[Final]

4.3K 293 241
                                    

20

Yorgundum.

Yorgun ve bitmiş.

Sigaramdan derin bir nefes alıp izmariti yere doğru fırlatırken ellerimi deri ceketimin ceplerine koyup hızla binanın içine doğru yürüdüm ve merdivenleri çıkmaya başladım.

Attığım adımların tok sesi daracık koridorda yankılanıyor, kulaklarımı tırmalıyordu.

Son basamağı çıktığımda görüş açıma giren yarısı açık, kahverenginin ölüm tonunu hatırlatan çoğu tahta olan kapıya yarım bir gülüş yolladım.
Ölümü hatırlatması komikti.

Sol omzumla kapıyı ittirip içeriye yavaşça girdiğimde boğucu atmosferin varlığı gözlerimi kısmama neden oldu. Havasız ve kirliydi.

Ayakkabımı dahi çıkartmadan içeride adımlamaya başladım.

Birini arıyordum.

Güzel birini.

Aklıma geldikçe gülümseten biri...

Onu düşünmenin verdiği etkiyle sırıtmıştım ve hala sırıtıyorken saçlarımı geriye doğru attığımda yatak odasının pervazına yaslanmış kişi ilişti gözlerime.
Bingo.
Radarlarıma yakalanır yakalanmaz tek kaşımı kaldırdım.

Asıl oyun şimdi başlıyordu.

Ona doğru yaklaştım. Adımlarım onun adımlarıyla buluştuğunda elimi bedenine sürükledim ve sonunda yuvasını bulduğunda belinden kavradım ve yavaşça göğsünün göğsüme değmesi için kendime doğru çektim.

"Ne istiyorsun, Jeon?" diye mırıldandı her zamanki çocuksu sesiyle. İstemeden yapıyordu bunu, ne kadar istese de sert tonu yakalayamıyordu. Sesini ne kadar özlediğimi fark ettim.

Ama arkasında bir şey saklıyordu, belinde olan elime, onun eli değmesin diye girdiği çabayı fark etmemem olası değildi zaten.

Bozuntuya vermeden başımı, çenemi, omzuna yaslayıp sarılma bahanesi ile arkasına baktım.

Bir telefon,

Kilidi hâlâ açık.

Biriyle mesajlaşıyor.

Sevgi sözcüklerindeki abartı rahatsız ediyor, sen böyle iltifatları sevmezdin ki Jiminie?

"Sahi, Jiminie, sen gerçekten böyle sözcüklerden mi hoşlanıyorsun?"

Benden ayrıldı ve telefonunu cebine koydu.

"Buraya ne için geldin, Jeon? Kavga çıkartacaksan lütfen git, kaldıracak hâlim kalmadı"

Dilimle yanağıma doğru baskı uyguladığımda hafiften gülümsedim ve belimi kapatan deri ceketimi hafiften kenara doğru ittirerek kemerime sıkıştırdığım silahı yavaşça çıkardım ve silahı hiç soluksuz sevdiğim adamın kalp hizasına doğru tuttum.

"Şimdi anlıyorum..."

Hayret dolu bir bakış attı ve şokun etkisiyle gülmeye başladı.

"Sendin değil mi? Arkadaşlarımı öldüren o pislik sendin? Ve ben bunca zamandır, bir katille birlikte olmuşum..."

"Tch tch tch, Jimine, bu işte yalnız olduğumu düşünme sakın... ah şefkatli Namjoon hyungun... Jin hyungunun canına kıydığını söylesem nasıl hissedersin Jiminie?"

"Yeter, Jeon! Gerçekten bana bunu neden yapıyorsun? Öldürülmeyi hak etmiyorum."

Ona doğru yaklaştım tekrardan ve yavaşça elimi çenesine koydum.

Onu her gördüğümde, kokusunu duyduğumda ve ona dokunduğumda içim gidiyordu.

Ona kıyamıyordum, onu seviyordum...

Ama sadece bana aitken.

"Sana bir söz söylemiştim Jiminie, çok iyi hatırladığına eminim... 'eğer benim olmazsan, kimsenin olamazsın.'"

Gözlerine baktım, gözlerine bir zamanlar beni sevdiğini söyleyen dudaklarına baktım.

Benim değildi, değil mi?

Benim olmayan, kimin olmalı?

"Seni seviyorum Park Jimin, hem de tahmin edemeyeceğinden çok fazla."

Gözlerimi kapattım.
Konuşmak istediğini biliyordum.
Eğer dinlersem yapamayacağımı da.
Ama aşk diye bir şey yoktu
ve ben başladığım her işi bitirmek zorundaydım.
bu yüzden konuşmasına fırsat vermeden tetiği çektim.

Bir saniye daha baksaydım ona, vazgeçecektim.

Silah önce gürültüyle patladı, sustuğu zaman telefonumun tiz melodisi kapladı bu sefer odayı.

Silahı elimden asla ayırmadan telefonumu aldım ve açtım.

"Taehyung'un icabına baktım, Jeon. Senden ne haber?"

Gözlerimi yavaşça açtığımda yutkunamadım.

Beyaz teni şimdi yerde kanlar içinde yatıyordu. Pembe dudakları, parlak gözleri, ah o tatlı elleri...

Bir insana ölüm nasıl olurdu da bu kadar yakışırdı?

Görüşüm bulanıklaşıyor, çenem titriyordu.

"H-hyung..."

Derin bir iç çekiş.
Namjoon bir şeyler söylüyordu durmadan ama kulaklarım inkar ediyordu her şeyi, duyamıyordum söylediği tek bir kelimeyi bile.

"Biliyorum tüm plan benden çıktı." diye mırıldandım zorla.

Birini öldürmek iğrenç bir şeydi,
düşünmek ise çok kolay.
Çocuk yaşımızda kurduğumuz nefret planları,
hiç ölmeyecekmişiz gibi, tanrıymışız gibi öldürdüğümüz herkes...
şimdi beni öldürüyordu.

"ve seni bu kirli işe de ben soktum ama sanırım..."

El kadar çocuklardık.
Bize yakalanmayacağımızı düşündüren neydi?
Ne kadar kaçabilirdik?
İlk başta her şey çok zevkliydi,
peki ya sonra?

"ben yapamayacağım. Namjoon hyung... ben ilk defa... yani tamam çok olmadı zaten ama... onu... çok zordu ve o şimdi..."

Ağlıyordum işte, bir çocuk gibi...
Ne zaman büyümüştüm?
Babam anneme ilk el kaldırdığında mı
yoksa ilk defa bıçakladığında mı?

"Ben daha fazla dayanamayacağım, hyung."

Ben ne zaman çocuk olmuştum?
Birisini gerçekten sevmeyi düşündüğümde mi?

Gerçekler iğrençti.
Bazen geliyor ve geçiyorlardı ama geldikleri o kısa anda, anlamak bir şeyleri...
İğrençti.

Silahı hiç düşünmeden kalbime yasladığımda telefonu yere doğru refleksi bir şekilde fırlattım.

Bir çocukluğum yoktu.
Şimdim yoktu.
Yarınım yoktu.

Sahi, öldüğümde gideceğim yer onunla aynı mı olacak?

Tanrım, varsan eğer bu günahkar kuluna merhamet göster.

Masumdum değil mi çocukken?
Çaldılar benden.
Sırf bir kere hırsızlık gördü diye bu beden,
çalmak istedi diğer yaşamları.

Tanrım, kötü birisiyim, değil mi?

Gözlerimi kapattım ve
hıçkırıklarımın arasında,
tetiği çektim.

Ve bu beyaz duvarlar iki gencin ölümüne şahit olmuştu aynı günde.

Biri beyazın en güzel tonundaki kıyafetiyle ölürken diğeri sefalet ve günahları içinde gidiyordu.

Who is he? ℘ JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin