KARANLIĞIN ŞEHRİ

By sulisindunyasi

23.8M 1.4M 2.8M

Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan kons... More

Bölüm Bir - Kayıp
Bölüm İki - Karanlıkla Tanışma
Bölüm Üç - Şeker Mi Şaka Mı?
Bölüm Dört - İnfaz
Bölüm Beş - Bataklık
Bölüm Altı - Dirayet
Bölüm Yedi - Kurban
Bölüm Sekiz - Nefes
Bölüm Dokuz - Arayış
Bölüm On - Cesur
Bölüm On Bir - Kedi ve Fare
Bölüm On İki - Temash Uçurumu
Bölüm On Üç - Tehlike
Bölüm On Dört - Soğuk|Sıcak
Bölüm On Beş - Bozuk Kalp Ritmi
Bölüm On Altı - Davet
Bölüm On Yedi - Karar
Bölüm On Sekiz - Cesur ve Güzel
Bölüm On Dokuz - Kurtarıcı
Bölüm Yirmi - Daha Güvende
Bölüm Yirmi Bir - Kabus Çınlaması
Bölüm Yirmi İki - Kırmızı İrisler
Bölüm Yirmi Üç - Sevgi ve Çıkar
Bölüm Yirmi Dört - Kül
Bölüm Yirmi Beş - Kadmos
Bölüm Yirmi Altı - Ateş
Bölüm Yirmi Yedi - Efsun
Bölüm Yirmi Sekiz - Anlaşma
Bölüm Yirmi Dokuz - Sembol
Bölüm Otuz - Hafıza
Bölüm Otuz Bir - Bağ
Bölüm Otuz İki - Kapan
Bölüm Otuz Üç - Radar
Bölüm Otuz Dört - Kanla Çevrili Zindan
Bölüm Otuz Beş - Zehir
Bölüm Otuz Altı - İz
Bölüm Otuz Yedi - Yabancı
Bölüm Otuz Sekiz - Suçüstü
Bölüm Otuz Dokuz - "Aklından Çıkarma."
Bölüm Kırk - Bant
Bölüm Kırk Bir - Zarf
Bölüm Kırk İki - Aitlik
Bölüm Kırk Üç - Kadmos Krallığı
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 1)
Bölüm Kırk Dört - Zihin Kalkanı (Kısım 2)
Bölüm Kırk Beş - Korku ve Aşk
Bölüm Kırk Altı - Maskeler ve Hisler
Bölüm Kırk Yedi - Çınara Aşık Yaprak ve Fırtına
Bölüm Kırk Sekiz - Güller ve Dikenler
Bölüm Kırk Dokuz - Sanrılardan Doğan Çığlıklar
Bölüm Elli - Yeni Başlangıçlar Ya Da Başlayamamalar
Bölüm Elli Bir - Fırtına ve Enkaz
Bölüm Elli İki - Resurgam | Sezon Finali
ÖZEL BÖLÜM | ( Alaz Şahzade'den)
Bölüm Elli Üç - Can Kırıkları (2. Sezon)
Bölüm Elli Dört - Taç Giyme Töreni
Bölüm Elli Beş - Alışılmadık Alışılmışlar
Bölüm Elli Altı - Zehir ve Tuzak
Bölüm Elli Yedi - Büyük Oklar Derin Yaralar
Bölüm Elli Sekiz - Tuzla Buz
ÖZEL BÖLÜM | İlk Karşılaşma
Bölüm Altmış - Ruh Kapanı
Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar
Bölüm Altmış İki - Piyonlar ve Şahlar
Karanlığın Şehri Kitap Oluyor!
Soru-Cevap | Kitaplaşma süreciyle ilgili merak ettikleriniz.
KARANLIĞIN ŞEHRİ KİTAP KAPAĞIMIZ
Karanlığın Şehri Ön Sipariş
Karanlığın Şehri 2 Kitap Kapağı
Bölüm Altmış Üç - Tanıdık Bir Yabancı
Bölüm Altmış Dört - Gizler ve Esrarengizler
Bölüm Altmış Beş - Maşuk ve Maktul
Bölüm Altmış Altı - Vezirin Oyunu
Bölüm Altmış Yedi - Hatıralardan Damlayan Kan
Bölüm Altmış Sekiz - Yıkıntılar ve Zedelenen Umutlar
Bölüm Altmış Dokuz 🌙 Sadakat, İhanet, Sevgi
Karanlığın Şehri 3, Kitap Kapağı🖤
Bölüm Yetmiş 🌙 Zaferler ve Kaybedişler

Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi

366K 15.7K 48.8K
By sulisindunyasi

Hepinize yeniden merhaba! Burayı felaket özlemişim.

Bol hasret gidereceğiniz, bol #AlEf'li upuzun bir bölüm oldu.

Okumadan yıldıza basmayı ve okurken yorum yapmayı ihmal etmeyin, sabırsızlanıyorum yorumlarınızı okumak için!🖤

Instagram: suleavlamaz
Twitter: sulisindunyasi

Keyifli okumalar🖤

Bölüm Şarkısı:

Pera - Düşüyorum Sana (Sanki yine hikayeyi okumuşlar da Alaz ve Efsan için yazmışlar...)

Cihan Mürtezaoğlu - Sen Banasın

Angus and Julia Stone - Crash and Burn

Bölüm Elli Dokuz - Vuslatın Güneşi

Solgun gün ışığı ahşap dağ evinin camlarından içeriye dolduğunda, uzun zamandır çektiğim en soluksuz uyku yerini uyuşuk ancak dinç bir bedene bırakmıştı. Huzurla birbirine kapanan kirpiklerim enerjisini alan gözlerimin doğan günü görmeleri için usul usul aralandıklarında bir rüyanın içinde olduğumu düşünüyordum. Başrolünde benim ve Alaz'ın olduğu, sarhoşluk veren, mest edici bir rüya. Eğer rüyaysa bu, biliyordum ki en beter kabuslarımdan bile kötü hissettirecek, uyanır uyanmaz Alaz'ın yokluğunun verdiği boşlukla hayıflanmama sebep olacaktı.

Gözlerim tamamen aralandığında gördüğüm ilk şey yüzümü yasladığım gövde oldu. Uyuşuk bir esnemenin ardından dudaklarım arzulu bir gülümsemeyle şekillendi,  parmaklarımın ucundaki mührü gördüğümdeyse şekillenen gülüşüm daha içten bir hâl aldı. Aylardır kaybettiğim huzur buradaydı, sağ elimin altında atıyordu.

Dışarıdan kuşların sesi duyuluyordu, şöminedeki ateşse sönmeye yüz tutmuştu. Gece boyunca hiç hissetmemiştim soğuğu, ısılarımız sürekli birbirine karışmış, üşütmemişti bizi. En yorucu, aynı zamanda da en rahat gecemdi. Sabaha karşı tüm enerjimizi tüketip nihayet uyuyakaldığımızdaysa hiçbir şey bölememişti uykumu. Kabuslar uzak durmuştu ve sıcaklığı beni alıp götüren eşimin göğsü en rahat yatağım oluvermişti.

Derin bir nefes aldım, odunsu kokusunu içime çektim, ardından işaret parmağımla artık kabarık olan anlamlı mührün üzerine dokundum. Gece kenarları kızarmıştı ancak şimdi daha iyi görünüyordu, usta bir dövmeci tenimize bu sembolleri dövmüş gibiydi artık, kalemle çizilmiş gibi değil.

Ve hayat, inanamayacağım kadar gerçekti.

O kadar uzun zamandır mutluluğu iliklerime kadar hissetmiyordum ki uyandığım halde ve bunun tüm bedenimle bilincinde olduğum halde birazdan yeniden uyanacakmış gibi hissediyordum. Bu hissiyattan kaçınarak sığındım biraz daha Alaz'ın göğsüne ve kollarımla onu daha sıkı sardım. Ancak gözlerimi asla kapatmadım.

"Uyandın mı?" Alaz'ın içimi titreten mahmur sesiyle kurduğu bu cümleyi işittiğimde anın gerçekliği yüreğime dokundu,  kalbim hızlandı ve başım usul usul yukarı tırmandı.

Gözleri hafiften aralıktı, başımı çevirdiğim an harelerimiz birbiriyle buluştu. Alnına düşen nemli saç tellerinin altında kalan siyah göz bebekleri yumuşak tonundaydı bu sabah.

Siyahın yumuşak bir tonu olur muydu?

Oluyordu, Alaz'da siyahın her tonu bulunuyordu; kızgın olduğu zamanlarda en koyu halini alırdı, arzusu harelerine bir sıcaklık eklerdi ve mutlu, şefkatli zamanlarındaysa bu siyahlık yumuşardı.

Uzun parmaklarıyla bir tül kadar ince geceliğin sardığı belimi usul usul okşarken dokunuşunun, doğrusu varlığının verdiği rahatlamayla dişlerimi göstermeden gülümsedim, bu gülüş sevdiğim adamın yüzüne de bulaştı ve hayran kaldığım suratı tüm bu evrenin aksine bahar açtı.

"Birkaç dakika önce," diye mırıldandım. "Sen ne zaman uyandın?"

"Birkaç dakika önce," diye yanıtladı beni. "Tenimde zarif parmaklar oynamaya başladığında."

Sol eliyle gövdesine çıkardığım sağ elimi tuttuğunda gülüşüm büyüdü ve dudaklarımdan nefese benzer bir ses çıktı. Elimi tuttu, dudaklarının üzerine götürdü ve parmaklarımın dış yüzeyine dolgun kıvrımlara sahip, sıcacık dudaklarını nazikçe bastırdı. İçim öpüşüyle titrerken geceyi hatırladım.

Alaz'ın yumuşayan bakışlarına da arzunun sıcaklığının serpildiğini fark ettim. Elimi dudaklarından ayırdı ancak tutmayı sürdürdü, belimdeki eliyse beni serbest bırakmaktan çok uzaktaydı.

"Nasıl hissediyorsun?"

Yanaklarım ısındı. Artık utanıp çekineceğim hiçbir durumun kalmadığının bilincindeydim, tamamen eş olmuştuk ve bundan dolayı utançla kafamı çevirip konuyu değiştirmekten çok uzaktaydım.

"Çok iyi hissediyorum Alaz, inan bana."

Gülümsedi. Başını yukarı kaldırdı ve yumuşak bir öpücük bahşetti. "Güzel," dedi. Sesi durumdan hoşnutluğunu ele veriyordu. Elimi bıraktı ve eli yüzüme tırmanıp avucu yanağıma kapandı, baş parmağıyla nazik dokunuşlar yaparken gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tuttum. "Kahvaltı yapalım, sonra biraz yürürüz. İyi gelir."

Tek kaşımı yukarı kaldırdım. "Bana burayı mı gezdireceksin?"

"Gezip görmen gereken güzellikleri var." Alnını alnıma yasladı. "Ama hiçbiri benim gördüğüm kadar güzel değil."

Gülümsedim. Dudakları yanağıma ulaştı. "Eminim bir tatları olsaydı o da bu kadar güzel olamazdı," diye mırıldandı geri çekilmeden. Burnunun ucu boynuma değdi ve kokum kafa yapan bir tozmuş gibi büyük bir şevkle içine çekti. "Ve hiçbir koku bunun yanından geçemez. Efsun, sen özelsin."

Kontrol edemediğim bir ses döküldü dudaklarımın arasından. Başını hafiften geriye çektiğinde ellerimi yüzüne çıkardım ve kemikli yanaklarını iki elimle tutarken "Bedenimi yeterince yordun," dedim. Hafiften sakallarının çıkmış olduğu yanaklarında gezdirdim başparmaklarımı. "Bırak da ruhum dinç kalsın biraz, sevgili eşim."

"Eşim diyorsun," dedi boğuk çıkan sesiyle. Başını çevirip yanaklarına kapanan avuç içimi öptü. "Şimdi ben nasıl rahat bırakayım seni?"

Kalbimde milyonlarca baloncuk uçuşurken kaşlarımı yukarı kaldırdım. "Etkileniyor musun, eşim dediğimde?"

"Hem de nasıl," derken başını biraz yukarı kaldırdı, bilerek kafamı geriye çekip öpüşünü engelledim. "Bayılıyorum söylerken dudaklarının aldığı şekle, kelimenin ağzından çıkış tınısına... Beni kabullenişine, eşin oluşumu senden duymaya..."

"Ya..." dedim ona biraz yaklaşarak. Sesimi biraz kıstım. "Bunların hepsi eşim dediğim için mi oluyor, eşim?"

Cevap vermek yerine başıyla onayladı. Ardından dudaklarını yeniden araladı ve ben bir kez daha geriledim. Alaz'dan sabırsız bir nefes döküldü. "Efsun..." dedi dudaklarını hareket ettirmeden güçlükle. "Dur durduğun yerde, oynama benimle."

Çileden çıktığı zamanlarda anlayışlı halinden eser kalmıyordu ama bu hoşuma gidiyordu.

"Kim..." dedim tamamen suçsuz bir ifade takınarak. Oysaki bariz bir şekilde dün dans sırasında yaptıklarının intikamını alıyordum. Başını sağa çevirdiğinde ben sola yöneldim. "Ben mi oynuyorum. Daha neler..." deyip kulağına yaklaştım. "Oynamıyorum ki... Eşim..."

"Oynuyorsun," dedi elleri her an kaçabilme ihtimalime karşı daha sıkı tuttu belimi.

Güldüm. "Tamam, oynuyorsam ne olmuş?" diye sorup tekrar tek kaşımı kaldırdım. "Sen de benimle oynamıştın, dans ederken, üstelik tüm halkın gözleri önünde."

Yoğunlaşan gözlerinde yaptığımın sebebini anladığını belirten şimşekler çaktı ve ihtirasla kavrulan yüzünde çekici bir gülümseme canlandı. "Demek intikam alıyorsun, eşim," dediğinde az önce bahsettiklerinin aynılarını yaşayan ben oldum bu defa.

Yine de yelkenleri suya indirmedim. "İntikam alıyorum eşim."

"Ama..." diyerek beni kendine bastırdığında yapacağını henüz anlamamıştım. "Ben seni bırakmam," dedi ve ben ne olduğunu anlamadan bedenimi çevirip sırt üstü yatağa düşmeme neden oldu.

Dudaklarımdan kopan çığlığım dinmeden vücudumu iki bacağının arasına kıstırdı, elleri belimin iki yanında yer aldı ve usta parmaklarıyla beni...

Gıdıklamaya başladı.

Bir anda ağzımı yüksek sesli kahkahalar ele geçirirken "Alaz," diye bağırdım gülüşlerimin arasında. Tüm bedenim durması için kıvranıyordu. "Ay!" diye bağırdım. "Dur, ne olu..."

"Alaz!"

Durmak yerine gıdıklamaya devam edip beni soluksuz hale getirmeyi sürdürürken "Alaz deme, eşim de bakayım," dedi kulağıma doğru.

"Çok..." dedim ve kocaman bir kahkaha patlattım. "Fenasın. İmda..." Neşeli gülüşler... "İmdat!"

Yüksek sesli bir kahkaha daha.

"Dur dur..." Kıkırtılar. "Alaz... Ta... Tamam... Eş... Eşim..." Daha fazla kıkırtılar. "Dur ne olur..." Bir kahkaha daha.

"Ne dedin?" dedi Alaz hafiften duraksadı ancak elleri hâlâ bel oyuntumda yavaş ve yaramazca hareketleniyordu. Kafasını biraz eğdi. "Duyamadım, bir daha söyle..."

Kaşlarımı çattım. "Söyleme..." Çıldırtan dokunuşları hızlandı. "Ay!" Kahkahalar. Nefes alıp verme sesleri... "Tamam... Tamam... Eşim... Canım eşim... Dur lütfen..."

Gözlerimden yaşlar süzüldü.

Durmadı ancak parmakları bir kez daha her an hızlanabileceğinin sinyalini vererek yavaşladı. "Aşkın beni yakıp kül ediyor Alaz'ım, de bir de, bırakacağım..."

Nefes nefese suratına bakıyorken "Ne?" dedim. "Çok beklersin!"

"Peki..." deyip belimdeki parmakları yeniden kendini belli ettiğinde ateşe basmış gibi gözlerimi açtım.

"Tamam, Alaz. Dur..."

Dilini üst dişlerine bastırıp geri çekti. "Alaz değil... Aşkın beni yakıp kül ediyor, Alaz'ım..."

Sık nefesler alıp veriyorken kaşlarımı çattım. "İntikamı olacak."

İşaret parmaklarıyla bel oyuntularıma hafifçe vurdu ve bu bile kıvranmama neden oldu. "Hadi... Vakit daralıyor."

Burnumdan içeri sesli bir nefes aldım. Dudaklarımı hiç hareket ettirmeden ağzımın içinden "Aşkın beni yakıp kül ediyor Alaz'ım," dedim.

Kaşlarını kaldırdı. "Sevgilim..." dedi. "Olmadı bu, dudaklarını hareket ettirmelisin."

"Alaz..." dedim ciddi görünmeye çalışarak. "Üstümden kalkacak mısın artık?"

Başını olumsuz anlamda salladı. "O cümleyi doğru düzgün duymadan şuradan şuraya gitmem. Eşin olarak güzel dudaklarından güzel bir cümle duymak istiyorum, çok mu?"

Kendini acındırmak için takındığı ifadeye karşı gülmeden edemedim ve "Yemin ederim bunun intikamı da olacak," dedim.

"Tamam... Hadi dinliyorum."

Gözlerimi gözlerinden ayırmadan konuştum bu sefer. "Aşkın beni yakıp kül ediyor, Alaz'ım..."

Nefeslenir gibi güldü. "İşte bu kadar..."

"Serbest miyim artık?"

Kaşlarını hayır der gibi yukarı kaldırdı ve başını biraz aşağıya indi. Burnunun ucu burnuma değdiğinde soluğu dudaklarımı yokladı. "Öpmeden bırakmam."

Ve öptü. Bu benim için bir ceza olmamıştı hiçbir zaman, bilakis tüm bu zamanlara karşılık verilen bir ödül gibi hissettiğimden kollarımı boynuna doladım ve ona büyük bir içtenlikle karşılık verdim. Ne kadar zaman geçirmiş olursak olalım, öpüşünün verdiği his değişmiyordu, hep ilk günkü gibi oluyor, kalbime taklalar attırıyor, ruhumun bedenimde kıvranmasını sağlıyordu. İçimde çağlayanlar akıyor, alevler ruhumu esir alıyor, su damlaları alevleri yatıştırıyordu. Yakıyordu, coşturuyordu. Beni benden alıyor, bana ruhunu veriyordu.

Ona bakarken hızla inip kalkan göğsümün eşliğinde hislerimi içimde tutamadan "Soluk veriyor," dedim sessizce.

"Hayat veriyor," diye fısıldadı ılık nefesi yüzümde süzülürken. Alnımı öptü. Ardından eğildi ve mühre bastırdı dudaklarını. "Güç kaynağım."

Saçlarını okşarken gülümsedim. Kendini sırt üstü yatağa bıraktı ve beni yeniden sinesine çekti. İtaatkâr bir tavırla ona sığınıp başımı omuzuna yasladım, kolumu karnına doladım. Nefeslendim ve yeniden kokusunu soludum. Bu defa benim elim ulaştı mührünün üzerine, ona dokunmayı seviyordum.

"Şimdi biz, çok mu güçlendik?" diye sordum sessizce.

Tek eli saçlarımın üzerinde yavaş yavaş hareket eden bir tarak görevi gördü. "Hissetmiyor musun?"

"Aslında..." dedim göğsünü izlerken. "Birleşme sırasında... Ruhanî bir akım hissettim. Ama şimdi her şey aynı gibi."

"Henüz içinde taşıdığın gücün bile farkında değilsin, değişikliği sezememiş olman çok normal. Ben içinde olduğum andan itibaren kanımdaki kaynamayı hissettim. Gücümüz seviye atladı Efsun, içimizde dönüşmeye devam ediyor, hâlâ. Tamamlanması biraz zaman alır sanırım."

"O sıcaklık ondan mı? Ben sen dokunuyorsun diye oluyor sanıyordum."

Hiç düşünmeden verdiğim cevaba karşılık Alaz'ın dudaklarından sesli bir kahkaha döküldü ve kolları beni daha sıkı sararken "Benim de etkim vardır tabii," deyip dudaklarını boynuma bastırarak art arda öpücükler kondurdu.

Tebessüm ettim. Alaz geri çekildiğinde gözlerine bakıp derin bir nefes aldım. Biraz öyle zaman geçirdikten sonra "Biz bundan nasıl ayrı kaldık?" dedim bir anda ciddileşerek. "Yanındayken bütün olduğumu anlıyorum, biz aylarca nasıl yarım yaşadık?"

Alaz'ın da gülümsemesi silindi. Bu konu, o zamanları hatırlamak ona da iyi gelmiyordu, farkındaydım. Ben ne kadar acı çektiysem o da o kadar sınanmıştı, yüreği yanmış, kül olmuştu. Şimdi yeniden doğmuş olmamız bir zamanlar yandığımız gerçeğini değiştirmiyordu.

"Yaşayamadık," dedi tek düze bir sesle. Elini yukarı kaldırıp saçlarımı nazikçe geriye atarken konuşmasını sürdürdü. "Ben o bir yılı hayattan saymıyorum. Bir ölüden farksızdım, ruhum sende kalmış, seninle birlikte dünyana dönmüştü. Senin ruhunsa bendeydi ve ruhlarımız eşleri olmadan yalnızca bir ölüden ibaretti."

Yaşadıklarım dün gibi zihnimde canlandığında sanki hâlâ o andaymışım, şimdiki zamansa zihnimin hayallerinden biriymiş gibi ürperdim. Boğazıma oturan yumruyu hissederken dilimle dudaklarımı ıslattım. İç çektim.

Biraz sonra, "Hafızamı sildirmeyi düşündüm," diye itiraf ettim.

Alaz kaşlarını çattı. "Ne?"

Gözlerim sızladı. Utanç duyarak başımı salladım. "Bir dizide gördüm ve aklıma yattı. Şok tedavisi görmek, bu sayede bana hissettirdiğin her şeyi unutmayı düşündüm. Çünkü seni düşünmek acı veriyordu. Seni hatırlamak, yatağın sol tarafına dönememek, döndüğümde karşılaştığım boşlukla saatlerce ağlamak, rüya görmek, uyanmak ve büyük bir arzuyla soluma bakmak, seni yine bulamamak... Beni öldürüyordu. Seni unutursam, hiç var olmamış olacaktın..."

Yutkundum. "Ancak yapamadım, seni unutma ihtimali senin için acı çekmekten daha ıstıraplıydı."

Alaz bana öyle bir baktı ki, onu tanımasam kapkara harelerinden litrelerce yaş döküleceğini sanırdım. Siyah gözlerine çöken buğuyu seçmemek imkânsızdı, kaşlarının ucu çok hafif yukarı kalkmıştı ve nefes alış verişleri kesik kesik bir hale bürünmüştü. Afalladığını görebiliyordum, konuşamayacağını düşündüm çünkü açık kalan dudakları asla hareket edemiyordu. Âdemelması oynadığında yutkunduğunu anladım.

En nihayetinde "Güzelim, güzelim..." dedi güçlükle ve beni içine sokmak istercesine sardı. İşte, buradaydı, kolları beni sarıyordu ve tüm acılar mazide kalmıştı. Dudaklarını saçlarımın üzerine bastırdı. "Geçmişe dair işittiğim tek bir cümlenle ayaklarına kapanmak istiyorum. Seni bu acılardan koruyamadığım için kendimden nefret ediyorum."

Apaçık titreyen sesiyle coşan ağlama arzumu zor dizginledim, böylesine büyülü bir gecenin sabahında onu kötü etkilemeyi tahayyül dahi edemiyordum.

"Sen doğrusunu yapmaya çalıştın, doğru bildiğini..." dedim olgun düşünerek. "İkimiz için en iyi olanı bulmayı denedin. Suçlu biz değiliz. Alaz, biz birimizin felaketiyiz, bu en başından beri böyleydi." Elimi mührün üzerine koydum. "Ama birbirimizin devasıyız da aynı zamanda. Felaketim de devam da sende saklı. Felaketin de devan da bende saklı."

Tebessüm etmeyi denedi ancak başarısız oldu. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından "Baktığım her yerdeydin," dedi. "Sen buradayken hiçbir eyalet güneşe ihtiyaç duymuyordu, ışığın fazlası kör eder ancak senin yokluğundu beni kör eden. Döndüğünde eskisi gibi bulamayacağımın ihtimali... Bir daha asla kollarımda olamayacağın düşüncesi..." Yutkunmayı denedi. "Kalbini bana ait bulamama fikri..."

Tamamlayamadı, sesinde zelzeleler vuku buldu. Konuşurken acı çekiyordu, düşüncesi bile yaralıyordu sevdiğim adamı, hissediyordum.

"Öyle bir şeyin imkânı yok," dedim biraz olsun yatıştırabilmek için. "Ne gözlerim ne de kalbim senden başkasını görmedi hiçbir zaman. Sevgimde zerre azalma olmadı, bana ihanet ettiğini bildiğim halde sana ihanet etmedim. Ama..."

Duraksadığımda kaşları gözlerinin üzerine indi. "Ama?"

Duyacağı cevaptan ürktüğünün farkındaydım.

Bilmem kaçıncı kez ıslattım kuruyan dudaklarımı. "Ama denedim," diye itiraf ettim.

Aynı ifadeyle beni seyretmeye devam ediyordu. Ben sessiz kaldığımda çenesini sıktığını seçebildiğim Alaz konuşmadan önce nefes aldı, ellerimin yaslı olduğu göğsü yükseldi. "Şu... Adamla mı..." dedi sessizce ve ben kimi söylediğini çözmeye çalışarak kaşlarımı çatarken dudaklarını birbirine bastırdı. "Çocukluk aşkın olan... Furkan."

Pembe bisiklet gitaristini Alaz'a ilk aşkım olarak tanıttığımı hatırlayıp yüzümü buruşturdum, aynı zamanda da vicdan azabı çektim. Zavallım, ilk aşkım sandığıyla onu unutacağımı falan mı düşünmüştü yoksa geçen zamanlarda? Oysaki benim ilkim de sonum da kollarının arasında olduğum kişiydi, kalbim diğer tüm etkenlere çoktan kapanmıştı.

Furkan meselesini müsait bir zamanda Alaz'a anlatırdım ancak şimdi değildi.

"Hayır..." dedim ağız ucuyla. Ve hazır konusu açılmışken, birbirimizden hiç gizli saklımızın olmamasını istediğimden devam ettim. Üstelik sırf canını acıtmak için Arman'la bir şeyler yaşadığımı ima etmiştim buraya tekrar geldiğim günlerin başlarında. Aklında öyle kalmasını istemiyordum.

"Doğum günümde, kız kardeşim bana hediye olarak konser bileti almıştı. O güne kadar hiçbir şekilde dışarı çıkmamıştım ancak bu evrene gelişim bir konser sonrası olduğundan yine aynı olay gerçekleşir umuduyla kabul ettim."

Acizliğimi hatırlayıp hüzünle gülümsedim. Alaz pür dikkat dinliyordu.

"Konserde... Karşıma çıkan bir adamı sen sandım... Peşinden gittim. Durdurdum ve bana döndüğünde seninle uzaktan yakından alakasının olmadığını gördüm. Yine de... Giyimi kuşamı andırıyordu seni, bu yüzden... Tamamen saf duygularla ona numaramı verdim. Sırf sana benziyor diye..."

Sustum.

Ancak Alaz susmamı pek istiyor gibi değildi. Tek kaşını yukarı kaldırdı. "Sonra?" dedi güçlükle. Ardından yutkundu. "Ya da anlatma, boş ver. Yaptığın hiçbir şey için seni suçlayamam, sana o imkanları zorla sunan bendim, seni buna ben ittim."

"Sonrası yok," diye geçiştirdim, anlayacağını bilsem de aklında başkasıyla bir şey yaşadığım düşüncesinin kırıntısının dahi olmasını istemezdim. "O benimle olmak istedi ama ben istemedim. Çünkü her ne kadar aşkının yalan olduğunu duysam da dudaklarından, gözlerin bunu söylememişti. Çünkü hâlâ göğsümde mührün, mührün altında aşkın vardı. Sen bana ihanet etmiş olsaydın bile, ben kendime ve duyduğum bu aşka ihanet edemezdim."

Birkaç saniye öylece yüzüme bakmasının ardından nefesini serbest bıraktı. Üzerine yayılan rahatlamayla elini enseme koydu, başımı hafifçe kaldırıp dudaklarını alnıma bastırdı. "Sen benim şansımsın," diye mırıldandı. "Teşekkür ederim. Bana kendimi asla affetmeyeceğim bir ders vermediğin için... Efsun, bazen senin tarafından bu kadar güzel sevilmeyi hak edip etmediğimi sorguluyorum. Ben buna değer miyim? Emin ol bilmiyorum."

"Diyene bak," diye fısıldadım gülercesine. "Benim için ailesine sırtını dönüp krallık kuran bir adamın sevgisini hak ettim mi ben peki?"

"Sana değer güzelim," dedi ve yüzümü öptü. "Hepsi değer. Sorgulama hiç."

Güler gibi oldum. "Şımartıyorsun..."

"Şımar," dedi sorun etmeden. "Şımarınca da çok güzelsin."

Gözlerimi kapatarak başımı iki yanıma hareket ettirdim. Ardından tekrar sesli olarak iç çektim ve "Alaz..." dedim.

"Söyle sevgilim."

"Aileni... Özlemiyor musun?"

Biraz beni izledikten sonra cevap vermeden önce siyah gözlerini tavana dikti. Nefes alıp verme sesini duydum. Çıkıntılı âdemelmasının hareket etmesiyle yutkunduğunu anladım.

"Doğrusu, elbette özlediğim oluyor," dediğinde içim sızladı. Yalnızca gözlerini bana çevirdi. "Ama seni özlediğim kadar değil."

Tebessüm edip parmak uçlarımla yüzünü okşadım. Seviyordum bu adamı. Çok seviyordum.

"Yine de onlardan ayrı, onlara düşman gibi yaşamak zor olmalı."

"Senden ayrı yaşamak kadar değil."

Kaşlarımı çattım, işi oyuna çeviriyordu. Ciddileşmesi için uyarı tonuyla "Alaz," dediğimde gülümsemesini silerek bana baktı tekrar.

"Efsun," dedi büyük bir ciddiyetle. "Ailem doğmama ve yaşamama sebep olanlar, evet. Onlara minnettarım, bana bir hayat sundular, beni bu hayata getirdiler, büyüttüler ve en sonunda dolaylı yoldan seninle karşılaşmama sebep oldular." İşaret parmağıyla sol göğsümün üzerine dokundu. "Ama benim esas yuvam burası. Burayı yıkmak isteyeni silerim, burayı yok etmek isteyen kim olursa olsun önce beni yok etmeli."

Bana karşı duyduğu bu bağlılık içimdeki sevgisine sevgi, aşkına aşk ekliyordu. Fakat ailesiyle bu durumda olmasına da içerlemeden edemiyordum. Sırf bu yüzden, "Yine de keşke böyle olmasaydı," dedim. "Keşke onlardan gizli bir krallık kurmasaydık, keşke birlikte olsaydık."

"Karşımızda olmayı seçtiler, en başından beri. Artık yapacak bir şey yok." Kaşları havalandı. "Hem," derken tekrar başını bana eğip alnını alnıma yasladı. "Sen, ileride bana daha güzel bir aile verirsin. Vermez misin?"

Gözlerimi kıstım. "Nasıl yani?"

Dişlerini göstererek gülümsedi. "Her şey bitince... Boy boy çocuklar vermez misin bana?"

Gülümseyişi bana da bulaştı. Çocuk kelimesini duyunca hiç unuttuğum ve ancak Alaz'ın söyleyişiyle aklıma gelen bu gerçekle yüzleşmek duraksamama neden oldu. Yanaklarım ısındı ve gözlerimi kaçırdım. "Çocuk ihtimali de vardı, değil mi?"

"Henüz yok," dedi. "Ama ileride, neden olmasın?"

Bir anda omuzlarıma yüklenen sorumluluğun kasvetli havasının kalkmış olmasıyla rahatladım. Gözlerimi kaçırdım ve bu defa tavanı izleyen ben oldum. "Kendimi hiç anne olarak düşünmemiştim. Çok uzak bir ihtimal gibi."

"Ben düşündüm," dediğinde alt ve üst kirpiklerim birbirine yaklaştı. Yeniden Alaz'a ilişti gözlerim. "Alina'yı kucağına alıp sakinleştirdiğin gün..." Yaklaştı ve dudaklarını neredeyse kulağıma değdirip huylandırarak konuşmasını sürdürdü. "Bu kadın, dedim. Benim, çocuklarımın annesi de olmalı."

Başımı omuzuma eğerek "Alaz..." dedim büyük bir mutluluk ve haz içinde gözlerimi kapattım.

"Efsun," dedi öpücükleriyle beni yeniden esir alarak. "Kalk hadi, yoksa ben kahvaltımı seni yiyerek gerçekleştireceğim. Hatta bunu daha çok isterim."

"Bu ayrılma işini neden hep ben yapıyorum?"

"Çünkü bende ayrılacak güç de bırakacak güç de yok. Kalkma boş ver, kahvaltıda Efsun bence harika fikir," dedi dişlerini ayırarak yanağımı ısırmak için bir hamle yaptı.

Kahkaha atarak "Hayır hayır!" dedim ve çevik bir hareketle kocamdan kurtuldum. "Ben gerçekten açım, önce Efsun'unun doyması gerekiyor."

Yatağın Alaz'dan en uzak noktasına gidip ayaklarımı yataktan sarkıttım. Beni izlediğine emin olduğum Alaz, "Kahvaltıdan sonra?" diye sorduğunda omuzumun üzerinden ona baktım.

"Buraları gezdireceğine söz vermiştin."

"Dışarı da çıkmazsak bir şey kaybeder miyiz?" dedi fikrini hemen değiştirmiş gibi. "Kar kış da şimdi... Çıkıp ne yapacağız?"

Gözlerimi kapatıp açtım. "Alaz..."

"Tamam..." dedi pes eder gibi ve tekrar yattı. "Bir de açık havada deneriz."

Vücudumdaki kanın derecesi yükselirken, ağzımı kocaman açarak yastığımı elime alıp "Çok fenasın!" diyerek yüzüne fırlattım.

Yastığı tek eliyle geriye atarken ayağa kalktığımı görüp hiç çekinmeden arsız bakışlarla vücudumu süzdü. "Çok güzelsin," diye karşılık verdi, dirseklerinin üzerinde doğruldu. "Ve bu, kabul ettin demek mi oluyor?"

Dolabı açıp kendime kıyafet bakarken omuz silktim. "Çok beklersin."

Bir cevap vermeden önce ayağa kalktı, bana doğru attığı adım sesleri daha yakından duyulmaya başladıkça ruhumdaki yoğunluğu daha net hissettim. Tam arkama geçti büyük elleri bel oyuntuma kapandı ve bedenimi kendine bastırıp, "Çok beklersin dediğin hiçbir şey için çok beklemedim Efsun," dedi.

"Bir şey için bekledin..."

"Elimizde olmayan nedenlerden ötürü," dedi o da kendine kıyafet bakarken. Ardından göz ucuyla beni kontrol etti. "Ayrıca Kuray'ın yersiz ziyaretleri olmasaydı... Bu kadar beklemezdim."

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Evlenmeden olmazdı."

Sırıttı. "Biz zaten evliydik."

Kaşlarımı kaldırdım. "Ama ben bilmiyordum."

Yüzünü buruşturdu. "Bunu ilk öğrendiğimde söylememekle hata etmişim."

Gülümseyerek siyah kazak elbiseyi elime aldım. Bu sırada Alaz, "Beyazını giysene," dedi ve ona şöyle bir baktım. "Beyaz çok yakışıyor."

Renklerin benim için pek bir önemi yoktu, Alaz'ın hassasiyetini bildiğim için itiraz etmeden aynı kazağın beyazını aldım elime, "Eşim nasıl isterse," diye ekledim ve ona arkamı dönüp yatağa ilerledim. Aldığım kazak elbiseyi yatağın üzerine bıraktım. Beyazı giyindim. "Kahvaltıda istediğin özel bir şey var mı?" diye sordum.

"Kraliçem bana kahvaltı mı hazırlayacak?" diye seslendiğinde omuzumun üzerinden ona baktım.

"Evet, ama çok bir şey bekleme... Ne istersin?"

"Efsun dudağı?"

Nefeslenerek güldüm. "Aklın fikrin..."

"Sende," diye tamamladı cümlemi.

Kalbime ektiği sevgi tohumlarıyla kocaman gülümseyerek sağıma döndüm ve Alaz'ı arkamda bırakıp çıplak ayaklarımla dışarıdaki yoğun kar yağışının aksine sıcak olan dağ evinin mutfağına girdim. Hiçbir şey yapmadan evvel avuç içlerimi tezgâha yasladım ve pencereden dışarıyı izlemeye koyuldum. Öyle uyumuştuk ki, vakit öğleyi geçmişti. Gün karanlıktı, fakat dışarısı tıpkı ruhum kadar beyazla kaplıydı. Dudaklarımın içten gülümsemelerle şekillenmemesi güçtü, suratımın aylar süren asıklığı veda etmiş, uzun zaman sonra aynada canlı bir Efsan görmüştüm. Bakışımla etrafa kalpçikler saçtığımı düşünüyordum, her yer yeni renklenmişti sanki ya da ben renkleri yeni öğrenmiştim.

Zihnime bir perde çektim, acı verici anıları bir kenara ittim.

Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp gülümseyerek derince soluduktan sonra çekmeceyi açtım, bir bıçak çıkardım, tezgâhın üzerine bıraktım ve ne var ne yok görebilmek adına dolaba ilerledim. Ağzına kadar dolu olan dolaptan kurutulmuş et, hindi füme, domates, zeytin, mantar, yumurta ve mısır konservesini kucaklayıp ellerim dolu olduğundan dolabı ayağımla geri kapattım. Aslında bunları büyüyle de yapabilirdim ancak büyü, bana taşımaktan daha zor ve yorucu geliyordu.

Elimdekileri tezgâha bıraktıktan sonra sebze dolabından iki patates çıkardım, patatesleri yıkayıp soydum ve halka şeklinde doğramaya başladım. Dudaklarımda sözsüz bir melodi hakimdi, sessizce onu mırıldanıyor arada kafamı sallayıp ritme eşlik ediyordum.

"Ne yapıyorsun?"

Alaz'ın sesini işitmemle varlığını hissetmem bir oldu. Arkamdaydı, avuçlarını belimin iki yanından tezgâha yaslamıştı ve dudakları yanağımda yerini alıp tatlı bir öpücük bıraktı. Tebessüm ettim, geri çekildiğinde bıçağı yukarı kaldırdım ve sırtını tezgâha yaslayarak beni izleyen Alaz'a bakarken "Patates pizzası," dedim. "Annem çok yapardı. Hiç yemiş miydin?"

"Evrenler arası lezzetler," derken gülümseyip omuz silkti. "Yemedim. Ama güzel olacağına şüphem yok." Tezgâhı kontrol etti. "Ben ne yapayım?"

Başımı abartılı bir ifadeyle omuzuma eğip gözlerimi büyüttüm. "Efendimiz Alaz... Sizin gibi bir sarayzade nasıl yemek yapar? Bana bırakın lütfen."

"Efendimiz Efsun..." dedi tıpkı benim gibi. "Siz de bir sarayzadesiniz."

"Ama ben halktan geldim."

Kaşlarını çattı. "Beni dışlıyor musun?"

"Diyorum ki sen bu kadar yakındayken yapılacak işe odaklanmak çok zor!"

Birkaç saniye daha bana baktıktan sonra ne dediğimi geç anlamış gibi kafasını geriye atıp küçük sesli bir kahkaha attı.

"Gülme," dedim ciddileşerek. Ve bıçağı kesme tahtasının üzerine bıraktım. "Belki de büyüyü de bu yüzden öğrenemiyorumdur Alaz. Liva'ylayken çok daha verimli çalışabiliyorum ya da Kuray... Ama seninleyken..." Yanaklarım ısındı. "Zor oluyor. Öğretmenimi değiştirsek mi?"

Çekirdeksiz zeytinlerden birini ağzına atıp çiğnedikten sonra, "Ama benim en sevdiğim öğrenci sensin," dedi. Zeytini yuttu. "Bu yüzden... Kabul edilmedi."

Kalbim yeniden kıpır kıpır olurken sesli nefes alıp verdim. Önüme dönüp patatesi doğramaya devam ettim, "İyi," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Savaşta hiçbir şey yapamayıp öylece düşmanlarla bakışırsam sorumlusu sensin."

"Korurum seni ben," diye mırıldandı. Hâlâ aynı şekilde beni izlemeyi sürdürüyordu. Başını birazcık eğip burnunu saçlarıma değdirdi. "Hem, dünden sonra yeterince güçlendim. Benim gücüm ikimize de yeter."

"Beni olayların bu şekilde dışında tutmayı düşünüyorsan, Alaz Şahzade," dedim ve ona dönüp dudaklarına ufak bir öpücük bıraktım. "Yanılıyorsun. Bir an evvel şu büyü işini çözmem gerekiyor."

"Seni benden başka kimsenin ulaşamayacağı yerlerde saklamak istiyorum, evet..." dedi sessizce. Soluğunu bırakışını duydum, nefesi saçlarımı havalandırdı. "Ama ne yazık ki bu mümkün değil. Haklısın güzelim, güçlerini bir an evvel geliştirmen gerekiyor."

"Yani, öğretmenimi değiştiriyoruz?"

"Hayır," dedi itiraz kabul etmeyen bir ses tonuyla. "Güçlerimiz birbirine denk, benden başkasıyla çalışamazsın. Onun yerine seni bu yakınlığa alıştırmam gerekiyor." Elleri belimin iki yanından kavrayıp beni kendine çektiğinde bıçak çoktan düştü, bedenim tümüyle Alaz'a döndü.

Nişastalı ellerimi boynuna dolayamadığım için öylece havada bıraktım ve "Fırsatçısın," dedim gülerek.

"Öyleyim," deyip alnımı öptü. "Eşini çok özlemiş, onu aklından çıkaramayan, yanındayken bile doyamayan bir fırsatçı."

Tebessüm ederek başımı göğsüne yasladım ve kollarını bana dolamasına izin verdim. Kokusunu içime çekerek öyle durdum biraz.

Huzur dolu birkaç saniyenin ardından "Alaz," diye fısıldadım.

"Hım?"

"Birleşmemiz, beni senden daha güçlü birine çevirseydi... Sadece bana güç verseydi... Yine de benimle olmak ister miydin?"

"Güçlenmenin beni rahatsız edip etmeyeceğini mi sormak istiyorsun?"

"Sadece merak ettim," dedim sessizce. "Birlikte olduğun kadının senden güçlü olması sana ne hissettirir?"

"Beni gururlandırır," diye yanıtladı hiç düşünmeden. "Elbette yine seninle olmayı isterdim, sana güç vermek beni neden rahatsız etsin?"

İçim aşkla dolarken tekrar gülümsedim, kafamı göğsünden ayırdım, parmak uçlarımda yükselip sakallarından arınmış yanağına bir buse kondurdum. "Teşekkür ederim," dedim. "Patates pizzasını hak ettin. Mantarları doğrayabilirsin."

Ondan ayrıldığımda gülümsüyordu.

"Büyüyle neden yapmıyorsun?" diye sordu. "Aynı anda birden fazla malzemeyi doğrayabilirsin."

"O zaman ben değil büyü hazırlamış olur..."

Sessizce kahkaha attı. "Büyü gücün de senden bir parça Efsun. Her şeyden önce onu sahiplenmen gerekiyor."

Duraksadım. Söylediklerine hak verir gibi oldum ve "Burada mı hata yapıyordum acaba?" diye sordum. "Onu kabullenmiyor muyum?"

Başını çok hafif önüne eğdi. "Olabilir."

"Bu nasıl çözülebilir?"

"Daha çok pratikle."

"Ama şu an tatildeyiz, değil mi? Yarına dek..."

Gülümseyerek kafasını salladı. "Tembel bir öğrencisin."

Patatesleri tavaya dizerken "Değiştir diyorum, değiştirmiyorsun," dedim.

"Ben tembel seviyorum."

Ona yapma dercesine baktım. Yanağımdan bir makas aldı, ardından kesmeye devam etti.

Kahvaltımızı -esasen buna öğle yemeği de denilebilirdi- büyük bir keyif ve iştahla yapmamızın ardından üzerimize montlarımızı alarak dışarı çıkmıştık. El ele tutuşuyorduk, kar taneleri başımıza değiyor, saçlarımızın arasında eriyip gidiyordu. Gölün etrafında yürümüş, ormana karışmıştık. Nereye gideceğimizi bilmiyordum, doğrusu bir önemi de yoktu.

Önemli olan yanımdaydı ve o benimleyken olduğum her yer, kaç evren varsa hepsinin en güzeli oluyordu.

Açık bir vadiye ulaştığımızda kulaklarım artık kurt ulumalarından başka bir sese şahitlik etmişti, bu sesin gürül gürül akmakta olan bir şelaleye ait olduğuna dair şüphem yoktu. Bakışlarım sesin kaynağını ararken girişini buz sarkıtlarının çevrelediği mağaraya ilişti.

Gözlerimi kısarak Alaz'a baktım. "Burası mı?"

Başını eğip yukarı kaldırdı. "Çok beğeneceksin," deyip elimi bırakmadan yürümeyi sürdürdü.

"Dışarıdan korkunç görünüyor," dediğimde yanağında belirginleşen gamzesi de anında almıştı gözlerimi.

"İçerisi sıcacık."

Kaşlarımı manidar bir tavırla havaya kaldırdığımda Alaz aynı manidarlıkla göz kırptı ve bana tuttuğu elimle birlikte ona eşlik etmekten başka yol bırakmadı.

Vadinin kapısına yaklaştığımızda suyun sesine eşlik eden bir ezgi işittim, attığımız her adımda bu ezgi daha da netleşiyordu.

Kaşlarımı çatıp tekrar Alaz'a baktım. "İçeride birileri mi var?"

Telaş yapmış gibi değildi, hâlâ rahat görünüyordu. "Su perileri," dedi sessizce. "Yıkanırken şarkı söyleyip suyun tadını çıkarıyorlardır."

Su perileri... Bu türü bana ilk kez, evren değiştirdim değiştireli hiçbir şekilde karşılaşmadığım, ne durumda olduğuna dair hiçbir bilgimin olmadığı Sıraç Şeyhanlı tanıtmıştı, doğrusu onunlayken hiç görmemiştim ancak içinde bulunduğum dünyada bu tarz yaratıkların olduğunu ilk ondan duymuştum. Eğer sana güvenirlerse, kendilerini ve dans gösterlerini izletirler demişti. Ve o konuşmadan aylar sonra, Alaz'ın doğum gününde o beyaz kameriyenin altında birbirimize aşkımızı itiraf ettiğimizde göstermişti o güzel periler kendilerini. Bizim için dans da etmişlerdi hatta ve hatta. Lakin muhtemelen aşk sarhoşluğundan, onlara doğru dürüst dikkat edememiştim.

"Giremeyecek miyiz yani?" dedim usulca. "Belki rahatsız edilmek istemezler."

"Belli bir yurtları yok, her akarsu evleri onların. O yüzden sorun değil."

Tekrar içeri gireceğimiz sıra elini çektiğimde yeniden bana baktı. "Bekle," dediğimde tek kaşını yukarı kaldırdı.

"Su perilerinin hepsi kadın oluyordu, değil mi?"

Çenesi sol omuzuna doğru kalktı. "Evet?"

"Uygunsuz bir halde olabilirler, ben neden kocamı kadınlarla dolu bir yere götürüyorum?"

Çözümleyici bakışları yer değiştirdi ve birkaç saniye içinde yüz ifadesi sırıtışıyla şekillendi. "Efsun, su perilerinin erkeklere ilgisi yoktur. Kimseye yoktur."

"Yani?" derken omuz silktim. "Senin var ama sonuçta değil mi?"

"Var," diye onayladığında kanımda kaynayan kıskançlığı iliklerime kadar hissettim. Biraz yaklaştı, burnunun ucu neredeyse burnuma değecekti. Bakışlarına akan yoğunlukla birlikte "Sana karşı," diye ekledi. "Efsunseksüelim ben."

Şöyle bir ona baktıktan sonra gülümsememi tutamadan elimi yukarı kaldırdım, kar havasının soğuklaştırdığı yanağına ufakça tokat atar gibi bir dokunuş bıraktım. "Edepsiz kral."

Biraz daha yaklaşınca alnı alnıma değdi. "Sana edepsiz..." Burnumun ucunu öptü. "Çok üşümüşsün, kıpkırmızı minik burnunun ucu. Girelim hadi. Merak etme, uygunsuz değillerdir. Onların derileri, kıyafetleri; çıkarmak gibi bir seçenekleri yok."

İçime bir nefes çektikten sonra nefesimi sesli olarak serbest bıraktım ve "Peki madem," dedim. Alaz geri çekilip elimi tuttuğunda bu defa içeriye girmemek için bir bahane sunmadım. Sunamadım.

Mum ışıklarıyla aydınlatılmış gibi görünen mağaranın içi biz ilk adımımızı atar atmaz kör edici bir karanlığa büründü, içeri girmeden önce son işittiğimse birkaç ağızdan çıkan korku dolu "Hi!" sesleriydi. Ben de telaşla gerilerken artık yüzünü göremediğim Alaz'a baktım ve "Neler oluyor?" diye fısıldadım. Bana güven vermek istercesine sıktı elimi.

"Merhaba," dedi yürümeye devam ederken. "Biziz, Karmela'nın Kral ve Kraliçesi. Endişeleneceğiniz bir durum yok, size zarar vermeyeceğiz."

Birkaç saniye boyunca duyulan tek şey şelalenin gürüldeyen sesi ve birkaç su damlasının pıt pıt zemine düşmesi oldu. Ardından önce içeriye aydınlık doldu akabinde suyun yüzeyinde daha evvel hiç dikkat etmediğim, aşinalığımın olmadığı bir varlık belirdi.

İçinde bulunduğu göle ışık yayan bu varlığın ne olduğunu bilmeseydim dahi ona su perisi derdim. Teni su yeşili rengindeydi. Yüzü bir melek kadar kusursuzdu ancak insanı hiç andırmıyordu, küçük bir burnu, ufak ama dolgun dudakları, kalemle boyanmış gibi duran parlak, şekilli kaşları vardı. Deniz kızı, belki de balığı andırıyordu lakin adlandıramayacağım, farklı bir aurası, güzelliği vardı. Etkileyiciydi. Bunun sebebi, su da olabilirdi. İnsan denize, göle, ırmağa bakmaya doyamazdı. Tıpkı karşımdaki varlığı izlemeye doyamayacağı gibi.

Masmavi gözleriyle bizi inceledikten sonra hafiften tebessüm ederek suya dokundu, avucundan yansıyan ışık suyu aydınlatırken "Çıkabilirsiniz," dedi, sesi konuşurken dahi şarkı söyler gibiydi. "Gerçekten kral ve kraliçemiz onlar." Bize baktı, reverans yapar gibi eğildi gölün yüzeyinde. "Hoş geldiniz."

Saniyeler içinde akarsuyun yüzeyinde aynı türden onlarcası belirdi ve mağaranın içindeki ışık daha belirgin bir hâl aldı. Su perileriyle karşılıklı olarak birbirimizi hayranlıkla izlerken onların dudakları gülümseme şeklini aldı, hep birlikte eğildiler ve "Efendilerimiz, hoş geldiniz," dediler müzikal filmleri aratmayacak bir uyumla, koro halinde.

Ve birkaçı su yüzeyinde yükselip alçaldı, takla atıp döndü.

Alaz kulağıma yaklaştı. "Sevinç gösterisi."

Dişlerimi göstermeden gülümsedim. "Çok güzeller," diye fısıldadım ve tekrar onlara döndüm.

"Nasılsın Sylvia?" dedi Alaz ilgisini yeniden perilere verdiğinde. "İyi görünüyorsunuz."

Sylvia yani en ortadaki peri ellerini önünde birleştirerek başını hafiften önüne eğdi. "En iyi günlerimizi yaşıyoruz, Efendimiz."

Arkalarındaki periler dişlerini göstererek gülümsediler ve koro halinde Sylvia'yı tekrarladılar. "En iyi günlerimizi yaşıyoruz, Efendimiz."

Alaz'ın alt ve üst kirpikleri birbirine yaklaştı. Perilere ilerledi, dizlerinin üzerinde eğildi ve daha yakından konuştu. "Sizi rahatsız eden ya da tehlikede olduğunuzu düşündüren bir durum oldu mu? Sulara sinen, hissettiğiniz farklı büyü kokuları?"

Sylvia başını olumsuz anlamda iki yanına doğru hareket ettirdi. "Sularımız henüz ilk günkü kadar bakir. En ufak farklılığı size bildireceğimize dair şüpheniz olmasın."

Alaz dudaklarını birbirine bastırdı. "Şüphem yok."

Sylvia gülümsedi. Gülümseyişi dahi şarkı gibiydi. "Burada yeterince oyalandık, sizi yalnız bırakmadan önce bizden istediğiniz bir şey var mı?"

"Işığınız," dedi Alaz. "Karanlık pek işimize yaramaz."

"Oldu bilin, ışığımız her daim sizinle," dedi ve suyun içindeki elini dışarı çıkarıp bana uzattı. İçine ampul yerleştirilmiş gibi parlayan beyaz çiçeği gördüğümde kaşlarımı çattım. "Bu sizin için. Düğün hediyeniz. Kraliçeliğiniz kutlu olsun, efendim."

Hafiften tebessüm ederek bir adım attım, Sylvia'ya biraz daha yaklaştım ve tıpkı Alaz gibi dizlerimin üzerinde eğildim. Çiçeğe elimi uzatırken "Bu nedir?" diye sordum.

"Suda yetişen Zamalva çiçeği. En karanlık anlarda bile ışık saçar. Sizin gibi."

Dudaklarım sevimli bir gülümsemeyle şekillenirken "Teşekkür ederim," dedim mahcup ifademle. "Çok naziksiniz."

Çiçeği elime aldım, tıpkı söylediği gibi parlaklığını korumaya devam ediyordu.

"Bize böyle güzel bir yuva sunduğunuz için biz teşekkür ederiz. Mutluluğunuz daim olsun."

Arkadaki periler hep bir ağızdan tekrarladılar. "Daim olsun mutluluğunuz."

Ardından hep birlikte suyun üzerinde atladılar, suyun içine girdiler ve çok geçmeden gözden kayboldular.

Hâlâ suyun yüzeyine bakıp az önce burada olan varlıkları zihnimde canlandırırken "Ne kadar güzellerdi," dedim şaşkın şaşkın.

"Her güzel şey gibi, onların da sıkıntıları büyük."

Eşime baktım. "Nasıl?"

Alaz kayalıklara oturduğunda ben de oturdum. Gölü seyrederken sıkıntıyla nefeslendiğini duydum. "Su perilerini yakalamak isteyen, onların büyüsüne kapılan sapık zihniyetler var. Onları tek başlarına yakalayıp hapsediyorlar ve..." Sessizleşti. "İstismar ediyorlar."

Tüylerim diken diken oldu. Dehşet içinde Alaz'a bakarak "Ciddi olamazsın," dedim.

Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Maalesef ciddiyim. Aynı zamanda sonsuz güzellik formülünün de onlarda saklı olduğu söylenir, güzelliğe takıntılı kadınlar tarafından da istismar edilmişlerdir. Bu nedenle kendilerini gizlerler ve tam olarak güvenmeden kimseye görünmezler."

"Sana güveniyorlar."

Hafiften tebessüm ederek onayladı. "Bunda, Varilok Büyücülük Sarayı veliahdı olmamın da payı vardı." Bana baktı, ardından elimdeki çiçeğe. "Seni de seviyorlar."

Gülüşüne karşılık verdim. "Bunda, eski Varilok Büyücülük Sarayı veliahdı Alaz Şahzade'nin eşi olmamın da payı var..."

Kaşları yukarı kalktı. "Bak, yine hatırlattın..."

Gülüşüm asla silinmedi.

İç çektim, önüme dönüp gölü izledim. "Şimdi bizim, suyun içinde bile adamlarımız var, öyle mi?"

"Adam değil, dostlarımız."

Yüzümü buruşturdum. "Evet, adam kötü bir tabirdi. Dostlarımız..." Hayranlıkla "Vay canına," dedim, etkilendiğim sesimden dahi belli oluyordu. "Bu harika bir şey. Alaz, sen çok işini bilen bir adamsın."

"Aldığım eğitimlerin bir faydası elbette oluyordu."

Başımla onayladım. "Tam bir kralsın."

"Senden bunları duymak harika..." Hareleri mağarayı süzdü. "Sevdin mi?"

Bu söylediğiyle ancak bakabilmiştim çevreme. Suyun rengi yemyeşildi ve öyle berraktı ki dibi görünüyordu, mağaranın tavanında sarkıt şekiller vardı, karstik yapı kendiliğinden heykel şekillerine dönüşmüştü. Hoş bir hava hakimdi.

"Sanırım beni götürdüğün her yeri sevmekten başka seçeneğim olmayacak."

Gözleri gözlerimden ayrılmadı. "Yanında olduğum her yeri sevmekten başka şans bırakmayacağım sana." Tuttuğu elimi yukarı kaldırdı, dış yüzeyine içimi sızlatan bir öpücük kondurdu ve "Hadi, suya girelim," dedi. "Merak etme, sıcak."


Nefes aldım, verdim. Doğrusu su gerçekten harika görünüyordu ve Alaz'la biraz orada vakit geçirmek benim de istediğim bir şeydi. Kalkanın vermiş olduğu rahatlıkla başımı evet dercesine aşağı eğdim. Elimdeki çiçeği kuru bir kayalığın üzerine bıraktım, ardından çizmelerimin fermuarını aşağı indirip ayaklarımdan çıkardım. Ellerimi kazağımın eteklerine götürdüğümde elimde olmadan etrafı kontrol ettim, bir kez daha başka kimsenin olmadığına emin olduktan sonra ayağa kalkıp elbiseyi kafamdan çıkarıp taşların üzerine bıraktım.

Suya gireceğim sıra benden önce başka bir el, ayak bileğimden kavrayıp beni içeri çekti ve bedenim baştan ayağa göle girmeden evvel dudaklarımdan tiz bir çığlık yükseldi.

Sıcak su beni hakimiyeti altına alırken kaldırma kuvvetiyle yükseldim, yüzeye çıktığımda aldığım ilk nefes bir can kurtaran gibi sıkı sıkıya tutunduğum Alaz'ın kolları arasında oldu. Gövdem gövdesine yapışıktı, kolları sırtıma dolanmıştı ve benim kollarımsa omuzlarında duruyordu. Art arda soluklar alıp verirken saçlarımdan akan damlaların görüşümü bulanıklaştırmasını engellemek amacıyla kafamı salladım, ıslak saç tellerim yüzüme yapıştı ama umursamadım ve çatık kaşlarımla beni izleyen adama baktım.

"Çok..." dedim soluk soluğa fakat ateşi içimi çoktan sarmış, kızgınlığımı buradan çok uzaklara göndermişti. "Kötüsün," diye tamamladım cümlemi ama öyle silik çıktı ki sesim duyup duyamayacağına dair şüpheye düştüm.

Alnını alnıma değdirip "Öyle miyim?" diye sordu, elleri aşağı inip bel kıvrımımı kavradığında yutkundum.

"Öylesin..." diye fısıldadım. Islak burunlarımızın ucu birbirine değdiğinde yutkunmamak için kendimi zor tuttum. "Beni suya o şekilde sokmamalıydın."

"Haklısın," dedi ve dudaklarımızın arasındaki mesafe yok olmaya yüz tuttu. "Bir cezayı hak ettim."

Başımla onayladım. "Ettin..." dedim ve yüzmeyi, gölü, dış mekanı, açık kalan kapıyı, diğer tüm unsurları bir kenara bırakarak yükseldim. "En başından beri amacın göle girmek değildi," dedim.

Alt dudağını dişlerinin arasına aldı. "Bilmiyorum. Şu an tüm amaçlarımı unutmuş durumdayım," diye ekledi ve sabırsızca atıldı.

Başımı geriye atıp kaçtığımda kaşları çatıldı. İçten içe kıkırdıyordum.

"Çok yazık, bununla yetinmek zorundasın," deyip biraz kendi gücüm, biraz da büyü kullanarak onu itip anında geri çekildiğimde elleri boşta kalan Alaz'ın kaşları daha çok çatıldı, teması alamayan dudakları öylece açık kaldı. Çok sevgili eşimin ifadesine yerleşen hayal kırıklığını daha fazla izleyemeden büyük bir keyifle ılık suya dalış yaptım.

Metrelerce derinliğe sahip olan gölün içi fazla berraktı, küçük küçük rengarenk balıklar büyük bir uyum içinde yüzüyorlardı. Yapraklarından ışıltı yayılan çiçeklerin su perilerinin izi olduğuna dair şüphem yoktu. Nefes almakta zorluk yaşayana dek büyük bir hayranlıkla içinde yaşam olduğu belli olan tertemiz ortamı izledim. Sanırım bir su perisi olsam, şikayetçi olmazdım.

Ellerimi kapatıp açarak kulaç atıp dizlerimi kırmadan bacaklarımı sallayıp biraz daha derine indim. Doğrusu, suyu özlemiştim. En son içimdeki yangınları söndürmek istememden kaynaklı buz gibi göle kendimi atmam elbette suya olan hasretimi dindirememiş, hatta kötü etkilemişti. Şimdi mükemmel hissediyordum, saatlerce burada oyalanabilirdim.

Nefes almakta hafiften güçlük yaşamaya başladığımda gözlerimi kapatıp açtım, kollarımı yukarı doğru uzatıp büyük bir ahenkle suyun yüzeyine çıkmaya başladım. Tam yaklaştığımda bacaklarımı iki el tuttu ve ben anlık bir korkuyla yerimde sıçrayıp suyun içinde başımı omuzumun üzerinden çevirip bacaklarımı tutan kişiye baktım.

Beni yakalayan Alaz'ı görünce korkum yerini büyük bir gülüşe bıraktı. Kaçmama fırsat vermeden kafasını bacaklarımın arasına soktu, saniyeler içinde beni omuzuna almış oldu.

Yüzeye çıktığımızda hem ıslak hem nefes nefese hem de Alaz'ın omuzunda olmanın verdiği yükseklikle sersem bir haldeydim. Sık soluklar alıp veriyorken dizlerimden tutup beni bırakmamaya meyilli olan Alaz'a bakmak için kafamı aşağıya eğdim ve "Alaz," dedim nefes nefese, gülerek. Yüzümden dudaklarıma akan damlaları yuttum. "İndir beni."

"Beni çok kötü bir durumda bıraktın Efsun," diye karşılık verdi. "Hayallerimle oynadın."

Tek elimle ıslak saçlarımı sağ omuzumun üzerine attım. Gülümsemem asla silinmiyordu. "Yani?"

"Yani, bir karşılığı olmalı."

"Beni hazırlıksız suyun içine çektin ve baştan ayağa ıslanmama sebep oldun. Suçlu sensin."

Çenesiyle aynı hizada olan ıslak dizimin üzerine iç sızlatan bir öpücük kondurdu. Ardından kafasını yukarı kaldırıp simsiyah gözlerini gözlerime iliştirdi. "Seni bir an önce yanımda istememin neresi suç?"

Hayretle gülerken "Kelime oyunları yapma," dedim. "Alaz, bırak beni bak eğer..."

"Tamam bebeğim, bırakıyorum," dedi ve ben daha karşılık veremeden bedenimi tıpkı babamın ben küçük bir çocukken yaptığı gibi omuzunun üzerinden hızla suyun içine attı.

Dudaklarımdan dökülen çığlıktan başka bir şey duyulmamıştı. Zayıf bedenim hızla suyun içine inerken refleks içinde gözlerimi kapattım. Saniyeler içinde indim, hatrı sayılır miktarda su yuttum ve kaldırma kuvveti çaba göstermeme fırsat etmeden saniyeler içinde yukarı çıkardı.

Art arda nefesler alırken iki elimle yüzümdeki suları temizlemeye çalıştım. Aynı zamanda ıslak kirpiklerimi kırpıştırarak vermiş olduğu bulanıklığın geçmesini bekledim. Gözlerim suyun yüzeyinde Alaz'ı aradı.

Bakmış olduğum tarafta olmadığı için arkama dönecektim ki Alaz "Eşini mi arıyordun?" diye sorarak tekrar omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdi.

Çok fazla çalışan kalbim sık aralıklarla göğsüme çarpıp duruyor, göğsüm aldığım hızlı nefesler dolayısıyla saniyede bir yükselip alçalıyordu. Gölün tatlı suyuyla ıslanan dudaklarımı dilimle temizledikten sonra alnına düşen saçlarının yüzünü ıslattığı Alaz'a bakmayı sürdürerek "Sen..." dedim. Bir nefes alıp yutkundum. Hızla "Çok kötüsün çok kötüsün çok kötüsün!" diyerek geniş ve kaslı omuzlarından tutarak onu suyun içine itmeye çalıştım.

Alaz sesli kahkahalar atarken beni bırakmadan suyun içinde bir daire oluşturmamızı sağladı. Kolları beni iyice sıkı sarıp ellerimin onu itme hareketini kısıtladı. Oldukça yakından suratıma bakarken, "Ben..." dedi. "Çok aşığım." Yanağımı öptü. "Çok aşığım." Diğer yanağımı da öptü. "Çok aşığım." Burnumun ucunu öptü.

Kalbim aşkıyla dolup taşarken dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsememi durdurmaya çalıştım. "Aşkmış," dedim gözlerimi kısarak. "İnsan aşık olduğu kadına bunu yapar mı?"

Gülüşü genişledi. "İnsanlar yapmayabilir tabii."

Muzip bir tavırla kaşlarımı çatarak yeniden "Alaz!" dedim ve ellerimi kurtarıp bir kez daha omuzlarından tutarak onu suya indirmeyi denedim. Bu defa avuçlarımda hissettiğim büyü gücüm de bana yardımcı oldu ve Alaz'ı en azından kafasının da içeri girmesini sağlayacak şekilde suya sokabildim. Bunun verdiği zevkle keyifle kahkaha attım ve Alaz yükselmeden gölün üzerinde kulaç atmaya başladım. Yüzerken başımı çevirdim ve suyun üstüne çıkmış olan Alaz'a baktım. Saçlarını sallayıp damlalardan kurtuldu.

"Yüzme yarışı," diye seslendim ona, ondan önce başlamam bir hile sayılmazdı, beni omuzunun üzerinden aşağı atmıştı, ceza olarak geç başlamalıydı.

Yetişmek için acele etmedi. Hâlâ olduğu yerden beni izliyorken "Kazananın ödülü ne olacak?" diye sordu.

Nefes verir gibi güldüm. "Sen hiç karşılıksız bir şey yapmaz mısın?"

"İşin ucunda sen varsan, ödülümü de almak isterim," dedi ve bana yetişmek için kulaç atmaya başladığında ekledi. "Kazanırsam benim istediğim şekilde yapacağım tam üç resme model olacaksın."

Kahkaha atarken "Üç mü?" diye seslendim. "Böyle bir şeyin olması için üç kez yarış yapmamız ve üçünde de kazanman gerekir."

Attığı hızlı kulaçlarla çoktan bana yetişen Alaz "Güzel," dedi. "Anlaşma yapıldı."

Hızla yetiştiğini görerek heyecanla bağırdım ve daha seri hareketlerle kulaç atmayı denedim. Giderek yaklaşan Alaz yanıma ulaştığında refleks olarak ona baktım. Hafiften yavaşladı, sol gözünü kırptı ve hemen önüne dönüp neredeyse ışık hızıyla beni geçip kıyıya ulaştı.

Hayretle onu izlerken Alaz taşlardan destek alıp bana dönerek "Bir," dediğinde gözlerimi kocaman açtım. En az şişirilmiş bir süper kahraman kadar hızlıydı, her konuda öyleydi ve Alaz'la yarışa girmek akıl kârı değildi. Beni ne ara geçmişti?

Eh, adam büyü gücünü aktif bir şekilde kullanabiliyordu. Benim gibi sadece insanî yetilerle yüzmüyordu.

Çaresizce ona bakıyorken birden aklıma gelen kurnaz bahaneyle "Bu yarım turdu," dedim. "Bir de geriye dönmemiz o taraftaki kıyıya ulaşmamız gerekiyor."

Daha Alaz'a ulaşmadan yeniden hile yaparak yönümü değiştirdim ve sürekli unuttuğum büyü gücümü kullanarak öncekinden çok daha yüksek hızda yüzmeye başladım.

"Efsun," diye seslendi arkamdan Alaz. "İstediğin kadar hile yap, o üç resmi senden alacağım."

Kocaman gülümsedim. "Duyamıyorum, ne dedin?"

Saniyeler içinde ayak bileğimi kavradı, ben yeniden bir çığlık attığımda beni tekrar kendine çekti. Belimden tutan elleri gövdemi gövdesine yasladığında tetikte bekleyen tutku ruhumu esir aldı. Tek kaşını yukarı kaldırdı ve "Şimdi duyabiliyor musun hilekâr?" diye sordu.

Kalbim bu defa Alaz etkisiyle hızlanırken yutkundum. İçime derin bir nefes çektim ve başımı olumsuz anlamda salladım. "I-ıh, duyamıyorum."

Kaşları havalandı, başını biraz daha yaklaştırdı. "Ya şimdi?"

Dudaklarımı birbirine bastırırken arzuyla bacaklarımı beline doladım. "Biraz... Ama hâlâ net değil."

Dudaklarının bir tarafı sağ yanağına doğru çekildi. Burnunun ucu burnuma değdi, dudaklarımızın arasında milimlik bir mesafe kaldı. Tek kaşını kaldırdığında çenemi yukarı ittim.

"Çok yaklaştın..."

Beni biraz daha kendine bastırdı. "Efsun... Hilelerini cezasız bırakmayacağım." Bir milim daha yaklaştı. "Neyse ki ben ceza konusunda insaflı bir adamım."

Dakikalar içinde o mağara da aşkımızın şahidi oldu. Bu ölmek ve yeniden doğmak gibiydi. O loş vadide saati ve dakikaları hepten unuttuğumuz anlarda Alaz'la öldüm ve onunla doğdum... Defalarca.

Esas büyü buydu.

Aşk buydu. Alaz'ın kolları arasında tüm sorunlar, dertler, sıkıntılar kayboluyordu. Sadece haz değildi verdiği, benimle bir oluyor, içinde biriken tüm aşkı ruhuma aktarıyordu. Her bir hamlesi ruhumda kontrolden çıkan yangınlara dönüşüyordu. O an kalbimin kan değil saf sevgi pompaladığını sanıyordum, kanım Alaz akıyordu.

Ve aklımda hep aynı şey yankılanıyordu.

Biz birbirimizeydik.

*

Karlı dağların arasından geçtiğimiz uzun, sessiz ve olaysız yolculuğun ardından iki günde özlediğim sarayın gözcü kuleleri göründüğünde heyecanla oturduğum yerde kıpırdandım. Alaz'la yalnız kalmayı seviyordum ancak Alaz'la sarayda yalnız kalmayı da seviyordum. Üstelik burada bir amacım olduğunu hissediyordum ve bu ruhuma iyi geliyordu.

Araba görüş alanına girdiği an devasa bahçe kapısı iki yana aralandığında Alaz'ın gözleri bana değdi. "Umarım iyi dinlenmişsindir," dedi. "Önümüzdeki bir yıl boyunca tatil yapabileceğimizi düşünmüyorum."

Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. "Bir yıl?"

Dudaklarını aşağı bükerek omuz silkti. "İki, üç... Olaylar ne zaman çözülürse."

"Sorun yok," deyip giyindiğim straplez, saten bluzun dekoltesinden görünen mührüme baktım. "Ne de olsa artık daha güçlü ve dirençliyim."

Gülümsedi, göz ucuyla bluzumu süzdükten sonra "Üşüyeceksin," dedi.

Başımı olumsuz anlamda sallayıp önüme döndüm. "Gayet iyiyim. Hem, bu mührü herkesin görmesi gerekiyor."

"Herkesin?" deyip bu defa Alaz tek kaşını kaldırdığında başımı evet der gibi aşağıya eğdim.

"Özellikle Bayan Kamilla'nın." İçimden ve gözü sende olan kadınların diye geçirdiysem de bunu dışa vurmadım.

Arabayla bahçe kapısından içeri girdiğimizde girişte beliren kalabalıkla birlikte sepet sepet rengarenk güller atıldı aracın üzerine. Alkış tutan, şarkı söyleyen ve dans eden kalabalığı izlerken şaşkınca gülümsedim. Hızı yavaşlatan Alaz'a bakarak "Neler oluyor?" diye sordum.

"Dönüşümüzü kutluyorlar, bu bir tören sonrası geleneğidir." Gözleri göğsüme ilişti. "Ve mührümüzün yeni halini."

Yanaklarım ısınırken gülüşlerimin arasında "Ciddi olamazsın," dedim.

"Ciddiyim, bu herkesin hevesle beklediği bir hadiseydi. Onlar için ne kadar büyük bir olay olduğunu tahmin edemezsin."

Aslında, az çok tahmin edebiliyordum. Taç giyme töreninin gerçekleştiği günden itibaren gözleri de sözleri de mührün üzerindeydi. Yaşlı kadının mührü kaç kez sorduğunu sayamamıştım bile. Bu, birbirini seven iki kişinin beraber olmasından çok öte bir durumdu. Doğru düzgün kimsenin tarafımızda olmadığı bu savaş meydanında biraz daha güçlenecek olmak hepimiz için önemliydi ve bunca yıl zulme uğrayan halkın umudunu artırıyor, onalara daha çok güven veriyordu.

Ortada artık saklamak zorunda olduğumuz bir durum kalmadığından anın tadını çıkarmaya karar verdim, arabanın kapısını açtım ve Alaz'dan evvel dışarı çıktım.

Kapıyı kapatacağım sıra yaşlı kadın ışık hızıyla karşımda bitti, kapatmama imkan tanımadan ellerimden tutup beni kendine çevirdi. "Bakalım durumlar ne alemde," dedi ve kenarları kırışmış kısık gözlerini mührün olduğu kısma odakladı. Akabinde gözleri fal taşı kadar açıldı, bana baktı, ardından başını ne ara sessizliğe gömüldüğünü bilmediğim halka çevirdi. "Mühür kabarmış. Artık kimse önümüze geçemez!"

Sessizliğe gömülen halk, işittikleri sözlerle birlikte hep bir ağızdan coşkuyla bağırıştılar, alkışlar ve başımdan aşağı dökülen çiçekler de onları izledi. Göğe büyüler yükselirken genç kızlar ve erkekler birlikte dans etmeye, çocuklar babalarının omuzunda oynamaya başladılar. Halkımı izlerken gözüm birkaç metre ötemdeki, son zamanlarda çok fazla gözüme batmış olan hizmetli kıza takıldı. Doğrusu normalde aklıma bile gelmezdi belki ama eğlenen herkese karşı sirke satan suratıyla dikkat çekmeyecek gibi değildi.

Göz göze geldiğimizde dudakları apar topar bir gülüşle şekillendi, samimi olmayan gülümsemesine çenemi yukarı kaldırarak bir kraliçeye yakışır gülüşle karşılık verdim. Gözüme batmasa iyi ederdi çünkü bir adım ileri gitse sessiz kalmaz, pençelerimi göstermekten çekinmezdim.

"Efsan!"

Sesini işittiğimde babasının omuzunda altı kişinin oluşturduğu dans halkasında eğlenen Alina'yı gördüm. Ellerini bana uzatıp gel işareti yapıyordu. İçimdeki mutluluğa engel olmadım ve koşar adımlarla dans halkasına girdim. Nasıl bir oyun türü olduğunu bilmiyordum ama onlara ayak uydurmaya çalıştım. Alina'nın anne ve babasının arasındaydım, herkes ellerini birbirinin omuzuna koymuştu, ben de öyle yaptım; trampet ve gaydanın hareketli ezgisine uygun olarak bir saat yönüne doğru koşar adımlar atıyor, yarısına gelindiğine saat yönünün tersine koşar adımlar atıyorduk. Sonra iki kişi ayrılıyor, ortaya kadar gidiyor, karşısındaki kişiyle el çırpışıp geri dönüyordu.

Bu görevi benim de üstlendiğim oldu.

Eğlenceliydi, öyle ki soluk soluğa kaldığım halde durmak ya da ayrılmak istemiyordum. Gülüyor, kahkaha atıyor, alkışlıyor ve yeniden gülüyordum. Olduğum anı, tüm sıkıntılarımı unuttuğum saniyelerin içinde omuzumun üzerinden arkama baktım, hâlâ arabanın yanında duran Alaz ne ara eline aldığını bilmediğim içecek kupasıyla gözünü kırpmadan beni izliyordu, simsiyah harelerine güneşin kıvılcımları saçılmış, dudaklarını hoşnut, huzur saçan bir tebessüm esir almıştı.

Gözlerini gözlerimden ayırmadan kupasını dudaklarına götürüp iştah dolu bir yudum aldıktan sonra kupayı bana doğru kaldırdığında ruhum yaydığı alevlerle sarıldı.

"Sıra sende." Cümlesini duymasam dikkatimi eşimden ayıramazdım hiç şüphesiz.

Kahkaha atarak önüme döndüm, hızlı adımlarla oyun halkasının ortasına ilerledim ve benimle aynı anda gelen Boran'la birlikte alkış tuttum. Kollarımızı göğsümüzde birleştirdik, aynı ritimle önce sağ ayağımızı ileri attık, sonra sol, sonra yine sağ ve geri geri giderek yeniden halkanın içinde yerimizi aldık.

Soluk soluğa kalıp yorulduğumu ancak müzik sonlandığında fark ettim. Alina elleriyle alkış tutarak "Devam devam devam!" dediğinde gülümsedim ve ellerinden birini tutup öptüm. Devam etmeyi isterdim ancak Alaz'ın yanına gelen Kuray, Liva, Barın, Mehsa ve Bars'ı gördüğümde dans işine bir son vermem gerektiğini anladım. Konuşulacak şeyler vardı, bunu başka zaman sürdürürdük.

Buraya ilk geldiğim gün benden umut dolu bir konuşma bekleyen yaşlı adam Harmon ellerini havaya kaldırıp sallayarak "Hadi hadi hadi," dedi. "Yeter bu kadar şamata, herkes işinin başına!"

Dans grubu bezgin bir uğultu çıkardığında gülerek onlara baktım. Kimsenin çalışmaya dönesi yoktu fakat yapmamız gereken çok şey vardı. Yutkundum, soluklarımın düzene girmesini bekledim.

"Bir daha böyle bir eğlence gününüz olursa, beni mutlaka çağırın," dedim dağılmak üzere olan oyun arkadaşlarıma.

"Elbette efendimiz," diye yanıt verdiler. Kötülüğün izinin dahi olmadığı gözlerinde büyük bir heves, hayranlık, coşku hakimdi.

Onlara arkamı döndüğümde içecek dağıtan hizmetli kızın tepsisinden bir bardak çan çiçeği şerbeti alarak eşimin ve arkadaşlarımızın yanına gittim.

Ekşi ve ferah içecekten bir yudum aldım, yutkunurken damağıma değen mayhoşluktan ötürü yüzümü ekşittim, yine de bu içeceği seviyordum.

"Çılgın gelin de geldi."

Kuray'ın sesiyle birlikte neredeyse içeceğimi geri püskürtecektim. Dilimle dudaklarımda kalan şerbetin izlerini temizledikten sonra tebessüm ederek "Durumlar ne alemde?" diye sordum.

"Önce selam, sonra kelam derler..." dedi Barın. "Balayından gelir gelmez karamsar mevzuları konuşmaya ne de meraklısın."

Başımı omuzuma eğdim. "Selam, Barın."

Dişlerini göstererek sırıttı. "Selam, biricik kız kardeşim." Sarf ettiği bu kelimeyle Mehsa'nın masmavi gözleri Barın'a ilişti. Uzun zamandır kendisiyle konuşmayan abisine bakarken kırıldığını hissettim. Barın yeniden konuştuğunda Mehsa'ya bakmayı bıraktım. "Haberler Liva'da."

Alaz'la birlikte Liva'ya baktığımızda ellerini iki pantolonunun cebine sokmuş genç kadın hemen konuşmaya başladı. "Amber Acamas bu gece bizim için ayarladıkları eğitim bölüğüyle birlikte sarayımıza gelecek."

Rahatladım. "Bu harika."

Liva beni başıyla onayladı. "Öyle. Gözcüleri ayarladık, sabahtan beri orman ve yollarımız korunmakta. Sorunsuz bir şekilde giriş yapmaları için bütün önlemleri aldık."

"Gelecekleri haberini kimden aldın?" diye sordu Alaz temkinli sesiyle.

"Amber'le sürekli iletişim halindeydik." Kuray'ın kaşları alnına doğru yükseldiğinde Liva omuzlarını kaldırıp indirdi. "Bu konular için elbette. Yani bilgiyi de direkt ondan aldım."

"Güzel," dedi Alaz. "Bu iyi haber. Harikasın Liva." Arkadaşının omuzunu sıvazladı.

Liva gülümsedi. "Biliyorum, yaklaşık yedi yaşımdan beri söylerler."

"Ben yine de bu Amber denen herifle çok fazla sıkı fıkı olmanı doğru bulmuyorum." Kuray, kurduğu bu cümleyle dikkatleri kendine çekti. Hepimiz ona baktığımızda omuzlarını kaldırıp indirdi. "Hayır, o adam neden bizimle değil de sürekli seninle irtibata geçiyor? Bu işin altında bir bit eniği yok mu sizce de?"

"Ne fark ediyor?" derken sinirlenmiş gibiydi Liva. "Ben de bu krallığın askerlerinden biriyim. Sırf kadınım diye benimle iletişime geçmesi tuhaf mı yani?"

"Sadece seninle iletişime geçmesi tuhaf, evet," dedi Kuray başını sallayarak. Her daim eğleniyor görünen sempatik suratı bugün öfkeden nasibini almış gibiydi. Kuray'ı böyle görmek şaşırtıcıydı doğrusu. "O adamın nasıl bir karaktere sahip olduğunu bu evrende bilmeyen yok! Kendini oyuncak etmeye bu kadar hevesli misin?"

Barın dudaklarını büzüştürerek gözlerini kocaman açtı.

Bars "Kuray," diyecekti ki Liva elini göğsüne koyarak onu durdurdu. Bir adım öne çıkarak Kuray'a yaklaştı, ardından "Bundan sana ne Kuray?" diye sordu. "Amber'le aramda hiçbir şey yok, bu işler haricinde hiçbir şey konuşmuyoruz ama olacaksa da bundan sana ne? Siz, dilediğiniz kadınla gününüzü gün ederken bir sorun yok, oyuncak ya da başka bir şey değilsiniz ama ben bana ilgisi olan bir adama karşılık verirsem neden onun oyuncağı olmuş oluyorum?!"

Kuray, hayretler içerisinde güldü ancak bu samimi bir gülüşten çok uzaktı, sadece dudakları hareketlenmişti ve her daim sıcak bakan gözleri ışıldamamıştı. "Olayı buraya çektiğine inanamıyorum. Liva, sen erkeklerden ne anlarsın? Sevginin, aşkın ne olduğunu ne bilirsin? Elde etme arzusuyla gerçek aşkın farkını ne bileceksin?"

Liva'nın kaşları çatıldı, iki kaşının ortası kırıştı. Tek elini Kuray'a doğru savurduğunda Kuray, Liva'nın büyü gücüyle ıslak zemine sırt üstü yapıştı.

Hiçbirimizden çıt çıkmadı. Hayretle onları izliyorduk sadece.

Sinirli ifadesiyle Liva'ya bakan Kuray kızgınca "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda Liva işaret parmağını ona doğru sallayarak hâlâ yerde uzanmakta olan Kuray'ın üzerine yürüdü.

"Beni sadece bir kere dinle. Hal ve hareketlerim erkek gibi olabilir, hiç elbise ya da etek giymiyor olabilirim. Bugüne kadar hiç sevgilim olmamış da olabilir. Ama kalbim çelikten ve aşk geçirmez değil seni aptal! Aşkın ne olduğunu çok iyi biliyorum, ilgiyle arasındaki farkı görebiliyorum. Bu yüzden bir daha sakın, benim gönül işlerime karışmaya kalkışma!"

Kuray dirseklerinden destek almış bir şekilde öylece Liva'yı seyrediyorken Liva ondan gelecek bir cevabı beklemeden büyük ve hızlı adımlarla ormana doğru yürümeye başladı.

Kuray birkaç saniye soluk soluğa ona bakmasının ardından bize döndü. "Ne dedim ben şimdi? Onun iyiliği için konuşuyorum."

Bars, kuzenine eğilip elini uzattı. "Kalk, boş boğaz, kalk. Senin işin değil bu, kız ne yapsa haklı."

Kuray Bars'ın elini tutarak ayağa kalkarken kalçasını tutarak sızlandı. "Büyüsü de amma ağır ha." Poposunu ovuşturdu. "Gitti yemin ederim benim kâse. Bir daha ağzımı açarsam iki olsun."

Elimde olmadan güldüm. Buradaki herkesle birlikte biliyordum ki, Kuray bu konuda ağzını açacaktı.

*

Saat gecenin dördüydü.

Kar fırtınası eyalette hükmünü sürdürüyor, fırtınanın sert rüzgârları odanın pencerelerini zorluyordu. Erken uyanmamızın sebebi, Amber Acamas'ın krallığımızın sınırları içine girmiş olmasından kaynaklanıyordu. Gelir gelmez eğitime başlamış, gece ikiye doğru ancak uyumuş ve iki saatlik uykunun ardından yeniden uyanmıştık. Yorgunduk fakat dinlenmeye vaktimiz yoktu, yorulduğumuzu hissetmeye de öyle...

İçime temiz bir nefes çektim. Bakışlarımı pencereden ayırdım ve yeniden karşımda duran boy aynasındaki yansımamı seyrederken üzerime geçirdiğim siyah saten elbisenin içinde kalan saçlarımı dışarı çıkardım. Yakası V şeklinde uzayan elbisemden mührümün ucu görünüyor ve bu beni ister istemez hafiften gülümsetiyordu. Mührün verdiği gücü bugünkü eğitimlerde çok net hissetmiştim ve sağlayacağı tek faydanın bu olacağını düşünmüyordum. O, Alaz ve benim dokunulmazımdı, bizim simgemizdi, bize özeldi.

Konsolun üzerinde duran gümüş başlıklı kemeri elime alıp belimden doladım. Aynadaki yansımasını görüp tebessüm ettiğim Alaz bana yaklaştı, ellerini belimin iki yanına koyup beni kendine bastırdı. Gülümsemem derinleşti. Başını eğip dudaklarını boynumun sol kenarına bastırdığında huylanarak omuzlarımı kaldırdım.

Kokumu içine çekti. "Her an bu kadar güzel olmak zorunda mısın?" diye sordu dudaklarını tenimden ayırmadan. Tatlı tatlı ürperdim.

Göz ucuyla kendime bakarken "Yakışmış mı?" diye sordum.

Kemeri benim yerime tuttuğunda bu işlemi onun yapacağını anlayarak ellerimi serbest bıraktım. Kemeri takarken aynadan beni izlemeyi sürdürüyordu. "Sana yakışmayan bir şey görmedim henüz."

Kemeri taktıktan sonra ayrılmak yerine beni kendine bastırıp çenesini omuzuma yasladığında gülümser bir halde "Misafirlerimizi karşılamamız gerekiyor," dedim.

Parmakları usul usul gövdemde gezinirken alnını başıma yaslayıp gözlerini kapattı. "Uyanmamızın sebebi buydu, değil mi?" diye sordu tamamen aklından çıkmış gibi. Oysaki çıkmadığını biliyordum.

"Buydu," deyip gevşeyen kollarının arasında ona döndüm. Hâlâ beni sarıyordu. Duştan çıkmıştı, saçlarını kurutmuş olsa da misk içeren yoğun ve ferah kokusuyla bunu anlamamak zordu.

Avuçlarımı siyah kazağın kapladığı göğsüne yasladım. "Alaz."

Ateş açan gözleriyle içimi okumak istercesine bana bakıyordu. "Söyle sevgilim."

Alaz'ın dudaklarından çıkan sevgilim, güzel eşim, bebeğim, kraliçem, güzelim, kelimelerine bir gün alışacak mıydım? Doğrusu, hiç sanmıyordum.

Afallayışımı dağıtmayı denedim ve ilgimi söyleyeceklerime verdim. Kazağının omuz kısmını öylesine silkelerken konuştum. "Amber Acamas bugün geliyor, ordumuz yeni eğitmenlerle daha hızlı gelişecektir ama... Yine de bu, savaş için yeterli mi?"

"Şu an değil," diye yanıtladı geçiştirmeden. "Fakat bizim zaten önceliğimiz savaş çıkarmak değil Efsun. Bu hazırlıkları şu an için sadece her ihtimale karşı yapıyoruz."

Kaşlarım gözlerimin üzerine indi. "O ne demek? Önceliğimiz ne peki?"

"Önceliğimiz, kitabın orijinalini, eksik sayfasını ya da eksik olan her neyse, onu bulmak. Eğer esas bilgiye ulaşırsak, eğer kitabın içinde gerçekten lanetin bu şekilde sonlanmayacağı yazıyorsa, savaşa da yaşanacak ölümlere de gerek kalmaz. Elimizde böyle bir fırsat varken koca bir evreni felakete sürükleyemeyiz. Savaş... Büyük bir yıkım demek."

Haklıydı, elbette öyleydi. Savaşı bugüne dek yalnızca tarih kitaplarından görmüş olsam da nasıl etkileri olduğunu iyi biliyordum; can kayıpları, açlık, kıtlık, işkenceler ve daha fazlası. Düşüncesi bile rahatsız ediyor, kaygı kendini mide bulantısıyla belli ediyordu.

"Ya bulamazsak?" dedim sessizce. "Ya kayıp sayfada yazanlar yine bizim aleyhimize olursa?"

"O zaman savaş kaçınılmaz olacaktır. Ancak savaş kaçınılmaz oluncaya dek, kan dökmeye niyetim yok."

Öylece Alaz'a bakıyorken, sevdiğim adama karşı hayranlığım büyüdü. Dudaklarım belli belirsiz tebessümle şekillenirken "Rahatladım," dedim. "Böylesi çok daha iyi olacaktır. Umarım... Savaşa gerek kalmadan kitabı buluruz ve umarım içinde yazanlar yeni bir savaş doğuracak bilgiler olmaz."

"Umarım. Kitabı aramak da epey yorucu bir iş olacak, ama neyse ki..." Alnını alnıma yasladı. "Sen buradasın."

Gülümseyip ona sarıldım, yüzümün sağ tarafını göğsüne yasladım. "Birlikte arayacağız, birlikte yorulacağız ve birbirimizin dinlendiricisi olacağız. Başaracağız Alaz, durumlardan hangisiyle karşı karşıya kalırsak kalalım."

Kollarıyla beni kendine bastırırken başımın tepesini öptü. Bu, güven verip güven aldığı bir karşılıktı.

Amber Acamas ve adamlarının aracı sarayın kapısından içeri girdiği sıra onları karşılamak için avluda tam kadro bekliyorduk. Elini belime atarak vücudumun yan tarafının kendisine yaslı olmasını sağlayan Alaz'ın yanındaydım, Kuray, Bars ve Mehsa sağ tarafımızda, onlardan ayrı bir takım gibi duran Liva'yla Barın'sa solumuzdalardı. Kimseden çıt çıkmıyordu, öyle ki Amber bu manzarayı görse kendini istenmeyen bir misafir sanabilirdi ancak konunun onunla alakası yoktu.

Yani... Kısmen alakası olabilirdi, Kuray'ı sinirli bir adama çeviren Amber ve Liva'nın sık sık kurdukları iletişimdi sonuçta.

Üç siyah Jeep tarzı araba sarayın geniş avlusunda durduklarında boğazımı temizledim ve önce sağıma ardından soluma bakıp "Biraz misafirperver görünseniz iyi olur," dedim.

Bars ve Mehsa'nın neden bu kadar mesafeli göründüğünü de anlamış değildim, hiç yeni evlenmiş bir çift gibi durmuyorlardı. Aralarında soğuk rüzgarlar esiyor gibiydi ve nedenini bilmiyordum. Henüz.

"Saat gecenin dördü Efsan," deyip bana baktı Kuray, bakışları bu tarafa dönmüşken göz ucuyla Liva'yı kontrol etti, sonra yeniden beni buldu. "Gözlerimizden uyku akıyorken adamları karşılamak için dans gösterisi hazırlamamızı beklemiyordun herhalde?"

Başımı omuzuma devirerek ona baktım. "Sana misafirperver görünmek için daha az enerji harcayacağın bir yöntem sunabilirim." Dudaklarımı iki yana kıvırıp dişlerimi göstererek genişçe tebessüm ettim. "Gülümsemek."

Gülüşümü kaybetmeden önüme döndüğümde eşimin de söylediklerime karşılık dudaklarına kapalı bir tebessüm yerleştiğini gördüm.

Amber Acamas sürücüsü olduğu arabanın kapısını açarak dışarı çıktığında hepimiz ilgimizi son derece güçlü görünen siyah giyimli askerlere verdik. Aralarında kısa kimse yoktu, vücutlarının şekilleri giyinmiş oldukları kalın kazaklara rağmen belli oluyordu ve hepsi bir model ajansından fırlamış kadar kusursuz görünüyorlardı.

Mehsa'nın içine sesli bir nefes çektiğini duydum. "Şunlara bak," dedi ağzının içinde. "Saraydaki kas oranı gittikçe artıyor, bu harika."

Mehsa'dan böyle şeyler duymaya alışıktık fakat artık evli olan Mehsa'dan böyle bir cümle duymayı beklemiyor olacaktık ki hepimiz aynı anda dilinin ayarı olmayan arkadaşıma baktık.

Hiç gaf yapmış gibi durmuyordu, rahatsız olmuş da değildi. Çok normal bir şey söylemiş gibi omuzlarını kaldırıp indirdi. "Ne var canım? Herkes bazen acaba evlenmek için erken mi davrandım diye düşünebilir."

Alaz kafasını eğip kulağıma "Sen de böyle düşünüyor musun?" diye fısıldadığında gülüşümü tutmaya çalıştım.

Avucumun yaslı olduğu sırtında elimi tehlikeli bir yavaşlıkla gezdirirken "Beni ilgilendiren tek kas seninkiler," dedim sessizce. Alaz'ın gözlerinde parıldayan tutku kıvılcımlarının yanı sıra güzel yüzünde onur duyan bir gülümseme canlandı.

"Sanırım Bars'la evli olsam ben de böyle düşünürdüm Mehsa, seni hiç yargılamıyorum tatlım," dedi Kuray ve rengi hafiften kırmızıya dönen Bars'a onaylamaz bir bakış fırlattı.

Mehsa, aralarında üç adım mesafe bulunan, öfkeden kızardığı bariz belli olan kocasına bakmadan Kuray'a gözlerini kapatıp açarak gülümsedi ve trip yaparcasına yeniden askerlere döndü. Kesinlikle tartışmışlardı.

Askerlerinden iki adım önde yürüyen Amber, karşımızda durduğunda selam vermek amacıyla diz kırpıp hafifçe eğildi. "Merhaba, değerli Karmela Hanedanlığı."

"Merhaba Amber, hoş geldin," dedi Alaz, elini Amber'e uzatarak genç, son derece yakışıklı ve bakımlı adamla el sıkıştı.

"Hoş bulduk," dedi Amber, elini geri çektikten sonra bana baktı. Çenesini sağına doğru hareketlendirip "Kraliçem," diyerek avucunu uzattı. Hafiften gülümseyerek elimi avucuna kapattım ve dudaklarına götürüp dış yüzeyine bir öpücük kondurmasına izin verdim. Bu sırada Alaz'ın hâlâ belimi tutmakta olan elinin hafiften kasıldığını hissettim.

Bu bir gelenekti fakat Alaz'ın en hoşuna gitmeyen geleneklerden biri olduğuna emindim.

Amber elimi yavaşça serbest bıraktıktan sonra "Sizi temin ederim ki burası hayatımda gördüğüm en güzel kraliçeye..." dedi. Sonra Alaz'a döndü. "Ve en yakışıklı krala sahip... Güzel bir çiftsiniz dostum."

Alaz tevazuyla gülümserken ben de tebessüm ettim. "Çok zarifsin."

Amber, kafasını hafiften öne eğerek iltifatıma karşılık verdi. Ardından geldiği andan beri bunu yapmak istiyormuş gibi Liva'ya döndü. "İçinde muhteşem güzelliklerin saklı olduğu sarayda kalbim de sahibini bulmuş gibi." Eğilerek Liva'ya elini uzattı. "Nasılsınız majesteleri?"

Liva tebessüm ederek Amber'in elini tuttuğunda Kuray ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Bu adam buraya dövüş eğitimi için mi yoksa yürüme sanatı öğretmek için mi gelmişti?"

"Bence birilerine yürüme sanatı öğretmesi de iyi olabilir," dedi Mehsa aynı ses seviyesinde. "Keza sarayın içinde yontulmamış odun çok!"

Bars sonunda kendini tutamayıp öfkeyle karısına baktı. "Mehsa..!"

"Hoş geldiniz!" dedi Mehsa kocasını hiç umursamadan, ellerini önünde birleştirip hayran hayran Amber'e bakarken. "Daha önce karşılaşmamıştık ama isminizi sık duydum. Ben Mehsa Kılıç, sarayın eğitmenlerindenim."

"Arslan," diye düzeltti Bars, Mehsa'nın soyadını. "Kendisi eşim olur."

Amber'in kumral kaşları havalandı. Mehsa'nın elini tutup aynı şekilde dudaklarına götürmeden önce "Bu sarayın adı cennet olabilirmiş," dedi. "Anlaşılan içinde birbirinden güzel huriler saklı."

Mehsa kocaman gülümsedi. "Ah, ne kadar kibarsınız. Boş vakitlerinizde kocama da biraz öğretebilir misiniz?"

Bars'ın rengi iyice kırmızıya dönerken Amber'in mavi hareleri Bars'a ilişti. "Dostum, bu kadar güzel bir çiçeğe sahipken sulamayı ihmal ettiğini söyleme lütfen."

Bars, Amber'e hiçbir şey söylemeden ters ters baktığında Amber kaşlarını kaldırıp indirerek anladığını ifade etti. Ardından Mehsa'nın elini serbest bırakarak yeniden Alaz ve bana döndü. "Umarım kahvaltınız hazırdır, yol epey yorucuydu ve askerlerim deli gibi aç."

Gülümsedim. "Sarayımızda cennete olduğunuzu düşündürecek yemekler de mevcut." Elimle içeriyi gösterdim. "Buyrun lütfen."

"Harika!" dedi Amber ve eliyle arkasındaki askerlerine gelin işareti yaptı.

Onlar sarayın içine doğru ilerlerken arkalarından döndüğümüzde Alaz beni yeniden kendine çekip "Sana kraliçeliğin çok yakıştığını söylemiş miydim?" diye sordu.

Gülümseyip parmak uçlarımda yükseldim, sakalsız yanağına bir öpücük kondurdum. "Teveccühünüz, Efendimiz Alaz."

Sarayın içinde büyük bir koşuşturma hakimdi. Hizmetliler masaların etrafında dört dönüyor, biri gidiyorsa beşi içeri giriyordu. Bekâr kadınlardan birçoğunun yeni eğitmenlerimizle kaçamak bakışmalar yaşadıklarını fark etmemek imkânsızdı. Çoğu dönerken çok yakışıklılar demeyi de ihmal etmiyordu. Bu durum, maglo erkeklerini de bir kısım büyücü erkeklerini de epey rahatsız etmişti.

Öte yandan, masamızda buz gibi bir hava vardı. Bars ve Mehsa yan yana oturuyorlar ama asla birbirleriyle iletişime geçmiyorlardı, Liva Amber'in flörtöz cümlelerine büyük bir kibarlıkla karşılık veriyor, bugün pek fazla iştahı olmayan Kuray dik dik onları seyrediyordu. Barın'ın çaktırmadan suratı dünden beri epey asık olan Mehsa'yı incelediğini görüyordum, elbette kardeşinin moralinin bozuk olduğunu anlamıştı ve bir abi olarak bunun hakkında endişeleniyor olmalıydı.

Aralarında ne geçtiğini merak ediyordum.

Doğrusu evli olmalarına rağmen onları yanlışlıkla bastığım ilk gün ve Barın'la yemek masasında olan tartışmalarından beri onları pek eş olarak görebildiğim söylenemezdi. Bars hâlâ son derece mesafeli ve aylar önce sadece bir tanıdıktan ibaret olan o kız gibi davranıyordu arkadaşıma. Doğrusu, Bars'ın mizacı buydu, herkesin kendine biçilmiş bir karakteri vardı ve bu kalıpların dışına çıkılması zordu.

Mehsa'ysa Bars'ın aksine hayat doluydu, sevmeyi, sevilmeyi isterdi. Sevgiyi görmeyi isterdi... Sabahki tavırlarından anladığım kadarıyla tam da bu noktada çıkmıştı aralarında bir tartışma. Çözülemeyecek bir sorun olmadığını umuyordum.

Mehsa, tüm neşesi çekilmiş bir şekilde gayet ruhsuz bir tavırla tabağındaki yiyecekleri kurcalıyor, ama asla çatalına takıp da bir lokma almıyordu ağzına. Bars yiyordu, ama yerken çok da keyif aldığı söylenemezdi.

Çayımı yudumlarken sesli olarak iç çekmemek için kendimi zor tuttum.

Hizmetliler bizi yalnız bıraktığında Liva'nın tam karşısında olan Amber "Dışarıda olanlardan haberiniz var mı?" diye sordu.

"Belli aralıklarla gelişmeleri takip etmeye çalışıyoruz," dedi Alaz.

Amber çatalına yüklediği omleti ağzına götürdü, çiğneyip yuttuktan sonra elini pantolonunun cebine attı. Avucunu açtığında masanın ortasında kırışmış bir kağıt belirdi.

Havada duran eski en kağıdın üzerinde siyah mürekkeple yazılan metni okudum.

Adına maglo denilen uğursuz, lanetli ırk yok edilmediği sürece ne Varilok Krallığında ne de evrende güven, huzur sağlanamayacaktır. Hepsi yakalanmak, yargılanmak ve akabinde öldürülüp cesetleri yakılmak üzere krallığımıza teslim edilmelidir.

Lanetli Maglo Halkının Yok Edilmesi Fermanı

Varilok Büyücülük Krallığı

Haziran, 2019

Metin, iç içe geçmiş iki halkanın içindeki alevlerin sarmaşık görevi üstelenerek kenarlarını süslediği yıldızdan oluşan büyücülük sembolüyle mühürlenmişti.

"Üç krallık da yerinizi bulacaklara ödül koymuş," dedi Amber oluşan ölüm sessizliğini bölerek. İşaret parmağını bana doğru tuttu. "Senin başına bir servet konulmuş durumda. Haliyle sadece askerler değil, halk da yana yakıla sizi arıyor."

Ürpermedim. Aşağısı düşünülür gibi değildi zaten, hepsinin tek amacı beni bulmak ve öldürmekti. Alkandros Sarayı hariç.

Alaz, elini masanın üzerindeki elime koydu. "Onun için bir servet az kalır." Alaya alıyordu. İşittiğinin Alaz'ı da tedirgin etmediğini anlamak gülümsememi sağladı. "Öte yandan, yerimizi bulmaları bizim için sorun değil, kalkan onları oyalar."

"Her şeyi araştırıyorlar," dedi Amber. "Tüm usta büyücüler kalkan bozma büyüleri üzerinde çalışıyorlar. Yani, yerinizi bulduklarında... Önlem almak için çok vaktiniz olmayabilir."

Doğrusu hafiften endişelenmiştim. Güç almak için bakışlarımı Alaz'a iliştirdim fakat canımdan çok sevdiğim eşim hâlâ son derece rahat görünüyordu, belki de sadece öyle görünmek istiyordu, bilmiyordum.

Beni hissetmiş gibi baş parmağıyla elimi okşamaya başladı. "Bugün göreceksin Amber. Gerçekten güçlü bir orduya sahibiz."

Öyle miydik?

Aslında, pek sayılmazdı. Maglolar güç kullanmaya yeni yeni alışıyorlardı, fakat yine de çok çalışkan oldukları su götürmez bir gerçekti. Yani, zamanla gerçekten güçlü bir ordumuz olacağına inanıyordum ama şimdi... Öyle olduğunu söyleyemezdim.

"Şüphem yok," dedi Amber. "Lakin yine de... Birkaç müttefik daha bulmanız sizin açınızdan iyi olacaktır. Şu kitap meselesinden bahsederseniz eğer, tarafınızda olacak birkaç eyalet daha bulabilirsiniz."

"Elimizde doğru düzgün bir delil olmadan kitaptan bahsetmek müttefik kazanmamızı sağlamaz. Safsatadan ibaret olduğunu düşünürler."

"Öyleyse önce kitabı mı arayacaksınız?"

Alaz başıyla onayladı.

"Az bir zamanınız var," dedi Amber.

"Dostum inan bana," diye araya girdi Kuray. "Bildiğimiz şeyleri başkalarının ağzından duymak pek de iyi hissettirmiyor."

Amber havadaki elinin işaret parmağıyla baş parmağını birbirine sürterken sağ çaprazındaki Kuray'a baktı. Ardından dudaklarının sol tarafını kenara çekerek sağ yanağındaki çukurun görünmesini sağladı. "Haklısın, sadece... Bu işin içinde olmak heyecanlı. Nasıl bir sonuca bağlanacağını merak ediyorum. Doğrusu uzun zamandır parmaklarım karıncalanıyor, kısa zamanda büyük bir savaşın içinde olmak fena olmazdı. Güçlerimiz körelmeye başlıyor sanki böyle."

Dudaklarımı iki yana doğru açtım. "Kan dökmek bizim için ikinci planda," dedim Amber'e. "Savaş olmadan sorunları çözmek umuduyla."

"Diğer krallıkların bunu bekleyeceğini sanmıyorum ama..." derken su kadehini yukarı kaldırdı Amber. Ve havada tokuşturur gibi yaptı. "Sizin dediğiniz gibi olsun. Kurtuluşunuza." Gülümsedi. "Ve tabii, kurtuluşumuza."

*

Hava henüz aydınlanmadan herkes ilgilendiği bölüğün başına geçmiş, eğitimlere başlanmıştı. Bugün, Karmela Krallığının içerisindeki büyü kokusu her zamankinden daha yoğundu. Gün geçtikçe belirginleşen koku, güvende hissettiriyordu. Maglolar özgüvenlerini kazanmaya başlamışlardı ve büyüyle nasıl başa çıkacaklarını az çok biliyorlardı artık. Bir yarısı maglo olan ben de buna dahildim elbette.

Alaz'la birlikte, ormanın içindeki bize özel alandaydım. Biraz zihin gücü pratiğinin ardından savunma ve mücadele eğitimleri için çalışmaya başlamıştık. Büyüyü hissederek daha hızlı koşmayı, daha çabuk yer değiştirmeyi, daha sert vurmayı artık eskisine nazaran daha kolay yapabiliyordum. Bundan ötürü elini yumruk yaparak bana doğru savuran Alaz'dan çevik bir hareketle sola doğru eğilerek sıyrıldım, doğrulduğumda beni yakalama hamlesini engellemek adına sola kıvrıldım, yeniden atıldığında hiç vakit kaybetmeden takla atarak uzaklaştım.

Günün son demlerini yaşıyorduk ve soluk soluğa kalmıştım, avurtlarımı dişleyerek içime ciğerimi yakan bir nefes çektim, yeterli gücümü avuç içlerimde topladım ve bitirici hamleyi büyüyle yapmayı düşünerek çabucak arkama döndüm. Gördüğüm boşlukla birlikte kaşlarımı çattım, Alaz daha saniyeler önce onu bıraktığım yerde yoktu, görüş alanıma giren tek varlık yaprakları karlarla kaplanmış ağaçlardı. Saklanmıştı.

Gücüm hâlâ ellerimin arasındayken mühürlerimizi kabarttığımız geceden itibaren daha da netleşen görüşümle ağaçların gövdelerini inceledim. Birinin arkasına saklanmış olacaktı ki dikkatli davranmalı ve sona bu kadar yaklaşmışken kaybetmemeliydim. Bugün Alaz'ı tam üç kez yenmiştim, bunun verdiği zevk tarif edilemezdi. Şimdi de kazanmak için canımı dişime takarak mücadele etmiştim, terlemiş, ölesiye susamıştım. Boğazım su için çıldırıyor, bedenim yumuşak bir yatağa devrilip soluksuz bir uyku için can atıyorken, bu kadar yorulmuşken kaybedemezdim.

Dikkatimi ormandan gelen uğultulara, seslere verdim. Öne doğru temkinli bir adım attım ardından önce sağıma, sonra soluma baktım. Alaz'dan bir işaret göremeyince "Beni izliyorsun," diye seslendim, gücüm hâlâ avuçlarımda bekliyordu.

Sustum ve işitme duyumu daha fazla faaliyete geçirmeyi denedim, belki bir nefes, belki bir kıpırtı. İşime yarardı.

"Bahse girerim ki yeneceğimi fark ederek korktun ve oyunu soğutmaya çalışıyorsun," diye ekledim öne doğru bir adım daha attığımda. Şu an her neredeyse, hangi ağacın ardındaysa başını hafiften uzatıp soluk soluğa beni izlerken dudaklarının tek tarafını yukarı kaldırarak gülümsediğine emindim.

Uzaklarda bir kurtboğan uludu, sesi saniyelerce yankılandı.

Nefes aldım, akşamın karanlığını kar beyazının böldüğü ormanda yeniden arkamı dönüp etrafı kontrol ettim. "Eminim beni izlerken çok eğleniyorsundur eşçiğim," dedim ben de gülerek. "Eğlendiğin son anların tadını çıkar."

Nereye saklanmıştı bu adam?

Bana öğrettiği gibi sağımı, solumu, önümü ve arkamı belli aralıklarla kontrol ediyor, asla tek bir noktaya odaklanmıyordum. Bulacaktım, bulmalıydım, başka yolu yoktu. Arka taraftan bir hışırtı duyduğumda adım atmayı bıraktım, kafamı anında sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Gözlerimi kıstım, sesin hangi taraftan geldiğini çözmeye çalıştım. Akabinde sağımdaki ikinci ağacın ardındaki titreşen gölgeyi gördüm ve yüzümdeki gülümseme büyüdü.

Bulmuştum.

Gücümü elimde tutmayı sürdürerek kar birikintilerinin üzerinde ağır adımlarla ağaca doğru yürüdüm, gölge hâlâ oradaydı ve titreşmeye devam ediyordu. Ağaca yaklaştığımda son adımımı atarken "Sobe!" diyerek güçlerimi taşıyan ellerimi yukarı kaldırıp ağacın arka tarafına adeta hevesle atladım.

Ancak güçlerim boşluğa savruldu, gördüğüm tek şey yeni bir boşluk ve hissettiğimse büyük bir şaşkınlıktı.

Ben daha hayal kırıklığımı yaşayamadan güçlü kollar beni kendine çekti, sırtım her zerresini tanıdığım bedenin gövdesine yapıştı. Avuçlarımdaki güç söndü ve bedenim Alaz tarafından büyük bir el çabukluğuyla kilitlendi. "Merhaba, eşçiğim?"

Dudaklarını neredeyse kulağıma değdirerek söylediği bu cümleye karşılık omuzlarım düştü, ağzımdan mağlubiyet ve hayıflanma dolu bir inilti döküldü. "Olamaz."

"Maalesef, olan oldu," diye karşılık verdi. "Güzel başlamıştın oysaki, başta bana doğru emin adımlarla yaklaşmıştın."

"Orada olduğuna emindim!" diye bağırdım sessizce. "Beni yanılttın."

"Bir çeşit tuzak," dedi. "Eğer senin düşmanın olsaydım ve yerimi bulmaya bu kadar yaklaşsaydın, başka yönden bir hışırtı çıkarıp ilgini oraya verirdim."

"Şimdi yaptığın gibi," dedim içten içe kendime kızarak. "Tam bir oyunbozansın. Ben bunu nasıl düşünemem?"

"Artık düşünürsün," dedi anlayışlı sesiyle ve saçlarımın üzerine bir öpücük kondurdu. "Hadi bakalım, güçlerini kilitledim. Kurtul benden kurtulabilirsen."

Öpüşü hafiften gülümsememi sağlasa da yenilginin hırsı geçmiş değildi. "Eğer seni bulabilseydim elimden kaçışın yoktu. Gücümü çok iyi kontrol altına almıştım."

"Eminim öyledir sevgilim," dedi beni daha çok sinirlendirmeyi arzulayan bir tonlamayla. "Eminim şimdi beni yerle bir edeceksin."

"Yapamayacağımı mı düşünüyorsun?" dedim tek kaşımı kaldırarak.

"Kraliçemizin bir şeyi yapamayacağını düşünmek benim ne haddime?"

Hâlâ dalga geçiyordu. İçime derin bir nefes çektim. "Alaz, senden kurtulacağım."

"Belki sadece burada."

Ama başka yerde kaçışım yoktu. Alaz'ın ondan kurtulmamı istediği tek an eğitim sırasında şu kilitleme aşamalarındaydı. Hoş, onu da çok istediğini düşünmüyordum doğrusu. İçten içe gülümsedim.

Ama elbette yenilginin öfkesi hâlâ silinmiş değildi. Beni eritmesine izin vermeden dikleştim ve bu defa ben Alaz'la oynamayı seçtim. Sinirlenen tek tarafın ben olması adil değildi, bu nedenle aklım daha önce de yapmış olduğum kurnazlığa kaydı. Alaz'ın kilit noktasını biliyordum. Bana dayanamıyordu, onun için büyük bir zaaftım ve bunun farkındaydım.

"Yapamayacak mısın?" diye sorduğunda uyarıldım.

Ellerim boynuma geçirmiş olduğu kolunu tutuyordu, terlemiştim, su ihtiyacım vardı ve bir an evvel bu ihtiyaçlarımı karşılamak istiyordum. Nihayetinde hamlemi büyük bir ustalıkla yaptım, kalçamı çok hafif hareket ettirdim.

Tek hareketimle Alaz tısladı. Hemen sonra "Efsun..." dedi dişlerinin arasından. "Seni kilitleyen kişilere bunu yapamazsın!"

"Sende işe yarıyor," derken bu defa ben gülümsememe hâkim olamadım. Sırtımı biraz daha yasladım gövdesine. "Bak, gevşemeye başladın bile kocacığım..."

Tutkuyla katılaşan sesiyle "Önemli olan bende işe yaraması değil," diye karşılık verdi. "Ben senin düşmanın değilim, seni bu konuma sokacak kişi düşmanın olacak ve Efsun... Onlara da bunu mu yapacaksın!?"

"Hayır!" dedim. "Onların da kilit noktasını bulurum elbette. Düşmanının zaafını bulmak önemli olan bence. Ben senin zaafınım ve senden kurtulmam gerekiyorsa bunu yapabilirim."

"Zaafım olduğunu fark etmen güzel," dedi, ama beni sıkı sıkıya tutan kolları hâlâ gevşememişti. Başını bana iliştirdi. "Ama benden ikinci kez bu şekilde kurtulabileceğini düşünmek büyük hata."

Nefes nefese bir şekilde geri çekildim, başımı biraz geri atıp uzaklaştım. "Yöntemimin kötü olduğunu söyleyemezsin."

Diliyle dudaklarını temizleyip yutkunurken başını olumsuz anlamda salladı. Saldırmak için can atan bir yırtıcıdan farksızdı. "Kötü değil ama yoldan çıkarıcı. Nerede kaldı eğitim?"

Omuz silktim. "Bence biraz yatışmamız gerekiyordu."

Başını doğru dercesine yukarı aşağı salladı. "Şimdi yatıştıracağım seni."

Yeniden eğildiğinde gülümsedim.

Fakat faaliyete geçmedi.

Durdu. İfadesine bariz bir ciddiyet yerleşti, arzu dolu bakışları anında değişti, kaşları gözlerinin üzerine indi ve belli belirsiz tebessümü silindi. Ani ruh hali değişiminin sebebini anlamak için çabalarken gözlerimi kıstım ve "Ne oldu?" diye sordum.

Kaşlarını kaldırarak "Sus," işareti yaptı. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anladım ve kalbim telaşla göğsümü dövdü, Amber'in sabah bahsetmiş oldukları, gömüldükleri bilinçaltımdan gün yüzüne çıktı, aklımda bin bir türlü senaryo fink attı. Alaz beni yavaşça yere indirdi, kısılan gözleriyle ormanın karşımızda kalan bölümünü izledi. Bir adım attı, ardından omuzunun üzerinden bana baktı. "Burada bekle."

"Neler oluyor?" diye fısıldadım telaşla.

"Biri var," dedi ve ağır ağır yürümeye devam etti. Korkuyla peşinden ilerlemeyi sürdürdüğümde göz ucuyla bana baktı. "Efsun..."

Kafamı hayır dercesine hareket ettirdim. Onu tek gönderemezdim, tehlike varsa onu da birlikte görecektik. Artık başına buyruk davranmak yoktu.

Sözünü hatırlamış olacaktı ki itiraz etmedi.

Ağır adımlarla hışırtı sesinin geldiği yere doğru yürüdük, adım attıkça üç dört saniyede bir duyulan ses daha da netleşiyordu. Sıklaşan ağaçların arasına girdiğimizde Alaz bakışlarını sesin geldiği yönden ayırmadan bana sağ tarafı işaret etti. Komutuna uyarak sağa yöneldim ve bir ağacın gövdesine siper aldım, benim yaptığımı beş ağaç solumdaki Alaz da yaptıktan sonra göz ucuyla beni kontrol etti.

Arka taraftan hışırtı duyulduğunda refleksle başımı omuzumun üzerinden arkama çevirdim.

Çalıların arasından bir karga çıktı ve gaklayarak göğe doğru kanat çırptı. Korkum hafiften silinse de heyecanımda zerre azalma olmadı.

Yeniden önüme döndüğüm sıra Alaz'ın elini kaldırdığını gördüm, ne yapmaya çalıştığını çözmek için karşıma baktığımda sık ağaçların arasından metrelerce ötemizde, siyah pelerinli bir adamın olduğunu görerek dumura uğradım. Sırtında her an elini atıp almak üzere olduğu bir kılıç asılıydı, tek dizi üzerinde eğildi, avucunu yere bastı. İz teftişi yaptığı her halinden belli oluyordu.

Yabancıydı.

Karla kaplı zeminden avucunu çekti, bir şey bulmuş gibi ağır ağır doğruldu, arkaya dönmek ve bizi bulmak için hareketlendi.

Fakat harika bir zamanlamayla gücünü kullanan Alaz, yabacı adamı ileriye savurdu. Adamın gövdesi iri bir ağaca sertçe çarptı, dallarda biriken karların üzerine yağdığı adam dudaklarından dökülen inlemenin ardından omuzunun üstüne düştü, ardından yüz üstü yere kapaklandı; ortadan yarılan ağaçsa diğer tarafa devrildi.

Alaz tekrar etrafı inceledikten sonra kafasıyla bana gel işareti yapıp hızlı ve emin adımlarla etkisiz hale getirdiği adama doğru yürüdüğünde peşinden gittim. Yüreğim dehşetle göğsüme çarpıp duruyordu.

Adama ulaştığımızda Alaz eğilmeden ayakkabısının ucuyla pis bir yaratığa dokunuyormuş gibi omuzuna dokunarak onu sırt üstü çevirdi. Dizinin üzerine çöküp adamın yüzünü kapatan pelerinini eliyle geriye sıyırdığında dudaklarımdan hayret dolu bir nefes döküldü.

Krallığımızın saklı topraklarını bulan, alnından sızıntı şeklinde akan kana rağmen yarı baygın gözleriyle bize bakmakta olan adam Cadı ve Caris Sarayının veliahdı Sıraç Şeyhanlı'dan başkası değildi.


Continue Reading

You'll Also Like

226K 19.9K 58
Eleanor için kurt adam, vampir ve büyücülere inanmak kolaydı. Sonuçta o, anne ve babasının kurt adamlar ve vampirler tarafında öldürüldüğünü savunan...
29.4K 141 1
Sırlarla örülü bir aşkın, karmaşık ilişkilerin ve karanlık entrikaların içine sürükleyen Kırık Maskeler, sıradan bir yaşamın ötesinde derin bir yolcu...
23.8M 1.4M 79
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
KODEX By R.GAYEÖNEL

Teen Fiction

3M 86.9K 33
Hafızanı kaybedersen düşmanına âşık olabilir misin? Karaca Yıldırım, ailesini kaybettiği kazadan aylar sonra iyileştiğinde teyzesinin yanına taşınır...