3.BÖLÜM: "LİMON KAFE."

2K 157 267
                                    

19.04.2002

23.45 suları...

Yatağımda, ellerim titreye titreye yazıyorum bugünü. Hayatımda yaşadığım en güzel günlerden biriydi. Heyecan tepeden tırnağa bedenimde gezinmişti bütün gün. Okulda seni arasam da hiç görememiştim. Bunun için üzülsem de yine de akşamında seninle konuşacağım için içimdeki kıpır kıpır hareketlenmeleri hissediyordum.

Buluşma saatine yakın bir zamanda yurda zar zor yetişmiştim. Geç kalacağım için o kadar korkuyordum ki çiçeğim, söz konusu sen olduğunda sana geç kalmak benim için korkutucu bir masal gibiydi. Sonu mutsuz biten bir masal gibi. Zar zor odama çıktığımı anımsıyorum. Şansıma o kadar trafik vardı ki, normalin iki katı büyüklüğündeydi. Sinirlerim bozulmadı desem yalan söylemiş olurdum.

Hangi renkleri sevdiğini az çok biliyordum. Genelde açık renkler seviyordun. Çoğu zaman eteklerin açık renkli oluyordu. Hızla, bebe mavisi bir gömlek, altına da koyu, keten pantolonlarımdan herhangi birini üzerime geçirmiştim. Masamın üstündeki saate dakika başı bakıyordum ve aleyhime işleyen zaman birer birer nifak tohumlarını saçıyordu zihnime.

Sana geç kalırsam hayata geç kalacaktım sanki. Öyle bir korkuyordum ki, gerçekleşmeme ihtimali bile beni bu denli sarstıysa demek ki kim bilir olsaydı ne olurdu. Hızla oda anahtarımı ve cüzdanımla telefonumu yanıma aldım. Kolumdaki geçen gün aldığım kol saatinin kaymış kayışını düzeltirken ister istemez göz ucuyla camın ardındaki Atatürk resmine özlemle baktım. Seni çağrıştıracak her bir parçaya muhtacım.

Merdivenlerden az kalsın düşecektim fakat toparlanmam uzun sürmemişti. Kolumdaki saate baktığımda saatin henüz 18.45 olduğuna seviniyorum. Zira otobüs bekleyeceğim süreyi de aklımca hesapladığımda ya ucu ucuna ya da on beş dakika kala varacağımı planladım. Durağın yurda yakın olması elbetteki işime geliyor. On dakika boyunca durakta bekliyorum. Beklerken yurttan tanıdığım ve aynı üniversitede gördükçe selam verdiğim mühendis arkadaşlarım ile laflıyorum.

Bana nereye gittiğimi soruyorlar.

Ben mutluluğa diyemiyorum. Dersem, belki seni soracaklarından. Sen aklıma geldikçe suratımı aptal bir tebessüm taht kuruyor. Seni anlatmaktan ürküyorum o an. Öyle bir kazınmışsın ki içime, birinin duyacak olma ihtimalini bile bencilce kıskanıyor benliğim.

Otobüsün ufukta görünmesiyle hızla dalıyorum içine. Fakat kafamı otobüsün camına huşuyla yasladığımda, aklımda gezinip duran iştah kemirici fareler birçok sorunu önüme kusuyor.

Ben sana elim boş mu gelecektim şimdi! Aptallığım da göz yaşartıyordu doğrusu. Hemen limon kafenin civarında bir çiçekçi var mı diye bir düşünce sarıyor tüm kollarıyla zihnimi. Bir fikir kümesi aniden gözlerimin önünde kanatlanıp, tıpkı bir ateş böceği gibi parlarken şansıma binlece kez şükrediyorum.

Ne de olsa sana boş gelemezdim ben. Senin o güzel jestine karşılık vermek için can atıyordum.

Kafenin yakınlarında bir çiçekçi dükkanı vardı. O dükkanın sahibini alnından öpesim gelmişti. O olmasaydı kim bilir şu yasladığım camın üstünde kafamı parçalamaya çalışırdım.

Çok süre geçmeden iniyorum erkenden. Kafeye beş dakikalık mesafedeyim. O sıra kolumdaki saate binlerce kez bakmama rağmen yeniden bakıyorum. On dakikam kalmış.

Zaman senin gibi ömrüme işlenip yavaş yavaş siniyordu, yüreğimin en kıymetli köşeciğine.

Çiçekçi dükkanının içine girmemle burnuma dolan rengarenk bitkinin harmanlanmış kokusu önce beni rahatsız ediyor, ardından alışıyorum. Koku oldukça ağır fakat ona tezat bir şekilde de ferah. Beni gören ellili yaşlarındaki adamın kasanın ardındaki meraklı gözlerini kibarca yanıtlıyorum. "Ben çiçek almaya geldim," diyorum. Adam, kasanın ardından yanıma doğru yaklaşıyor. O sıra etrafıma göz gezdiriyorum.

LAVİNİA'DA SOLAN BİR GÜL Where stories live. Discover now