabilirsin."

Benimle ilgili önceden uyarıldıklarını bildiğim için onu zor durumda bırakmak istemiyordum. Keza o da büyüler dışındaki her konudan kaçıyordu.

"İstersen cevap verme." diye söze girdim. Yine de aklımı saatlerdir işgal eden soruyu sormak zorundaydım. "Gece Kraliçesi ne demek?"

Kırmızı yapraklı kurutulmuş otu ufalarken, konuşmaya yeltenmedi. Sanırım bir cevap alamayacaktım ve bunun için ona asla kızmıyordum. Uzaklaşıp kazanımın başına geçtiğim an Delda başını önünden kaldırmadan konuştu.

"Liderl annelerine verilen ünvan bu."

Hevesle yüzüne baktım. "Bu kadarını biliyorum."

Meraklı Fielda ve erkek öğrencileri süzdü. Bizimle ilgilenmediklerine kanaat getirdikten sonra bu kez o bana yanaştı. "Gece Kraliçeleri efsunlu kolyelerini taktıktan sonra bazı güçlere sahip olurlar."

"Nasıl güçler?"

"Bilmiyorum. Annemin söylediğine göre yalnızca karanlık çöktüğünde güçlerini kullanabiliyorlarmış. Kulağa çok hoş gelmiyor mu?"

Eğer o güçler buradan çıkmama yardımcı olacaksa, gerçekten kulağa hoş geliyordu. Hem de fazlasıyla!"

"Bu konu hakkında başka bir şey biliyor musun, Delda?"

Mahcup bir edayla başını eğdi. "Üzgünüm."

Üzerindeki gerginliği atabilmesi için konuyu değiştirmeye karar verdim. Ama önce bana ait olan kazana elimi uzattım, gözlerimi kapattım ve sözcükleri fısıldadım. "Lefuza İnkodane!" Parmaklarımı şıklattım ve kaynamaya başlayan kazandan dumanlar taşmadan geri çekilmeyi başarabildim.

"Artık kendini yakmıyorsun." diye güldü Delda.

"Evet, bu konuda senin yarın kadar iyi sayılabilirim. Daha önce bir köyde yaşadığınızdan bahsetmiştin, eğer bu da yasak değilse bana köyünüzü anlatabilir misin biraz?"

"Hayır," dedi gülümsemeye devam ederek. "Yasak değil. Elbette anlatırım." Kazanının etrafındaki siyah mumları yaktıktan sonra sabunları eritmeye koyuldu. Her ne yapıyorsa henüz öğrenecek seviyeye gelmemiştim. "Molekon köyünde yaşıyoruz. Keşke sana orayı göstermenin imkanı olabilseydi. Eminim ki çok severdin. Evlerimizi koca birer mantara benziyor. Uzun ve yemyeşil bir deremiz var. Biliyor musun Roz, tulumbamız bile var."

"Vay canına!" Delda'nın anlattıkları merak uyandırıcıydı. "Görmeyi isterdim."

"Özel bir köy ve az sayıda ev var. Ailelerimiz özel insanlar olduğu için orada yaşayabiliyoruz." diye böbürlendi.

"Öyle güzel bir köyde hiç boş ev olmamalı."

"Liderimizin evi yıllardır bomboş." Cümlesini bitirdiği an yanlış bir şey söylemiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı.

Biran bir zamanlar köyde mi yaşıyordu? İşte bu fazlasıyla şaşırtıcıydı. "Bir şey mi oldu?"

"Sana liderlerden bahsetmem yasaktı." dedi üzüntüyle. "Afedersin."

"Affetmem gereken bir durum yok. Bana istediğini anlatabilirsin. Oldum olası ketum biriyimdir." dememe rağmen bu konuyu kapattı ve öğrenmem gereken bir sonraki büyüyü anlatmaya başladı.

Hava alacakaranlığa çalarken, daha önce görmediğim iki kadın hizmetli beni almak için eğitim odasına geldiler. Nedenini biliyordum. Hiçbir şey söylemeseler de gençler de biliyordu.

Çıkmak üzereyken Delda elimi tutup, "İyi şanslar." dedi.

Gerisini Fielda getirdi. "Akşam orada olacağız."

Hep bir ağızdan bana "İyi şanslar." diledikten sonra yanlarından ayrıldım ve iki kadının aşağı inen adımlarını takip ettim.

Benim için uygun görülen kostüm boyundan aşağısı tamamıyla kapalı olan siyah bir gelinliğe benziyordu. Yalnız yıkanmak için tartışmak zorunda kaldığım uzun bir banyonun ardındından siyah külotumla kadınların karşısında duruyordum. Biri bacaklarıma siyah bir külotlu çorap geçirdi. Diğeri külotlu çorabın üzerine kabarık bir tartlatan çekti. Akabinde siyah elbiseyi üzerime giydirerek eteklerini tarlatanın üzerinde açtılar. Üst kısmı arkası bağcıklı bir korseydi. Nefes almamı zorlaştıracak kadar sıktıklarında onları ikaz ettim ancak saygılı davranışlarına rağmen beni dinlediklerinden emin değildim. İçimde sütyen olmadığı için göğüs kısmı dümdüz duruyordu. Oldum olası zayıf bir kızdım ama buraya geldiğimden beri iyiden iyiye çelimsizleşmiştim.

Saçlarım geldiğimden beri ilk kez hiç düğüm kalmayacak şekilde taranmıştı ve bunun için tam yirmi dakika uğraşılmıştı. Sıkı bir balerin topuzu yapıldıktan sonra etrafına siyah, tamamı dantel bir kumaş kaplandı. Cildimi yalnızca hoş kokulu bir yağ ile ovduktan sonra doğal bir şekilde bıraktılar. Son olarak yumurta topuklu siyah bir ayakkabı ayağıma geçirdikten sonra hazırdım.

"Bağcıkları biraz gevşetir misiniz?" Elimi bulanmaya başlayan mideme götürdüm, kesinlikle karnıma değil. "Nefes almakta zorlanıyorum."

"Birazdan alışacaksınız, efendim. Şimdi lütfen bizi takip edin, size kapıya kadar eşlik edeceğiz."

"Kapı mı? Tören burada gerçekleşmeyecek mi?"

Kadın bir süre düşündükten sonra cevaplamaya uygun gördü. "Bayan Rozelin, normalde bebek hangi bölgenin liderine aitse tören o bölgede yapılırdı."

Nedenini bilmediğim bir şekilde bu cümleye alındığımı fark ettim. Sadece alınmak da değil, rahatsız olmuş ve utanmıştım.

Kadın fark etmiş olacak ki, "Lavangos eyaletinde yapılacak." dedi. "Üç büyükler bu şekilde uygun gördü."

"Davetli listesi belli mi?"

Ne sormak istediğimi anlayacak kadar zeki bir kadına benziyordu. Öyle de oldu. "Liderlerin gelmesi yasak, efendim. Yalnızca üç büyükler, büyücüler ve Lovangos halkı olacak."

Arkasında yolculuk ettiğim büyük arabanın camından, Lavagos'un yalnızca şatolara ev sahipliği yapan yemyeşil bir eyalet olduğunu gördüm. Her şatonun önünde birçok muhafız ve parlak tüylü atlar vardı. Geniş sokakları tertemizdi, gece olmasına rağmen aydınlıktı. Gerçekliğine inanılması güç, tıpkı bir masal kentine benziyordu. Birçok şatoyu geriden bıraktığımızda, en büyüğü karşımızda duruyordu. En az kara Kara Kule şatosu kadar görkemli, büyük ve göz alıcıydı. Ancak Kara Kule şatosunun aksine burası bembeyazdı ve birçok sivri kulesi vardı. Bizim için açılan çift kanatlı kapısından geçtik. Geniş bahçe kalabalık görünmüyordu. İki muhafızın gözetiminde arabadan indirildikten sonra şatonun basamakları çıktım. Biraz sonra duvarları huzurlu bir maviye boyalı, içinde prens ve prenseslerin dans ettiği bambaşka bir dünyaya adım attım.

Baş köşede üç büyüklerin ve büyücülerin oturduğu gösterişli tahtlar vardı. Sağ tarafa ise daha önce hiç görmediğim enstrümanlar çalan geniş bir orkestra yer alıyordu. Bazı insanların yüzünde kuş tüyü yarım maskeler vardı. Kabarık etekli kadınlar uzun ceketli adamların kollarında zarifçe süzülürken, çalan dingin müzik bir anda kesildi ve tüm gözler olduğum yöne çevrildi.

Ne yapacağımı bilemez halde olduğum yerde kala kalırken, bir elin bana uzandığını gördüm.

"Hoşgeldiniz, bayan Rozelin." Önümdeki üç basamağın altında olmasına rağmen benimle aynı boyda kalan esmer adama baktım. Elini uzatmıştı. Kahverengi gözleri beyaz ışığın altında parlarken, dudaklarında mükemmel bir ev sahibi gülümsemesi vardı. "Ben Lavangos lordu Steven Alte. Sizi burada ağırlamaktan şeref duydum."

Elimi uzattım. "Aa, teşekkür ederim. Adımı zaten biliyorsunuz."

"Sizden önce namınız geldi. Doğrusu böyle bir törenin şatomda gerçekleşeceğini bilmek beni heyecanlandırdı."

Üzgünüm lord Steven, ne yazık ki senin kadar heyecanlı değilim.

Genç adam elimin üzerine küçük bir öpücük bıraktı. "Sizi kız kardeşim ile tanıştırmama izin verin." Bebek mavisi balo elbisesinin içindeki genç kızın yanına çekti. "Leydi Diana."

Genç kız kocaman bir gülümseme eşliğinde elini uzattı. "Hoşgeldiniz."

Gerginliğim yüzünden gülümsemiyor olsam da elini sıktım. "Teşekkür ederim."

"Hazır mısınız?" diye sordu sarı lüleleri yüzüne dökülen Diana. "Bu tören ilk kez şatomuzda gerçekleşecek, heyecanlıyım."

Yavaşça başımı sallayıp ilk basamağı indim. Bu sırada tüm ışıklar söndü ve üç büyücü yakılan meşaleleri alarak ayağa kalktı. Karanlığa yayılan turuncu ışıkta saten kumaşla kaplanmış beyaz bir taht salonun ortasına getirildi. Dizlerimin titrediğini hissettim. Bu heyecan mıydı yoksa korku mu? Parlayan gözlerin arasında Delda'nınkileri fark ettim. Sonra Fielda, Duar ve diğerlerinin... Gençler ve üç büyükler dışında tanıdık bir sima yoktu.

Tahta oturdum, etrafımdaki maskeli üç büyücüye baktım. Suratlarını göremesem de içlerinden birinin Brekta olduğunu bilmek bana iyi gelmemişti. O donuk ifadesiyle bana gülümsediğinde başımı çevirdim. Büyücüler etrafımda dönmeye başlarken, ağır ağır yükselen ritimli ses bir tulumdan çıkıyordu. Büyücüler tuluma bilmediğim bir lisana ait sözlerle eşlik etmeye başladılar, diğerleri ise etrafımızda geniş bir halka oluşturdular. Bu dakikalarca sürdü.

Ve sonunda müzik sustu. Büyücülerden erkek olanı meşalesini kaldırdığı an halkayı oluşturan insanlardan her biri diz çöktü.

"Ulu güçler ve üç büyükler adına! Ülkemiz Safornikon'a bağışlanan yeni can için sonsuz minnet duyuyoruz."

Tüm kalabalık aynı sözleri tekrarladığında, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Soğuyan avuçlarımı elbisemin eteklerine sürterken, bu anın bir an önce bitmesini istiyordum.

"Bebeğimizin ülkemize ve bölgesine hayırlı bir evlat olmasını diliyoruz."

Tekrar edildi.

"Geleceğin veliahtı olan bu bebek akıbetimizin sahibidir."

Tekrar edildi.

"Ulu güçlerin onu kusursuz vasıflarla donatmasını ve bölgesini sadakatle yönetmesini diliyoruz."

Tekrar edildi.

"Onu taşıyan bu kadın, bundan böyle tüm gecelerin elçisi ve tılsımlı kolyenin yegane sahibidir."

Titredim. Geleceğin geceleri koyulaşıp üzerime devrilirken, içimde kaynağını bilmediğim bir zelzele vuku buldu.

"Onu ünvanı bundan böyle 'Gece Kraliçesi' olarak anılacaktır."

Tekrar edildi.

Gece Kraliçesi.

Umarsızlığıma verilen ünvan buydu.

Erkek büyücü ayağa kalkmamı işaret etti. Kalktım. Gerdanıma bırakılan su damlası biçimindeki kolye büyük, parlak ve siyahtı.

Alana derin bir sessizlik çökerken, büyücüler aynı anda duaya benzeyen sözcükleri üzerime okudular.

Işıklar yandı. Herkes yerine geçerken, tahtlara yakın olan misafir koltuklarından birine yönlendirildim. Dans müziği yeniden kulakları doldurmaya başladığında, pist dans eden insanlarla doldu. Maskelerin altında genişleyen gülümsemeleri görebiliyordum. Bir süre sonra Lavangos lordu Steven yeniden yanıma geldi ve bu gece ikinci kez uzattığı eliyle beni dansa kaldırmak istediğini anladım. Üç büyüklere törende taşkınlık yapmayacağımın sözünü vermiştim. Genç lordun teklifini geri çevirmek taşkınlık sayılır mıydı? Bunu düşünürken Steven elimden tuttu ve beni piste çekti. Ağır başlayan müziğin hareketlenen ritmine öylesine ustalıkla ayak uyduruyordu ki, hiç bilmediğim halde kendimi onun kollarında dans ederken bulmuştum. Hatta bir an bundan zevk alır gibi oldumuştum ki kuvvetle vuran mide bulantısı tüm gün yediğim azıcık yemeğin tadını ağzıma getirdi. Bunu lord Steven'a nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Dans tüm hızıyla devam ediyordu ve insanların gözlerini üzerimizde hissedebiliyordum. Ancak bir çift göz özellikle bizim üzerimizdeydi. Maskeli ve yapılı bir adam. Steven'in kollarında dönüp dururken onu bir görüp bir kaybediyordum. Çok geçmeden dans pisti insanların her hareketinde birbirine çarpacağı kadar dolup taştı.

"İyi misiniz?" Lord Steven dudaklarını kulağıma yanaştırıp duyabilmem için bağırdı.

Öğürmek üzereydim. "Midem, çok bulanıyor." diye bağırdım aynı şekilde.

Durdu. "Ah, o halde yerinize geçin. Size midenize iyi gelecek bir şeyler getirmelerini söyleyeceğim."

Bir baş hareketiyle ona teşekkür ettikten sonra yanımda ayrıldı. Kalabalığı yarıp yerimi bulmaya çalışırken, belim güçlü bir tutuşla sarıldı ve ne olduğunu anlamadan kendimi bir adamın kollarında, yeniden dans pistinin ortasında buldum.

Etrafımda döndüm. Kollarında döndüm. Hızlandı ve yavaşladı. Oldukça uzundu. Başında şapka ve yüzünde siyah bir maske vardı. Yalnızca siyah kirli sakallarını görebiliyordum. Buradaki tüm erkeklerde olduğu gibi arkası üçgen uzanan uzun ceketi, dar pantolonu ve kovboy çizmeleri vardı. Beni sertçe tutup kendine yasladığında kusmama ramak kalmıştı.

"Sen kim-"

Şapkasından sarkan siyah, kalın bukleleri fark ettim. Sonra iri bedeninden süzülen mistik amber kokusunu...

"Biran!"

Çerçevesi kıvrımlı dudakları kıvrıldı.

"Benim, Gece Kraliçesi."

Onu itmeye çalıştım ama öyle beni öyle kuvvetli bir tutuşla sarmıştı ki mümkün olmadı. "Hemen bırak beni!"

Beni yeniden etrafında döndürüp kendine çekti ve parmaklarını sırtımda açtı. Elleri öyle büyüktü ki tüm sırtımı kapladığını hissetmiştim. "Neden? Dans etmekten hoşlanmıyor musun?"

"Hoşlanmıyorum!" diye bağırdım, adımlarım adımlarına zorunlu olarak eşlik ederken.

"Az önce öyle görünmüyordun."

Bizi izleyen oydu. Törenin başından beri buradaydı ve benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu.

"Bırak! yoksa-"

"Yoksa?"

"Bağırırım!"

Bizi kendi etrafımızda döndürdükten sonra dudaklarını kulağıma yasladı. Bu yaptığı tüm organlarıma buzdan iğnelerin batıp çıkmasına sebep oldu. "Zaten bağırıyorsun."

Adımlarımı olduğu yerde tutmaya zorladığım an beni kaldırıp tüm ağırlığımı aldı ve dans etmeye o şekilde devam etti. Bu onun için öyle kolay olmuştu dışarıdan bakıldığında ahenkle dans eden bir çift gibi görünüyor olabilirdik. Havada kalan adımlarım kendine bir yer bulmaya çalışırken, ayaklarına bastım.

"Midem bulanıyor. Dur! Yoksa üzerine kusacağım."

Daha hızlı döndü. Tanrım! Midem kelimenin tam anlamıyla çalkalanıyordu.

"Diğer tehdidin daha korkutucuydu." dedi alayla. "Müzik birazdan bitecek. Sana söylemem gerekenler var."

Avucunun içinde kaybolan parmaklarımı çekmeye çalıştım. İzin vermedi. İkinci seçenek de fena değildi, tırnaklarımı avucuna batırdım.

Başımı geriye savurup geri çektiğinde bir an için tüm tavan başımın üzerinde dönmeye başladı. "Seni hırçın, yavru kuzu."

"Bırak beni! Bırak, diyorum sana!" Ayaklarının üzerinde tepiniyordum ama bundan da ekilenmiyordu. Taş mıydı bu adam!

"Gecenin sonunda üç büyükler ilan edecek ama sen şimdi benden duyacaksın, muhakeme yarın gerçekleşecek." dedi kusursuz bir ciddiyetle. "Benden yana ol."

"Hayır!" diye bağırdığım an boğazımda havai fişeklerin patladığını hissettim. "Hayır! Hayır."

Sola doğru ritmik hareketlerle ilerledi. Sonra sağa, geriye ve kollarının arasında döndürüp beni yeniden yakaladı. Nerden öğrenmişti böyle dans etmeyi? Kalas herif!

"Eğer yarın benden yana olursan, sana yardım edeceğim."

"Ne!"

"Duydun! Sana Alzer ya da bir başkası yardım edemez. Söylediklerin doğruysa sana yardım edebilecek tek kişi benim."

Hayır. Hayır. Yabancı inanacağım son insan bile değildi. Ona inanmak koca bir aptallık olurdu ve ben aptal bi kadın değildim.

"Sana inanmıyorum!"

Ilık nefesi kulağımın kıvrımından süzüldü. "Başka şansın yok."

"Böyle bir şey yapmazsın. Yapsan bile-"

"Bir karşılığı olur," dedi beni yanıltmayarak. "Evet, karşılıksız yapmayacağım."

Müzik yavaşladığında, onunla birlikte yavaşladım. Parmakları sırtımdan belime kaydı, ılık tütsü kokusu alabildiğim tek kokuydu. "Topraklarımda kal. Evimde kal. Karnında benim çocuğumu taşıdığı söyle." Nefesi boynuma inerken, kollarının arasında kaskatı kesildim. "Rozelin, onlara bana ait olduğunu söyle."

"Neden?"

Tanrım! Tanrım. Sormam gereken bu değildi.

"Aksi takdirde seni bana vermezler."

Ayağımı ayağına vurdum. "Bu kimin umrunda!"

"Kurtulmak istemiyor musun?" diye sordu müzik sonlara yaklaşırken. "İşte, sana o imkanı sunuyorum."

"Ne karşılığında?"

Beni daha fazla kaldırdı. Karnımı karnına bastırdı. "O bebeği doğurup bana vereceksin. Sonra, özgürsün. İstediğin gibi."

Parmaklarım omzundan koluna doğru kaydı. Gösterdiği yol içimde karanlıklaştı. Özgürlüğü mumla ararken, zihnim derin bir kasvetin gölgesinde kaldı.

"Sana kimsenin dokunmadığını söyledin. O halde bebeğin senin için bir anlamı yok. SÖzlerin yavru kuzu, doğru değil miydi?"

"Hepsi doğruydu!" Ayaklarının üzerinde tepinmeye devam ederken, biraz geri çekilmesiyle alınlarımız birbirine dokundu.

"O halde, söylediklerimi yapacak mısın?"

Safir mavisi gözlerini ilk kez bu kadar yakın görüyordum. Nasıl derin, nasıl çıkışsız ve nasıl yorgun baktığını, ilk kez bu kadar yakından görüyordum.

"Ben..."

Ona vermek istediğim cevap dilimin ucundaydı.

Müzik sustu. Her şey sustu.

Cevap vermek için aralanan dudaklarımı öğürmek için kullandım. Beni yere bıraktığı an midemde ne varsa artık lider Biran Nuh'un üzerindeydi!

🖤


İg/ DURUMAVİİ_

Gelecek bölümde görüşelim.
🔥

Continue Reading

You'll Also Like

127K 15.4K 33
"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim." "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı." Öfkesi birden çekilmişti. "Bir Aslanın dişleri de...
1.1M 69.3K 85
Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız varlıkların arasında bir şeytana bağlı olduğunuzu öğrenseniz, ne yapardınız? Üstelik tüm varlıkların soyu s...
19.1M 489K 65
"Geçmişin izleri yüzünden sevgiye ve aşka inanmayan bir adamla en büyük hayali gerçek bir aşk yaşamak olan genç bir kızın,sırlarla dolu hikâyesi.'' M...
3.8M 310K 85
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...