-"Alo. Günaydın oğlum. Nasılsın?"
-"Teşekkür ederim iyiyim. Siz nasılsınız? " deyip telefonu kulağımdan çekip saate baktım. Sabahın 10.38' ydi.
-"Sabahın köründe hayırdır? Bir şey mi oldu?" diyerek devam ettim.
-"Hayır hayır iyiyiz biz. Sadece biliyorsun ki bu Pazar baban için çok önemli bir toplantı olacak Tugay. Ona gelecek misin diye soracaktım." bunu sormak için cidden sabahın bu saatini mi seçmişti?
-"Biliyorum. Bir haftadır bundan başka bir şey söylemiyorsunuz zaten. Ve bende gelmeyeceğimi ısrarla size anlatmaya çalışıyorum. Hem zaten bugün cumartesi, yarına ben yetişsem kıyafetlerim falan yetişmez."
-"Eğer geleceksen ben her şeyi hallederim biliyorsun."
-"Hayır. Teşekkür ederim ama gelmeyeceğim. Görüşürüz." ve tepkisini beklemeden yüzüne kapattığım telefon.

Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bu hayata bile dahil olmaya çalışıyorlardı. 18 yaşına kadar yaşadığım o villa görünümlü hapishaneden kurtulmaya çalışmıştım. Bunu gerçekleştirdiğimde elimden almalarına izin vermeyecektim. Eğer izin verirsem her zaman nasılsın sorusunun ardında toplantı, iş soruları gelecekti. Hiç bir zaman nasılsından sonra bugün ne yapacağım sorulmayacaktı. İzmir'e, bir yerde çalışmaya başlayana kadar maddi her ihtiyacımı karşılama isteklerini kabul ederek gelebilmiştim. Oysa manevi ihtiyaçlarımı düşünen kimdi? İnsanlar böyleydi. Kırar, yaralar, terk ederdi. İnsanları hep elimin tersiyle itmiştim. İnsanlardan hep nefret etmiştim. Çünkü küçücük yaşta beni insanlıktan nefret ettirecek bir aileye sahiptim. Daha doğrusu bir aileye hiç sahip olamamıştım. Ailesiz olmak kötüydü belki ama ailen varken aileye sahip olamamak çok daha kötüydü. O evde odasının balkonundan özgürlüğü hayal eden bir çocuk yetişmişti. O çocuk hiç büyümemişti, büyüyememişti. O çocuğu oraya gömüp, 18 yaşında yeniden doğmuştum ben. Yeniden doğmak, yeniden doğmuş hissedebilmek güzeldi ama gömülen o çocuk çok acıydı. Özgürlüğü gökyüzü olan küçük bir çocuk. O çocuk çok acıydı ama ona acımayı artık bırakmıştım. Çünkü o çocuğun ruhu büyümüştü. Çocukluğu tadamadan ruhu büyümüş ve ailesi o ruhu simsiyaha boyamıştı. O çocuğun bedenine o ruh çok ağır gelmişti. O çocuğu düşünmek bile benim ruhuma ağır gelirken küçücük bir beden bunu nasıl taşırdı? Onu hem o balkona hem kalbime gömüp buraya gelmiştim.

Aslında gün içerisinde yapacak çok şeyim olurdu fakat bugün içimden hiç bir şey yapmak gelmiyordu. Kahvaltı yapmak bile gelmediği için hızlıca bir tost ve kahve hazırlamıştım kendime. Televizyonun karşısına geçmiş bir yandan televizyon izliyor bir yandan tostumu yiyordum. Birden merdivenden gürültülü bir ses çıktı. Ne olduğunu anlamayadan kapıya ilerledim. Kapıyı açana kadar birinin düştüğünü sanıyordum ama kapının önünde koca bavulu görünce şaşırmıştım. Kafamı kaldırıp merdivenlere baktığımda, merdivenlerin yarasına kadar tırmanmış bir elinde koca bir valiz, diğer elinde başka bir bavul ve kolunun altında da dolu bir poşet olan kızı gördüm. Kız çok bariz bir şekilde üst dişlerini alt dudağına geçirmiş gözlerini büyüterek bana bakıyordu. Kaşlarımın aldığı tuhaf bir kıvrıkla ne olduğunu sorar bir haraket yaptım.

-"Gerçekten çok afedersiniz. Üst kata yeni taşındım da bir kaç eşyamı şimdi çıkartmam gerekti. Bavulumu düşürdüm yanlışlıkla. Tekrar kusura bakmayın." mahçupluk gözlerinde kendini belli etmişti.
-"Hayat hikayenizi anlatmanıza gerek yoktu. Anlaşılan sakar bir komşum oluyor. Lütfen bundan sonra hayatınıza daha sessiz devam edin." ve yine tepkisini beklemediğim biri ve bu sefer yüzüne kapattığım bir kapı.

Daha kapıdan uzaklaşmadan inadına basamaklara sert ayakla bastığında, kulağımı kapıya yasladım. "Ay yok artık." derin bir nefes çekti. "Hayat," dedi kendi kendine. "Ne zaman karşıma biraz düzgün insanlar çıkartacaksın?" sesi sonlara doğru hafif titremişti. O an kapıyı açıp bir şeyleri sorgulamak istesemde derin bir nefes alıp koltuğa oturdum. Boğazıma bir yumruk oturmuştu. Bu sefer olmuyordu. Kendi kendimi kandıramıyordum. Sondaki ses tonuna istemeden üzülmüş olmalıydım. Tüm bunları fark edip, hiç bir şey yapamamam rahatsız ediciydi. Çok kısa bir süre muhattap olmuştuk. Hatta hiç önemsemediğimden inceleme fırsatım bile olmamıştı. Tek dikkatimi çeken altın sarısı saçlarıydı. Neredeyse beline kadar uzanıyordu. Altın sarısı diyorum çünkü cidden parlıyordu. Veya bana öyle gelmişti. Hiç toplu olmayan kafamı bir kez daha toplamamam gerektiği düşüncesini aklımda bulundurup, odama gidip üzerime siyah bir sewatshirt giymiş altımdaki gri eşofmanı değiştirmemiştim. Rahatlığım, tarzdan hep daha öncelikli olmuştu. Kapının yanındaki komidinin üzerinden kot ceketimi, cüzdanımı ve anahtarlarımı alıp dışarı çıktım. Hava yine kapalıydı ama yağmur yağmıyordu. Motoruma binip yüksek hızla sürmeye başlamıştım. Özgürlük buydu benim için. Motoru hızlı sürmek bahaneydi, ben nefesimin kesilmesini seviyordum. Beni heyecanlandıran,nefesimi kesen her şeyin beni özgürleştirdiğini düşünüyordum.

Özgürlüğe TutsakWhere stories live. Discover now