Ne yapmaya çalıştıklarını anladığımda "Yok artık" dedim kapının kulpuna uzanıp "saçmalamayın."

"Şikayetçiyim Memur Bey" diyordu Mustafa kapının ardından "ikisinden de şikayetçiyim."

"Benim evim" dedi Gonca "ufak bir tartışma yaşandı aramızda ama hallettik."

Fırat kolumdan tutarak salonun ortasına doğru ilerledi. "Saçmalık bu yaptığınız" diye itiraz ettim "kimsenin benim suçumu üstlenmesine gerek yok, ki zaten ortada bir suç da yok. Durduk yere bıçaklamadım ben o şerefisizi, hak etti pislik!"

Adımlarını yere sabitleyip kolumu serbest bıraktı. Gözleri gözlerimi buldu sonra. "Eminim hak etmiştir..." dedi anlam yüklemeye korktuğum bakışlarıyla "fakat şu an konuşmamız gereken daha önemli şeyler var."

Boğazıma dizildi kelimeler.

"Neden buradasın Eylem? Aklımı kaçırdım günlerdir, ne oldu bir anda? Ulaşamıyorum sana, okuyamıyorum, anlayamıyorum... neden sustu gözlerin?"

Bir taş vardı boğazımda, yutkunamadığım. Konuşamıyordum. Bu kadar seviyorken yakıp yıkmak çok zordu.

"Ben..." dedim titreyen dudaklarımın arasından. Yapamadım, söyleyemedim. Söylemek istediklerim o kadar acıttı ki canımı, gücüm yetmedi, sustum. Sustukça içime aktı kelimelerin zehri, kendimden korktum. Ben Fırat'ı çok seviyordum. Öyle çok seviyordum ki hem de, sol yanımı tarumar eden bu sancıyla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Gözlerine bakmak bile göğüs kafesimin ardında depremler yaratırken nasıl susturacaktım kalbimi, nasıl öldürecektim kalbimde açan çiçekleri bilmiyordum.

Elleri ellerime uzandı. Karşı koyamadım. "Ne oldu Eylem?" dedi avuçlarımı yakan alevlerden habersizce "Neden kaçıyorsun benden, neden bu haldesin? Seni üzen ya da korkutan her neyse bilmek istiyorum artık, yeter sustuğun."

"Hiçbir şeyden korkmuyorum" dedim ellerime işkence yapan ellerinden kurtulup "yalnız kalmak istedim sadece. O kadar hızlı gelişti ki her şey, aklım karıştı bir anda, adapte olamadım evlilik fikrine. Biraz uzaklaşıp senden, kendimden, duygularımdan emin olmak istedim."

Şüphe dolu bakışlarını yüzümde gezdirdikten sonra gözlerime sabitledi "Oldun mu peki?"

Olmuştum. Ne istediğimden çok emindim artık; bana cehennemi yaşatan adama cehennem ateşi olacaktım. Benim kaybedecek bir şeyim yoktu. Yandığım yerden yakacaktım canını, birlikte yanacaktık.

Sessizliğimden, emin olmadığım sonucuna varmış olsa gerek ısrar etmedi. Aşk evliliği değildi sonuçta bizimkisi. Çok emin olmasam da benimle evlenmek mecburiyetindeydi.

"Pekala" dedi baskın bir tonda "sen önce bir toparlan, kendine gel. Sonra konuşacağız." Elini sırtıma yerleştirip kapıya yöneldi sonra "Bir an önce çıkalım şu evden, hadi."

İtiraz etmedim. Ev sahibinin sevgilisini bıçaklamıştım sonuçta, bu evde kalamazdım. Fırat kapıyı açtığında ayaklarıma çevirdim bakışlarımı. Ayakkabım yoktu. Günlerdir dışarı çıkmadığım için eksikliğini hissetmemiştim ama yoktu işte. Gonca'nın ayakkabılarından birini giymek zorundaydım fakat aşırı derecede titiz olduğum bir diğer konu da buydu maalesef, giyemiyordum.

Başımı kaldırdığımda Fırat'la göz göze geldik. Kaz tüyü yelek vardı üzerinde. Siyah. Çiftliğe giderken giymişti daha önce de. Yeleği çıkardı hemen. Omuzlarıma bıraktı. Giydim mecburen. "Ayakkabı?" dedi saçlarımı yeleğin içinden çıkarırken. Başımı iki yana salladım.

İSYAN ÇİÇEĞİDonde viven las historias. Descúbrelo ahora