"İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda, gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği" ve, "saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği"de bildiriliyor. Wells'in "Avrupa ve Asya'nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir", "olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir" şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim.

Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren "birleşik bir dünya devleti" kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.

Türkiye'ye bulaşmamak şartıyla, Hilâfetçileri ve Panislâmizm taraftarlarını memnun etmek için, bu düşünce ve hayala bir dereceye kadar bizde de tasvir edilmişti.

Ortaya atılan görüş şuydu: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve diğer kıt'alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun bir takım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve, "falan ve filân islâm devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur. Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır. Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir" derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o birleşik İslâm devletine hilafet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek kişiye de Halife ünvanını verirler. Yoksa, herhangi bir İslâm devletinin, bir kişiye bütün İslâm dünyasının işlerini yok etme ve yürütme yetkisini vermesi, akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir durumdur.


Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda Düğüm Noktaları

Efendiler, Hilâfet ve din konularıyla uğraşıldığı sıralarda, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'ndaki bir noktanın halkın ve özellikle aydınların kafasında düğümlenip kaldığını öğrendik. Bu düğüm, kanunda Cumhuriyet'in ilânından sonra da bırakıldığı gibi, kanuna, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha sokulmuş olduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.

Bu noktaları açıklayayım: 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 26. maddesi Büyük Millet Meclisi'nin görevlerinden söz eder.

Maddenin başında, Meclis'in ilk görevi olmak üzere, "şeriat hükümlerinin yürütülmesi yer alır. İşte bunun nasıl bir görev ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta sıkıntı çekenler vardır. Çünkü, sözü geçen maddede, Büyük Millet Meclisi'nin, "kanunları yapmak, değiştirmek, yorumlamak, yürürlükten kaldırmak v.b." gibi belirtilen ve sayılan görevleri o kadar geniş kapsamlı ve açıktır ki, "şeriat hükümlerinin yürütülmesi" diye ayrıca ve başlıbaşına bir klisenin yer alması gereksiz sayılmaktadır. Çünkü, "şeriat" demek "kanun" demektir. "Şeriat hükümleri" demek "kanun hükümleri" demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü çağdaş hukuk anlayışı ile bağdaştırılamaz. Bu böyle olunca, "şeriat hükümleri" deyimiyle kastedilen anlam ve kavramın büsbütün başka bir şey olması gerekir.

NutukHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin