BÖLÜM : 1

2.3K 132 104
                                    

BÖLÜM 1

"You Broke Me First - Tate McRae"

"Mutlu olduğumda bulutların en üstünde, üzüldüğümde okyanusun en dibinde olacaktım ama hissettiğim sürece hep oralara ait olacaktım."

Kaç ruha zincir vurulmuştu bu dünyada? Kim bilir,kaç ruh tutsak kaldığı o kafeslerde solup gitmişti.Bedenleri yaşayan ama hayalleri,umutları ölmüş sayısız ceset vardı etrafımızda.Özgürlüğü hissedememiş ama sırf kendi zincirlerini görmedikleri için kendini özgür sanan ne çok insan vardı.

O ceset topluluğunun içindeydim. Gökyüzünü koyu gri bulutlar kaplamış,hafiften çakan şimşekler gelecek yağmurun habercisiydi. Sahilde bir bankta, yanıma kimse oturamasın diye bankın tam ortasına oturmuş öylece karşımdaki denizi izliyordum. Gökyüzünün yansımasından rengini alan deniz, havadaki gri bulutlardan dolayı bir kaç ton daha koyulaşmıştı. Fakat zihnimin içindeki karanlığın bir tonu yoktu. Siyahın bundan daha can yakıcı bir koyuluğu olamazdı. Yağmur hafiften çiselemeye başladığında insanların yürüyüşleri, koşar adımlara dönüşmüştü. Tenime düşen yağmur damlaları, ruhumdaki yangını söndürmeye yelteniyor fakat gücü yetmeyince buharlaşıp gidiyordu. Yağmur şiddetini arttırırken ısrarla orada oturmaya devam ettim. Karşımdaki kavuşmanın tadını çıkartıyordum. Gökyüzü ve denizin büyük kavuşması. Ruhları birbirini aydınlatan ama bir türlü kavuşamayan iki insan gibi, hep birbirlerine yansıyor ama bir türlü kavuşamıyorlardı. Bu ancak gökyüzünün bir parçasını denize göndermesiyle mümkün oluyordu.

Yağmur dindiğinde eve gelmiştim. Altıma gri bir eşofman üstüme de bir tişört giymiştim. Yaptığım bir kaç hazır dondurulmuş yemeği yiyordum. Yemek yerken genelde televizyondan bir şeyler seyrederdim ama şu sıralar kafam dalgın olduğundan izlemiyordum. Yediğim yemeğin tabaklarını ve bardağımı makineye koyup kendime bir kahve yaptım. Kahveyi acı içmeye asla tahammül edemiyordum. Acı içenleri de anlayamıyordum. Bir insan kendine bu kötülüğü neden yapardı ki? Ben hem şeker hem süt hem de süt tozu veya krema ekliyordum. Kahvemle odama doğru ilerledim. Yatağa uzandığımda abajurumu açmış telefonumdan biraz sosyal medyaya bakınıyor, videolar izliyorum. Biraz zaman geçtikten sonra saatin 22.49 olduğunu gördüm. Gözlerimdeki hafif ağırlıktan uyku saatimin geldiğini anlamıştım. Telefonumu abajurun yanındaki şarj aletime takıp, yatağımın başlığına sırtımı yasladım. İki elimi ensemde birleştirip, çenemi dikleştirmiş öylece tavanı izliyordum.

Düşünceler beni içine çekiyordu. Düşünce bataklığına bir adım attığınızda ordan kurtuluş yok gibiydi. Her adımınızda düşünceler sizi daha çok içine çekiyordu. En kötüsü de, nereye çektiğini bilemiyordunuz. Sizi bir bilinmemezliğe çekiyordu. Bilinmemezlik başlı başına bir çileyken, düşünceler bunu daha da zorlaştırıyordu. Düşünceler bir insanı öldürebilecek güçteydi. Düşünceler kendimi kurtarmama izin vermiyorken tüm gücümle birden kendime gelip, abajura uzandım. Işığı kapatıp kendimi yumuşacık yatağımın kollarına bıraktım. Buz gibi nevresimin tenime değmesiyle içimde küçük bir titreme kendini belli etti. Gözlerim hafifçe ağırlaştığında dakikalar içinde her şey silikleşmeye başladı.

Gözlerimi araladığımda hafızamın gelmesi üç beş saniye almıştı. Odamın içinde loş bir gündüz ışığı vardı. Kafamı zorla kaldırıp dışarıyı gördüğümde, gökyüzü dokunsam ağlayacak bir kıvamdaydı. Bu havaya karşılık kafamı yastıklara tekrar gömmüştüm. Yağmurlu havaları hep sevmeme rağmen bazı günler bu havanın kasveti bana ağır geliyordu. Sanırım bu o günlerden biriydi. Bir anda telefonum seslide olsa bu kadar ses çıkartmayacak bir şekilde masanın üzerinde titremeye başladı. Kafamı kaldırmadan elimle yakalayıp ekrana baktım.
Ekranda "Anne." araması gördüm. Evet, anne. Annem bile değildi. Anneliğini yapmıştı belki ama annem olamamıştı. Her aradığında da bu acı gerçek, hiç çekinmeden sert tokatı, suratıma atıyordu. Aramayı belki de son çalışında açtım.

Özgürlüğe TutsakWhere stories live. Discover now