SERÇEYİ ÖLDÜRMEK

By bosverdilan

6.5M 436K 408K

Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekim... More

I- "Geçmişin Pençe İzi"
II- "Düğünlerden Kalkan Cenazeler"
III- "Kalabalık Kabristanın Sahipleri"
IV- "Sırtı Dönük Namlular"
V- "Vedalar ve Kalanlar"
VI- "Üstü Açık Mezarlar"
VII- "Labirentte Kaybolmuş Anılar"
VIII- "Korkunun Gölgesindeki İtiraflar"
IX- "Kelime Oyunları"
X- "İçerlenmiş Cümleler"
XI- "Kadınlar ve Gemiler"
XII- "Gözden Düşen Cesetler"
XIII- "İnat ve Sabır"
XIV- "Yılanlar ve Kararlar"
XV- "Geleceğin Yanık Mürekkebi"
XVI- "Seçimler ve Vazgeçişler"
XVII- "Yol ve Yoldaş"
XVIII- "Bekârlığa Veda"
XIX- "Şafak Yüz Altmış Bir"
XXI- "Kediler ve Raconlar"
XXII- "Geçmişin Enkazındaki Gerçekler"
XXIII- "Zeliha Karadere"
XXIV- "Çav Bella!"
XXV- "Dilden Akan Zehir"
XXVI- "Mucize"
XXVII- "Mermi ve Çiçek"
XXVIII- "Şafak Yüz Otuz"
11 MAYIS 2017|ÖZEL BÖLÜM
XXIX- "Laçka Olmuş Gönül Telleri"
XXX/PART I "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXX/PART II "Kapısı Kaybolmuş Kilit"
XXXI- "Kaybedilmeyen Alışkanlıklar"
26 EKİM 1995|ÖZEL BÖLÜM
XXXII- "SENSEMEK"
XXXIII- "EN GÜZELİ"
XXXIV- "ZİHNİN SAVAŞI"
XXXV- "KELEPÇE"
XXXVI- "Pandora'nın Kutusu"
18 ŞUBAT 1990|ÖZEL BÖLÜM
XXXVII- "ALATURKA"
XXXVIII- "YOLLAR VE DURAKLAR"
XXXIX- "EFSUN GİBİ"
XL- "Hurafeler ve İnançlar"
XLI- "İlaçlar ve Dozları" PART/1
XLI- "İlaçlar ve Dozları" Part/2
XLII- "MANİFESTO"
XLIII- "Yargıçlar ve Cezalar"
XLIV- "MİLAT"
XLV- "KORKULAR"
XLVI- "TEHDİT-İ İADE"
XLVII- "İNCE KEFEN"
XLVIII- "SERÇEYİ ÖLDÜRMEK"
XLIX- "ETKİSİZ ELEMAN"
L- "TEK CAN"
LI - "Ölümsüzlüğün İksiri"
VEBALI RUHLAR|ÖZEL BÖLÜM
ANAYASA ve MADDELERİ|ÖZEL BÖLÜM
LII- "AHDE VEFA"
LIII- "Haberci Kuşlar"
LIV- "Geçmişin Geçmeyenleri"
LV- "DÜĞÜM"
LVI- "Aflar Teşekkürler ve Pişmanlıklar"
LVII- "Son Bir Direniş"
LVIII- "kabak çiçeği dolması ve az şekerli kurşun kek"
LIX- "siyah gül ve beyaz gül"
LX- "olmayan kızgınlıklar ve bitmemiş kırgınlıklar"
LXI- "yüzleşmeler ve kavuşmalar"
LXII- "ördekli fırın eldiveni"
LXIII- "mutsuzluktan kurtulmuş kalpler"
LXIV- eşsiz kıpırtılar
LXV- yaban mersini
LXVI- "yediler ve yedi kadarlar"
LXVII- "yok olan canavarlar ve son yükler"
LXVIII- isteklere dönüşen dualar
LXIX - sözünü tutan adam
Dilan Durmaz'dan;
LXX-engellenemeyen kader
LXXI-eve varmak

XX- "Körler ve Yaralar"

103K 6K 6.1K
By bosverdilan



23 Aralık 2000

Babamın elleri büyük bir ustalıkla elindeki ahşabın parçalarında gezinirken sanki dünyanın en güzel görüntüsünü izliyormuş gibi bir hisle onun ellerine bakıyordum. Babamın elleri... Nasıl güzeldi. Sanki bu dünya üzerindeki en güzel eller ona aitti. Çünkü herkesin ellerine bakardım, daha da kimsenin ellerini görmemiştim bu ellerden güzel.

Annemin babama seslenişi olan "Hallettin mi?" sorusuyla önümüzdeki sehpaya bir tane kupa konuldu. Buharı tütüyordu. Babam ellerinin hareketini tek bir an bile durdurmazken saçlarımdan öptü derince bir nefes alarak. Bir de şey... Saçlarımdan hep öptüğünde koklardı. Tıpkı anneme yaptığı gibi.

"Olacak." dedi kendinden emin bir sesle. Annemin kolları bir an bana uzandığında anında sızlandım. Yerim çok rahattı niye bozuyordu ki? Bu sızlanışıma rağmen beni babamın sinesinden aldı, kendi kolunun altına sabitlerken "Bak sana ne göstereceğim." diyerek elindeki sanki bir ağaçtan yapılmış gibi duran deftere vurdu birkaç kez. Bir an içim sızlasa da babamdan hemen kopup bütün dikkatimi ona verdim.

Babamın da gözleri annemin getirdiği şeyi bulmuş olacak ki "Haydaa," diye sitem etti. Parmak uçlarım gerçekten bir ağaçtan mı yapıldığını anlamak için defterin üzerinde dolaşıyordu. Defter diyordum ama pek benim defterlerime benzemiyordu albüm de olabilirdi aslında. Annem babamdan bu tepkiyi bekliyormuş gibi kızıl saçlarını savurarak ona baktı. "Ne oldu, ne oldu? Neye hayda?" diye komik bir sesle konuştuğundan gözlerim onun güzel yüzünü buldu.

En güzel anne de bendeydi. Sanki en güzellerini ben kapmıştım. O kadar güzeldi ki, baktıkça dudaklarım kendiliğinden kıvrılıyordu. "Bak," dedi babam ciddi mi değil mi pek seçemediğim bir sesle. "Kızımızın," dedi tane tane. Başımı geriye atarak ona baktım. "Bir takım şeyleri bilmesine gerek yok."

Benden mi gizliyordu?

Neyi?

Benden mi?

Nasıl?

Bütün yüzüm değişirken kırgınca babama baktım ve babam bunu bekliyor olacak ki başını bana eğdi. Fark etmeden büzdüğüm dudaklarıma bakarken gönlümü almak için önce bana göz kırptı, sonraysa eğildi öpmek için ama hayır izin vermedim.

Bizi kıran insanlar bizi niye öpseydi ki?

Üstelik benim bir şeyleri bilmemi istemiyordu. Artık bende, beni öpmesini istemiyordum.

Her zamanki gibi aynı cümle döküldü dudaklarından "Annesi kılıklı."

Annem şaşkınca "Aaaa," derken beni iyice kendine yaklaştırdı. "Niye babasının romantik bir adam olduğunu bilmesin ki? Dün gece atıp tutuyordun yok ben anneni aşık etmek için bir şey yapmadım, yok zaten o bana vurgundu. Ölüyordu, bitiyordu. Demedi mi kızım öyle şeyler, korkma konuş annem. Demedi mi, söyle!" diyerek bütün bakışları bana yöneltirken o an içimdeki kıvılcım büyüdü zaten benden bir şeyler gizleyen babama hırsla bakıp başımı salladım hızlı hızlı.

"Dedi." dedim annemi desteklemeyi tercih ederken.

Babamın kaşları havalanırken "Öyle mi Efsun Hanım?" diye sordu her zaman onun destekçisi olan kızını bu kez ondan yana görmeyince şaşkınca. Omuzlarımı kaldırıp indirdim, bakışlarımı karşıya sabitledim.

"Öyle."

O an babam üzerimize doğru ani bir atak yaptığında ben, beni öpecek sandım. Hatta öpmesin diye siper ettim ellerimi yüzüme ama hayır kalbim ikinci kez kırıldı. Babam beni değil annemi öptü. Bunu da her böyle anda annemin büyük bir hızla gözlerime kapanan eliyle anladım. Annem uyarı dolu bir sesle "Soner," diye fısıldarken elim gözlerimi kurtarmak için annemin bileğine gitti ama hayır başarılı olamadım.

"Ne Soner?" babamın sesi annemin aksine daha normal, telaşsızdı. Bir de hala konumunu koruyordu, gövdesi hemen arkamdaydı hissediyordum. "Kızımı öpecektim," dedi beni ima ederek.

Evet baba öpebilirdin ama öpmedin.

Evet baba öpmek istedin ama izin vermedim.

"Tam olarak annesinden bitme olduğu için naz yapıyor. Ne yapsın bu adam, söyle ne yapsın bu adam?"

Sonra tekrardan öptü annemi. Gözlerimi kapatsalar da kulaklarım hala duyuyordu...

Evet baba kızını hala öpebilirsin ama öpmüyorsun.

Evet baba şimdi öpmeye çalışsan yine izin vermem.

"Geri çekilsin bu adam," dedi annem nedenini bilmem zar zor bir halde. "Geri çekilsin çünk-" annemin söz kesildi. Babam yine annemi öptü. Zaten Efsun kimdi ki? Öylece oturmuştum ortalarında. Zaten kimdim ki ben?

"Soner geri çekil diyorum Efsun dibimizde."

Annemin bir türlü beni rahat bırakmayan eline inat "Seni duyuyorum anne." dedim fısıldamasının hiçbir anlamının kalmadığını belli etmek için. Bu öpüş sesleri birbirini takip etti babamın kıkırtısı kulağımı doldurdu. Ben komik bir şey söylememiştim.

Zaten Efsun kimdi ki?

Arkada sanırım kısa bir boğuşma geçti. Annemin darbeleri yanlış tahmin etmiyorsam babama indi. Babam "Tamam," derken annemin tüm serzenişlerine rağmen oldukça eğlenir bir tonda "Son kez. Sonra geri çekileceğim." dedi.

Zaten Efsun kim ki?

Kısa bir sessizlik oluştu sonra çok içli bir nefes aldı babam annemi dediği gibi son kez öperken. Söylemiştim zaten babam beni ya da annemi öperken derince nefes alırdı. Sonra geri çekildi. Gözlerim açıldı.

Zaten Efsun kim ki?

Annem boğazını temizlerken asık suratla ona bakan bana indi gözleri bir suç işlemiş gibi yanakları kızardı mahcupça gülümsedi. "Annesinin güzeli." derken saçlarımı düzeltti yavaşça sonra da eğilip alnımdan öptü. Babama daha çok darıldım. Çünkü o yaptığı işe geri dönmüştü.

"Şimdi baban," derken elindeki şeyi gösterdi. "Deli gibi peşimden koşup yoluma güller sererken."

Yuh!

Babam güller mi serpmişti annemin yoluna? Gül yaprakları? Hangi yola? Annem gün içinde bir sürü yere giderdi?

"Bütün geçtiğin yollara mı?" diye sordum şaşkınca. Beklediği geri dönüş bu olmamış olacak ki dudaklarını hafifçe öne doğru büzdü, sonra da başını sağa yatırdı.

"Yok," dedi arada kalmış bir sesle. "O kadar değil ama olsun. Daha büyük şeyler yaptı. Gel bak şimdi." derken beni tamamen kolunun altına aldı, himayesine girdim.

"Şimdi benim babana kızgın olduğum bir dönem. Aramız bozuk ve tahmin et kim yüzde yüz haklı?"

Başımı ona kaldırdım ve sık sık duyduğum bu soruya her zamanki cevabı verdim. İşaret parmağımla onu gösterdim "Tabi ki sen anne." dediğimde her bu cevabı duyduğunda gözlerinde oluşan parıltıya baktım. Ağlayacakmış gibi dudaklarını büzdü sonra çenemi hafifçe sıkıp burnumdan öptü.

"Evet annem, nereden bildin?" derken yüzüme öpücükler kondurmaya devam etti. Nasıl nereden bildim? O söylemişti ya bu soruya vereceğim cevabı. Babamın cıklayışını duydum ardı ardına. Son kez öperken "Oh," dedi mutlu bir halde. "Oh ne güzel doğurmuşum oh!"

Eli hala çenemdeyken "Senin annen babana karşı hep haklı meleğim tamam mı?" diye sordu bildiğim gerçeği bana da söylerken. "Annen o kadar haklı ki, bunu bir miras gibi sana bırakacağım. İleride sen de hep haklı olacaksın eşine karşı. Öyle bitmez tükenmez bir haklılık."

Ne dediğini o an hiç anlamasam da annem diyorsa doğrudur diyerek başımı sallayacaktım ki babamın o huzursuzlaşmış sesi girdi araya. "Ne anlatıyorsun sen kızıma?" dediğinde gerçekten keyifsizdi. "Yok efendim eşin, yok efendim eşine karşı. Yani alt yaşında çocuk, ne gerek var? Tadım kaçtı benim."

Annemin önce dudakları aralandı şaşkınca sonra birkaç kez bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama gözlerini devirdi tavana baktı uzun uzun. "Yani bak," dedi usulca sinirlenen bir sesle. "Bak Soner burada neler neler dedim tamam mı?" bir öğretmen anlamayan öğrencisine nasıl anlatırsa öyle anlatıyordu. Sadece benim öğretmenimin sesi daha yumuşak olurdu.

"Bak yüzde yüz haklıyım her koşulda falan diyorum. Bir ona itiraz et, bir ona burun kıvır. Gidiyorsun her seferinde cımbızla bir şeyler seçip sonra keyfim kaçtı diyorsun." derince bir nefes aldı dudaklarını ıslattı. "Ben yine sinirlendim." derken babam sessizce onu dinliyordu. Annem yüzünü sıvazlarken hafifçe dudaklarını kıvırdı.

"Bunlar çok basit cümleler. Bak senden rica ediyorum, bu kadar sıradan cümlelere takılma olur mu? Üstelik sen kız babasısın, düşünüyorum şimdi gülüp geçilecek cümlelere böyle tepkiler veren adam on sene sonra ne yapacak diye. Şaka yapmıyorum, düşünüyorum."

Bakışlarım bir anneme bir babama dokunurken babamın yüzünden bozulduğu belliydi. "Efsun on sene sonra on altı yaşında olacak. Sen bana bu cümleyi on sene sonra, on sene sonrası için kur. Ben o zaman düşünürüm."

Annem sinirleri bozulmuş gibi güldü hafifçe. Kavga mı edeceklerdi? İyi ama niye?

"Babama 'Eşref Bey, ben kızınızı zaten yıllarca bulamamış bu yaşıma kadar geç kalmışım, uzatmaya hiç niyetim yok' derken her şey güllük gülistanlıktı değil mi?"

Babam başını dikleştirdi. Sanırım bu cümle onu biraz zora sokmuştu çünkü bir an ne diyeceğini şaşırdı. Sonra sinirli sinirli anneme bakıp beni aniden kendi yanına aldı. Yine onun kucağındayken "Ben senden emindim, sen benden emindin. Ben geciktirmeye lüzum görmedim. Benim kızım belki emin değil. Belki anlık duygularla yanlış düşünüyor, olamaz mı? Hem ne alaka ya? Biz niye bunu konuşuyoruz? Şimdi Efsun büyüyecek." derken beni sinesine çekti. Elleri tekrar o ahşabı buldu ve ben tekrar ellerini izlemeye başladım. Affetmiş miydim? Çırpınmadığıma göre...

"Bölümünün yüksek lisansı, doktorası derken kariyer yapacak. Sonra başarıya doyamayacak, daha yükseğe dikecek gözlerini. Sonra babasını hep gururlandıracak. Hep kariyer yapacak başka hiçbir şey yapmayacak. İsterse resim yapsın, müzikle uğraşsın ya da spor. Onun gönlü nasıl isterse. Ne kadar çok seçeneği var, ne çok yapacak şeyi var. Aklına bile gelmez, sen yorma güzel aklını. Hiç gerek yok. Zaten biz anlaştık kızımla değil mi?" derken hangi anlaşmamızdan bahsetti anlamadım. Zaten söyledikleri neydi onu da bilmiyordum. Uykum gelmişti, sadece ellerini izliyordum.

"Kendinden bir gün bile büyük olan herkes abin," dedi babam bana da hatırlatırken. "Kendinden küçük olan herkes de kardeşin. Değil mi babam?"

Babamın ellerini izlemeyi sürdürürken gözlerim aniden irice açıldı, heyecanla bütün vücudum canlandı. Gülümsedim kendimi tutamayarak. Ardından söylediğim şey annemin kahkahasına neden olurken babamın elleri aniden duraksamıştı.

"Baba kreşteki Egemen var yaaa.. İşte bizim onunla doğum günlerimiz aynı. Aynı gün doğmuşuz inanabiliyor musun?"

Beni nasıl bu andan alıp yirmi sene öncesine götüren şey ellerin hareketiyse, yirmi sene önceden bugüne geri getiren de tıpkı babamın elleri gibi duraksayan eller oldu. Ne zaman uyandım, ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama Fetih uyandığımı fark etmemiş, şöminenin önünde olan koltuklardan birine oturmuş elindeki daha tam ne olduğunu anlamadığım şeyi tamir ediyordu. Sargıda olan eline rağmen.

Gözlerimi açar açmaz önüme düşen elleri olunca bir an irkilmiştim anı, bulunduğum yeri unutup. Geçmiş ve şimdi arasındaki ipi kaçırırdım bazen. Ayırt etmem zorlaşırdı. Tıpkı o ilk uyandığım an gibi. Sonra sindiğim yatakta önce dün geceyi hatırlayıp sonra o elleri izlemeye dalınca sessizliğimi bozmamıştım.

Duran eller beni içine hapseden yirmi yıl öncesinden koparırken tek bir an yine irkildim. Aynı şekilde çat diye durmuştu Fetih'in elleri de. Gözlerim yüzüne tırmanırken bu duruşun sebebinin başını kaldırıp benim uyandığımı fark etmesi olduğunu anladım. Gözlerimiz direkt olarak birbirini bulmuştu. Dün geceden sonra o kadar boş hissediyordum ki, sanki biri elektrikli süpürgeyle bütün içimi boşaltmıştı.

Odadan çıkışının üzerinden ne kadar sonra uyuduğumu bilmiyordum. Bir süre öylece yataktaki kanı izlemiştim. Sonra odada volta atmıştım. Düşünmüştüm, konuşmuştum, sakinleşmeye çalışmıştım. Odaya girmemişti. Ben gece lambalarını çalıştırıp normal ışığı kapattıktan hemen sonra da girmemişti zira ben hemen dalmamıştım uykuya. Geldiğini hatırlamıyordum. Her ne kadar gece lambalarından başta huzursuz olacağımı düşünüp söndürmek istemesem de normal ışığı, Fetih'in girmeyeceğini bildiğimden gönlüm razı gelmemiş ve söndürmüştüm. Bir sorun çıkmamıştı zira gece lambaları ışıkta uyuyamayan bir insanı uyutmayacak kadar etkiliydi.

Beynimin içini her söylediği kelime pençelerken kendimle verdiğim savaş çok kötüydü. Ondan gelen hiçbir şey beni öldürmezdi. Buna inanmak ya da inanmamak değildi benim ki. Fetih'in beni öldürmeyeceğini, zarar vermeyeceğini zaten biliyordum. Bana karşı öyle bir eğiliminin olması için nedeni de yoktu zaten. Ama öldürmemek ezip geçmemenin önüne geçmemişti.

Fark etmeden sahiden Fetih'in söylediği şeyi benimsemiştim. Beni ezip geçmez sanıyordum. Kendimi buna ikna etmiştim.

Dediğini yapmıştım, düşünmüştüm. Bunu neden yaptığını, neler olacağını, amacını, niyetini. Her şeyi. Hiçbir şey Fetih'i suçlu çıkarmıyordu tamam, kabul ediyordum. Aklımı kullanabiliyordum. Bu çıkarımı yapabilirdim ama Fetih'in salt suçlu olmaması beni ilgilendirmiyordu. Ben Pollyanna değildim, iyilik meleği ya da empati timsali de değildim. Ben bu hayatın içine canı için zorla iteklenmiş bir kadındım. Şu an gece her ne kadar yerde yatsam da muhtemelen Fetih'in yatırdığı yatakta bana ait olmayan bir kan vardı ve benim için akıtılmasını kabul edemiyordum.

Bir orman yangınında yanan tek ağaç bensem; tek başımı yanışıma, diğer ağaçların hala sapasağlam oluşuna bozulurdum yeri geldiğinde. Bencil olabiliyordum zaman zaman. Tıpkı şu anki gibi. Beni ilgilendirmiyordu. Beni Fetih'in bu tarz bir şeyi savunmayışı ilgilendirmiyordu. Zaten her şey benim için bu kadar zorken, bir de Fetih'i düşünüp onunla empati kuramazdım. İçinde olduğum an buna uygun değildi. Bencillikse, bencillikti. Hayatım beni çiçekli yollarda yürütmemişti hiçbir zaman, eğer bencil olmayı öğrenmeseydim bu yaşıma kadar o hiç yürüyemediğim gül bahçelerinin dikenlerinin acısı bile bana yazılırdı.

Annesi babası bana kan kusarken saatler önce, bu ev zaten zindan gibi gelirken bir de böyle şeyleri kaldıramıyordum. Yüküm kendime ağırken Fetih'e hoşgörülü olmak çokta önceliğim değildi. Durup düşünme zamanım olmamıştı o an, bundan sebepti ki verdiğim tepki anlık öfkem için oldukça yerli yerindeydi.

Kadınlar harcanıyordu bu uğurda. Bizi harcıyorlardı. Böyle iğrenç bir şey için bizi öldürüyorlardı. Ölen yine bizdik, harcanan bizdik. Tanımıyorduk diye görmezden gelemezdik. Benim ölmeyişim, ölenler için canımdan can gitmeyişi demek değildi. Duyuyordum, okuyordum, görüyordum. Hassastım. Herkes bir hassassa ben beş hassastım. Elimde olan bir şey değildi.

Vaziyet buyken annesinin anlamsız cümlelerine katlanabilirdim. Fetih bu tercihi bana bırakmalıydı. Ben duymazdan gelirim diyorsam beni benden çok düşünmemeliydi. O kanı akıtmamalıydı.

Bu ülkede ilk akla gelen bir canilik vardı. Tecavüz gerçeği vardı kapı gibi. Bu yatağa kan akmak zorunda değildi, buna engel olacak çok şey vardı. Kadın kendi isteği olmadan bile daha önce biriyle birliktelik yaşamak zorunda kalmış olabilirdi. Dün gece Fetih gerçekten biriyle evlenseydi ve geçmişi bu tarz bir olayla boğuşan bir kadın olsaydı yine bunu mu yapacaktı? O kadın ne hissederdi biliyor muydu o? Nasıl kırılırdı, nasıl soğurdu gönlü?

Annesi kiminle evlense bunun çetelesini mi tutacaktı yoksa bana mı özeldi? İçimden bir ses bana özel olmadığını söylüyordu. Zühre Karadere'nin beni günah olarak ilan edip kendi zehrini her bir tarafa bırakması... Üstelik bunu da benim zararıma panzehir olarak görüyordu. Her şey o kadar çirkin, o kadar mide bulandırıcıydı ki kussam kan kusar, kustursam kan kustururdum.

Aramızdaki sessizliği ilk bölen Fetih oldu. O konuşmasa ben konuşur muydum bilmiyordum. Ona kızgın da değildim. Hiçbir şey hissetmiyordum. Sadece düşünüyordum. Canının yandığını farkında olsam da Fetih hariç her şeyi, herkesi.

"Günaydın." derken ilk, kurumuş boğazımı ıslatmaya çalıştım karşılık vermeden öne. Üstünü giyinmişti, yani en azından takım elbisesinin gömleği ve altı üzerindeydi sadece ama tam olarak toparlanmamıştı.

"Günaydın." dedim durgun bir sesle. Gözlerimi gözlerinden kaçırdım sırt üstü pozisyona geçip saç diplerimi ovaladım hafifçe. Öylece dalgın bakışlarla tavanı izlerken esnedim hafifçe. Aramızdaki konuşmayı sürdüren o oldu.

"Hep böyle çok mu uyursun?" O ne düşünüyordu? Aramızda en bariz şekilde olmayan şey öfkeyken, en var olan ise soğukluktu. Aniden başa sarıyorduk zaman zaman. O ilk denk geldiğimiz ana geri dönüyorduk. Yabancılaşıyorduk.

"Fırsatım varsa," derken yavaşça biraz önceki pozisyonuma geri döndüm ve yan tarafa koyduğum telefonumu elime aldım. Saat on biri geçiyordu. "Hep böyle çok uyurum." diyerek tamamlarken cümlemi yataktan çıkmaya o kadar takatim yoktu ki bütün günü bomboş yatakta geçirip, sıkıldığım yerde uyuyup, uyandığım yerde evlilik programlarını izleyerek öldürebilirdim. Ve evet bu çok güzel olurdu.

"Yerde yatmam konusunda dün anlaştığımızı düşünmüştüm ve yerde yatmıştım." dedim şu an yerinde yeller esen yatağın yarattığı boşluğa takılırken. Uykum daldıktan sonra derin olacak ki beni taşısa bile uyanmamıştım.

"Senin benden fazla uyuyacağını tahmin ettim. Yatağın bu saate kalmaması gerekiyor yerde. O yüzden sen üstte, ben altta."

O yaslandığı yerden bana bakarken, ben iki elimi başımın yastıkla birleştiği yerde sabitlemiş onu izliyordum. "Öyleyse üç gün sonra yer değiştiriyoruz çünkü ben senden daha önce uyanacağım." gözüm bir an oturduğu yerin kenarlarında ritim tutan parmaklarına kaydı. Onun cevabını parmaklarını izlerken dinledim.

"Onu da üç gün sonra düşünürüz. Şimdi yavaştan kalk, toparlan. Kahvaltıya inmemiz gerekiyor." sol kolunu kaldırdı ve saate baktı. Benim aldığım saatten. O an istemsizce zaten yanağımda hissettiğim bilekliğe daha çok bastırdım yüzümü. İkimizin de bileğindeydi. Her şeye rağmen.

"Geldiler mi?" diye sordum keyifsiz bir sesle. Bir ardından homurdanmadığım kalmıştı. Başını salladı ağır ağır. Keyifsiz bir sabah daha da keyifsizlenecekti. Her şeyden belliydi. Hiç oturmak istemiyordum o sofraya.

"Ben gelmesem olur mu?" diye sordum bir umut. Ne bileyim uyandırmak istemedim falan diyebilirdi. Zaten onlar da benim yüzümü görmek istemiyorlardı biliyordum.

"Sence?" diye sordu gözlerini kırpmadan bana bakarken. Hızlı hızlı konumum elverdiği kadar başımı salladım. "Bence olur."

Oturduğu yerden duruşunu düzeltti, hafifçe öne doğru çıktı. "Yeni gelinsin Efsun, bu da ilk kahvaltı. Sence nasıl oluyor, anlat bana bir."

Yeni gelin mi? O an gözümün önüne anlamsızca sosyal medyadaki bir sayfanın saçma sapan paylaşımları geldi. Yüzümü ekşittim hafifçe. Bir an koltuk takımına benzer kurabiye yaparken hayal ettim kendimi, sonra çeyiz sandığı şeklinde pastalar falan. Tüylerim diken diken olurken üzerimdeki yorgana daha çok sokuldum.

Allah'ım sabah sabah sınama, hele böylesiyle lütfen.

Bu işkenceyi kendime daha fazla yapmamak adına ani bir hareketle yerimden doğrulurken ayaklarımı yere bastırdım. Derince bir nefes alarak gözümün önündeki görüntüleri tamamen silmeye çalışıyordum, çünkü hala gölge gibi canlanıyordu. Bu kadar kolay hayal ediyor olamazdım bunu.

Yer her ne kadar soğuk olmasa da çıplak ayaklarım beni rahatsız ederken, yere bakmadan ayaklarımı ileri geri yaparak panduflarımı aramaya çalıştım ama girdiğim bin bir şekle rağmen -evet başımı eğmemdi mantıklı olan ama sabah sabah düşünmemem gereken şeyler düşünüp algılarımı tamamen kapatmıştım- amacıma ulaşamadım ve panduflarıma ulaşamadım.

"Maymunlarını mı arıyorsun?" sol tarafımda bıraktığım bedenden çıkan soruyla kaşlarım havalandı. Anlamadığımı belli edecek bir emare dökülecekken dudağımdan "En sağda." diye tamamladı cümlesini. Daha fazla çırpınmayıp başımı eğdim ve Fetih'in takıntısını bana kanıtlayan şeyi fark ettim. Panduflarım simetrik olarak en köşeye konmuştu. Muhteşem!

Yavaş yavaş ayağıma geçirirken "Maymun değil, tavşan." dedim inatla. Tamamen ayağıma geçirdikten sonra önüme dökülen saçlarımı başımı geriye atarak geri savurdum. Doğrulurken yerimden pijama takımım tamamen üzerimden döküldü, kendi kendine düzeldi. Fetih'in bakışları yine üzerimdeydi, bir an dönüp arkamdaki yatağa bakacaktım. Aklımdan geçirdim, tam o kısma bakmayı düşündüm ama hareket yönüm orası olmadı.

Keyfimi daha fazla kaçırmak istemedim. Sadece telefonumu alıp internetimi açarak yatağın en sonuna doğru fırlattım, gelen bildirimlerden sonra almak istersem yakınımda olsun diye. Ağır ağır valizlere doğru yürürken kısa bir an neyin nerede olduğunu unutsam da mavi valizlerden biri sağ olsun bütün algımı açtı saniyesinde. Elim siyah olana doğru giderken zorlukla yan yatırmaya çalışırken telefonuma da bildirimler düşmeye başlamıştı. Keşke sesini kısmayı akıl etseydim.

Yere yatırdığım valizin önüne ben de diz çökerken kendimi hafifçe geriye doğru atıp iyice artmaya başlayan ve rahatsız edici boyuta gelen bildirim sesiyle ulaştığım telefonumda ilk işim sesini kısmak oldu. Parmak izimle açtığım telefonu bağdaş kurduğum dizlerimin birine koyarken valizi açtım esneye esneye.

Evet, ilk kahvaltıyla insanları sinir etmeye gidiyordum. Ona göre bir kombin yapmalıydım.

Direkt Whatsappa girerken karşılaştığım görüntü beni tamamen valizden kopardı ve şaşkınca ekrana çekti. Bu kadar mesaj neyin nesiydi? Düğün için kurulan grupta akıl almaz bir mesaj sayısı varken, altta Zafer, Nursima, Bahar ve hastaneden birkaç kişinin daha isimleri vardı. Kıyamet kopmuş olabilir miydi?

En üstte hangisi varsa direkt ona bastım ve bu kızlarla olan gruptu. Öncelikle Sahra'nın annesini gruptan çıkardığı bildirimine baktım sonra altındaki mesajlara. Yeni kişilerde eklenmişti. Fetih'in kuzenleriydi. En azından bir kısmı. En azından ayakkabımın altında ismi yazan kısmı.

Sahra:

Annemi çıkardım rahat rahat konuşabiliriz

Yenge, yenge, yenge

Allah aşkına ayakabbının altının fotoğrafını at hadi beyliyorum

Ay heyecandan yazamadım

Bekliyorum*

05** *** ***4:

Halam beni niye çıkardınız gruptan diye sormayacak mı? Bu ne cesaret alooo

Hem baksana mesajın iletilmiş mi Efsun yengeye???

Mihra:

Anneme grubu kapattığımızı söyledim:)

Yoksa bizi yerdiii

Sahra:

Hayır tek tik

Ya hayır ama ya nasıl tek tik??

Yengeeee

Hadi hemen at sonra geri kapatırsın

05*** *** ***2:

Kızlar siz manyak mısınız?

Yatın uyuyun

İlk gece:)

Evli:)

Çift mi:)

Rahatsız:)

Edilir:)

:)))))))))))))

Elif:

İşte bunu düşünemiyorlar Kübim

Kadının interneti açık olsa her saniye bildirim

Biraz saygı be kardeşim biraz saygı

05** *** ***9

Kızlaaaarrr bunlar daha minik.d

Nereden bilsinler ilk geceyi...

Daha küçükler onlar ablası

Mihra:

Allah Allah

Neyi bilmiyoruz biz pardon???

Sahra:

Ne sanıyonuz ki ceviz oynamaya gittiklerini mi düşünüyoruz

NNFKDNJNCKJSNKJDSAKN

Her bir mesajda gözlerim mümkünmüş gibi daha fazla açılırken öksürmemi tetikleyen kesinlikle bu olmuştu. Gözlerimi irice açıp ekrana bakarken iyice özele kaçan konuşma devam etti. O an çaktırmadan Fetih'in kontrol ettim ama başarılı olamadım. Çünkü onunda gözleri her ne kadar telefonunda olsa da ona baktığım gibi beni buldu bakışları ama hızlı hızlı kaçırdım kendimi hemen.

Geriye kalan bazı mesajlar yanak kızarttı, bazı mesajlar daldan dala atlayan bir kız muhabbetiyle dedikoduya kaçtığı için -ki grupta olmayan diğer kuzenlerin dedikodusuydu- öylece geçtim, bazı mesajlar ayakkabı içindi. Bütün gece girdikleri yorgan altından öylece konuşmuşlardı. Daha sonra bir kısım sabah uyanmış, benim hala tek tik oluşumu yatırmıştı masaya. Hiç uyanmadığımı, nedenini, yorgun oluşumu falan... İmayla. Kendimi o an o kadar onların yaşlarından uzak hissettim ki. Sanki aramızda kuşak farkı vardı epey. Onlar yazarken eğlenmişlerdi ama ben dudak ısırmıştım okurken. Geçe geçe en sona geldiğimde bir durdum ne yazayım diye ama arkamda Fetih olduğundan bir an önce çıkmaktan istiyordum bu sohbetten.

Hepinize günaydın kızlar. Dün geceki derin sohbetinizi elimden geldiğince okudum. Size diyecek bir şey bulamıyorum... Lütfen yüz yüze geldiğimizde mesajlardaki gibi açık sözlü olmayın. Ayakkabının fotoğrafını da atacağım birazdan, çünkü doğru tahmin. Yeni uyandım:D

Daha sonra diğer iş arkadaşlarımın mesajlarına açmadan bakarken gözüm birine takıldı. Zafer'e... Ne açıklama yapacağımı bilmediğim Zafer'e. Ne diyecektim şimdi ben bu adama?

Çekine çekine mesajının üzerine bastım. İki mesajdan birini silmişti.

Uyanınca beni vaziyetten haberdar edersin, güveniyorum sana. Güzel haberlerle gel bana

Kıkırdayışımın önüne geçemedim. Bu nasıl bir mesajdı böyle? Sanki ayakkabının altından isminin silinip silinmemesini değil de çok ciddi bir şey soruyordu.

Demek ki o kadar ciddiye alıyor Efsun...

İsimden önce daha farklı bir şeyi sormayı tercih ettim.

Ne yazıp sildin?

Onunda profilinden çıkarken diğerlerine hızlı hızlı resmini atacağımı yazarken ben arkamdakiyle konuşmadan o "Daha ne kadar yerde oturacaksın?" diye sordu. Başımı ona çevirirken sırtı dönük olan beni izliyordu.

"Dün giydiğim ayakkabılar nerede?"

Kaldırmıştı onları da. Yani mesela ben olsam hiç aklıma gelmezdi, amaaan diyerek uğraşmazdım bile. Gözlerini kıstı telefonuma bakmaya çalıştı sanırsam. "Sebep?"

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Fotoğrafını çekeceğim." dedim dürüstçe. Saklamanın bir anlamı yoktu zira onları alıp tuvalete giremezdim gizlice.

"Sebep?" diye sordu tekrardan.

Dudaklarımı birbirine bastırdım boynum dönük olduğundan rahatsız etmeye başlamıştı.

"Altında isim var."

Uzun bir süredir yapmadığı muhabbetin içine çekti yine bizi. Üstelik ben daha tam açılamamıştım.

"Yani?"

"İşte bir iki kişi istiyor. Çekip atacağım."

"Sebep?"

Alt dudağımı dişledim. Ya sabır!

"Çünkü istiyorlar!"

"Yani?"

"İşte çekip atacağım!" diye çıkıştım kontrolsüzce. Ama o durmadı bu döngüde bizi bir ömür döndürmeye yeminliymiş gibi devam etti.

"Sebep?"

"Ay Fetih yeter!" diye çıkıştım en son. Her istemediği şeyde bu şekilde kafa mı bulandıracaktı? Yine aktif hale mi getirmişti bu özelliğini? Benim aklım çok çabuk karışırdı. Allak bullak oluyordum zaten.

"Salak ettin beni. Nerede ayakkabılarım?"

Göz devirdi telefonuna döndü. Cevap vermedi! Ya yemin ederim imdat ya!

"Sana diyorum alo?!" çenesini sıvazladı bir süre durdu ama sonra ağzının içinde kendinin bile anlamayacağı şekilde konuştu. Yüzüm buruşurken "Ne?" diye sordum bedenimi de yarı ona dönük yaparken. Tekrar aynı şeyi yaptı ve anlamayacağım şekilde ağzının içinde konuştu. Zaten sabahtı, zaten yeni uyanmıştım, zaten sinirlenmeye yatkındım! Ne yapıyordu bu yine böyle?!

"Fetih beni mi sınıyorsun sabah sabah? Söylesene!"

Kafasını kaldırmadı ve beni duymamazlıktan gelmeyi tercih etti. İki seçeneğim vardı o an ya suratına bir şey fırlatmak ya da kalkıp dolaplara bakmak. Gönül isterdi ki elimin altında uygun bir şey olsun da ben ilk seçeneği uygulayayım ama tepine tepine kalktım ve bir duvarı kaplayan kıyafet dolabının başından başladım. Ve tabi şans bende olmadığından son baktığım yerde buldum ayakkabı kısmını. Fetih'in rugan ayakkabılarının olduğu kısımda en başta duruyordu.

Söylese ölür müydü?

Telefonuma uzanıp kızlara ait olanı çekip atarken homurdandı hiç utanmadan. Gerçekten ilk sabahtan önümüzdeki beş buçuk ayın ilk teaserını mı gösteriyordu bana?"O kızlara söyle," tehditvari sesine ağır ağır göz devirdim. İşine gelince nasıl da adam akıllı konuşabiliyordu. "Fetih sizin kafanızı suya sokup çıkarır, akıllarını başlarına alsınlar."

Hiçbir şey yazmadan resmi atarken gruptan çıkıp Zafer'e girdim hızlıca. Kızlar anında toplaşırlardı, son mesajımdan sonra bile anında bir şeyler yazmaya başlamışlardı. "Canımı sıkmasaydın evet yumuşatarak söyleyebilirdim ama hayır kendilerine yollarının bahtlarının açık olmasını söyledim."

Zafer'in attığı mesajda takıldı gözlerim Fetih'e laf yetiştirirken.

Aynı mesajdı da bir yere yanlışlıkla fıstık yazmışım. Malum senin kocanda da hipertansiyon var gibi, dertsiz başıma bela sarmayayım dedim

Sinir hastası demeyelim de, hipertansiyon diyelim...

Diğer ayakkabıyı da çekerken Zafer'e özür dilerim yazarak attım ve hızlı hızlı diğerlerine de gönderdim aynı fotoğrafı. "O yer fıstığı da yazmış mı?" diye sordu ters ters. Baygın bakışlarım onu buldu.

"Yer fıstığı demeyi bırak. Senden en fazla birkaç santim kısa."

Sevmsiz sevimsiz bakıştık "Benden kısa değil, ben ondan uzunum. Ayrıca yer fıstığı. Babamın oğlu olsa yine değişmez adı. Gevşek." diye hoşnutsuz bir sesle konuşurken göz devire devire eğilip bavuldan kot gömlek, beyaz tişört ve mavi kotumu aldım. Aynı bavulda olan beyaz spor ayakkabılarıma razı gelirken, makyaj çantam da bu bavuldaydı. Onların tamamını avuçlarken eğildiğim yerden doğruldum ve beni izleyen Fetih'le göz göze geldim.

"O yer fıstığıysa sende isotsun." dedim hırsla. Gidip suratına vurmak istiyordum bir tane. "Onun ezmesine bayılırım, senin reçelini bile sevemedim."

Kaşları havalandı, yüzünde sinir dalgası geçti. Dudaklarını hırsla ıslatırken cevap verdiği an banyoya yöneldim. "İsotun tadı onu her halükârda bastırır, ezer geçer. Bunu sakın unutma Efsun." dedi her kelimeyi bastıra bastıra. Girdiğim banyoda ona döndüm kapatmadan hemen önce "Aynen tamam, aynen. O dediğinden." deyip onu iyice ciddiye almadığımı belli ederek kapıyı kapattığımda sertçe, ardımdan bağırdı.

"Efsun!" duraksadı ve sabır dileyişini duydum. "Sabrımı sınama benim! Fıstık ezmesi yaparım ondan, sen hariç herkese de yediririm!"

Saçlarımı gelişigüzel toplarken daha da sinirlensin diye konuştum keyifle. Sinir ettiği kadar sinir olmuştu. "Bir isodu ne kadar ciddiye alabilirsem, o kadar ciddiye aldım şu an seni."


























Oflaya puflaya, homurdana homurdana benim hazırlanmamı bekleyen Fetih ilk uyandığımda gördüğüm şekilde değildi tamamen işine gidebilecek şekilde tamamlamıştı kıyafetini. Sürdüğüm borda ruja bakarken yüzümdeki o cansızlık sürdüğüm makyajla dağılmış daha sağlıklı duruyordu.

"Kök saldım." dedi en sonunda. Rujumu ağır ağır kapatıp ona dönmezken "Aklım almıyor," dedi abartı bir sesle. Ben ona beni bekle dememiştim ayrıca çokta uzun zamandır beklemiyordu. "Bütün gün evde olacaksın zaten, niye bu boya badana?"

Ona yan bir bakış atarken gözüm bir an normalde hemen toparlayacağı ama bu kez benim uyandığım gibi bırakılan yatağa kaydı. Elini bile sürmemişti.

"Boya badana değil," dedim sakin bir tonda. "Bir ara hatırlat sana teker teker isimlerini söylerim ama genel adı makyaj. Boya badana değil. Ayrıca bu kadar söyleneceğine inebilirdin. Göbek bağımız bir kesilmedi."

Yayvan şekilde oturduğu yerden doğruldu. "Karımı bekledim, olması gerektiği gibi. Bitti mi işin, var mı süreceğin başka kimyasal?"

Ne alıp veremediği vardı kozmetik sektörüyle bu adamın? Bu kadarı da artık nefrete, boykota giriyordu. Hiç cevap vermemeyi düşünerek kapıya yöneldiğim an kolumdan yakalandım.

"Surat mı asacaksın?" diye sordu kahvaltıya inmeden mutlu çift pozu çizmemizi isteyeceğini belli ederek. Zaten o masaya oturduğumuzda kimse Fetih'le aramda sorun olduğunu düşünmezdi. Dikkat ederdim ona.

Başımı iki yana salladım. "Öyle bir şey yapmadım." keyfim yoktu, enerjim düşüktü sadece hepsi bu. Zaten güler yüz beklemesi anlamsızdı, benim de ona karşı böyle bir beklentim yoktu zira.

"Bu normal halim hep suratsızım diyorsun yani?"

Başımı hafifçe sağa yatırdım, zaten gevşek olan elinden kurtuldu kolum kolaylıkla. "Fetih ne istiyorsun?" diye sordum uzatmadan. Hiçbir şekilde bu tarz konuşmalara girmememiz bana daha kolay unuttururdu bir şeyleri. Göz gözeyken, bakışlarımdaki bıkkınlığı hemen sezdi ve başını hafifçe iki yana salladı.

"Hiçbir şey." dedi uzatmayarak sonra da kapıyı işaret etti. Hiç duraksamadan direkt olarak odadan çıkarken merdivenlere yöneldim ben önden, o arkadan basamakları indik. Odalardan birine elindeki büyük tepsiyle bir kadın girdiğinde durup Fetih'i bekledim. Nereye girmem gerektiğini bilmiyordum. Aramızdaki birkaç adımı kapatıp serice elini belime yerleştirirken tahmin ettiğim odaya yöneltti beni. Kiminle, neyle karşılaşacağımı bilmediğimden usulca bir rüzgar geçer gibi oldu vücudumdan, tüylerim dikenlendi. Yine duraksamadım sadece bir cesaret nefesi çektim içime.

Her şeyi kendi lehime çevirip, herkesin canını sıkabilecek zekadaydım. Kendimi sıkmaya gerek yoktu. Korkmaksa zaten başlı başına saçmalık olurdu.

Fetih önce o kapıdan beni geçirdi, kendisi de yarım adım arkamdan girerken masaya oturan herkesin gözü anında bizi buldu. Eksikliği anında hissettim. Zeliha yoktu. Dün gördüğüm ama birebir tanışmadığım Kürşat ve Zühre Osman Karadere. O an sanki üçüyle aynı zamanda göz göze geldim. Zeliha'nın eksikliğiyle daha da gerildim. Benden önce konuşan Fetih oldu.

"Günaydın."

Söyleyip söylememek arasında gidip gelirken onun kadar güçlü bir sesle olmasa da bende yapmacık bir gülümsemeyle aynı şekilde selamladım sofrayı. Ve geri dönüşler bana değil Fetih'e oldu. Sanki siz bana günaydın demeseniz gün aymayacak? Derseniz güneş batardı bana zaten.

Yemeğe başlanmamıştı, bizi beklemişlerdi. Odanın içi bizim yatak odamız kadar büyük değildi,ki zaten muhtemelen odamız iki odanın birleşiminin ürünüydü, dekorasyonu da ciddi ciddi dizilerde olanı andırıyordu. Koltuklar, duvarlar, ışıklandırma... Yani birkaç değişikliğe gidilse dizi seti olabilirdi. Kürşat'ın karşısındaki iki boş sandalyenin birine ben, diğerine Fetih otururken odanın içinde soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştı. Hepsi gözlerini dikmiş bana bakıyordu.

En küçükleri bile. Kürşat bile.

"Zeliha nerede?" diye ilk soran ben oldum orta yere. Beni ilk ve tek muhatap alansa masaya bir şeyler yerleştiren genç kız oldu. "Hastaymış biraz. Gelemeyecekmiş sofraya. Ama ben birazdan hemen ona götüreceğim kahvaltısını."

Kaşlarım çatıldı gözlerim istemsizce Fetih'i buldu. Dün gayet iyiydi? Hem ilk kahvaltı olmasına rağmen gelmemezlik yapıyordu. Pek onluk değildi. En azından beni görürdü.

Fetih'te benden farksız değilken "Ne demek hasta?" diye sordu saniyesinde gerilmiş bir sesle. Bu kez o kız cevap vermeden annesi konuştu. "Dün çok yoruldu herhalde, bırakalım uyusun. Kalkınca yer."

Saat zaten öğlen vaktiydi, neyin yorgunluğuydu bu? Yerimden dikleştim Fetih'e bakarak "Ben bir bakayım." dediğimde eliyle durmamı işaret etti.

"Kalkma sen," derken kendisi doğruldu. "Ben alıp geliyorum. Başlayın siz." tamamen masadan kalkıp çalışanla odadan çıkarken arkalarından kapı kapandı ve kapanan kapıyla aynı anda bir çay bardağı sertçe altlığını bulduğunda gözüm o kişiye çevrildi.Kürşat'a.

Fetih daha çok babasına benzerken Kürşat daha çok anne babasının karışımıydı yüz olarak. Ergenlik zamanlarında olduğunda daha çok seyrek olan sakallarının yanı sıra sivilce problemi yaşamıyordu zira cildi epey düzgündü. Ağabeyi gibi kemikli bir yüzü varken ileride yakışıklı bir adam olacağı hatta şu an yaşıtları için bile ilgi çekici olabileceği bariz belliydi.

Sertçe vurduğu bardaktan onun yüzüne tırmandı gözlerim. O bir annesine bir de babasına bakıyordu ve beni bozguna uğratan şu cümleyi kurdu.

"Şimdi de Zeliha'nın keyfini mi bekleyeceğiz?"

Sesinde olan bariz öfke ve tahammülsüzlük gözlerimi kıstırdı, şaşkınca ona bakışımı sürdürdü. Babası uyarıcı bir tonda "Kürşat!" derken istemsizce, babasından çok daha yumuşak bir sesle araya girdim. Bu onunla ilk diyalogumdu.

"Zeliha'nın keyfini değil, Zeliha'yı bekliyoruz. Mesela sen gelmemiş olsaydın sofraya, seni beklerdik bu kez."

Annesine babasına olan tepkimin yüzde biri bile yoktu ona karşı. Onun bir suçunun olmadığı gibi, daha çocuktu zaten karşımda. Hayır, ergendi. Bakışları beni bulmadı bile, babasına baktı ve beni tiye almadığını iyice belli ederek konuştu.

"Halı saha var. Ben geç kalıyorum, gidiyorum ben. Afiyet olsun size."

Yerinden doğrulduğu gibi kızı için kalkınca yer diyen Zühre Karadere sırf atarlı giderli tavırları için sofradan kalkan oğluna "Otur et kahvaltını. Kahvaltı etmeden top mu koşturacaksın, hadi paşam." demeyi tercih etti. Ona baktım boş boş.

"Yerim ben orada. Baba," diyerek son kez ondan izin almak ister gibi bakarken keyfi iyice kaçan Osman Karadere başını salladı ağır ağır. Kürşat masadaki telefonunu alıp seri adımlarla odadan çıkarken ölüm sessizliği saniyesinde çöktü odaya.

Üç kişi kalmıştık.

İkiye tektim.

Bacak bacak üstüne atmış, üstte olan bacağımı ağır ağır sallarken gözlerim bir elindeki gazeteye bakan Osman Karadere'yi, bir Zühre Karadere'yi buldu. Yokmuşum gibi davransalar da suratlarındaki keyifsizliğin sebebi bendim biliyordum.

Yüzüm keyifle şekillendi elim şeker koymadığım çayıma gitti. İki parmağımın ucuna sıkıştırdığım çay kaşığını bir tur döndürdüm ses çıkararak. Odağım çayda olsa da aslı öyle değildi. Sessizliğin ilmek ilmek işlendiği odada benim çay kaşığımın sesi sinir bozucu şekilde hiç olmayan şekeri eritmek için belli periyotlarla duyulmaya devam etti. Bakışların bana ve bardağıma dikildiğini farkındaydım. Hatta bardak her an bu gözlerle çatlayabilirdi.

Dudaklarım hafifçe kıvrılırken aniden başımı Osman Karadere'ye kaldırdım. Ritmik bir şekilde karıştırmaya devam ediyordum. Gözleri bardağımdaydı. Sakinleşmek ister gibi derin bir nefes aldı sonra bana bakmadan gazetesine geri döndü.

Kaşığı karıştırmaya devam ettim ve tak diye bu kez tek kaşım havada Zühre Karadere'yi buldu gözlerim. O direkt olarak bana bakıyordu, öldürecek gibi. Her an bana ya da bardağa bir atılım beklerken bu uydurduğum ahengi bozan şey açılan kapı oldu. Fetih ve Zeliha içeri girdi. Çayı daha fazla karıştırmayı bırakırken Zeliha'ya baktım. Rengi solgun değildi ama gözleri hafifçe şişti. Çok uyuduğundan mı yoksa diğer ihtimal mi?

Dün gece bir şey olmuş olabilir miydi? Canını sıkacak bir konuşma, belki bir hareket. Gözleri kısa bir annesini buldu ama bu uzun sürmedi direkt olarak bana bakıp gülümsedi. Endişeme rağmen ona aynı sıcaklıkla karşılık verirken bana doğru adımlayışımla bedenimi o tarafa döndürüp bana varmasını bekledim. Kısa zamanda kollarımın içine girerken ellerim yüzünü avuçladı, yanaklarından öptüm. Alnından ateşini kontrol ederken "Neyin var?" diye sordum ama var olan sorun fiziksel değildi bariz anlaşılıyordu bu.

"İyiyim," dedi geçiştirerek. "Dün yorulunca biraz uyumak istedim. İyiyim." şüpheli gözlerim onda gezinirken ne olduğunu söylemeyeceğini zaten farkındaydım.

"Hadi geç yerine." dedi Fetih arkasındayken. "Uyku uykuyu getirir, bu kadar tembellik yeter. Et kahvaltını, düzelirsin." Zeliha benden ayrılıp uslu uslu ağabeyini dinledi ve karşı tarafa geçerken eksik bitmiyordu ki kahvaltıya başlanılsın.

"Kürşat nerde?" diye soran bu kez Fetih oldu. Gözlerim hala Zeliha'dayken üzerindeki sweat tişörtün kollarını bütün ellerini kapatacak kadar aşağıya çekmiş kimseyle göz göze gelmek istemiyormuş gibi tabaklara bakıyordu. Zühre Karadere'ye yan bir bakış attım. İçimden bir ses diyordu ki sanki o dün gece benim güzel kızımın keyfini kaçıracak şeyler yapmıştı.

"Onun maçı var, geç kalıyordu. Gitmek zorunda kaldı." dedi olayı oldukça yumuşatıp önüne koyarken Fetih'in. Evet aynen, gitmek zorunda kaldı. Hiç atarlanmadı burada. Fetih üstelemeyerek kahvaltısına başlarken Zeliha'nın sesini duydum.

"Efsun abla, üç gün mü evdesin dört gün mü?"

Fetih benim hareketsiz kaldığımı görünce tabağına eklediği şeyleri bana da koymaya başladı. "Üç güzelim." dedim çayımdan bir yudum alırken. Sonra hemen ardından hiç beklemediğim bir geri dönüş aldım. Zühre Karadere'den.

"Yeni gelin üçüncü günden işe mi gidermiş Fetih?" diye sordu sert, duygusuz, rahatsız edici bir sesle. Ben o an Zeliha'ya bakıyordum ve anında nasıl renk attığını gördüm. Kaşlarım havalandı ona çevirdim ağır ağır başımı. Ben cevap verecektim, yani doğrultum o yöndeydi ama Fetih girdi araya. Benim iyice keyiflenip, çayımı alarak geriye yaslanacağım şekilde konuştu.

"Anne sence Efsun'un işi uygun olsa," diye başladı. "Ben evliliğimin ilk gününde hala Şanlıurfa sınırları içinde, burada sizinle kahvaltı mı ediyor olurdum?"

Ya Fetih ağzından bal mı damlıyor, isot balı mı bu, ben çok sevdim bunu, sen hep bundan konuş, ben hep bundan dinleyeyim, annen hep böyle renk atsın, insanlar el ele tutuşsun, hayat bayram olsun...



















Tabağın masada sürtünmesiyle çıkan sesle daha fazla dikkat çekmemek için itmek yerine kaldırıp geri koydum Fetih'in önüne isot reçelini. Evet isot reçelini! Kahvaltının başından beri belli aralıklarla o benim önüme itiyor, ben onun önüne geri gönderiyordum ve ikimizde birer çocuk gibi asla vazgeçip pes etmiyorduk. Birkaç kez kaşla göz arasında ekmeğime sürmeye çalışmıştı. Tabi Efsun yer mi bu numaraları?

Tabi ki yer.

Yemiştim. Dalgınlığıma gelmişti, Zeliha'yla konuşuyordum ve o da bunu fırsat bilip bir şekilde benim ağzıma alacağım lokmaya o reçeli sürmüştü. Masa da fıstık ezmesi yoktu ki ona karşılık vereyim. Bende ezme olan ne varsa yedirmeye çalışmıştım. Zeytin ezmesi mesela. Evet pek kısas olmamıştı ama yapacak bir şey de yoktu, imkanlar bu kadarına izin vermişti.

Fetih bir de bizzat kendi isteğimle yememi istiyor olacak ki ısrarını sürdürüyordu. Aniden bir el tarafından o küçük kase çekildi önümüzden. Zeliha. Kimsenin yapmadığı müdahaleyi sonunda o yapabilmişti. Hiçbir şey yokmuş gibi kendisi yemeye başlarken Fetih sandalyesini yavaşça geriye doğru itip "Bana müsaade, geliyor musun sen de?" diyerek babasına doğru konuşup kalktı.

Gidiyor muydu?

Gözlerim ona tırmanırken Zeliha'ya yöneldi. Gülümseyerek önce burnunu sıkıştırdı kızın, sonra huysuzlandığını fark edince yanaklarından öptü. "Akşam görüşürüz." derken göz kırpıp geri çekildi. Babası da ayaklanırken "Geliyorum." dediğinde Zühre Karadere'de doğruldu. Benim ne yapmam gerekiyordu?

Fetih kardeşinden kopup bana doğru eğileceği an, sandalyemin arkasına giden elini yakaladım "Ben seni geçireyim." diyerek doğruldum. Niye yaptım bunu bilmiyordum, sanki bu bir senaryoydu ve ezberimde bu cümle vardı. Yani söylemem gereken şey başkası tarafından belirlenmişti. Ben sadece okuyucuydum.

Fetih bunu benden beklemediğini bariz belli edecek şekilde bana bakarken elini tuttuğum elimi sıktı. Kalktım, yerimden tamamen çıkarken Zeliha'ya kısa bir bakış atıp odanın çıkışına doğru yöneldik. Ben belki koluna attığı kabanını giymek için elimi bırakır sandım ama hayır yapmadı. El ele indik merdivenleri. Arkamızdan da yanlışım yoksa Osman Karadere iniyordu.

Arkamızdaki düşmanı düşünüp sessizliğimi korurken ben, bitirdiğimiz merdivenlerin ucunda durduk. Fetih babasına bakarken "Sen önden çık," dedi benim de işime gelecek bir şekilde. Bir şey konuşmak istiyordum zaten, ben her ne kadar akşama kalır diye düşünsem de ama hayır fırsat ayağıma gelmişti sanırım. "Zaten farklı araçlar. Ben geliyorum." derken Osman Karadere giydiği kabanın yakasını düzeltti başını sallayıp yanımızdan ayrıldı elindeki telefonu kulağına götürürken.

O kapıya bizden daha seri hareketlerle ilerlerken biz daha ağır ağırdık ve elimi elinden ayırmıştım. Bu aralıkta kabanını giyerken vardığımız kapı önünde Fetih'in de çıkmasını bekleyen adamlara Fetih bir el hareketiyle kapıyı kapatmalarını işaret etti.

"Ben sana şeyi soracaktım," dedim hiç uzatmadan. Bana bakarken başını salladı hızlı hızlı. "Zeliha'nın odasında, ebeveyn banyosu var mı?" yakasında olan elleri duraksadı, soruyu doğru mu anladı diye bir baktı yüzüme.

"Var." derken şüpheyle devam etmemi bekledi. Hiç duymak istemediğim cevapla yüzüm düştü omuzlarımla beraber. "Odasını değiştirelim mi?" diye sordum huzursuz bir sesle. Şimdiye kadar neden kimse bunu yapmamıştı? "Yani bizim kattaki boş odaya alabiliriz, ya da direkt bizim odaya. Biz başka bir yere geçeriz. Senin için hangisi uygunsa."

Bakışları her cümlemle daha da soru işaretine bulanırken huzursuzlandığını anlayabiliyordum. "Neden, ne oldu?"

Gözlerimi kaçırdım kollarımı önümde bağladım. Bunu düşünebilecek son kişi Fetih'ti belki ama annesinin düşünmesi gerekirdi. Dudaklarımı ıslatırken "Zeliha'nın intihar girişimi orada oldu." dedim kısık sesle. Bakışları dondu, gözlerinden bir dalga geçti berbat bir ağrıyı kıyıya vurdu. Bunu çok net fark edebildim. "Yani bilmiyorum onu ne kadar etkiliyordur ama yine de ister istemez aklına geliyordur. Gerek yok bunu yaşamasına, sen de tamamsan dediğim gibi yapalım."

Dudaklarından kesik kesik bir nefes dökülürken alt dudağını ezdi dişlerinin arasında "Ben bunu nasıl düşünemedim?" dedi tutulup kalmış bir sesle. "Benim aklımın ucundan bile geçmedi." diye devam etti. "Ne kadar zaman oldu, o bunu mu yaşıyor?"

O an yanlış şekilde mi telaffuz ettim diye düşündüm, belki odasını değiştirirken Zeliha'ya söyleyeceğim yalanlardan birini onun önüne sunmalıydım. Onu bu ihtimalle burun buruna getirmemeliydi.

"Fetih," derken sesim nedensizce yorgundu. "Benim ki sadece bir ihtimal. Sen bunu düşünemezdin, suçlama boşuna kendini. Ben sadece önlemimizi alalım, varsa da böyle bir durum önünü kapatalım diyorum."

"Ben hangi boku düşünüyorum ki zaten," dedi ellerini saçlarına daldırarak. "Neyi tam düşünüyorum ki? Bana gelişini sikeyim ben böyle işin." bakışlarımı ondan çekip etrafta dolaştırılırken belki de izlendiğimizi fark ettiğimden bu hareketim, yukarıda ellerini mermere yaslamış bizi izleyen Zühre Karadere'yle göz göze geldim. Yemin ederim tam bir kaynanaydı bu kadın!

O an ondan gözlerimi devirerek çekip Fetih'e doğru bir adım attığımda ayakkabılarımızın burunları çarpıştı. Bu ani mesafe kapatışıma tepki vermeden o "Annen bizi izliyor." dedim hafifçe yukarıyı çaktırmadan işaret ederek. Zaten sinirliydi daha çok sinirlendi "Ya sabır," dedi gözlerini kısarak.

Ellerim yakasına gitti, onun yarım bıraktığı işi özenle düzeltirken "Değiştiriyorum o zaman odayı?" diye sorduğumda başını sağ tarafa çevirip aniden "Nurdan teyze!" diye ileriye seslendiğinde ben de başımı oraya çevirdim. Tam da o an günün ufak artçıları devam etti ve mutfaktan çıkan kadınla yüzüm bin bir şekli aynı anda aldı. Gözlerimi kırpıştırdım art arda.

Bu kadın Zeliha'yı hastaneye getiren kadın mıydı?

Ta kendisiydi.

Kadınla o an birbirimize baktık. İkimizin de gözünden o tanıdıklık geçti ama ilk toparlayan o oldu. Bize doğru yaklaşırken Fetih "Zeliha'nın odası değişecek." dedi ona bakarak. Biliyor muydu bu olaya birinci dereceden göz yumanlardan biri olduğunu? Sanmıyordum. Hiç biliyor gibi durmuyordu.

"Efsun size anlatır. İstediği gibi ayarlarsınız her şeyi, olur mu?"

O zaman ne çok öfkelenmiştim bu kadına. Çocuğu yok mu bu kadının diye. Nasıl vicdanı kabul ediyor susmayı diye. Zeliha'ya bir adım attığı an Zeliha'nın nasıl irkildiği geldi aklıma. Susmuştu, çokta güzel susmuştu. Bakışlarımla onu kendi kafamın içinde en dibe sokarken başını salladı gülümseyip.

"Tamam oğlum, hallederiz."

Oğlum mu?

Fetih bilse ona bu şekilde seslenmesine izin verir miydi?

Bana da Zeliha benim kızım gibidir demişti.

Bu muydu, kızı oğlu dediği kişilere sevgisi?

Fetih başını sallarken teşekkür babında, kadın yanımızdan ayrıldı ben öylece bakarken arkasından. İçimde zaten sönmeyen öfke harlandı bir an Fetih'e söyleyecek gibi oldum. Her şeyiyle. Oğlum dememeliydi Fetih'e, kızı gibi görmemeliydi Zeliha'yı. O çıktığı mutfağa geri girse de ben öylece bakıyordum ardından.

Fetih'in belime yerleşen eli dikkatimi dağıtırken her ne kadar gözlerimi daldığı yerden almak istemesem de daha da kapanan yüz mesafemizle ona döndüm. Çatık kaşlarıma baktı ama bir şey söylemedi. "Sen istediğin gibi hallet bugün, ne nasıl kafana yatarsa. Bana kalırsa bizim kattaki oda uygun. Zeliha'ya nasıl söyleyeceksin?"

Biraz önce kafamda olan yalanlar dağılan dikkatimle bir birine girerken "Ben halledeceğim onu." diye geveledim. "Ona belli etmem hiçbir şey merak etme."

Başını sallarken ağır ağır üstte kalan haliyle yüzümü inceliyordu. Düz taban olunca aramızdaki mesafe iyice canımı sıktı ya da benim canım o an fazlasıyla sıkılmaya yatkındı.

"Tamam, sana bırakıyorum her şeyi. Var mı başka bir şey?" diye sorduğunda söyleyeceğim diğer şeyi düşündüm. Kahvaltı ederken düşünmüştüm her şeyi ama şimdi silinmişti. Düşünceli düşünceli ona bakarken "Bir şey daha vardı." dedim iyice tadım tuzum kaçarken. "Unuttum ama."

"Tamam, hatırla bekliyorum."

Alt dudağımı dişleyip bir an gözlerimi kapatırken gariptir ki direkt gözümün önüne düştü o kişi. "Emir," dedim gözlerimi açarken. İlgili gözleri bendeydi. "Alacak mısın onu benden?" diye soruverdim aniden. Yani bu soru öyle bir döküldü ki dudaklarımdan ikimizde duyar duymaz bir kalakaldık.

Alacak mısın onu benden mi?

"Af buyur?" dedi kaşları ışık hızında çatılıp hayırdır der gibi bana bakarken. Belimdeki eli ayrıldı yerinden yüzlerimiz yine uzaklaştı.

"Eeee," diye geveledim. Elim dudaklarıma gitti alt dudağımı çekiştirdim boğazımı temizlerken. "Yani alacak mısın derken," duraksadım gözlerimi kırpıştırdım. "Yani alacak mısın?"

Sıvamak bu mu oluyordu? Sanırsam...

"Kızım sen niye bana her seferinde zorla çocuğun velayetini annesinden alan baba muamelesi yapıyorsun?"

"Ayyy," dedim dehşetle. "Öyle mi yapıyorum?" diye sordum. Amacım o değildi sadece neyi nasıl sormam gerektiğini arada doğru seçemiyordum. Hepsi buydu. Biraz dramatik konuşunca da ortaya böyle saçma sapan şeyler çıkıyordu.

"Ben bu Emir'i bir temiz zıplatayım ne kadar şeytan tüyü varsa döksün yoksa sikeceğim belasını." sesinde artık var olan bir şeye biten tahammülüyle karşı karşıya kaldım. Benden ayrılacağı an onu telaşla sıkı sıkı tuttum. "Hayır, hayır dur! Emir ne yaptı ya?"

"Bok yaptı Efsun!" dedi ters ters. Bir an durduk garip garip bakıştık. O hızlı hızlı soluklanırken ben olayı toparlayacak cümleler arıyordum. Ama kelimeler tükenmiş gibi bir türlü kuramıyordum o cümleleri. Ne desem daha yanlış olacak gibiydi. "Yani şimdiye kadar benimleydi ya ama artık nöbet tutacak bir ev yok ortada, yanına alacak mısın ne yapacaksın onu soracaktım ben."

"Alacağım." diye terslemeye devam etti beni. "Geçici senin yanındaydı zaten, tamam artık bir sorun yok. Benimle bundan böyle."

Suratım düştü anında, bir sızlanmadığım kaldı. Ben Emir'e herkesten çok alışmıştım. Hemen öyle dank diye alması nasıl desem biraz boşluğa düşürür, hatta sudan çıkmış balığa bile çevirebilirdi. "Hemen mi alıy- yani seninle gelecek?"

Aniden suya damlayan kırmızı mürekkep gibi yüzünde bir hayret dağıldı ve "Ağlayacak mısın?" diye sordu. Beklemediğimden şaşkınca ona baktım. Daha farklı bir geri dönüş bekliyordum.

Benimle bırakacaksan neden olmasın?

Başımı iki yana salladım. Alt dudağımı ısırıp muallakta kalmış bir sesle. "Yani birkaç gün daha kalsa güzel olabilirdi." diye mırıldandım. Suyuna gidesim vardı. Sanki ancak böyle ikna olur gibi.

"Emir'in işi bu değil Efsun." dedi onu alacağını iyice belli ederek. "Görevi bu değil, işinin başına gelmesi lazım. Bana da lazım."

Ne kadar da çok yönlü bir çalışandı böyle... Bana da lazımdı. Resmen çifte maaşı hak ediyordu.

"Yani tamam," dedim mazlum mazlum, kırık bir sesle. " Sen öyle diyorsan, sonuçta maaşını sen ödüyorsun." yüzüme baktı gözlerini kıstı ve benden tamamen ayrılıp aynı soruyu sordu.

"Ağlayacak mısın?"

Üstüme geliyordu, ciddi ciddi ağlayacaktım ama... Sorusunu es geçip uğruna bu sorulara ve cümlelere maruz kaldığım amacımın gerektirdiği yolu yürümeye devam ettim.

"Senin bileceğin iş zaten. Yani ben de pek bir şey istemiyorum, öyle birkaç günlük rica ediyordum ama tabi yine de senin çalışanın senin lafın geçerli."

Başımı hafifçe sağa doğru yatırdım dudaklarımı ıslatıp ona baktım ısrarcı bir tonda. Şu an konuşmasam da mimikleri bu bakışımla benden bir şey duymuş gibi daha da bozuldu.

"Bakma bana öyle,"dedi aniden hiddetle. İşe yarıyordu. Nasıl der gibi başımı iki yana salladım. Bakışlarımı hiç bozmadım aynı şekilde sürdürdüm elini hafifçe kaldırıp hayır hayır dercesine iki yana salladı. "Bak Efsun hep aynı halt, mırlama dibimde. Hiç haz etmiyorum bu durumdan. Yapma şunu, oynama ayarlarımla."

Parmak uçlarım alnımda dolaşırken ağır ağır başımı salladım. "Yok canım zaten sen bilirsin sonuçta senin çalışanın." demeye devam ettim. Aslında kurduğum cümleler aynıydı, sadece öğelerin yerini değiştiriyordum ama o her seferinde daha kötü bir şey söylüyormuşum gibi bir hal alıyordu. Durmadım, bu yolun sonu zafer dedim devam ettim. "Hayır yani benim söz hakkım tabi ki hiç yok. Bu konuda bana düşen bir şey yok. Senin çalışanın sonuçta, maaşını sen ödüyorsun."

Bu stratejiyle gidersem yanılmıyorsam birazdan ikna olacaktı. Herkesin bir kabul etme sınırı vardı, ben şu an oraya epey yakındım. Üstelik o sınıra giden güzargahı Fetih için bulmuştum. Hep aynı yolu kullanırdım ben. İkna olursa tabi.

"Kızım manyak mısın sen?" diye çıkışmaya devam etti. Abartı tepki veriyordu, kabul edip geçseydi işte. Kızılacak ne yapıyordum?

"Yok yok tamam sen al o zaman Emir'i. Birkaç güncük istemiştim ama sonuçta maaşını sen ödüyorsun. Ben kimim ki sözüm geçsin? Yani Efsun kim ki, ne gerek var onu dinlemeye? Haklısın ya, sonuçta senin çalışanın." artık ona da bakmıyor tamamen, bunları söylerken başımı sallayıp başka yerlere dikiyordum gözlerimi.

"Fabrika ayarlarımla oynama benim." dedi pes etmeye yakın bir sesle. Yüzüne bakmamayı sürdürdüm, başımı yok yok der gibi iki yana salladım.

"Yok zaten Efsun kim ki fabrika ayarlarıyla oynasın?" hiç beklemediğim bir hamle yaptı ve kapıya yöneldiğinde gözlerim dikildiği yerde kocaman açıldı. Kabul etmeyecek miydi? Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu kadar çabam, boşa mı gitmişti?

Hayal kırıklığı, öfke, sinir hepsi bir bütün oldu bende ta ki Fetih kapının ardından "Emir!" diye bağırınca. Fark etmeden tuttuğum nefesimi verdim, gülümseyerek onun yanına adımladım. Ben de kapı eşiğinden çıkarken hemen yanında bitişime ya da sırıtmama ters bir bakış attı, biraz ötede elindeki telefona bakan Emir'in bize varmasını bekledi. Gülümsemeye devam ederken derince bir nefes aldım. Emir bize vardığında o da telefondan kalan bir gülümsemeyle önce Fetih'e sonra bana bakarak "Günaydın." dediğinde daha çok gülümsedim.

Emir a dese ben daha çok ısınıyor olabilir miydim bu adama? Evet tam olarak böyle oluyordu.

Fetih sustu belki ama ben enerjik bir sesle "Günaydın!" demeyi ihmal etmedim. "Arabanın anahtarını ver." derken yanımdaki kollarımı önümde bağlayıp onları izledim. Emir sorgulamadan anahtarı verirken Fetih memnuniyetsiz bir sesle "Birkaç gün daha Efsun'nun," sonra durdu bana baktı "Yengenin." diye yersiz bir düzeltişe girdi. "yanındasın. Kaybolma ortalıktan."

Emir'in gözleri beni bulduğunda olağanüstü bir sevinç bekledim ama yoktu. Ne yani Emir, Fetih gibi bir adamdan seni birkaç gün daha kurtardığım için havalara uçmayacak mısın?

"Neden?" diye sorduğunda Emir içimden ince bir kırgınlık geçti. Nasıl neden Emir? Bu nasıl saçma bir sorgulayıştı. Fetih o an herkesin irkileceği bir sesle "Bilmem!" diye yükselttiğinde sesini ona baktık garip garip.

"Bilmem Emir," demeye devam etti sonra aniden elini adamın omzuna attığında Emir ne yaptığını çözemezken bir bana bir Fetih'e bakmaya başladı. "Bana da sen anlatacaksın, neden?" diye dövecek gibi konuşmaya devam ederken omuzlarım düştü. Niye durup durup Emir'e kızıyordu? O an anladım aslında Emir çok sevinmişti de belli edemiyordu. Bir anne şefkatiyle yavrum, çok mu korkutuyor seni diye onu bağrıma basasım geldi.

"Bana bir anlat aslanım bir neden, ne sendeki bu olay?" Fetih'in verdiği garip tepkileri izlerken Emir'in omzunu daha çok sıktı, bunu hafifçe sağa yatışından anladım adamcağızın.

"Fetih," diye araya girmeye yeltendiğimde bana bakmadan durmam için elini kaldırdı.

"Hadi bana bir anlat," dedi Fetih hala her şeyden bir haber olan kişiye yüklenmeye devam ederken. "Emir," dedi Fetih ona bir adım yaklaşırken, bende onunla birlikte yaklaştım onlara. Omzunda olan el uyguladığı kuvvetten beyazlaşmıştı. Fetih gerisini sadece üçümüzün duyacağı bir sesle devam ettirdi.

"Git o şeytan tüyü müdür ne haltsa bul onu, kökünü kurut tamam mı aslanım?" diye sordu. Şeytan tüyü, Emir, ben, Emir'le olan samimiyetim. Gözlerim kısıldı. Parçalar birleşti. Emir'i sevmemin nedeninin şeytan tüyü olduğunu sanıyordu. Bu yüzden miydi? Var sayalım ki bu yüzdendi, Emir'i sevmemde nasıl bir sorun vardı? Emir'i paylaşamıyor olabilir miydi başkasıyla? Onların ki nefretten doğan sevgiydi. Ya da kasabın sevdiği postu yerden yere vurması?

Yok artık.

Bu tezimdeki saflık yaz dizisindeki başrol kadınlarla yarışır mıydı? Evet yarışırdı. Ama başka türlü bir ihtimal doğmadı ki aklımın kıyısından geçsin. En fazla benim onunla anlaşmamama rağmen başkasıyla anlaşmamı çekemiyor olabilirdi. Ama Fetih kibirli bir adam değildi...

Evet evet, Emir'i benimle paylaşamıyordu. Biz öyle diyelim ki öyle olsun.

"Yoksa bu iş bana kalırsa, sen de tüy bırakmam. Anladın değil mi sen beni, ne diyorum anladın?"

Ne diyordu? Bir şey diyordu. Bir şey ima ediyordu. Ne diyordu? Bir saniye ben yine geriden geliyordum galiba. Emir hızlı hızlı başını salladı "Anladım abi." dedi hemen. Neyi anladın Emir, neyi anladın?

Fetih aniden bana dönüp "Üç gün!" dediğinde ona baktım. "Üç gün daha kalsın. Üç gün. Sadece."

O kadar kısa mıydı? Üç gün çok azdı ama. Buldukça bunayan olmamak adına homurdana homurdana başımı salladım, Fetih'in gözleri devrilerek benden koptu. Tekrar Emir'e yöneldi.

"Üç gün sonra," dedi tehdit eder gibi. "Şirketteki kahve makinesi fişten çıksın senden bileceğim." diye devam etti. "Ben çalışırken biri uzun uzun korna çalsın onu da senden bileceğim."

Şaşkınlıkla Fetih'e baktım. Bu nasıl bir hiyerarşiydi böyle?

"Çizim yapacağım kalemin ucu kalınlaşsın o da senden, toplantıya karşı taraf geç kalsın o bile senden. Git çalışma odama, bak elimin altındaki işlere. Enine boyuna otur çalış, hata payın sıfır. Duydun mu beni?" diye sordu itiraz ederse bir şey yapacak gibi. Şaşkınlıkla ve pişmanlıkla onları izliyordum.

"Duydum Fetih Bey." dedi Emir ciddiyetle. Ağabeyin, beye dönüşmesi benim tüylerimi diken diken etti. Fetih tatmin olmuşçasına başını salladı.

"Güzel." dedi Fetih onun omzunu bırakırken. "Sen dinlen o zaman. Çünkü bundan sonra böyle bir şansın olmayacak." bakışları beni buldu uzaktan kumandayla kapıyı açtı.

"Akşama görüşürüz." diyerek araca doğru ilerledi kaskatı bir yüzle, Emir'e baktım bin pişman olmuş bir halde. Emir mazlum mazlum Fetih'in arkasından bakarken derin bir nefes aldım ve konuştum utançla.

"Ben özür dilerim." seslice nefes verdim. "Yani kötü bir şey yaptım galiba."

Emir hala Fetih'in geçtiği yola bakarken "Keşke," dedi pişman bir sesle. Allah beni kahretsin... "İki yıl daha oku mimarlığa tamamla dediğinde kabul etseydim." derken garipçe ona baktım. "Yenge," derken bana döndü omuzlarını düşürüp. "İki yıllık eğitimi üç günde tamamlayabilir miyim?" diye sorduğunda kafam daha da karıştı. Neyden bahsediyordu?

"Ne açıdan?" diye sordum. Acı çeker gibi ensesini kaşıdı. "Ben mimarlık okumadım." dedi acı içinde. "Sadece restorasyon okudum,öylesine o istedi diye."

O böyle çıkmazda konuştukça ben daha çok üzülüyordum. Anlamak için ona bakmayı sürdürdüm. "Ama üç gün sonra." derken çenesini sıvazladı "Mimarın yaptığı işi yapmamı bekleyecek. Elimden gelmez ki benim. Ne anlarım ben?"

Parçaları birleştirmeye çalışıyordum. Fetih Emir'in işi bu değil demişti. Yanındaki vasfı şoför değildi, bizzat ofiste çalışıyordu. Emir restorasyon okudum diyordu. Tamam mimari restorasyon mezunuydu o zaman. Fetih üç gün sonra demişti. Üç gün sonra canını okuyacaktı Emir'in. Her şeyi yapmasını bekleyecekti. Kendi mesleğini bile icra etmesini isteyecek, onu her şeyden sorumlu tutacaktı. Dudaklarımı ısırdım.

"Kovar mı seni?" diye sordum. Emir'le Fetih arasında ne vardı? Gerçekten artık sorgulamaya başlamıştım.

"Kovmaz." dedi Emir emin bir tonda.

Kovmayıp eziyet ederdi yani? Bunların arasındaki bağ neydi?

"Tamam tamam," dedim üzerimden yük kalkarken. Tanıdığım bir mimar yoktu Emir için referans olup iş imkanı sağlayabileceğim. "Ben onunla konuşurum, şaka yaptı o. Valla bak. Şaka yaptı o."

Şaka yapmamıştı... İkimizde biliyorduk. Ama yine de konuşur, ikna ederdim.

Emir dehşetle bana müdahale etti "Sen konuşma onunla yenge, sakın yapma bunu. Sakın onunla benimle ilgili konuşma."

Neden çok kötü bir şey gibi davranıyordu bu ihtimale? Konuşacaktım işte. Kabul ettirirdim. Yazık değil mi adama, ne suçu var derdim. Yapma, kıyma, eziyet etme derdim. Derdim yani bir şeyler.

Omuzlarım düştü tam ısrar edecekken "Lütfen." dedi. "Benim adım bile ağzından çıkmasın onun yanındayken. Emir diye biri yok. Boş ver sen, unut bunları. Lütfen, olur mu yenge?"

Ya yengen sana kurban olsun, ben sana nasıl hayır diyeyim şimdi Emir? Kafana vura vura seveceğim seni, gel buraya!

İsteğim başka yönde olsa da "Tamam," diyebildim çaresizce. Sonra birbirimize baktık ve ben bizi izleyen adamlara çevirdim gözlerimi. Hepsiyle göz göze gelirken içgüdüsel olarak Emir'i onların yanında bırakmak istemeyen bir duygu yükseldi. "Kahvaltı ettin mi Emir?" diye sorarken kafamı ona çevirdim diğerlerinden alıp.

"Doydum." dedi beni daha çok üzen bir sesle. Niye böyle yapıyordu, vicdanım sızlıyordu?

"Hadi gel, kahvaltı et. Sonra madem üç gün sonra potansiyel mimarsın, Zeliha'nın odasını değiştireceğiz. Halledelim onu beraber."

Başını iki yana salladı "Yok, yemeyeceğim. Sen çağırırsın beni odayı düzeltirken."

Fetih, kafana tüküreyim senin tamam mı? Çevrendeki insanların psikolojisini bozamazsın ya, yapamazsın bunu!

"Hadi Emir," dedim ters ters. "Yoksa akşam Fetih'le konuşurum senin için. Valla karar senin!" diye istemesem de tehdit ederken bana baktı. Kendisinden ayrı karısından ayrı çekiyordu. Bu muydu dünyanın adaleti?

Sabır diler gibi yüzünü sıvazlarken "Hadi," diyerek benimle ilerlemesini sağladım. Diğerlerinin arasından geçerken eğer ki zamanında bana silah çekmeselerdi havanın çok soğuk olmasından sebep çay teklifi yapabilirdim. Ama vicdanım onlara karşı çok körelmişti. Benim katilim olabilirdi herhangi biri, bunu aşamıyordum. Önce kapıdan Emir geçerken, ben geçtiğim kapı eşiğinden vazgeçip geri döndüm ve herkesin dikkatini çekecek şekilde geri çıktım, kapıyı Emir görmesin diye hafifçe kaparken.

İşaret parmağımı hepsinin üstünde gezdirdiğimde "Hepinizi hatırlıyorum." dedim yalanımı dik bir sesle telaffuz ederken. Benimle göz göze olanlar da çekti gözlerini, yere dikti bakışlarını. "Sanmayın aksini. O zaman silah çektiğiniz kadının şu an yüzüne bakamıyorsun," diye devam ettim.

Neydi bu? Zamanında kafeye alınmayan Şeyma Subaşı'nın, kafeyi satın aldıktan sonra kafenin çalışanlarına yaptığı konuşma mı?

"Hiçbiriniz de demedi bu kadının amacı kötü değil, nasıl silah çekiyorum diye. Vur deseydi biri vuracaktınız değil mi? Can almak bu kadar kolay size? Tek bir cümleye bakıyor o tetiği çekmeniz."

Cevap vermedi kimse. Bir yanıt duymak isterdim. Onları aşağılamıyor, hor görmüyordum. Bana cevap verebilirlerdi, sadece hepsi gözümde potansiyel bir katilken- benim katilimken- bu konuşmayı elbet yapacaktım.

"Çok yazık." dedim onlara bakmaya devam ederken. "Halbuki şu an burada bir şey olsa birinize, ilk ben koşup müdahale edeceğim." başımı iki yana salladım. "İşim bu olduğundan değil, insan olduğumdan." ardı ardına cıkladım.

"Size tek söyleyeceğim şey," son cümlelerimi söylerken tek biriyle göz göze gelmek isterdim. Beni dinliyorlardı biliyorum ama yine de daha içim soğurdu. "Bir daha ben varken elleriniz o niye taşıdığınızı bilmediğim silahlara gitmesin. Dağ başı değil burası, ben de kimseye benzemem." kapıyı araladım geçmeden önce kendimce noktayı koydum.

"Sanmayın ki yaparsanız sizi Fetih'in eline bırakırım. Polis var asker var bu ülkede, o belinizde taşıdıklarınızı bir daha kullanırsanız öylece onlarla uğraşırsınız. Dağ başı değil burası." diye tekrar ettim. Kamu spotuna dönüşen cümlelerimin sebebinin bu saçma sapan dizilerden hallice konak hayatı olduğunu biliyordum. Tamam Fetih'le dün gayet masumane bir şekilde ihtiyaç için burada olduklarını söylesek de gerçek bu değildi.

Gerçek neydi bilmiyorum ama bu değildi. Emindim o kadarına. Beş buçuk ay ben ortama uymayacaktım, ortam benim gibi normal insanlara uyacaktı. O taşıdıkları şeyler aksesuarın önüne geçmeyecekti, sebep ne olursa olsun. Burası muz cumhuriyeti değildi. Silah kullanılırsa polisi arardım. Her ne kadar bana yöneltilğinde bunu yapamasam da şimdi yapabilirdim.

Daha fazla devam etmeyip kapıdan geçerken mutfağa doğru ilerledim. Allak bullak yaşantılarının bir parçası olmayacaktım. Fetih'i de bunun içine itmelerine fırsat vermeyecektim. Kendini bunca zaman uzak tutmuştu. O da benim için beş buçuk ay burada kalacaktı. Yolu farklıydı, legal ve başarılarla dolu bir hayatı vardı. Bu tarz şeylerle bunu gölgelemeyecekti. Benim için bunu yapmış olsa da zaman zaman artık gerek yoktu.

Hızlı hızlı mutfağa ilerlerken mutfakta üç kişi olduğunu fark ettim Emir dışında. Üç kadın. Biri hastaneye gelen kişiydi, diğer ikisini tanımıyordum. Koskoca konağa ancaydı zaten. Emir elindeki çay bardağıyla düşünceli düşünceli takılırken herkesin gözleri bana döndü ve ilk bakışma geçti aramızda.

"Kolay gelsin." derken ben gülümseyerek nasıl davranacağımı yine şaşırdığım bir anın içerisindeydim. Hastaneye gelen kadının yaşlarında başka bir kadın, bir de genç bir kız vardı. Saçındaki örtüyü hafifçe düzeltirken su altında tutmaktan buruşmuş ellerini silip bana ilk defa bu konaktan yeni tanıştığım biri sıcak bir gülümseme bahşetti. Allah'ım bu günleri de mi görecektim?

"Sağ olun gelin hanım." derken daha da utandım, daha da şaşırdım kendimi. Boğazımı temizlerken hafifçe onlara doğru yaklaştım ve gülümseyerek elimi uzattım. Elimi uzattım... Aklıma başka hiçbir şey gelmedi. Sonuçta tanışmamız gerekiyordu değil mi? Başka nasıl tanışılırdı ki?

"Efsun ben." derken bir uzattığım elime baktı. Sonra elini hızlıca silip sıktı elimi. Elini mi öpmem gerekiyordu yoksa? Benden çok büyüktü yaşı. Benim ne yapmam gerekiyordu? Keşke hiç girmeseydim mutfağa.

Kadın da ne yapacağını şaşırdı ve "Biliyorum Gelin Hanım, Gülizar bende." derken daha çok yerin dibine girdim. Gelin ne? Hanım ne?

"Efsun," diye yeniledim kendimi. Elimi elinden çekerken "Efsun diyebilirsin Gülizar abla. Gelin Hanım değil. Efsun."

İkimiz de saf gibi kalırken ben bu anı dağıtmak için genç kıza döndüğümde o bizden daha mantıklı davranıp "Sema ben." dediğinde onunla da tokalaştık. Olmuştu o zaman galiba?

Diğer kadına dönmeden direkt Emir'e bakarken hala tarlası yanmış köylü gibiydi. "Emir'e kahvaltı hazırlar mısınız?" diye sordum onun da dikkatini çekmek için ama hayır gözlerini diktiği yerden çekmedi. Sema hızlıca "Ben ilgileniyorum." derken gülümsedim.

"Ben çıkayım, size kolay gelsin." derken iki kişiyle göz göze geldikten sonra kapıya doğru ilerledim. Emir'e bakıp son kez "Sen et kahvaltını, ben çağıracağım seni." diyerek onay alırken ondan mutfaktan serice çıkıp merdivenlere yöneldim.

Aklımda direkt Zeliha'yı bıraktığım yere gitmek varsa da telefonumu almak için bir kat daha çıkmayı göze alıp odaya doğru ilerlerken havanın soğukluğu merdiven çıkarken iyice yüzüme çarparken burnumun ucu sızladı. Hızlı hızlı tırmandığım merdivenlerin ardından odaya girdiğim an kapının ardındaki kişi darbe yememek için hızla bir adım geri attığında kaşlarım havalandı Zühre Karadere'yle göz göze geldim.

Gelmişti. Fetih haklı çıkmıştı, bulduğu ilk fırsatta odaya gelmişti. İlk boşlukta soluğu burada almıştı. Gözlerim her ne kadar arkaya, yatağa, kaymak istese de hayır diktiğim bedenden ayırmazken "Ooo," dedim sahte bir şaşkınlıkla. Direkt olarak renk atmıştı. "Zühre Hanım." derken odaya iyice girip kapıyı kapattım.

"Kime baktınız ya da neye baktınız?" derken gözüm etrafta dolaştı. İnce dudaklarını ıslattı, omzuna attığı şalı düzeltti. "Fetih'in," derken sesini düz, söyleyeceği yalana inandıracak şekilde tutmayı başarmıştı. "Gömleğinin düğmesi kopmuştu. Ona bakmaya geldim," etrafa baktı kısa bir an "ama bulamadım."

Bakışlarım ciddileşti, tek kaşım havalandı "Ben hiç inanmadım buna." derken sesim o kadar bana uzak ve gerginleştirici çıkmıştı ki karşımdaki direkt nasibini aldı. Aslında bana açık açık söyleyebilirdi niyetini ama benim Fetih'e söyleme ihtimalim, aralarında bir bozukluğa sebep olma ihtimalim onu durduruyordu. Annesinin de babasının da söylediği ortak bir şey vardı. Bir kadın için oğullarını karşılarına almayacakları. Bana ne zarar vereceklerse, bu ihtimali düşünerek hamle yapacaklardı. Farkındaydım. Şimdi de elinde kendince beni yerden yere vurabileceği bir şey yoktu. Dilediği şeyi görememişti.

"Bencee," derken alayla yüzümdeki gergilik sürdü "Dürüst olun, yatağın altına yaptığınız büyüyü sıkıştırdınız?" derken bir süre bakıştık sonra aniden sinir bozucu şekilde kısa bir kahkaha attım.

"Şaka, şaka.." dedim gerginliği dağıtırken. " Bakmayın öyle korkuyla yüzüme. Vicdanım sızlıyor." Gülüşüme baktı nefretle. Onu tiye alışım nasıl zoruna gidiyor görebiliyordum. Elinde bir zehir olsa tamamını bana içirir, gözlerinin içine bakarak can verişimi izlerdi sanki.

"Büyük günahı daha küçüğüyle kapatamazsın," dedi aniden. "Sen kendi başına büyüsün zaten hiçbir şey senin zehrinden büyük değil." kaşlarım havalandı gülümseyerek başımı salladım.

"Ha şunu bileydiniz," derken keyifle kapıya yaslandım. "Yani aklınız kayar hacıya hocaya, bunu düşünüp vazgeçin. Beni o tarz şeylerle alt edemezsiniz. Bu kadar küçük oynamayın, bana sökmez."

Ya kapıya ya da benim üstüme yürüdü bilmiyorum ama duruşumu bozmadım. Kimse bu kadar nefretle bakmamıştı bana, bu bakışlar altında o kadar midem bulandı ki yüzüm buruşacak sandım ama alaycı tavrımdan kopmamak daha doğruydu.

"Efsun," dedi her harfi bana ismimin anlamını anlatmak istercesine, onun anlamından çıkardığı anlamı belli etmek istercesine telaffuz etti her harfi. Beni ciddi ciddi günah olarak görüyordu... Ben olsam olsam, onun yanacağı ateşe odun atardım.

"Ahım var sana," dedi nefretle. Yüzlerimiz dip dibeyken nefesinden dökülen kezzaptı sanki. "Bir gün yüzün gülecekse bu evde, bir hafta gözünden yaş eksik olmayacak. Bir günün güzel olsa, on katı acısı çıkacak. Sabret," dedi kendinden emin bir sesle. "Dilimden tek bir an bedduan eksik olmuyor. Yatışım kalkışım seninle. Annemin babamın yanında yatsaydım da bu eve düşmeseydim diyeceksin. Sabret."

Yüzüm değişmedi ama içim kasıldı. Bu söylediği içimdeki organları sanki avucunun içinde ezdi. Zühre Karadere öyle büyük bir nefretle konuşuyordu ki kalbimin duvarlarında tırnaklarının izi oluyordu.

"Canın çıksa gözümün önünde, kalbini söker baş ucuma asarım, içim her gün daha fazla soğusun diye. Bedduam var sana," dedi tekrardan. Artık mimiklerim de değişti. Parmak uçlarımın iğnelediğini hissediyordum "Gün gelecek yalvaracaksın bana, gözünde yaş bitse dönüp bir damla su vermeyeceğim sana. Bunu unutma tamam mı? Ahım var sana."

Suna annem bir kez annenin duasının, babanın bedduasının tuttuğunu söylerdi. Bir anne ne kadar beddua etse de verdiği süt önüne geçer, kabul olmazmış. Öyle demişti. Şimdi bir anne onun cehennemin içine sürüklediği kızının önüne dağ oldum diye, başka bir annenin kızına beddua ediyordu. Bunu hak etmemiştim. Bunu asla hak etmemiştim.

"Bana ettiğiniz tüm beddualar," dedim gözlerinin içine bakarken. Ortamdaki hava ağırlaştı soluklarımız gibi. Az nefes alıyor, az konuşuyorduk. Nefret sancılı bir ölüm gibiydi. Her şeyi zorlaştırıyor, yavaşlaştırıyordu.

"Dönsün dolaşsın sizin içinize ateş olarak düşsün Zühre Hanım." derken yaslandığım kapıdan doğruldum. "Gitsin gelsin hep sizi bulsun. Çocuklarınızdan uzak, ettiğiniz bedduaların acısı daima bedeninizde olsun. Hakkım size helal değil." derken midemin yanışı bir an beni zorladı, devam edemeyeceğim sandım. "Hakkın mı var demeyin. Zeliha şimdi sizin ittiğiniz hayatta olsaydı cehennem de yeriniz olur muydu orası bile meçhul. Benim size edecek bedduam yok. Sadece," derken geriye doğru çekilip kapıyı açtım. Daha fazla yüzüne bakmak istemiyordum.

"Yaptığınız hiçbir şey sizin yanınıza kalmasın, gırtlağınıza kadar günahla dolmuşsunuz zaten. Önünüzü göremiyorsunuz. Bu size mahşere kadar yeter."

Kapının dışını işaret ettim "Şimdi çıkın odamdan. Fetih'in de artık bir karısı var." derken yüzüne bakıyordum. "Gömlektir, düğmedir geçin bu işleri. Size düşmez. Bir şey yapılması gerekirse ben yaparım, kafanıza göre girmeyin odamıza. Mahrem yer. Ne Fetih hoşlanır ne de ben." çıkmadığını fark edince devam ettim.

"Oda soğudu, çıkın artık."
























Soğuk havaya rağmen kan ter içinde kalmış iki adama bakarken resmen yalvarırcasına bana bakıyorlardı tamam demem için ama tamam değildi. Hala tamam değildi. Odanın düzeninde bir şey hoşuma gitmiyordu. Üstelik zaten onları sevmiyordum, o yüzden daha fazla tamam değildi. Emir çıktığı kapıdan geri girerken elindeki metreyle ona baktım.

"Anlatabildim değil mi istediğim şeyi?" diye sorarken başını salladı. Boş duvara doğru giderken "Anladım ben seni yengem." dediğinde ona doğru yaklaştım, Zeliha'nın kalemlerinden birini kulağının arkasına sıkıştırmış çok tatlı bir görüntü oluşturmuştu gözümde.

"Ben alayım ölçüleri istediğin gibi bir şey yapacağım. Ya da Fetih abi kendisi el atar."

Metrenin bir ucundan ben tutarken diğerleri hala benden bir şey bekliyorlardı çıkmak için ama hayır. Daha emin olamamıştım. "Hayır sen yap." dedim ısrarla. "Fetih ne anlar, tasarımı ben anlattım zaten. Yapımı var sadece. Madem marangozcu da çıraktın, senin elin değsin. Hem Zeliha da çok sevecek." derken bakışları bana döndü. Kısa bir an bana bakarken hiç lafımın üstüne laf söylemeyip gülümsedi hafifçe başını salladı.

"Ben halledeceğim." derken kulağının arkasından aldığı kalemle ölçüyü not kağıdına yazdı. İstediğim fazlaca güzel bir kitaplık için gereken şeyleri yazarken kağıdı ben geri çekilip düşünceli gözlerle odaya baktım. "Çalışma masasını," dediğimde diğer iki kişinin gözleri isyan edercesine beni buldu. Arkadaşlar ne oldu, silah çekmek kadar kolay değil mi?

"Şuraya alabilir miyiz? Işığın gelişi daha iyi olur, ders çalışacak sonuçta. Baktım olmadı, tekrar değiştiririz." diyerek söylediğim yeri işaret ederken Emir tek elini kemerinin üzerine koymuş, üzerinden çıkardığı ceketiyle beyaz gömleğiyle kalmıştı. Düzenini kendi kurduğu odaya baktı. Ben sadece çalışma masasını müdahale ediyordum. Oda büyüktü, her boşluğu deniyordum. Mesela elli kere falan yer değiştirmiştim, ben değiştirdikçe Emir bilen kişi olarak diğer eşyalarda da değişikliğe gitmişti.

Adamlardan biri Emir'e "Emir Bey, el atar mısınız bir?" diye sorduğunda anında başımı iki yana sallayarak müdahale ettim. Emir'le aynı safta değillerdi, ona siz diye sesleniyorlardı.

"Maalesef." dedim donuk bir sesle. "O şu an iç mimar görevinde olduğu için psikolojik olarak yoruluyor. Fiziksel olarak da yoramayız. Siz halledin." derken Emir'i kolundan tutarak biraz geri çekip geçmeleri için daha fazla boşluk açtım. Gözlerim Emir'e dönerken, güldü gülecek şekilde bana bakıyordu.

"Yoruldun mu?" diye sordum ona bakarak. "Kahve yapayım ister misin?"

Eliyle ağzını örttü yaptığım şeye başını salladı hayretle. Kasten söyledim bunu sandı ama hayır cidden kahve yapmayı teklif etmiştim. Bir süre imalı imalı bakışırken biz masa istediğim yere taşındığında ışığı açıp masaya doğru ilerledim. Sanki burası daha doğru olmuştu. "İyi gibi, sence Emir?" derken dudakları aşağı doğru kıvrıldı. "Sen iyi diyorsan, iyidir." derken kararsız kararsız baktım.

Tamam yeterdi artık, odada denemediğim yer kalmamıştım. "Tamam," dedim diğerlerine bakarak. "Teşekkür ederim. Çıkabilirsiniz." bunu bekliyorlarmış gibi hemen başlarını sallayıp ceketlerini alıp çıktıklarından masanın üzerindeki duvarı işaret ettim "O zaman panoyu buraya asıyoruz Emir." derken zaten o da duvara çivi çakmak için kullanacağı alete yönelmişti. Ben de panoyu alırken elime, çıkan sese yüz buruşturdum ama Allah'tan uzun sürmedi. Emir'den o aleti alacağım sıra "Ağır yenge, alma sen." diyerek kendisi eğilip indirdi.

Sonra da elimden panoyu alıp düzgünce alırken aralık olan kapıdan "Gelebilir miyim?" sesini duyduğumuzda ikimizin de bakışları elinde kahvelerle kapının eşiğinde duran Zeliha'ya baktık.

"Bak," dedim Emir'e gülümseyerek "Benimle aynı fikirde olan birileri var. Gel bebeğim." derken Zeliha kapıyı ayağıyla tamamen açıp içeri girdi.

"Yorgunluk kahvesi yaptım size." derken değişen odasını inceledi. Gözlerinin içindeki o parıltı o kadar görülmeye değerdi ki, bu ışık için şehirlerce yürüyebilirdi insan. Zeliha içine hapsolduğu karanlıktan yavaş adımlarla da olsa çıkacaktı. Belirtilerini veriyordu, bu sabah her ne kadar çok kötü olsa da şu an iyiydi. Odasının değişeceğini söylediğimde o ani heyecanını her ne kadar neden sorusuyla bastırsa da söylediğim neden onu oldukça tatmin etmişti.

' Önümüzde uzun soluklu bir süreç var. Eğer ders çalışmaya senelerdir çalıştığın yerde başlarsan yeni başlangıcı yapamazsın. Zaten süreçte sık sık bunalacaksın, çalıştığın yerden sıkılacaksın. Sık sık değiştireceğiz çalışacağın yeri. Ben sınava kütüphanede, kütüphane kafelerde hazırlanmıştım. Yer değiştirmezsek verimin azalır.'

İkna olmuştu. Daha farklı bir şey sormayıp kabul etmişti. Ve çokta sevinmişti. Artık aynı kattaydık, daha yakındık, yeni bir başlangıçtı onun için. Taze heyecanını görebiliyordum.

"Çok güzel olmuş." derken keyifle gülümsedi, önce Emir'e uzattı Türk kahvesini, sonra bana. Emir'i işaret ettim "Emir yaptı. Ki daha kitaplığın yapılacak, başka başka bir sürü şey. Onları da Emir yapacak. Başarının altında onun imzası var."

Emir yaslandığı çalışma masasında kahvesinden bir yudum alırken gözlerini kaçırdı. Utanmıştı. Ya Allah'ım gerçekten kafasını vurularak sevilmelik bir adamdı bu... Zeliha "Fetih Karadere'nin öğrencisi." dediğinde bakışlarım baygınlaştı, elimdeki kahvenin dökülmesini engelleyecek şekilde homurdanarak başımı onun omzuna bıraktım.

"Fetih Karadere mi?" dedim keyifsizce. "Abisi kılıklı. O ne alaka? Adam yaptı işte. Fetih'in de gram payı yok."

Zeliha'nın bakışları gülümseyerek imalı bir bakış attı bana "Öyle miii?" derken kardeşten görümceliğe terfi etmek üzere olduğunu fark ettim. Burnunu sıktım boşta kalan elimle. "Öyle." dedim inatla. "Öyle değil mi Emir? Korkma konuş, öyle değil mi?"

Gözlerimiz sessizce bizi dinleyen onu bulurken baş parmağını alt dudağına sürtüp "Öyle demeyelim." demeyi tercih ettiğinde Zeliha'nın kahkahasıyla omuzlarım düştü. "Ya ama Emir ya," dedim sitemle. "Saniyesinde beni satıyorsun ya! Olmaz bak bu iş böyle!"

Ben daha yudum bile almasam o kahvesini yarılamıştı. "Söz konusu Fetih abiyse diyelim biz ona." diyerek beni düzelteyim derken daha çok batırdı nezdimde. Nasıl oluyordu yahu bu? Fetih onun üstüne bu kadar giderken hele de...

"Efsun abla," dedi Zeliha gülümseyerek Emir'e bakıp. "Söz konusu Fetih Karadere'yse, Emir abi asla taviz vermez." diyerek kendimi alıştırmaya çalıştığım gerçeği yüzüme vurdu. Günün birinde elbet öğrenecektim Emir'le Fetih'i. Neydi bu aralarındaki ilişki; bir taraftan abi kardeş gibilerken, bir taraftan asla adamdan haz etmeyen hatta bana nefret ettiğini düşündürten bir Fetih vardı. Emir Zeliha'ya bakarken ağır ağır başını salladı. Sonra da son yudumu alıp yaslandığı yerden doğruldu.

Fincanı Zeliha'nın elindeki tepsiye yerleştirirken "Ellerine sağlık," diyerek sandalyenin üzerine bıraktığı ceketine yöneldi. Bana yönelip "Ben istediğin şey için yavaştan başlayayım o zaman. Buralardayım ama bir şey olursa bir alo dersin." derken önce son kez odaya sonra Zeliha'ya döndü.

"Senin özellikle istediğin başka bir şey var mı?" diye sorarken gülümsedim. Çok çabalamıştı, Fetih ne kadar çabalarsa o kadar çabalamıştı. Birlik olmuştuk, bir odayı değil bir hayatı yeniden inşa ediyorduk. Farkındaydım. "Varsa söyle bana, ben hallederim. Gönlünden geçen gibi olsun her şey."

Zeliha gülümseyerek başını iki yana salladı "Şimdilik yok ama," dedi munzur bir sesle. "Dersen ki bu teklifim her zaman geçerli aklıma bir şey gelirse söylerim, hemen paylaşırım seninle Emir abi."

Onu izlerken devamlı olarak bir yüzünü sıkma isteğiyle boğuşurken elim direkt koparmak ister gibi burnuna gitti. "Pazarlık yapıyor ya, Fetih'in küfürsüz versiyonu bak bu. Aynı uyanıklık, nerede görsem tanırım." derken kıkırdayarak temasımdan kurtuldu. Nefes de alamıyor olabilirdi. Emir gülerek beni onaylayacak gibi oldu ama Fetih buradaymış gibi yapmadı bunu. Adamın yokluğu bile etkiliydi. Gel de delirme!

Göz kırpıp başını sallamakla yetindi. "Teklifim her zaman geçerli." dedi Emir kapıya yönelirken. Son anda geri dönüp elindeki kalemi işaret etti. "Lazım mı?" derken Zeliha başını iki yana sallayıp "Yok değil, benim epey fazla kalemim var." diyerek bana taş attığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Emir odadan usulca çıkarken Zeliha cümlesini tamamladı.

"Ablam ve abim sağ olsun." dedi bana bakarak. "Kavga ederken mağazayı satın alan ilk çift olabilirler."





















Toplam net sayısına bakarken "Beklediğimden daha iyi." dedim aklımdan geçen ilk cümleyi kurarken. Zeliha suratı düşmüş bir şekilde bana bakarken "Kandırma beni." dedi kırık bir sesle.

Bakışlarım garip bir şekilde onu buldu kaşlarımı çattım. "Hedefin mi değişti?" diye sorduğumda yaşaran gözlerini benden kaçırmış, yaslandığı yerden boş panoya bakıyordu. Müdahale etmedim. Çok normaldi bu duygu değişimleri. Başını iki yana salladı cevap vermek yerine.

"O zaman hukuk istemiyorsun?" dedim ona bakmayı sürdürürken. Tekrar konuşmadı, tekrar aynı cevap şeklini seçti.

"O zaman şu an canın ağlamak istiyor bunu bahane ediyorsun. Çünkü istediğin bölümün, istediği netleri düşünürsek şu an gayet iyi bir seviyedesin. Zeliha mühim olan mükemmeli yaratmak değil, sana yetecek kadar yapmak. Çünkü iyinin iyisi hep vardır. İlk deneme için oldukça yeterli. Daha ilk. Aylar var, artacak. Ki alan yeterlilik sınavın bu sınavı döver. Dertleneceksek ona dertlenelim."

Burnunu çekip gözlerini tavana dikti. "Tamam," dedi sesi titreyerek "Ona da dertleneyim ben biraz." O kadar uzun zaman olmuştu ki bu dönemden geçeli şimdi her şey yabancıydı bana. Yüzüne baktım garipçe. Önce çenesi titredi, sonra başını geriye doğru attığından göz yaşı kulağına doğru hızla yol alacak şekilde aktı.

"Haydaaa," dedim ona yönelirken. Yüzünü kendime çevirdim. "Bana bak bana." dedim sahte bir sinirle. "Senin ablan doktor, abin desen İtü mezunu. Sen hayırdır, neyin umutsuzluğu bu? Ağlamak istiyorsan söyle, ağlamana izin vereyim. Dök içini. Ama gerçekten sebebin buysa, kızarım sana." yaşları o kadar hızla akıyordu ki çaresizlik bir sarmaşık gibi sardı bedenimi. Ne yapacağımı şaşırdım.

"Hiçbir şeyi başaramayacağım." derken sesi soğukta kalmış gibi titriyordu. "Olmayacak yapamayacağım. Aylar geçti, insanlar konu bitirirken ben ölü-"

"Şşştt," diyerek parmak uçlarımı dudaklarına bastırdım. Olmuştu yanımda ağlamayalı. O kadar kendi derdimize düşmüştü ki, Zeliha öylece kalmış her şeyiyle kendisi baş etmeye çalışıyordu. Sarsıldı, göz yaşları içilen bir su boğazdan nasıl kolaylıkla akıp gidiyorsa gözlerinden öyle boşaldı. İçimde bir buhran büyüdü, çaresizlik daha da sıktı bedenimi.

Onu kendime çekerken elim ensesinde, başı tam bağrımdaydı. Üzerimdeki gömlek hemen ıslanmıştı. Kendini sıksa da hıçkırıklarının önüne geçemedi. "Tamam ağla." dedim şefkatla onu sararken. "Bugün ağla ki yarın gülmemek için sebep kalmasın." ellerim yelkovan hızla akarken onun dağınık şekilde kalemle topladığı saçlarında dolaştı. Ara ara bir şeyler mırıldandı, bazılarını anladım bazılarını anlamadım. Çokça hıçkırdı. Dudaklarım saçlarında gezinirken sulanan gözlerimi engelleyebiliyordum rahatlıkla.

Eğer biri ağlıyorsa fazlaca, sizin ağlama hakkınız olmazda bazen. Sizden akacaklarda ondan akmış olurdu. Gözyaşının da bir sınırı vardı.

Ne kadar geçti bilmiyorum ama yağmur nasıl boşalırcasına yağarsa o da biriktirmişçesine koynumda ağladı öylece. Çıkan sonuca ağlamıyordu farkındaydım. Sonuçtan epey uzaklaşan hayatına ağlıyordu. Hıçkırıklar kendini iç çekişlere bırakırken benden yavaşça ayrılan bir süre sonra o oldu. Ona fırsat vermeden gözyaşlarını silerken ıslanmış kirpiklerinden öptüm.

Parmak uçlarım yüzünde dolaştı. Her şeyden bağımsız güzel bir yüzü vardı. Güldüğünde dönüp çoğu kişiyi kendine baktıracak güzel bir yüzü. Gülümsemelerini yetim bırakan annesiyken, öksüz bırakan babası olmuştu. Bunu kaldıramıyordu. Bunu kaldıramıyordum. Ailesi kendisine yara olan insanlar, zannımca kendi ailesini kurmadan o yaraları devamlı olarak kanatırlardı. Ailelerini kurduklarındaysa yaralarını unutmadan kabuk bağlamalarına izin verirlerdi. Zeliha'nın yarası kanıyordu, kanamadığı yerdeyse elini batırıp kendi kanatıyordu. Acı çok şeydi bir insan için. Ve bazı insanlar bir yerden sonra her şeyi yapar, müptelası olurlardı.

"Mahkemeye çok az kaldı." dedi aniden yüzüme bakmadan. Biliyordum, farkındaydım. O adam cezaevinde olsa da tam olarak yiyeceği ceza belli olmadan onun yüreğindeki yük hafiflemeyecekti. "Eğer ki," dedi tekrardan gözleri yaşarırken. "O hak ettiği cezayı almaz-"

Bu ihtimali dile getirmesine bile izin vermedim ardı ardına cıklayarak. "Böyle bir şey olmayacak." dedim emin bir sesle. "Biz hazırız. Biz tamamen hazırız. Bütün kollarımız çok kuvvetli. En fazlası neyse o olacak. Abin izin verir mi sanıyorsun?" derken döner sandalyeyle kendimi biraz daha ona ittim. "Avukat ordusunu yıkmadığı kaldı. Yok öyle bir ihtimal. Şansı yok. Kendilerini savunmayacaklar bile, ağızlarını açamayacaklar. Sonuç belli biz sadece zamanını bekliyoruz. Tamam mı bebeğim benim?"

Sesim ne kadar güven vericiydi bilmem ama dürüsttüm. Onu avutmak için değildi bu cümlelerim. "Sen de o gün geleceksin değil mi?" diye sordu az da olsa bu şüpheyle.

"Tabi ki. Aksi mümkün mü canımın içi? Beraber gideceğiz, beraber geleceğiz. Hakkımızı alıp geleceğiz. Sana kimse bizden daha güçlü değil demiştim hatırlıyorsun değil mi?"

Hızlı hızlı başını salladı. "Biz daha da güçlendik o günden. Başka hiçbir şey değişmedi. Sadece gidip duyup geleceğiz sonra zaferimizi kutlayacağız. Kimsenin yanına kalmayacak hiçbir şey. İzin vermem demiştim. O adalet işleyecek. Başka ihtimal yok. Sustuğun yerde gereken yapılmıyorsa bağıracaksın Zeliha," dedim şakağından öperken. "Kaç kadın susturulursa biz onlar için de bağıracağız. Gün gelecek ben senin elini bırakacağım, bu kez sen başkasının elinden tutacaksın. Biz birbirimiz için çırpınmazsak bir gün hepimiz ölmeyeceğiz. Öldürüleceğiz. Avazımız çıktığı kadar bağıracağız. Ağlamak yok, pes etmek yok, yolu yarım bırakmak yok. Sen yaşamayı hak ediyorsun o değil." dedim o araba koltuğunda ilk hastaneye geldiğinde bembeyaz olmuş yüzünü hatırlarken. Çok daha kötü bir şekilde teşebbüs edip başarılı olabilirdi. Bu ihtimali aşamıyordum.

"Kadınlar yaşamayı hak ediyor. Biz yaşayacağız, onlar değil. Bırakmak yok o yüzden, bana beni niye öldürdün demiştin ilk uyandığında. Ben seni yaşattım, en çok sen hak ediyorsun diye. Sen de başkasını yaşat diye . Ölmek yok bize, ecelimiz başka birinin elinden olmayacak. Kaderse bu, o kaderi değiştireceğiz. Biz bize yeteriz, birbirimizin elinden tutsak hangi yolda kim geçebilir önümüze? Güçlü kadın diye bir şey yok." derken burnunu çekerek beni dinliyordu.

"Kadının kendisi zaten gücün ta kendisi. Güçlü kadın değil, kadın gücü. O yüzden bu nefret, bu bastırma çabası. Farkındalar o budalalar. Bu güç açığa çıkarsa ne olacağını farkındalar, bu yaşanmadan tek üstünlüklerini kullanıp fiziksel zarara yöneliyorlar. Merhametimizi güçsüzlük sanıyorlar bu yüzden bütün bunlar. Gücünü unutturdukları kadınlara da zarar veriyorlar. Bir kadın gücünü unuttuğu yerde diğer kadın tutacak elinden ki üzerine basılıp geçilmesin. Sen bir kadınsın," derken elinden tuttum. Sıkıca tuttum, o hastane odasındaki gibi.

"Senin gücün abin değil, senin kuvvetin soy adın da değil. Sen bir kadınsın. Sen kendin güçsün. Birileri onu ezmeye çalıştı, hakimiyeti eline almaya çalıştı dizlerinin üzerine düşürdü seni ama ben elinden tuttum kaldırdım. Çünkü ben de bir kadınım. Seni ezenin sana uzanan ellerini koparırım bir damla kan akmaz. Adalet bu çünkü. Bedel bu. Elini kana bulamadan ömür çalmak. Biz öldürmeyiz Zeliha onlar gibi. Biz fiziksel zarar vermeyiz kolay kolay. Yolumuz bu. Yürüyoruz düşürülen her kadını kaldırmak için. Susturulan her kadın adına bağırmak için. Öldürülen her kadının bedelini ödetmek için, pes etmiş her kadını yaşatmak için. O yüzden sakın pes eder gibi konuşma bana, sakın umutsuz olma. Ayaktasın artık, kalktın. Seni devirenlerin hepsi yerde. O mahkeme günü de resmileşecek bu. Dimdik gideceğiz, dimdik çıkacağız. Sen devam etmeyi öğrendin, zaman gelecek bu kez sen kaldıracaksın."

Dudaklarını birbirine bastırırken başını salladı hızlı hızlı. "Umutsuz olmak yok." dedi içimi rahatlatırken. "Pes etmek yok." diye devam etti. Kendi yaşlarını kendisi silerken burnumun direği sızladı. Zeliha kadar şanslı olmayan kadınlar için. Elimde bir mikrofon olsa sadece kadınlara seslenirdim. Tek kalmış kadınlara, bağırmayı bırakmış kadınlara.

Dudakları yaşlarına rağmen kıvrıldı "Çünkü biz kadınız." dediğinde bu kez engelleyemedim sulandı gözlerim. Gülerek başımı salladım. Bir Efsun daha yetişiyordu sanki, gözümün önünde. Belki hiç kızım olmayacaktı ama başka bir yan çarım daha geliyordu arkamdan.

"Bizden güçlüsü yok." dedi yüzünü gözünü silmeye devam ederken. "Ayakta kalayım ki," derken aldığı peçeteyle burnunu sildi "İlerleyip benim yaşadıklarımı yaşayanlara ben kalktım sıra sende diye elimi uzatayım." saçlarından dökülen tutamları kulakların arkasına sıkıştırdı. "Onlar kim ki?" dedi çatallı bir sesle. "Biz hep birbirimize destek olduktan sonra kim ki onlar?"

Bu haline gülmeye devam ederken başımı salladım. "Hepimiz birimiz için bağırsak, sesimizi sağır sultan bile duyar. Onlar kim ki, biz onlar için pes edelim?"

Yüzümü avucumun içine alırken alnında öptüm gururla. "Kadının en büyük dostu yine kadındır. Aksini iddia eden erkektir." derken biraz önce Zeliha'nın hıçkırıklarının dolduğu odada şimdi gülüşlerimiz duyuluyordu.

Zeliha ileri gidip "Erkeklere idam!" derken telaşla ağzını örttüm "Yavaş," dedim gülerek. "O kadar da demedik. Hepsini yakmayalım şimdi." Zeliha kıkırdadı "Arada sevdiceğim de var diyorsun yani?" dizine vurdum hemen kaşlarımı çatarken.

"Sevdiceğim, kardeşinin bunu dediğini duyarsa." durdum sesimi kalınlaştırdım "Efsuğğnn sen ne yapıyorsun kardeşime, ne anlatıyorsun? Kızım delirtme bak beni sana diyorum alooo, diye başlayan cümlelerle bir ton laf eder bana." Zeliha'nın kahkahası doldurdu odayı. Gülüşlerinin arasında bana hak verdiğini belli edercesine başını salladı.

"Tam olarak bu işte!" derken bir süre daha uzun uzun güldü. O an ağlamalıydı ki insan, ilerinde gülmemek için sebebi kalmasaydı. O gülen yüzüne baktım sonra aniden bir şey hatırlamış gibi durdu.

"Bugün seni hiç aramadı!" dedi sanki bu çok kötü bir şeymiş gibi ve aniden konuyu değiştirerek.

Bunu fark etmemiştim bile ben...

"Erkek milleti evlenince değişiyor demişlerdi de inanmazdım. Bak daha ilk günden, evlenmeden önce her saat başı arardı. Puu senin abine!" diye olayı abartırken o beni ciddiye aldı.

"Yaa," dedi şaşkınca. "Nasıl aramıyor ya? Niye aramıyor? Sen ara. Ya da trip at. Nasıl aramaz seni?"

Dirseğimi masaya yaslayıp çenemin altına koydum elimi. "Bana kızgın ayrıldı sabah." dediğimde o da benim konumumum aynısını aldı "Yaaa." diyerek. "Neden ki?"

Dudaklarımı yalarken yüzde yüz haklı oluşumu Zeliha anlatmak için kolları sıvadım. Fetih yokken Fetih'in dedikodusunu yapmak mı? İnanılmaz zevk vermeye başlamıştı bu bana. "Hiçbir sebebi yok. Sadece Emir'i alma birkaç gün dana benden dedim hepsi bu." Zeliha hala ıslak olan kirpiklerini kırpıştırdı hafifçe gülümsedi.

"Emir'i alma mı dedin?" diye sordu. Sesinde olan şey ima mıydı bana mı öyle geliyordu? Başımı salladım hafifçe. "Onu benden alma, der gibi." diye mırıldandığında gözlerimi kırpıştırdım.

"Gibi değil öyle işte. Yani alıştım ben Emir'e, bak çokta yardımcı oldu. Öyle dank diye almasın istedim."

Alt dudağını parmaklarının arasında sıkıştırırken sırıtışını saklamaya çalışıyordu tahminimce. Dilinin altındaki baklayı beklerken

"Ben biliyorum onun derdini başından beri."

Başından beri mi? Neyi biliyordu? Başından olan şey neydi?

Göz kırptım. "Kıvrandıracak mısın anlatmak için beni?" derken dudaklarını öne doğru büzdü. Sonra etrafa baktı "Bütün gününü bana ayırdın o yüzden hayır." derken rahatladım epey. Çünkü çok zorlamayabilirdim deli gibi merak etsem de.

Bir sır verir gibi bana yaklaşırken kulaklarımı tabiri caizse ona diktim. "Emir abiyi çok sevdin ya," derken başımı salladım hafifçe. "Çok iyi anlaşıyorsunuz anladığım kadarıyla en başından beri." diye devam etti. Tekrar başımı salladım. Emir'i ilk gördüğüm an, elindeki silahla ben ve Zeliha'ya gelecek herhangi bir müdahaleyi engellemek için siperdi bize. "İşte mesela sen abime kızıyorsun, ona kızmıyorsun. Bazen abime gelme diyorsun, Emir abiyi çağırıyorsun. Siz çok iyi anlaştınız." diye tekrar etti. E Zeliha, eeee?

"Yani o buna tahammül edemiyor," diyebildi en sonunda. "Sizin bu denli anlaşmanıza. Ama bu ilk zamanlardan beri var, sinir oluyor bu duruma. Şu an Emir abiden nefret etmeni isterdi."

Kaşlarımı çatmış, gözlerimi dikmiş onu dinliyordum. "Bu kadar mı kibirli Fetih?" diye sordum istemsizce. Sırf biz anlaşıyoruz diye adama eziyet ediyordu. "Biri onunla anlaşmayıp başkasıyla anlaşınca zoruna mı gidiyor?" "

Dudakları kıvrıldı garip garip bana baktı. "Efsun abla," dedi şaşkınca. "Sen biri misin?" sorusunu bana yöneltirken gerildim sebepsizce. Biriydim. Fetih'le aramızda nefret olmadığı kadar gönül bağı da yoktu. Sadece birbirimizi bilip sayıyorduk, birbirimize değer vermek için belirli sebeplerimiz vardı. Özellikle onun. Bir şekilde iki borçluyduk birbirimize.

Evet, evet. Fetih'le iki borçluyduk. Karşılıklı borçlarımız birbirini kapatmadığı için de böyle bir hayatın içindeydik.

Zeliha'ya sessizce baktım. Cevap vermedim. Biriyim diyemedim. Tabi ki değilim demeye dilim varmadı. "Fetih abimde kibrin zerresi olmaz. Onun ki kibir değil." derken konuyu getirmeye çalıştığı yeri fark ettiğimde kalkıp gitmek istedim. Bir insana yalan söylerken bunu isteyerek yapmıyorsanız gözlerinin içine bakmak suyun altında nefes almak kadar zor gelirdi bazen. Şimdi her şeyi, ona inandığımız hiç var olmayan aşka yoracaktı bu dönemde. Çünkü bir insanın eline hangi hamuru verirseniz size yapıp uzattığı şeyin hammaddesi o hamur olurdu. Değişmezdi bu kural.

Merak ediyordum. Zeliha beş buçuk ay sonra 'hiç mi sevmediniz birbirinizi' demeyecek miydi? Ya da biz iki iyi oyuncu zaten sonlara doğru bu gönül bağının koptuğuna dair sinyaller mi verecektik?

"Onunki paylaşamamazlık." avucunun içini daha çok bastırdı dizime gözlerimin içine içine bakarken. Gözlerimdeki duygusuzluğu nörtlüğü görmüyor muydu? Bana o an ağabeyinden özel bir şeyler paylaşacağını anlamıştım. Bunları duymak istiyor muydum? Hayır. Bunlar beni ilgilendiriyor muydu? Hayır. Ama o devam etti.

"O bazen, bazı insanlara karşı çok hassaslaşır." dediğinde içimi yine aynı soru kapladı. Zeliha bunları nereden biliyordu? "Böyle sanır ki yağmur yağsa başına düşen damla onun canını yakacak." benim için bir şeyler anlatacak biri yoktu ama Fetih'in varı yoğu onun eşiyim diye önüme konuluyordu. Bu doğru değildi. Fetih bunları bilmemi istemezdi. Zira ben de istemezdim.

"Sonra bazen; o bazı insanlar başkasına içinin ya da dışının güzelliğini gösterince, ona verdiği ya da o an ondan esirgediği bir güzellikten başkası nasiplenince kendinden çalınmış gibi hisseder. Kendi hakkıymış da başkasına vermişler gibi hisseder. İster ki hep ona olsun, başkasıyla paylaşmasın. Ama bunu sakın saplantı, hastalık olarak algılama." derken bu sondaki açıklama bakışlarımdan dolayı mıydı bilmiyordum. İçimde sinsi bir beden gezinir gibi oldu. Zeliha bunları anlayacak kadar iyi bir gözlemci miydi, yoksa zamanında şahit olduğu aşık bir Fetih'i mi bana anlatıyordu?

"Çünkü o bazı insanları ilk kendinden sakınır. Zarar vermez, kendisinin gözü gibi koruduğuna da kimse zarar vermesin ister. Sadece bazen, bazı insanların üzerinde çok fazla şeyi hak görür kendine. Hepsi bu. Başkasıyla mı anlaşıyor, niye benimle anlaşsın işte der. Bu benim hakkım der. Onu istemeyip başkasını ister, niye ben varım beni istesin der. Başkasıyla arası ondan daha mı iyi, niye ben varken onunla iyi der." eli gülümseyerek saçlarıma gittiğinde bir tutamını yavaşça geriye attı.

"İşte sen o bazı insanlardansın. Onunki karın ağrısı değil, kalp ağrısı. Vücut nasıl hasta olduğunda daima yangısal tepki verir de ateşimiz yükselir, onun tepkisi de öfke. Üzülse de, kırılsa da hep dışı öfkeli olur. Üzüyorsun şu an onu. O yanındayken sen sadece ona düşkün davran. Şimdi akşama kadar dert etti bu durumu haberin olsun."

Benden bir tepki beklercesine ona bakarken "Hep ilgiyi kendisinde mi ister, çocuk gibi?" diye sordum hayretle. Şaşkınlığımı gizlemiyordum. Böyle duygusal, ilgi bekleyen bir adam gibi durmuyordu. Zeliha çok mu duygusal yaklaşıyordu yoksa seven Fetih modeli mi buydu? Bizlik öyle bir durum olmadığından ben mi anlamıyordum?

"O bazı insanlardansa o kişi evet, o varken başkasıyla ilgilenmesin ister. Çocuk gibi mi oluyor bilmiyorum ama öyle. Zaten istediğini alınca da keyfi kebap olur. Bunları sana anlattığımı öğrenirse beni tek lokmada yer bu arada. Ayrıca sen nasıl fark etmedin ki? Niye bu kadar şaşkın bakıyorsun?"

Çünkü Zeliha, çünkü bebeğim ne abin benden ilgi bekledi ne de ben abine ilgi gösterdim. Daha dün su aygırı dediğim adam için aslında o bir panda diyorsun. Pandalarda yere düştüğünde onu kaldıran da kucak beklerdi. Fetih baya böyleydi. Yani en azından öyleymiş.

Başımı iki yana salladım, gözlerimi kaçırdım. "Zeliha," dedim daha fazla içimdeki sinsi ayak izlerini görmezden gelemeyerek. "Sen bana eskiden şahit olduğun aşık Fetih'i mi anlatıyorsun, durum buysa kadını birazdan instagramdan bulacağız haberin olsun."

Elini ağzına kapatıp kıkırdadı "Kıskandın?" diye saçma sapan bir ihtimali koydu önüne. Yüzüm benden bağımsız buruştu. "Hayır bebeğim ben çok meraklıyım. Şu an evli olmasaydım ve bana eski sevgilimin yeni sevgilisini atsa biri, gidip ona da bakarım. Benim ki fazla merak."

Beni ne ilgilendirirdi Fetih'in eskisi? Yenisi? İlerisi? Ötesi, berisi? En fazla benim yüzüme, gözüme, saçıma, makyajıma, boyuma bosuma laf eden Fetih Karadere'nin beğendiği kadın profilini merak ederdim. Ediyordum da zaten. İnkar edeceğim bir şey yoktu.  Benim sürdüğüm en ufak bir makyaja boya badana deyip, yüzüne tek bakışta iki elin parmağı kadar ürün sayacağım ama sadece renkli ruj sürmediğinden Türk erkeği gözünde makyajsız sayılabilecek hangi kadındı mesela. Ya da benim saçlarımın salıklığına bin tane laf edip hangi saç uçları kırılmış bir kadın... Dip boyası gelmiş de olabilirdi. Boyuma bin tane laf edip yine benim boylarımda bir kadın veya... Sevince insan kusur bulmazdı, kesin Fetih'in gözünde benden kısa da olsa selvi boylu olurdu.

Boyun bosun devrilsin Fetih.

Ayrıca Fetih'in eski ilişkilerindeki çoğu kişiden daha güzel olduğuma da emindim. Her kadın güzeldi, buna asla laf etmezdim ama benim daha nadir ve farklı bir havam vardı. Saçlarım kızıldı bir kere! Hem de doğalından.

Bacağımı sallarken öylece "Tabi ki eskiden şahit olduğum bir şeyi anlatmıyorum." dedi Zeliha dikkatimi çekerken. "Beni abim büyüttü." dedi en sonda. "Beni büyüten kişiyi de mi tanımayayım? Benim ki çok iyi gözlem. Ben o varken başkasıyla ilgilenince ona da bozuluyordu ama artık bu engin görevi sana devrettim sana bozuluyor. Ben çok memnunum, çok güzel bir yük kalktı üzerimden. Tepe tepe kullanabilirsin."

Sen öyle san Zeliha... Sen öyle san. "Çok dedikodu yaptık." dedim yerimden doğrulurken. "Hadi elini yüzünü yıka ben sıcak bir şeyler getireyim bir denemenin analizini yapalım. Hadi ablasının güzeli." derken onu da kaldırdım yerinden. Başını sallarken içimdeki huzursuzlukla çıktım odadan. Öğrenmemem gereken şeylerin ağırlığı daima daha fazla olurdu. O yüzdendi bu yüküm. Ofladım merdivenleri inerken.

Ki bence Zeliha doğruyu söylemiyordu. Eskiden bir ilişkiye şahit olmuştu. Kuruntu da olabilirdi bilmiyordum ama hislerim o yöndeydi.

Mutfağın kapısından girecektim hemen durmadan. Eğer ki içeriden bir cümle ilişmeseydi kulağıma. "Zeliha da kıymete bindi." dedi genç bir ses. Yanlışım yoksa sabah tanıştığım sesti. Aralık olan kapıyı açmadım. Durdum, dinledim.

"Yakında Zeliha Hanım da deriz."

Kaşlarım havalandı, avucumun içini bastırdım soğuk duvara. "Sema," dedi başka bir ses. "Ağzından çıkanı kulağın duysun. Sus kızım, sen sus en iyisi!"

"Niye anne?" diye ısrarla devam etmeye devam etti. "Yalansa yalan de. Zeliha da kıymete bindi ya ölsem de gam yemem. Yarın öbür gün tepemize de çıkar. Var onda öyle bir hava. Evleniyor dedik evlenemedi, bütün aileyi birbirine düşürdü. Fetih ne zaman gelse bu eve evin duvarları çatlıyor çıkan kavgalardan. Konu ne? Zeliha Hanım hazretleri. Valla Zühre Hanım haklıydı evlenmesini istemesinde. Huzur bırakmadı bu evde. Sanki düşmanın evine gelin etti, kıymet göreceği yere gelin gidecekti. Sırf şımarıklığından."

Sesindeki hazımsızlık midemi bulandırırken yüzüm limon yemişim gibi ekşimişti. Annesi aniden "Fetih abi!" diye bastırırken içeri girmemeye devam ettim. "Ağzını topla. Bir gün bu dilin yakmadan seni, benim elimde kalacaksın Sema. Anlatmadım mı kızım ben sana olanları? Kıza yaptıklarını anlatmadım mı? Ne şımarıklığı, ağzı yok dili yok kızın!"

Bir homurtu duydum. "Valla bilmiyorum anne. Bana Zühre Hanım'ım böyle bir şeye sessiz kalması hiç doğruymuş gibi gelmiyor. Zeliha anlattı mı yoksa yine sadece ağlayıp zırladı mı? Ağzı var dili de var. Kullansaydı. Koskoca Karadere'ler kimsenin yanına bırakmazlardı. Bak Fetih abiye. Haberi olunca önüne geçti evliliğin. Henüz daha mahkeme de olmadı, önce bir gelsinler desinler bu kadar yıl ceza aldı. İnanayım. Daha o da yok ortada. Evlenmemek içindi belki o. Bahaneydi."

Daha fazla duymaya tahammül edemezken bu konuşmaları içeriye babamın mekanıymış gibi girdiğimde üç kişi de tabiri caizse titredi, Sema'nın renk attığını gördüm. Bu evde çalışanın bile kıza düşmanlığı vardı? Neyin cezasını çektiriyorlardı bu kıza böyle? Duyup duymadığımı anlamak için sessizliği tercih ederlerken Sema'ya baktım boş boş. Dilimin ucuna çok şey geldi, çok şey söylemek istedim, eğer ki konuşsam bir daha yüzüme bakamayacak kıvama gelecekti. Zeliha'nın yaşlarındaydı o da. Arkadaş olabileceklerken neyin çekememezliğiydi bu?

"Bizim katın temizlik düzeni nasıl yapılıyor?" diye sordum öylece. Aslında çok kibarca ve ricayla söyleyeceklerimi planladığım gibi telaffuz etmeyecektim belli ki.

Kadın uyarıp susturamadığı kızından alıp bakışlarını bana çevirip "Haftanın üç günü dip bucak temizliğini yapıyoruz kızım." dedi resmen titreyerek. Başımı salladım soğuk bir ifadeyle. "O günlerde Zeliha'yla konuşun, onun dersine ara verdiği zaman bizim katın odalarıyla ilgilenilsin. O ders çalışırken gürültü olmasını istemiyorum o katta." derken Sema'ya baktım. Ses tonumdan bile belliydi dinlediğim.

"Evdeki her şey beş ay boyunca Zeliha'ya göre ayarlanacak. O katta gürültü yapılmasın. Bir de özellikle Zeliha'yla ilgilenecek birine ihtiyacım var. Kahvaltısı, kan şekerini düzenleyecek ara öğünleri,kahvesi..." gözlerim tamamen blöf yaparak üzerlerinde gezindi. Nurdan denen kadın da beni sessizce dinliyordu. Ortadaki Gülizar teyzeyi dışarıya alsaydık da ben bir şu ikisine karşı nefretimi kussaydım nasıl olurdu?

En sonda sertçe Sema'ya baktığımda yutkundu. "Sen," dedim onu işaret ederek. "Yardımcı olur musun bana?" hızlı hızlı başını salladı. "Güzel," dedim sert bir sesle. "Üç gün evdeyim, son günümde neyi nasıl yapman gerektiğini anlatırım." derken sabırla nefes aldım sonra Gülizar teyzeye baktım daha yumuşak bir sesle "Ocağı kullanabilir miyim?" diye sorduğumda kadının kızı yerine utandığını farkındaydım! "Sen bana söyle kızım, ben hallederim hemen."

"Ben kendim hallederim teşekkür ederim. Sadece evde, salep ya da çikolata varsa onu alabilir miyim?"

Israr etmeden istediğim şeylerden tezgahın üzerine serice bırakırken ben kızına bakıyordum öylece. Umarım Zeliha bu evden öyle bir çıkardı ki dönüşü insanların bin bir ısrarıyla olurdu. Ama yoktu, bu insanların içinde gram sevgi yoktu.

"Sağ ol Gülizar abla." derken ben kadın kızına yöneldi.

"Yürü Sema," dedi ters ters. "Sana yukarıdakilerin nasıl yerleştireceğini göstereyim." derken Sema sapsarı olmuş yüzüyle başını sallarken kapıya yönelirken aniden "Sema." diye seslendim sütü cezveye boşaltırken.

"Mahkemeye on gün kaldı." dedim ona bakmayıp işimle ilgilenirken. "Tahminimiz ve temennimiz on sekiz yılın üstünde bir ceza." cezveyi kolayca açtığım ocağın üstüne, bir elimi tezgaha, diğer elimi belime koyup Sema'ya baktım. "Zeliha şımarık bir kız değil, kıymete de binmedi. Zaten evin tek kızı, Fetih abisinin de," abi kısmını özellikle bastırmıştım. "en kıymetlisi. Yaşın çok küçük." dedim benim yüzüme zorlukla bakan kişinin yüzüne bakarken. "Kırıcı konuşmak istemiyorum ama çok yanlış düşünüyorsun. Bir daha düşün tamam mı? Bir daha bu tarz şeyler duymak istemiyorum. Yakışmıyor senin gibi bir kıza. Annen de yakıştırmıyor, ben de yakıştırmadım, sen de yakıştırma." yüzündeki pişmanlık arttıkça sesim daha da yumuşadı. "Tamam mı ablacım?" dedim bastırarak. Gözlerini yere dikerek başını salladı ve annesinin yol vermesiyle çıktı önden. Gözümü süte çevirirken bardaklara salep tozundan koydum. Nurdan Hanım da hala elindeki dolmalarla uğraşıyordu sesini etmeden. Hazır fırsat bulmuşken ona da konuşayım dedim.

"Ne diyorsunuz Nurdan Hanım?" diye aniden ona konuştuğumda bakışları dondu. "Hangi biriyle uğraşayım? Yoksa böyle bir eve gelin gelince bunlara alışmam mı lazım?" bana bakmadı ama beni dinliyordu.

"En büyüğünden en küçüğüne bir nefrettir almış başını gidiyor. Sevgi desen o da sahte. Biri gelinine öldürecekmiş gibi bakar, diğeri kızım dediği insanı o halde hastaneye getirip yine ağzını bıçak açmaz bir de diğerine de oğlum der." bana baktı ağzını açacağı an ben devam ettim. Konuşması gereken yerde susmuştu şimdi de susacaktı.

"Size nasıl öfkelenmiştim tahmin bile edemezsiniz." dedim açıkça. "Bu kadının çocuğu yok mu demiştim. Sahi yok mu çocuğunuz?" birkaç saniye sustum gözlerinin içine bakarak ama tam o konuşacakken yine devam ettim. "Aman boş verin bana ne? Vicdanınız yok, çocuğunuz olsa bana ne fayda?" sütü fincanlara boşalttım yavaşça. "Fetih bu durumdan haberdar değil henüz. Siz çocukluğunu biliyorsunuz muhtemelen, sizi de sevip sayıyordur. Hiçbir şeyden haberdar değil sonuçta. Bilmesini ister misiniz? Kardeşini o halde hastaneye getirdiğinizi, söylediğiniz yalanları, Zeliha'yı hastaneden çıkarmak için attığınız taklaları?" yavaş yavaş karıştırırken artık ona bakmıyordum.

"Hadi bana söylemediniz, hadi emir neyse onu yaptınız ama madem Zeliha kızınız, madem siz engel olamıyorsunuz arayıp oğlum dediğiniz adama haber vermek çok mu zor geldi?"

Ona döndüm bir an tam konuşacakken yine izin vermedim. "Amaaan," dedim yine. "Artık bir önemi yok değil mi? Fetih'e şu anlık bir şey söylemeyeceğim. Keyfi kaçmasın eşimin. Ama benim önümde samimiyetsiz kızım oğlum naraları atmayın, atınca benim keyfim kaçıyor." kulplarından tutup kapıya yöneldim.

"Kolay gelsin size."


















Dudaklarımı yalarken aldığım tat o kadar memnun etti ki beni Gülizar abla gülümseyerek beni izliyordu. "Bu çok çok iyi." dedim kalan parçayı da ağzıma atarken. Belki ülkenin en önde gelen mutfağı doğu güneydoğu mutfağına aitti. Zeliha'yla akşamı edip günü sonlandırırken bardakları indirmek için geldiğim mutfak aniden önüme gastronomi cenneti olarak sunulmuştu. Sosları, turşuları, reçelleri... İnanılmaz bir şeydi. Her şey ev yapımıydı, çok fazla çeşitti ve benim önüme konulursa hepsinin tadına bakıyordum.

"Özellikle turşular. Ben çok ev yapımı yedim ama bu çok başka." derken lahanadan bir parça daha aldım. "Bunda ekstra bir şey var," dedim işaret parmağımı sallarken. "Ne var? Nasıl yaptın?" diye sorarken beş ay içinde mutfak için bir şeyler kapabilirdim hazır buradayken. Başka öğretecek kimse yoktu çünkü.

Sema çok çekingen bir sesle annesi adına cevap verdi "Bir sırrı var, kimseye söylemiyor. Bir gün yapamayacak kadar hasta olursa bana söyleyecekmiş. Ben de daha bilmiyorum."

Gülümseyerek Gülizar ablaya bakarken "Yaaa," dedim sızlanarak. "Bana söyleyin Fetih'e yaparım hem." dedim asla yapmayacağım şeyi söylerken. Ev zaten turşu kaynıyordu. Benim bu ev için yapmam gereken bir şey yoktu, ilerisi için öğrenmek istiyordum. Gülizar abla gururla gülerek başını iki yana salladı. "Yok söylemem. Hem Fetih'i öldür o yine turşu yemez." dedi gözlerinin içi parlarken. Sanki çok önemli kişilikmişim gibi ben beğendikçe mutlu olmuştu.

"Yemez mi?" diye sordum garipçe. Bir insan nasıl turşu sevmezdi?

"Asla sürmez ağzına. Çok yemek seçer o, her şeyi yemez. Turşu hiç yemez. Nurdan," dedi ocağın başında yemek yapan kadına bakarken "Hatırlıyor musun nasıl koşturuyorduk peşinden ağzına pilavdan başka bir şey sürmüyor diye? Zühra Hanım perişan oluyordu ona yemek yedirene kadar."

Gülerek hızlı hızlı başını salladığında göz devireceğim sandım. "Ömrümüzü yedi ömrümüzü. Ben bir tane daha onun gibi yemek seçen birini tanımadım. Diğer çocuklar gibi tatlı da sevmiyordu, onu yedirelim en azından."

Nasıl tatlı sevmiyor, siz hiç kurşun kek yapmayı denediniz mi?

"Hala mı öyle?" diye sordum aslında benim bilmem gereken şeyi sorarken. Bir taraftan hala önümden yiyordum. "Çocuklukta olduğu kadar değil ama her önüne konulanı yemez hala."

Sema ekledi "Midesi çok çabuk ağrıyor Fetih abinin o yüzden." dedi bana bakarak. E ama benden yarasa çorbası da istedi. Aynı adamdan mı bahsediyorduk?

"Vermiyor musun sen şimdi bana tarifini?" diye sordum yine ısrarla. Başını arkaya attı. "Sen benden iste ben sana hep yaparım. Merak etme." dedi. Ya Gülizar teyze ben Fetih'ten boşandıktan sonra nasıl senden turşu isteyeyim Allah aşkına?!

"Fetih'e yedirsem turşu," diye iyice abarttım. Herkesin gözü bana döndü. Ne, o kadar mı imkansız? "Verir misin tarifi?"

Bana çok imkansız bir şeyi söylediğimi belli edercesine baktı "Yemez kızım." dedi kendinden emin bir şekilde. "Ağzına zehir uzat yer ama turşuyu önüne koyunca bile yerini değiştiriyor. Vallaha yemez. Her şeyi yer bunu yemez."

Tek kaşım havalandı. Mis gibi probiyotikti işte! Ne demek yemezdi?! "Ya yedirirsem? Verecek misin tarifi?" diye ısrarımı sürdürdüm. Ben ısrar edersem atardı ağzına yahu. Zaten aramız limoniydi, yerdi yani. Bunun olmayacağına kendini inandırarak "E tamam hadi gönlün olsun. Yerse veririm."

Zaferle gülümserken gözüm karışık dolma tenceresine gitti mutfak o kadar güzeldi ki karnım gurulduyordu. Tamam ya ben beş ay bir burada bir Zeliha'nın odasında takılırdım. İyiydi yani ortam. Ben tam dolmanın tadına bakmak isteyecekken aniden arkamdan bir ses geldi.

"Efsun," hepimiz kapıya dönerken Fetih'in omuzları düştü. "Nerdesin?" dedi bana bakarak. "Seni arıyorum, telefonunu almamışsın yanına. Zeliha da duşta soramadım."

Omuz silktim "Evin bir yerlerindeyim. Niye arıyorsun beni, bir şey mi oldu?" ev o kadar büyüktü ki seslenme durumu olmuyordu. Derince bir nefes aldı, diğerlerine baktı yorgun bir halde. Dans ederken söylediği şeyi uyguluyordu. Saat sekize geliyordu sanırım. Erken gelmişti. Güzel.

"Kolay gelsin." dedi diğerlerine ithafen bana yaklaşırken.

"Bir şey olmadı." derken sırtım aniden gövdesinde yer edinmişti. "Öyle bulamayınca seni." diye bir şeyler geveledi ağzının içinde. Çenesinin başımın üstüne bastırırken "Eee," dedi diğerlerine bakarken "Öğretmeye başladınız mı yemekleri? Yoksa gelip sadece sizi mi izledi?" gözü masaya indi "Yoksa sadece tüketici mi oldu?" diye sordu. Dirseğimi konumuzdan dolayı kolayca karnına bastırdım.

"Görende beni yumurta kıramayan biri sanacak." dedim iğneleyici bir sesle. Ben bir sinir oldum falan. Yani şimdi ne alaka?

"Yumurtayı üç yaşında çocukta kırar. Kadın pilavından belli olurdu değil mi Nurdan abla?" kaşlarım havalandı dudaklarım kıvrıldı. "Erkek neyinden belli olur?" diye sordum merakla. Fetih Bey'e bakın siz. Daha ilk günden, yemek muhabbeti çeviriyordu falan.

"Pilavı yiyişinden." dediğinde mutfakta bir kıkırtı hakim oldu. Bir adım öne giderek ondan ayrıldım. Ona hadi ya derken salt bir tüketici olduğumu ve öyle devam edeceğimi belli edercesine ocağa doğru yürüdüm. Kaç çeşit yemek yapılmıştı bilmem ama benim gözüm dolmadaydı. Bildiğimin aksine, patlıcan da sarma da biber de hatta ve hatta domates aynı tenceredeydi.

"Piştiyse bakıyorum tadına." dedim onay beklerken çevremden. Nurdan Hanım bana tabak ve çatal uzatırken tencerenin üzerinden altı kapağını. En üstte sarmalar dizilmişti bir sıra. Birkaç taneyi hızlı hızlı tabağa alırken Fetih ilerleyip bardakların olduğu dolaba yöneldi. Sema masayı kurmak için elindeki tabak çanaklarla mutfaktan çıktığı an, ben de çatalıma batırdığım sarmayı üflüyordum ki "Hazır değil mi her şey?" diye bir cümleyle Zühre Karadere girdi içeri.

Beni de Fetih'i de görmeyi beklemiyor olacak ki kaşları çatıldı. Nurdan Hanım "Hazır, kuruyoruz sofrayı." derken herkes toparlanmaya başladı. Ben kısmen soğuttuğum sarmadan bir ısırık aldım ama boğazıma anında dizildi.

"Evin bereketini kaçıracaksın Gelin Hanım!" derken çiğneyişlerim ağırlaştı ve ağzımdakini atmak isteyeceğim ve herkesi duraksatırcasına konuştu.

"Annen öğretmedi mi böyle ayakta önden yenilmez yemek? Sofranın bereketi kaçar diye."

Yutkunamadım o an. Kurduğu cümlenin altında ezilip kaldım. Tabağı tutuşum sertleşti, yanaklarım karıncalanırken Fetih elindeki bardağı sertçe tezgaha vurdu. "Anne!" dedi sertçe. "Büyütme, iki lokma yedi diye bereket kaçmaz. Kaçarsa da kaçsın."

Elimdeki tabağı bıraktım ama yarım sarmanın durduğu çatal hala elimdeyken "Hayır." dedim sakin ama içten içe nefretle. "Annem öğretti." dedim bana yapmaya çalıştığı şeyi anlarken. Kalan sarmayı Fetih'in ağzına doğru tuttuğumda gerilmiş yüzü bana döndüğünde sarmayı işaret ettim hışımla. Kendi rızasıyla açmazsa ağzını zorla sokacaktım ama Allah'tan gerek kalmadı. Kendisi aldı kalan parçayı.

Beni izleyen Zühre Karadere'ye baktım. "Sadece ben de eşim gibi pek anne sözü dinlemiyorum."




















Zeliha'nın uyuduğuna emin olduktan sonra son bir kez üzerini örttüm ve yavaş adımlarla odasından çıktım. Bu sessizliğim aynı zamanda trabzanlara ellerini yaslamış bu soğukta öylece dışarıda duran Fetih'in de çıkışımı görmemesine sebep olmuştu.

Neden dışarıda duruyordu? Yoksa önce benim gidip uyumamı mı bekliyordu? Buna gerek yoktu, bunu beş buçuk ay boyunca her gün yapamazdı. Hele de bu soğukta. O beni fark etmeden merdivenlere varıp serice indiğimde mutfağa vardım kısa zamanda. Sakin bir akşam yemeğinden sonra Fetih'le beraber Zeliha'yla zaman geçirmiş sonra da kendi köşelerimize çekilmiştik. Ben Zeliha'nın yanındayken o uyumuştur sanıyordum. Çöken geceyle dün gecenin hayaleti yine üzerimize binmişti farkındaydım.

Karanlık, üzeri kapatılan anların en büyük destekçisi olurdu çoğu zaman. Biliyordum. Kısa zamanda kupalarda hazırladığım papatya çaylarıyla tekrar yukarıya tırmanırken üşümeye başlamıştım bile. Üstüm inceydi, Urfa buz gibiydi. Fetih'in hala orada olmamasını diledim ama hayır ilk gölgesi düştü önüme. Elimde buharı tutan kupalarla ona varırken ilk fark etmedi ama elinin yanına konan bardakla bakışları bana döndü. İlk cümle ondan döküldü.

"Sen uyumadın mı?"

İzlediği manzaraya baktım ona bakmak yerine. Güzel şehirdi Urfa. Belki bir ömür yaşayamazdım ama ara ara gelinip kalınabilirdi. Tabi ben de iyi anılar bırakırsa.

Başımı iki yana sallarken çayımdan bir yudum aldım. Emirden bugün rica etmiştim bitki çaylarını. "İçsene." dedim düz bir sesle. Bakışları benden bardağa indi ve ikiletmeden aldı. Tadına vereceği tepkiyi merak ederken gözlerim ona dokundu. Önce bir kokladı ve yüzü hoşuna gitmediğini belli edecek kadar buruştu ama yine de bir yudum aldığında resmen kusacak gibi bir hal aldı.

"Bu ne lan?" diye kabadan çok surat ifadesinden komik bir tepki verirken yanaklarımın içini dişledim.

"Papatya çayı?" derken bir yudum daha aldım. Bardağı geri bıraktı aynı ifadeyle. "Leş," dedi saygısızca. "Papatya çiğnemiş gibiyim."

Kötü değildi tadı, ne demek leş? Hayatında kaç kez papatya çiğnemişti?

"Sakinleştiriyor Fetih." dedim ters ters. "Sinir stres alıyor. Gevşetiyor." diye açıklamaya çalıştım karşımdakinin ilkelliğini unutup. Çayı işaret etti "Bu mu beni sakinleştirecek?" diye sordu alayla. Doğru Fetih'i varsa kurşun çay falan anca sakinleştirirdi. Unutmuştum.

"Bunu beni sinirlendiren kişinin başından aşağı dökersem hala dumanı tütüyorken biraz durulurum doğru."

İşte papatya çayı beni sakinleştirmiyor diyen varsa hala, buyursun bu çağ açacak fikre bir baksın! Altında koskoca Fetih Karadere imzası var.

"Aptal." diye söylendim çayımdan büyük bir yudum gözüne sokarak alıp. Sonra da manzaraya geri döndüm. Titrememek için kendimi kasmaya başlamıştım. Bir süre ses etmedik ama yine sessizliği yaran o oldu.

"Girsene içeri donmayı mı bekliyorsun?" bu cümleyi kurduktan hemen sonra gri eşofmanının cebinden çıkardığı Malboradan bir dal ince uzun parmaklarının arasına aldı ve hemen ardından dudaklarının arasına sıkıştırdı.

"Bana kış da sana yaz mı?" diye sordum. Yaktığı çakmak gecenin içinde parlarken sigaranın ucunu tek seferde harladı ve o har Fetih'in derin bir nefes çekmesiyle sonuna kadar idare edebileceği kadar kuvvetlendi. O kadar kuvvetliydi ki nefesi yanakları tamamen içe çöktü, elmacık kemikleri belirginleşti. Bu insanı izlemeye iten görüntüsünü sigarayı dudaklarından ayıran parmakları sonlandırırken duman önce aralık olan dudaklarından sonra az bir miktarda burnundan süzülürdü. Onu izleyen bana göz kırptı önüne dönmeden.

"Ben sigara içiyorum, üşümüyorum. Fırla içeri, uyu hadi geç oldu."

Gözüm sigara paketine kayarken "Ben de sigara içebilirim." diye naçizane önerimi sundum. Amaç içeri gitmemekti. Sigara paketini cebine sıkıştırdı bu cümleyle.

"Sigaran çakmağın varsa buyur." bunu söylerken çakmağı da hapsetmişti avucunun içine. Bu ne cimrilikti böyle?

"Cimri misin Fetih?" dedim çayımı yudumlarken.

"Paylaşmayı sevmiyorum diyelim." derken sigarasını aheste aheste yudumluyor karşıyı izliyordu.

"Evimde zırt pırt unutmasaydın o zaman paylaşamayacağın şeyi." yan bir bakış attı bana. Sanki onun sigarasına kalmıştım. "Unutkanlık var bende." dedi yüzsüz yüzsüz. Burun kıvırarak daha fazla ona bakmayı sürdürmeyip önüme dönerken yine bir sessizlik oluştu ve o sigarasını içmeye devam etti ben de çayımın dibini gördüm. Kupayı elimden bırakmazken bu kez konuşan ben oldum.

"Annen," dedim düz bir sesle. "Bugün biz aşağıdayken zaman kaybetmemiş odaya bakmaya çıkmış hemen."

Ben cümlemi kurdum, karşılıklı bir diyaloga gireceğiz sandım ama hayır böyle olmadı. Cevap vermedi bana. Ne duymayı bekledim bilmiyorum ama sessizlik de değildi beklentim. Bak ben sana dedim demesini bile bekledim ama ben hiç konuşmamışım gibi davrandı. Dayanamayıp "Bir şey söylemeyecek misin?" diyen ben oldum yine.

Ona baktım konuşsun bana baksın diye ama hayır yine yanıt alamadım. İçten içe zoruma gitmeye başlarken bu durum önüme döndüm, gitmek için hamle yapmaya hazırladım kendimi. Ama o bu konuşmayı uzatacak şekilde bozdu sessizliğini.

"Kızdın mı bana?" dedi dün geceden bahsederken. Bu soru dün geceki kızgınlığımın üzerine üzgünlükle cila çektirdi bana. Üzmüştü, öyle sormuştu. Kızdığıma üzüleceğim şekilde.

"Çok kızdım." dedim inkar etmeyerek. Gözüm pansumanını yaptığı eline kaydı saliselik. Yapmamalıydı. Hala aynı fikirdeydim.

İkimizin de gözleri birbirimizden uzaktı. "Ben kızdırmasam başkaları üzerdi." dedi kendince kendi kafasında kurduğu denklemi bana açarken. "Düşündüm taşındım, yaptığım şeyde karar kıldım. Kızgınlık anlık olur, seni üzgün görseydim her şey daha kötü olurdu. Kısa vadede değil uzun vadede sonuç verecek şeyi seçtim."

Omuzlarım düşse de sesim dikleşti. "Ben üzülmem Fetih." dedim yine kendime insan muamelesi yapmayacağımı belli ederken. Gaddar Efsun usulca doğruldu, sıranın kendisine geçtiğini belli edercesine en önde durdu. Tamam Fetih'e ne olursa olsun ailene karşı benim yanımda olacaksın demiştim ama bu değildi kastettiğim. Zühre Karadere beni alt edemezdi, hele de böyle bir konuda. Hayır, hiçbir konuda.

Aniden sertleşen ve tersleşen sesiyle "Sebep?" diye sorduğunda gerginlik aramıza saniyesinde sıkıştı. Omuz silktim. "Sebebi yok." dedim tavrımdan taviz vermeyip. "Üzülmem. Önü arkası, nedeni koşulu yok."

Bu hayatta en kötü şey alışmaktı. İyiye alışmak, kötüye alışmak, acıya alışmak ya da huzura alışmak... Alıştığınız şey elinizden kayıp gittiği an madde bağımlısı biri nasıl yoksunluk çekerse aynısını yaşardınız. Benim alışkanlığımda bu şekilde put gibi durmaktı. Yeter ki bir şeyi belli etmek istemeyeyim bedenime saplanmış bir bıçak da olsa, duraklarım yine kıvrılırdı.

İçimde kıyamet kopsa elimdeki sura düdüğünü o kıyameti gizlemek için oynadığım oyuncak gibi gösterirdim kimsenin de ruhu duymazdı. Bunu çok iyi biliyordum. Hele de acımı, üzüntümü asla dışa vurmazdım. İnsanoğlu aşağılıktı. Bunu gördüğü an zevkten dört köşe olurdu. Zühre Karadere'ye bu zevki yaşatmayacak kadar bilincim yerindeydi.

"Sıkmaya çalıştığın palavraya sokayım Efsun." derken aniden, sigara izmaritini hışımla aşağıya fırlattı. Tepkisi o kadar sert ve beklenmedikti ki yutkundum. "Suç sende değil," dedi bastırmaya çalışırken asıl tepkisini. Aniden beni azarlar tona geçmişti. Ne oluyordu?

"Suç senin o kör olan çevrende. Özellikle mi körleri topladın çevrene?"

İyice anlamsızlaşan bakışlarımı daha fazla bana kızan kişiden uzak tutamadım ve ona baktım garipçe. "Ne diyorsun sen ya?" sesim onun kadar yersiz sinirli değildi ama huzuru da çoktan kaçmıştı.

"Kendine artık insan muamelesi yap diyorum geri zekalı." diye beni aşağılamaya başladı bu kez. İçtiği sigaranın sadece sigara olduğuna emin miydik?

"Ağzını topla," dedim sertçe. "Canımı sıkma benim ağzını topla."

Dudakları kıvrıldı "Sıkılsın canın." dedi siniri kendine mesken etmiş bir alayla. "Sıkılsın. Onu da bastırırsın. Ne olacak?"

Başımı iki yana salladım "Derdin ne senin gece gece?" diye sordum gerçekten anlamaya çalışarak. İkinci gece de mi kavga edecektik? Bu iş cidden böyle yürümezdi.

"Benim derdim kendini insan yerine koymayaşında, su sikimsonik tavırlarında. Sen hayırdır beni de o körlerden seçtiğin çevrenden mi sandın?"

Başımı iki yana sallayıp diğer kupayı da alırken. "Seninle uğraşmayacağım gece gece. Git kendine başka stres topu bul." yanından ayrılmak için yaptığım ilk hamlede kolumdan yakaladı adımımın önüne geçti. "Kaçma kaçma." dedi beni kışkırtmaya çalışırken. "Neyden kaçıyorsun? Hangi yarana parmak basmak üzereyim de kaçıyorsun? Bunu da içine at, ben acı çekmem de. Ne oldu, körler sağırlar birbirini ağırlar faslı geçince korkmaya mı başladın?"

Kolumu elinden kurtarmak için bir hamle yaparken "Sen kimsin ki benim yaramı bulacaksın da ona parmak basacaksın?" dedim bastırılamaz bir öfke ileri boyutta çıktı dışarı. Nefeslerim bile aniden hızlanmıştı. Onu ne ilgilendiriyordu? Acıysa, acı çeken bendim. Canı yanacak olan bendim. Ona neydi? Ne istiyordu benden? "Kimsin sen Fetih, yaramı göreceksin, bir de el uzatmaya kalkacaksın. Kims-" cümlemi bıçakla böldü.

"Yaran var."

Benim bir hışımla söylediklerimden çekip aldığı yeri çekinmeden önüme koydu. Yüzünde bir ifade gezindi. Acı değildi bu. Şaşkınlıktı. Sanki bana yaran deyip duran o değilmiş gibi benim ağzımdan duyunca ilk kez duymuş gibi bir tavırdaydı. Geldiğim oyunu o an anladım. Kendi kendimi ifşalamıştım. Bunları söyleyen oydu ama emin olduğu yoktu.

Artık emindi.

Midem kasıldı, ateş gibi yandı her bir zerrem. Gözlerimi kaçırırken telaşla "Fetih bırak." dedim ne yapacağımı şaşırırken. Resmen oyununa gelmiştim.

Ama bırakmadı. Bu beni daha çok hırçınlaştırdı elimde dolu olan kupayı umursamadım ve sertçe temasını kesmeye çalıştım ama tek olan şey çayın elime dökülmesi oldu. İkimizde elime baktık ama yine bırakmadı. O çayın bu havada soğuduğunu tabi ki farkındaydı.

"Bırak!" dedim dişlerimin arasında. Çenem seğiriyordu. Tutuşu yumuşaktı ama yine de kurtaramıyordum kendimi ondan.

"Her bırak dediğin bırakmış." dedi gözlerimin içine bakarken. Titredim o an açık açık. Başımın içini karınca istilası basmıştı. Miting meydanında tüm mahremiyetimle çıplak kalmıştım sanki. Nefesim kesildi.

Bırakma dediğim de bırakmıştı.

"Her sus dediğin susmuş. Her git dediğin gitmiş." acı içimde fokur fokur kaynamaya başladı. Bin pişman olmuştum odaya gidip uyumadığıma.

Gitme dediğim de gitmişti.

Gözlerimde bir günlük vardı sanki. Fetih o günlüğü okuyabileceği mesafeden bakıyordu gözlerime. Ve şimdiye kadar kafasında biriktirdiklerini döküyordu sanki. Bunlar yeni tespitler değildi sadece şimdi patlak vermişti. Tek bir cümleyle.

"O yüzden mi bu kadar tecrübesiz kaldın şimdi karşımda?" diye sordu bana bakarken. Öyle bir bakıştı ki bu, içime yerleştirdiğim o çelik yelek ince bir kağıda dönüştü.

Söylediği cümleler dil bilgisi bakımından o kadar basitti ki Zeliha'nın önüne soru olarak bile çıkmazdı. Ama benim neden sanki etimden et çekiyormuş gibi, ama beni neden suyun altında bırakıyormuş gibi, ama benim sırtıma neden yük bırakıyormuş gibi hissettiriyordu? Öfkem o kadar diriydi ki Fetih devam ederse fiziksel bir zarar bile vermeye yeltenebilirdim.

"Seni mahvederim." dedim durdurulamaz bir saldırganlıkla. Başını salladı usul usul.

"Kendine bunu yapan bana neler yapmaz. Farkındayım." diye inatla devam etti. Aldığım hava ciğerlerime toplu iğne batırıyordu. Nefeslerim hızlı hızlı yüzüne dökülürken "Hiç mi kimse demedi sen kime ne anlatıyorsun, kes yalanı dolanı, bırak şu pozları diye?"

Sol tarafım sızladı. Niye sızladı? Sızlamasaydı. Fetih kimdi ki sızlıyordu? Cevap vermedim bu anın bitmesini bekledim. Her bir tarafım ağrıyordu. Kendimi o yoksunluk yaşayan bağımlılar gibi hissediyordum. Şu an çırılçıplaktım sanki. Duygusuz kalamıyordum ya da ben kalıyordum, burada gözlerini dört açan Fetih'ti.

"Dememiş." dedi kendi cevabını kendi vererek. Evet dememişlerdi. Çünkü görmemişlerdi. Çünkü öyle istemiştim. Hala öyle istiyordum.

"Ama ben derim." dedi bana eziyet etmeye devam ederken. "Onlar kör, onlar sağır ama ben değilim. Onları sen seçtin ama ben senin seçtiğin değilim." dişlerimi birbirine geçirdim. Şu an her şeyimi görüyordu. Kafamın içi mahşer yerine döndü kısa zamanda.

"Ben senin mecbur kaldığınım." dedi kapı gibi gerçeği dile getirirken. Evet buydu.

Fetih'le birbirimizin mecbur kaldığıydık.

"O yüzden bırak bu tavırları. Üzülmem desen de inanmam. Umursamam desen de inanmam. Baş ederim desen de inanmam. Sen kendine unutturmuşsun ama ben karşımda hala bir insan görüyorum Efsun."

Benim kendime göstermediğim vicdanı başkası bana göstermek üzereydi, kulaklarım uğuldadı. Bu konağı başıma yıkmak istedim, kendi başıma. Tek ölen ben olmak istedim.

"Korkma," dedi yavaşça, korkutmaktan korkuyormuş gibi. "Yaranı gördüm diye tuza bulamam elimi." soluklarım can veren biri gibi kesildi. "O yaranı görmemiş gibi devam ederim, el uzatmaya çalışana da engel olurum. Korkma," dedi tekrardan. "bu kadar gizlemek isterken sen, gözlerimi dikip bakmam. Hiç görmedim var say. İçine ferah tut, gözüm de elim de değmez sen istemeden acına. Ama dokunmaya çalışana ilk ben engel olurum. Sen istemesen de. Sen bana kızsan da, sen içine ateşe verip yüzüne buz basacağını söylesen de. Korkma," dedi son kez.

"Senin sayende benim ellerimden kayıp giden can şimdi uyuyor içeride." dedi Zeliha'nın odasını işaret ederken. Üzerinden asla atamayacağı borcu gördüm yine yüzünde. "Vaziyet buyken bir ömür dağ olurum ben sana gelecek her zarara. Ama," kolumdaki eli tamamen gevşedi.

"Beş buçuk ay boyunca bu dağ oluşum sana da Efsun. En azından benim yanımdayken kendini insan yerine koyup çekeceksin ellerini üzerinden. Kendini alıştırmışsın gaddarlığa. Veda et ona. Benim iznim yok göz göre göre kendine verdiğin zarara."

Yıldıza bastık değil mi? Kendinize iyi bakın #evdekal'ın💙

Continue Reading

You'll Also Like

40.1K 2.9K 24
Her bir yaprak kendi yazdığı hikayenin başrolünü üstlendi. Tek tek kaleme aldı tüm geleceğini... Bahar & Korhan Onların hikayesi ise çok başka... Bab...
674K 39.7K 63
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
1M 66.2K 48
Annesinin tekrar evlenmesi üzerine üvey babasıyla anlaşamayan Mira Bars kendini bir anda beş yıldır görüşmediği babasının yanında İstanbul'da bulur...
619 193 6
Milyonlarca masal okundu, dillerde milyonlarca rivayet dolandı. Ama bir tanesi sadece yalnız kalplere ekildi. Corvina Meadow, Manhattan'ında yaşayan...