bir suikastçinin anı defteri.

830 63 220
                                    

      yapraklar rüzgârın yalanına kanarak sıcak yuvalarından ayrılıyor ve savrulan her bir yaprak, insanların kirli ayakları altında ölüme terk ediliyordu. yalancı, düzenbaz rüzgârın cezbedici, yakışıklı ve asil görünümü onu iyi gösteriyor, ve yapraklar, rüzgârın tatlı diliyle büyüleniyordu. yoksa hangi yaprak isterdi böylesine berbat, acınası bir sonu? rüzgârın suç ortağı sonbahar ise bu yapraklara acıyor, vicdanı onları kirli bir şekilde ölüme terk etmeye el vermiyor ve gökyüzünden yardım istiyordu. yalvarıyordu, yalvardıkça savruluyordu dallar, rüzgâr öfkeleniyordu; ama yağmur taneleri rüzgârdan üstün gelerek bu acımasız işkenceye son veriyordu.

      şiddetli yağışın ardında yatan nedeni öğrendiğinden beri donuk, insanlara güvenemez yapısıyla, içine kapanık konumuna konulmuştu. çapkın, asil, ve zeki olan bu adamın, rüzgâr rolü oynayacak kapasitesi olsa da o, rüzgâra kanan saf yapraklardan biriydi yalnızca. içine kapanık değildi, asla da olmamıştı; acımasızın, eğlenmenin peşini kovalayan biriydi sadece. elindeki siyah şemsiyesi ile yüzündeki boyaların akmasını önlerken, düşen yağmur tanelerinden özür diledi; onları görmezden geldiği için, ve insanların onları öldürmesine fırsat verdiği kendinden de af dilerken.

      ağır adımları, insanları sinirlendirirmiş gibi, her bir insan, acımasız bir şekilde attığı adımlarla yağmur damlalarının cesetlerini kıyafetlerine sıçratıyordu. vicdansız insanlar, diye düşündü içinden, her ne kadar eğlence düşkünü olsa da sorgulamadan kalkışmazdı hiçbir işe. kim bilir ne amaçlarla yeryüzüne gönderilmişti bu damlalar; kim bilir hangi meleklerin ruhları vardı bu damlalarda. kapalı, siyah bir kutunun deliğinden baktığımız bu dünyaya zalimce davranıyorduk bizler. yağmursa yağmur, damlaysa damlaydı. asla ardını düşünmüyorduk.

      uzun zamandır böyleydi bu, her insan gerginlikle dolup taşıyor, stres onları yiyip bitiriyor, kızgın bir ortam, kızgın bir dünya oluşturuluyordu. 2. dünya savaşı başladığından beri, hep bir koşuşturmaca, hep bir tedirginlik, hep bir arayış içindeydi insanlar. nazilerin yaptığı katliamlardan sonra dünya birbirine girmişti; yakılan canlar, işkenceyle sona erdirilen hayatlar... kim verecekti bu yapılanların hesabını? bunca ölü bedende, yok muydu hiç yaşama arzusuyla dolan? hiç mi içleri acımadı bu arzuyu gördüklerinde? hiç mi sızladı vicdanları?

      bitiyordu artık insanlığımız.

      derin bir hiçliğe giriş yapıyorduk, benliğimizi kaybediyorduk ve yok oluyorduk. çözümü olmayan bir problemi yaratıyorduk. bağırmıyorduk, düşüncelerimizi değiştirmeyi amaçlamıyor, hep bir noktaya odaklanıyorduk; suçu işlersen cezanı alırsın.

      gördüklerini umursamıyordu artık, duygusuzdu, eğlenmeye bakıyordu sadece. değiştirilemeyeceğini anlamıştı belki de bu düzenin, insanlar hep bir noktaya kısılı kalacaktı. hep işlenilen suçun cezasını verecekti, asla önlem almayacaktı. asla ama asla öldürürken içi acımayacaktı.

      bıkkınlığı yüzüne daha da yansır iken, öylesine dalmıştı ki düşünmeye, olması gereken yere vardığını, yanına yaklaşan adamı fark etmemişti.

      "hey hisoka! bölge b-4635'in nöbeti sende, hâlâ neden burada duruyorsun?! oradaki askerler senin yapman gereken işleri yapıyorlar, onlar amele mi seni sorumsuz herif?!"

      iç geçirdi, bıkmıştı bu insanlardan. "pekâlâ pekâlâ gidiyorum şimdi."

      emir almayı sevmezdi normalde, hatta ona kalsa bu insanları da öldürmeliydi yahudilerle birlikte. ama alacağı risk hayatından fazlasına mâl olurdu; sonuçta, bir denek olabilirdi, bir kazığa oturtulabilir, insanların iğrenç kahkaha sesleriyle ölebilirdi. nazi askerleri acımasızdı. onların insan olduğundan bile şüpheleniyordu bazen, ama onlara uyuyordu; vakit geçiriyordu. eğlenmeye bakıyordu.

bir suikastçinin anı defteri • hisoillu.Where stories live. Discover now