BİR BÖLÜMLÜK HİKAYE

9 2 2
                                    

Mümkünse veya değilse medyadaki müziği açın. Daha etkili oluyor...





---
Bundan yıllar önce, dünyanın yalnızca kendi odasından ibaret olduğunu sanan, sarı saçlı, mavi gözlü,
vişne dudaklı, çok tatlı bir prenses yaşarmış. Bu prensesin bir dediğini iki etmeyen hizmetçileri, bir
dediğini iki etmeyen bakıcıları ve bir dediğini iki etmeyen bir sevdiği varmış. Ama ne var ki bir dediğini
bırakın iki etmeyi, iki bin üç bin eden bir de düşmanı varmış bu prensesin. Adı da Hayatmış bu
düşmanın. Prensesin yakasından düşmezmiş. Gerek ailesi gerek yaşadıkları aracılığıyla sürekli rahatsız
edip yaşamdan bezdirirmiş bu prensesi Hayat. Prenses de ayrı bir inatçıymış. ‘Sen mi yamansın ben
mi?’ der dururmuş hep. Güçlü olduğunu sanarak çıkmış bu savaşın karşısına. Hayat sizce durur mu?
Ondan güçlüsünü tanır mısınız, bir deyin bakalım bana. O gerçektir, o acıdır, o tokattır… Kim
karşısında dura, acıların en büyüğünü yaşatır durur. Sen, evet sen daha iyi bilirsin değil mi? Çünkü sen
de denedin karşısında durmayı. Oldu mu? Hayırsa korkma. Bende yapamadım. Pes ettim. O çok
engebeli, kabul ettim. Eğer evetse… Eğer evetse bana da öğretir misin? Bakalım bir prensese o
öğrenebilmiş mi? Belki seni yormama gerek kalmaz da o öğretir bana, ha?
Geceler günleri, günler geceleri kovalarmış bu krallıkta. İnsanlar o kadar mutluymuş ki, neyin ne
zaman gerçekleştiği hayalmiş onlar için. Zaman kavramı yokmuş onlar için. Zaman yokmuş onların
diyarında. Çünkü kralları çok müthiş bir kralmış. Ülkeyi çok güzel yönetiyormuş. O kadar çok
çabalıyormuş ki kral ülkesi refaha ersin diye… Ailesinden çalıp ülkesine veriyormuş zamanını.
Prenses babasını çok fazla görmezmiş. Babasının işleri başından aşkınmış çünkü. Zaten bu yüzden çok
seviyormuş ya prenses babasını. Az görmek onun kıymetini bilmek demekmiş prenses için. Babasıyla
ayda belki bir belki iki defa görüşür, bu yüzden de ona çok değer verirmiş.
Ve günlerden yine bir gün, prensesin babasına kavuşacağı bir gün, babası demiş ki,
‘’ bugün olmaz güzelim. Çok işim var. Sen annenlerle muhabbet et. Ben bu aralar yoğun olacağım…’’
‘’Peki babacığım. O zaman yarın konuşuruz seninle.’’ Demiş prenses cevaben babasına. Çok
hüzünlüymüş ama. Arkasından seslenmiş hayat o sırada kulağına fısıltı şeklinde…
‘’Bu daha başlangıç prenses!’’ ses tonundaki dehşeti prenses de fark etmiş ama yine de güçlü
durmaya çalışmış.
‘’Bekliyor olacağım seni ezmek için Hayat!’’ diye fısıldamış prenses de ona karşı.
‘’Seni harabeye çevireceğim. Senden daha iyi bir yıkıntı nereden bulabilirim?’’ Demiş Hayat
kahkahalarının arasından. Prenses son bir güç gösterisi yapmış Hayata korkmadığını belirtmek için.
‘’O yıkıntıda daha fazla dolaşırsan kaybolursun. Ve seni kendimde kaybetmek için sabırsızlanıyorum!’’
Hayat bu cevabı beklemiyormuş ve beklemediğini de yüzündeki şaşkınlık ifadesi ile belli etmiş. Ve
meşhur cümlesini söyleyip uzaklaşmış oradan.
‘’Bu daha başlangıç prenses!’’
Ertesi gün olmuş… Prensesin bütün gece aklı fikri Hayattaymış. İçten içe korkuyormuş ona karşı ama o
güçlü bir kızmış. Ona güçlü olmak öğretilmiş. Sırf güçlü görünmek için avcılığı bile öğrenmiş PRENSES.
‘’Nasılsın babacığım?’’ diyerek gelmiş babasının yanına. Bir umutla. Ama babası onu duyamayacak
kadar yoğunmuş. Elinde tonlarca parşömen, bir şeyler yazmakla meşgulmüş. Sesini azıcık yükselterek
yinelemiş titrek bir nefesle prenses, ‘’Nasılsın canım babacığım?’’
‘’Kızım, sonra konuşalım işim var!’’ Prensesin kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyormuş. Hiçbir şey
söylemeden, babasını o parşömenlerle baş başa bırakmış. Yine arkasından seslenmiş sadece
prensesin duyabileceği bir fısıltıyla Hayat. ‘’Bu daha başlangıç prenses!’’ 18 yaşına girmesiyle birlikte ‘bu daha başlangıçları’ başlamış prensesin.
Tam bir yıl… Koskoca bir yıl boyunca her babasıyla buluşmak için yanına gittiğinde ‘BU DAHA
BAŞLANGIÇ!’ fısıltıları peşini bırakmamış prensesin. Acı çekiyormuş prenses. Biraz da kızmaya
başlamış babasına. Neden sonraya ertelermiş ki hep? ‘’Bir tanem sonra konuşalım.’’ desin bari… O
kadar çok alışmışlar ki babası prensesini her gördüğünde ‘sonra’ der başka bir şey demezmiş. Bir
müddet sonra o da gitmez olmuş babasının yanına. Varmaz olmuş başucuna babasının. Demez olmuş
babacığım. Çünkü o da bilirmiş ki içten içe kalbinden atıyormuş kral prensesini. En son sözü şu olmuş
babasının kızına;
‘’Kızım yeter! Anlamıyor musun? Meşgulüm. Çık artık odadan!’’ …
Ve o gün kızının babasına son baba deyişi olmuş. Bir daha konuşmamışlar. Babası ne kraliçeyle, ne de
çocuklarıyla konuşmaz olmuş o günden sonra. Sadece krallığı varmış onun için. Sadece ve sadece
krallığı varmış… Kızı o gün sabah olana kadar göz pınarlarını umursamadan ağlamış olanca gücüyle.
Babasını istiyormuş o. Babasını istiyormuş. Boncuk gözlerinden bir damla yeşertirken gölün yanında
toprağı, Hayat fısıldamış kulaklarına prensesin.
‘’Bu daha başlangıç prenses!’’
O an prenses gerçekten korkmuş Hayattan. O an kimle karşı karşıya kaldığını biraz daha anlamış ama
yine de güçlü olmalıymış prenses. Babası için… Onun öğrettikleri hatırına ayakta kalmalıymış.
Sevdiği gelmiş tam o sıra prensesin yanına. Karşı krallığın prensi... Tutmuş elini, oturtmuş atının
sırtına, götürmüş en az onun kadar güzel papatyaların, zambakların, güllerin bahçesine.
‘’Bu kalbimi görüyor musun sevgilim? Hani içi sana ait olan. Dışı da sana ait olan… Şimdi sızlamaya
başladı gözlerindeki tane tane damlaları görünce. Anlat da mutlu etmeme izin ver seni…’’ demiş prens
içi sızlayarak. İstemiyormuş prensesinin bir damlası dökülsün gözlerinden. İstemiyormuş o narin sesini
ağlayarak harap etmesini. Çünkü gerçekten seviyormuş prens onu. Kalbinin ta en derinlerinden
seviyormuş onu prens.
‘’Babam…’’ demiş başka bir şey dememiş prenses. Anlamış zaten onu prens. Ne de olsa 1 yıldır
dertlerini dinlediği tek kişi prensiymiş prensesin. Sarılmış durmuşlar bütün gece. Prens yarın savaşa
gidecekmiş çünkü. Gece prensesin dertleriyle harap olamazmış. Hoş, zaten prens de onun dertlerini
dinlemeyi harap olma olarak görmüyormuş ki… Sabah olmuş. Ama ilk defa bu kadar geç sabah olmuş
prenses için. Prenses ilk defa çok uzun sürdüğünü düşünmüş sabah olmanın. Hâlbuki zaman aynı
zamanmış, prenses aynı prensesmiş, gün aynı gün, yer aynı yer, toprak aynı toprak, prens aynı
prensmiş onun için. Ama baba aynı baba değilmiş prensese. Prenses kızmamış ki babasına. Babası
soğumuş ona.
‘’Seni bekliyor olacağım sevgilim!’’ demiş prens gitmeye hazırlanırken prenses. O an durmuş prens
tam orada. Islık çalmış insanları yanına çağırmak, dikkat çekmek için. Ne olduğunu anlamamış prenses
bir anda.
‘’Herkes duysun sesimi! Sen orada oturan amca,’’ demiş prens çığlık çığlığa. ‘’Sen orada oturan kadın.
Duyun sesimi! Ben bu kızı seviyorum! Herkes duysun. Ey gökteki bulutlar, sen ey yerdeki toprak, ey
bizi ısıtan güneş, bize suyu bahşeden bulutlar… Duyun sesimi. Ve sen ey kalbimin tahtı… İzin ver de
sevgimiz tüm krallıklara ulaşsın. İzin ver de ülkelerimiz bizim aşkımız adı altında birleşsin. İzin ver de
gözümü açtığım her güne yüzünle uyanayım. İzin ver de gözümü kapattığım her akşama seninle veda
edeyim. İzin ver de seni sevdiğimi tüm dünya sarsıla sarsıla duysun. Benimle evlenir misin dünyanın
en güzeli?’’ Prenses konuşamayacak kadar mutluluk kaynıyormuş. Konuşamayacak kadar duygu yüklüymüş o
anda. Gözleri neredeyse patlayacakmış gözyaşlarından. Ama mutluluk gözyaşlarıysa aksın o zaman
her gün her gece demiş içinden ve tüm dünyanın duyabileceği bir şekilde bağırarak ‘’Evet sevgilim!’’
demiş. Kırk gün kırk gece sürecek bir düğün bekliyormuş onları.
Prens o mutlulukla savaşa gitmiş. Belki gülerek savaşa giden tek prensmiş o da. Ama evlenecekmiş
ya… Evlenecekmiş. Daha ne kadar mutlu olabilirmiş ki?!
---
Kılıçların sesini kimse kestiremiyormuş o sıra. O kadar darmadağınmış ki herkes, kimin kimi öldürdüğü yalnızca
kıyafetlerden belli oluyormuş. Kalbinde ve kulaklarında sevdiğinin evet sesiyle kılıcını sallıyormuş prens. Sevgilisi
için kazanacakmış bu savaşı o. Sevdiği, boncuk gözlü prensesi için…
Ama…
Ama o an… Öyle bir an gelmiş ki prens ne edeceğini şaşırmış. Eli karnında inlemekten başka bir şey yapamamış
o an. Savaşın bittiğini gösteren anmış o an. Her şeyin bittiğini gösteren anmış o an. Kralın oğlunu kaybettiği an,
prensesin eli kalbinde sevgilisini beklerken içini birden bir hüznün kapladığı an, yüz binlerin ağladığı an…
‘’OĞLUM!’’
‘’PRENSİZİMİZ’’
‘’HAYIR! HAYIR! EFENDİMİZ!’’
O iyi kalp atmıyormuş artık. Sırf kalbi kırılmasın diye babasına ülkenin birçok giderini hallediyoruz diyerek çok
çalışan o gencin kalbi… Küçücük hayvanları sarayında özel bakıma aldıran o gencin kalbi... Yaşlıların gülmesini
sağlayan o kalp… İnsanları mutlu eden o kalp… Babasının biricik oğlunun, tek oğlunun o kalbi… Kılını
kıpırdatmıyormuş artık. Gözlerini son defa babasına çevirdiğinde aklında prensesi varmış. Kalbinde de olduğu
gibi. Onu bırakacağı için içi içini yiyormuş. Tek düşünebildiği şimdi kime gözyaşlarını bahşedecekti o prenses?
Kimin kollarında huzur bulacaktı o prenses? Onu unutacak mıydı o prenses? Tüm hayatı boyunca ilk defa
gözünden yaş akmış prensin. Bebekken bile gözleri kurumuş olarak adlandırılan bu çocuk ilk defa ağlamış, hem
de babasının kollarında… Babasına şu cümleleri sıralamış;
‘’Seni seviyorum babacığım. Ona da onu sevdiğimi söyler misin?’’
‘’Dayan!’’ diye inlemiş babası. ‘’Dayan yiğidim, geliyor şifacı. Yalvarıyorum aslanım, dayan, sen söyleyeceksin
ona onu sevdiğini. Sen söyleyeceksin ona onun için dağları bile deleceğini. Dayan oğlum! O seni bekler. Yapma
bunu ikinize de aslanım. Yapma bunu hiç kimseye oğlum…’’
Oysaki prens biliyormuş bu anların onun son saniyeleri olduğunu. Karnındaki kılıç değil, kalbindeki kılıç
acıtıyormuş onun canını. Son kez elveda demiş hayata içinden. Ve karanlığın onu ele geçirmesine izin vermiş içi
gide gide… Son duydukları halkının ve babasının yakarışları olmuş o yiğidin.
---
‘’Bu daha başlangıç prenses!’’ Prensesin o acı haberi almasıyla yeri öpmesi bir olmuş. Yalvarmış
toprağa alma onu benden diye. Sözlüsünü geri vermesi için yalvarmış toprağa, ağaçlara, güneşe, aya,
geceye, karanlığa, yıldızlara… Ama hayır demiş tüm canlılar ve cansızlar ona. Onlarında bir suçu
yokmuş ki! Ölüm almış onu. Hayat bizzat kendi elleriyle Ölüme vermiş prensi. Olması gereken
buymuş. Günlerce ağlamış prenses prensinin arkasından. Günlerce yasını tutmuş prensinin. Ne var ki
babası yanında değilmiş onun bu süreçte. Ne annesi ne babası… Kimsesi yokmuş kızın başını koyup
yaslanacağı artık. Herkes üzülmüş prensin ardından ama kimse yanında olmamış prensesin. Evlenme
teklifi ettiği gün nasıl elinden alınırdı prensi? Kalbi nasıl dayandı Hayatın buna? Bunlar daha nasıl
başlangıç olabilirdi? Yine güçlü mü davranacaktı prenses? Hayır, o yorulmuştu. O dayanamıyordu. Kaldıramıyordu. Babasından sonra, annesinden sonra bir de sevdiği… Olamazdı. Yaşanmamalıydı.
Istırap tüm benliğini ele geçirmişti prensesin. Sevdiğini kaybetmek nedir bilir misiniz? Umarım
bilmiyorsunuzdur. Umarım hiç yaşamamışsınızdır. Umarım hiç de yaşamazsınız bunu.
Geceler bir anlam ifade etmiyordu prensese artık… Gündüzler gülmüyordu prensese artık… Ağaçlar
selam vermiyor, kuşlar şakımıyor, güller, zambaklar, papatyalar kokmuyordu ona artık. Haklılarmış
diye iç geçirmiş prenses. Haklılarmış, bu hayat denen illet çok güçlüymüş. Haklılarmış, bu hayat denen
illete kafa tutmak aptallıkmış ve yine haklılarmış ki, hayat acı ve gerçeklerden başka bir şey değilmiş
‘’Ne istiyorsun benden?’’ demiş prenses Hayata.
‘’Seni’’ demiş Hayat en acımasız ses tonuyla. ‘’Seni istiyorum acılarınla beraber. Acı çekmeni
istiyorum. Mavi gözlerinin siyaha dönmesini, acı içinde kıvranmanı, bana yalvarmanı, hayatı tanımanı,
beni tanımanı istiyorum seni aptal!’’
Biliyormuş prenses o an. Burada bitmeyecekmiş hesaplaşma. Zaten ne de olsa ‘’Bu daha
başlangıçmış’’ değil mi?
3 yıl geçirmiş prenses prensinin acısıyla. 3 yıl boyunca her gün ağlamış prenses. Bazen ağlayamamış
içinden ağlamış. Çünkü artık akmıyormuş gözyaşları. Akamıyormuş ki. 3 yılın sonunda kraliçe çok kötü
bir hastalığa yakalanmış. Yine bir korku kaplamış prensesin kalbini. Uzun bir aradan sonra tekrar mı
çıkmıştı karşısına Hayat? Hoş, prensese göre çok da uzun sayılmazmış, çünkü artık zaman umurunda
değilmiş. Ama… Sevdiğinden sonra sevdikleri… Kaldıramazmış. Yapamazmış prenses…
Yapamayacağını o da biliyormuş. Zaten yapamamış da…
---
‘’Bırakma beni hayatım! Lütfen!’’ demiş kral kraliçesine. Elini kralının yanağına katmış kraliçe ve onu
sakinleştirmeye çalışmış.
‘’Merak etme. Bir süre daha buradayım. Ama… Yalnızca birkaç saat daha. Belki…’’
‘’Bana hep yardım ettin. Ülkemize, bana karşı hep mutluydun. Kahretsin ki seni yalnız bıraktım. Lanet olsun ki
işimle kafayı bozmuştum ve seni arka plana attım. Özür dilerim bir tanem. Özür dilerim kraliçem. Affet beni.
Yalvarıyorum, seninle ilgilenemedim. Özür dilerim. Yalvarırım bırakma beni.’’ Görseniz, ilk defa bir kralı bu kadar
güçsüz ve çaresiz görürmüşsünüz. Ağlıyormuş kral. Vefasızlığına, ilgisizliğine, kendine lanet okuyormuş. Keşke
daha fazla ilgilenseymiş. Keşke daha fazla sevgisini hissettirseymiş. Keşkeler bırakmamış peşini bir türlü kralın.
‘’Biliyorum sevgilim. Beni sevdiğini, ne kadar önemsediğini, her şeyi biliyorum. Sen de haklısın. Ülke yönetmek bu
sonuçta… Zor iştir. Sen bir kralsın ve bir krala yakışır bir şekilde yaşadın. Asıl ben özür dilerim.’’ Demiş kraliçe
çaresiz ve halsiz bir ses tonuyla.
‘’Ne için?’’ diye sormuş kral. Bu durumda bile hala anlayışlı kalan sevdiğine.
‘’Sizi bu kadar erken bıraktığım için.’’ Demiş ve devam etmiş. ‘’Kızımıza onu sevdiğimi söyle. Onu hep koru
tamam mı? O bizim bir tanemiz. Ben gidince çok yalnız kalacaktır sarayda… Onu hep koru tamam mı?’’ demiş
gözyaşları içinde kraliçe.
‘’Tamam! Tamam’’ diye inlemiş kral, kraliçenin kapanan gözlerinin ardından hüngür hüngür ağlarken. Elinden bir
şey gelememiş. Almış ölüm onun elinden sevdiğini.
‘’Seni seviyorum!’’ demiş kral en son kraliçesinin elini öperken ve sabaha kadar orada, karısının bedenine
sarılarak inlemiş, kıvranmış, ağlamış durmuş. O ki milyonlarca savaşa galip gelen kral, Hayatın savaşını
kaybetmiş. O ki milyonlarca kılıç darbesi yemesine rağmen hala ayakta kalan kral, hiçbir darbede canının bu
kadar yandığını hatırlamıyormuş. ---
Her ikisi de ne yapacağının bilinçsizliğiyle oturuyormuş tahtlarında KRAL ve PRENSES. 5 yıldır hiçbir
baba kız ilişkisi yaşamamışlar kralın o son sözünden sonra. İkisi de Per perişan haldelermiş. Kız iki kat
daha kötüymüş ama. Annesi ve sevdiği. Kral da en az sevdiği kadar ölmüş o gün. Prenses zaten
ölüymüş ‘o günden’ beri. Birbirlerine bakmışlar. Neden hiç tekrar deneyemeyeceklerini sormuşlar.
‘Neden bıraktın baba’ demiş kız içinden. ‘Bilmiyorum’ demiş babası mahcup bir şekilde içinden.
‘Mutluluk istedim çok mu?’ Diye sormuş kız içinden. ‘Hayır… Özür dilerim.’ demiş kral İÇİNDEN.
‘Tekrar yapabilir miyiz?’ demiş ikisi aynı anda içinden ama… İkisi de farkındalarmış ki artık her şey
bitmişti o an. İkisi de ruhlarının ne kadar yara aldıklarını biliyorlardı.
Zaten kral da çok bunun derdine düşememiş. O da sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayıp terk
etmiş hayatı.
---
‘’NEDEN?!’’ diye çığlık atmış prenses babasının mezarının başında. Neden o yaşamıştı bunları gerçekten de
acaba? Ne yapmıştı ki tatlı bir kız olmaktan başka? Yaşamak dışında her şeyi tattı ama bir gün de dolu dolu
gülemez miymiş şu kız? Dolu dolu ağlayacak mıymış hep?
‘’Hiç sevmedin mi baba beni?’’
‘’Sevdiysen neden hiç beni sevdiğini söylemedin?’’
‘’Ben neden bir türlü anlayamadım beni sevdiğini baba!’’
‘’İkinizi de çok seviyorum annecim ve babacım!’’
Buymuş tüm söyledikleri. Her şeye rağmen, baba kız hiçbir şekilde iletişime geçmedikleri döneme bile rağmen,
kız affetmiş babasını. Kız çok seviyormuş çünkü babasını. Kılıcının önüne atlayıp babası yerine o hançeri yiyecek
kadar çok seviyormuş. Canını istese ‘senin sorduğun soruya bak’ der hiç düşünmeden verirmiş kız. O kadar
seviyormuş babasını da annesini de… Her şeyini kaybetmiş prenses. Bir ülkesi kalmış koruması gereken.
Gerekirse her şeyini verirmiş bu uğurda ama artık o ülkeye bir şey olmayacakmış.
---
Tam 15 yıl geçmiş her şeyin ardından. Bildiği tüm sevdiklerini kaybedip durmuş KRALİÇE. Hayat onu
hep Ölümle tehdit edip durmuş.
Bir gün bir yabani atlı sürüsü kraliyet yolunu kullanırken kraliçeyi ezmişler fark etmeden. Kalabalık ve
gürültü olunca duymamışlar kraliçenin çığlıklarını kimse. Seviniyormuş kraliçe duymadıkları için.
Özgürmüş artık. Ölüm onu almak için gelecek ve sevdiklerine kavuşturacakmış. Bir anda kendini o
kaostan farklı bir yerde bulmuş kraliçe. Nasıl geldiğini veya neden geldiğini hatırlamıyormuş. Tüm
bildiği bir anda orada oluverişiymiş. Önünde ucu bucağı olmayan bir orman ve arkasında ucu bucağı
olmayan bir uçurum görmüş kraliçe.
‘’Prensesim!’’
Çok… Çok tanıdık bir sesmiş bu ses. Hemen arkasından geliyormuş. Korka korka başını çevirmiş kraliçe
ve arkasında onu görmüş. Yıllar önce kaybettiği sevdiği her zamanki asaleti ve tebessümüyle
bakıyormuş ona. Donakalmış kraliçe. Attığını düşünmediği kalbi hızlanmış bir anda. O da bilmiyormuş
nasıl olduğunu ama hızlanmış kalbi işte. Sevdiği karşısındaymış çünkü. Orada ona prensesim
diyormuş.
‘’Bunlar gerçek mi?’’Diye sormuş prenses titreyen sesiyle. İnanamıyormuş oradaymış açmış kollarını bekliyormuş. Hemen
koşup kollarıyla sıkıca sarmış prensini prenses. Ağlamış hüngür hüngür kollarında.
‘’Neden?’’ tek sorduğu buymuş. Prensinin onu anlayacağını biliyormuş çünkü.
‘’Henüz değil sevgilim. Az kaldı sabret. Ama henüz değil.’’
Bir dakika… Bu onun prensi değilmiş ki! Bu oymuş… Efsanevi yaratık ÖLÜM. Hep böyleymiş Ölümü
karşılamak. Ölüm ve sevdiğin tek bendende bir olur, senin olurmuş. Sende onun.
‘’Henüz değil de ne demek? Buradayım işte. Yanında, birlikteyiz. Bir aradayız. Ölüm… Yalvarırım gel
kurtar beni sevgilim.’’
Kraliçe artık ölmek istiyormuş. Çok çektirmiş şu Hayat ona. Artık ölüm onu kucaklasın istiyormuş. Ama
zamanı değilmiş henüz. Her şey gibi ölümünde zamanı varmış çünkü. Bir cevap alamamış kraliçe.
Prensinin güzelliğinde kaybolmuş, sorusunu da unutmuş zaten. Orada belki bir belki iki saat kaldıktan
sonra tekrar kararmaya başlamış her yer. Kendini prensinin kollarından alındığını hissetmiş. Çığlık
çığlığa yalvarmış bırakma beni diye ama ne çare. Çekildiğini hissetmiş oradan. Uzaklaştığını hissetmiş.
Olan bitene bir türlü anlam verememiş zaten. Karanlıktaymış prenses. Yaşadıkları bir masal gibi
belirmiş hatıralarında. Ne kadarda çekmiş. Önce sevdiği, sonra annesi, sonra babası. Sonra tek tek
tüm akrabaları… Çok yalnız kalmış o boşlukta. Kimsesizlikten çok insanların ona acır gibi bakması
canının yakmış prensesin. Kraliçenin… Bir anda açmış gözlerini. Sarayda olduğunu anlamış. Her şey
bir… Bir rüyaymış…
---
‘’Efendim! Düşmanı durduramıyoruz. Çok güçlüler, ne yapacağız?’’ diye sormuş şövalyenin biri o
kargaşada kraliçeye.
‘’Sağ kanadı güçlendirin! Topçuları şuraya yerleştirin. Okçular benimle tam bu noktadan savaşacak.
İnsanları güvenli bölgeye götürün. Zırhlılar ormanlık alandan içlerine sızacaklar. Derhal! Hadi!’’ sert
bir sesle emirleri yağdırmış kraliçe. O sırada bir asker arkadan seslenmiş kraliçeye,
‘’Efendim, esirleri ne yapalım. Karşılıklı alış veriş yapmalıyız, askerlerimiz orada esir.’’
Kraliçe okunu almış ve duygudan yoksun sert sesiyle emir vermiş vişne dudaklarının arasından,
‘’HEPSİNİ ÖLDÜRÜN!’’
Askerleri hayretler içerisinde terk etmişler orayı. Kraliçe artık tam bir askermiş krallığına hükmeden.
Yenilmiyormuş hiçbir krallığa ve insanlığa. Çünkü yenilginin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu anlamış,
Hayata karşı yenilince. Çok kılıç darbesi yemiş. Çok fazla ok sivriltmiş. Çok çalışmış krallığına yardım
etmek için. Kendini harap etmiş bu yolda. Binlercesini hatta yüz binlercesini öldürmüş. Yıllarını böyle
geçirmiş kraliçe. Psikolojik anlamda ölerek ve fizyolojik anlamda öldürerek yaşamış bir ömür.
Ağlamamış artık o günden sonra. Gülmemiş artık o günden sonra. Öfke, duygusuzluk ve hırs sarmış
tüm bedenini. Ve tabi ki o savaşı da kazanmış.
‘’MERHABA!’’ demiş Hayat, kraliçe kendi halinde tahtında parşömenler arasındayken.
‘’Ne işin var senin burada!’’ diye çıkışmış kraliçe duygudan yoksun bir biçimde.
‘’Seni özledim… Birkaç hediyem var sana…’’
Kraliçe uzun zaman sonra ilk defa korkuyla sarsılmış. Çünkü hayat hediye bilmezmiş. Onun hediyeleri
acıdan başka bir şey değilmiş ki! ‘’DEFOL HAYATIMDAN. DEFOL ÜLKEMDEN. DEFOL BENDEN, BİZDEN, HEPİMİZDEN. YETMEDİ Mİ?
ALDIKLARIN YETMEDİ Mİ? VERDİĞİN ACILAR YETMEDİ Mİ HAYAT?’’
Öke ve korku patlaması yaşıyormuş kraliçe. Dayanması çok zormuş hayata karşı. Bir türlü
öğrenememiş ne yapması gerektiğini. Neden oymuş ki? Neden? Bir kurban gitmesi gerekiyorsa neden
oymuş? Ne yapmış veya yapmamış? Ne yapmalıymış veya yapmamalıymış?
‘’Bu daha başlangıç kraliçe!’’
---
‘’Ölüm!’’
Ses yok
‘’Ölüm!’’
Yıllarca ölümü aramış kraliçe. Onu tekrar görmenin yollarını aramış durmuş kendine zarar vererek. Ne
Ölüm gelip onu almış o bir başınalığından, ne kraliçe Ölümü bulmuş… En sonunda da sarayın şifacıları
kapatmışlar onu kendine zarar veremeyeceği bir yere. Aklını oynatacak düzeye gelmiş kraliçe. Önce
halkına kıtlık gelmiş. Sonra borçlar binmiş üstüne. Savaş üstüne savaş kaybetmiş hal böyle olunca.
Yerle yeksan olmuş kraliçeliği. Adı batıp çıkmış yere göğe. Mahvolmuş kraliçe. O an anlamış zaten
Hayata boyun eğmesi gerektiğini. Ve en son da, kraliçeliği alınmış elinden. Sefil bir halde uzanıyormuş
sarayın gelişigüzel seçilmiş bir odasında. Başlangıcı geri istemiş kraliçe. Gerçekten de onlar daha
başlangıçmış. Gerçekten de onlar basit acılarmış. Gerçekten de onlar acı değilmiş. Kederi kâğıda
dökülmüş kraliçenin.
İstemiyorum yaşamak.
Al beni ölüm, sev beni.
Hiç kimsenin değilmişimcesine
Öp beni.
Hiç kimsenin değilmişimcesine
Sev beni.
Çünkü sadece sen sevebilirsin bizi,
Bizi… Beni ve benliğimi…
Çünkü sadece biz sevebiliriz seni,
Seni... Sadece seni…
Al işte bizi kalbine
Al be ölüm
Al ki kurtulayım şu hayattan
Soğuk kardan acımasız kıştan…
Hâlbuki çok severdik ikisini de.
Ama sevmediler bizi, istemediler ki…
Sadece sen ölüm,
Sadece sen sevdin bizi.
Bizi,
Beni ve benliğimi…
Sadece biz sevdik seni.
Seni… Sadece seni.
Yardım et bana…
Dayanamıyorum artık bu acıya
Söz verdin ölüm! Söz verdin bana.
Gitme diye yalvardım ardından. Bıraktın beni,
Fark etmedin mi? Her şeye rağmen çok sevdim seni.
Al beni ölüm, sev beni, sev… Beni, bizi, prensesini…
---
‘’Merhaba prenses!’’
‘’Merhaba Hayat.’’ Demiş kraliçe son anlarını yaşadığı sırada. 50 yaşına gelmiş kraliçe
acılarıyla. Eğer insanların yaşı acısının boyutuna göre olsaymış kraliçemiz herhalde 1000
yaşında olurmuş. Acılarıyla büyümüş o. Hep çekmiş o. Hep ölmüş o. Öğrenememiş de
yaşamayı. Niye yaşamış o zaman koskoca 50 yıl boyunca? Ne katmış insanların hayatına? Ne
katmış kendi hayatına? Hiç… Bir hiçten mi ibaretmiş onun hayatı? Evet, bir hiçmiş o. Bunu
çoktan anlamış prenses. Anlamaması gerekmiş ama anlamış işte.
‘’Sona yaklaşıyoruz güzellik. Sana bir hastalık bahşettim. Yakında kavuşacaksın Ölüme.’’
Bir anda donakalmış kraliçe. Bu gerçek olabilir miymiş? Ölüyor muymuş gerçekten de? Dona
kalmışlığı yüzündeki her hattıyla belli etmiş prenses ve bunu gören Hayat zafer elde
etmişçesine yukarı kıvırmış dudaklarını. Mutluluğu tatmış Hayat o an. Zaferini kutlamış
kendince. Oysaki bilmiyormuş ki kraliçe mutluluktan donakalmış. Siz hiç mutluluktan
donakaldınız mı? Kraliçe o an mutluluktan donakalmış.
‘’Teşekkür ederim.’’ Demiş halsiz bir ses tonuyla. Ve bu sefer o dona kalmışlık ifadesi Hayatın
yüzünde görülmüş. Her şey tersine dönmüş. Bu sefer de kraliçenin dudakları kıvrılmış yukarı
doğru. Ve devam etmiş kraliçe. ‘’Teşekkür ederim verdiğin her bir acıya. Çünkü onlar
olmasaydı ben anlamazdım hayattaki gerçek mutluluklarımın değerini. Çünkü
sürüklemeseydin karanlığa beni, ben karşılayabilir miydim böyle mutlu bir şekilde ölümü?
Vermeseydin o acıları, sever miydi ölüm beni? Demek ki ya Hayat sevecekmiş seni ya Ölüm.
Sayende tercihimde çok zorlanmadım ve sonsuz bir mutluluğa gidiyorum şimdi. 50 yıllık bir
hüznün yerini sonsuz bir mutlulukmuş. Ve sana bunu ilk kez söylüyorum, bunlar yaşanılmaya
değer acılar. ‘’
Ve kraliçe, Hayatı yüzündeki inanamama ifadesi ile baş başa bırakmış. Karanlığa doğru çekildiğini
hissetmiş. Ama bu seferki karanlık Hayat yüzünden değilmiş. Ölümün aydınlığına kavuşuyormuş.
Çünkü Ölümün aydınlığı kraliçenin karanlığıymış.
---
‘’Merhaba sevgilim.’’ Ölüm tüm gerçekliğiyle karşısındaymış sevdiğinin. Prensi ile Ölüm tek
bedendeymiş yine.
‘’Merhaba sevgilim.’’ Diyerek karşılık vermiş PRENSES Ölüme. PRENSİNE. Tekrar 18 yaşına
dönmüş bir anda. Çünkü ölümü karşılamak böyle bir şeymiş. Zaman mekân kavramını
yitirmekmiş.
‘’Sence de biraz geç olmadı mı?’’ diye sitem etmiş prenses prensine.
‘’Özür dilerim sevgilim. Hayatın kararıydı. Benim yapabileceğim bir şey yoktu. Çok özür
dilerim. Seni çok özledim…’’
Prenses de çok uzatmamış zaten. ‘öp beni ölüm’
---
Prenses artık sonsuz mutlulukla baş başaymış. Artık üzülmeyecekmiş, artık
kahrolmayacakmış, artık ağlamayacakmış. Çünkü tüm gözyaşlarını, kederini, acılarını Hayata
bırakmış. O artık kalbinde ölüm, gerçekliğinde sonsuzluk ve aklında mutlulukla baş başaymış.
Evet, prenses te öğrenememiş Hayata karşı nasıl savaşacağını. O da boyun eğmiş hayata ve
Ölümü Hayatın zafer nidalarıyla karşılamış. Her ne kadar Hayat son sözlere şaşırsa da…
Kazanan yine oymuş. Peki sen? Sen öğretebilir misin bana? Ya da bize? Ya da herkese?
Duysun bu yedi düvel sesimi. Yalvarırım öğretin bana Hayatı nasıl yeneceğimi. Bir tek ölüm
mü sevecekti bizi?

ACIWhere stories live. Discover now