Bölüm Yirmi Altı - Ateş

En başından başla
                                    

Bu neydi? Buna ne ad verilirdi?

Beynimde, bedenimde, kalbimde fırtınalar, kasırgalar esiyordu. Kötü bir girdaba girmiş gibiydim. İçim acıyordu. Evet, acıyı anlayabiliyordum.

Bir farenin ciyaklamasını andıran kapı gıcırtısı duyulduğunda oturduğum yerden kalkmadan yorgun gözlerimi sesin geldiği yere doğru çevirdim. Demir kapı yavaşça aralanmış, karanlık mahzene bir ışık çizgisinin düşmesine sebep olmuştu. Kimin geldiğini merak ediyordum, ya da bana ne yapacağını.

Biraz sonra, içeriye giren kişinin bedeni göründü. Yüzünü göremediğim biriydi, tıpkı Varilok'taki muhafızlar gibi tamamen gümüş rengi bir zırhla kaplıydı, sadece oldukça yapılı ve uzun boylu olduğunu anlayabilmiştim. Göz çevresindeki boşluktan görüldüğü kadarıyla siyahiydi ve gözleri teniyle yarışır bir koyuluktaydı.

Elini ardında olduğum parmaklıkların kilidine attığında onu izlemeye devam ediyordum. Bir ''klik'' sesi duyulduğunda, korkutucu gözlerini bana dikti. ''Ayağa kalk,'' dedi gür sesiyle.

Parmaklıkların kapısı açıldığında, oturduğum yerden karşımdaki zırhlı adama bakmaya devam ediyordum. Ancak kalkmak için bir harekette bulunmamıştım. ''Ne için?'' diye sordum onun yerine.

Zırhın ardındaki gözleri, yanlış bir şey söylemişim gibi kısıldı. Üzerime doğru eğildiğinde gerilememek için kendimi zor tuttum.

''Cesedinin bu mahzendeki fare ve böceklere yem olmasını istemiyorsan, soru sorma.'' Sesi ve konuşma tarzı çok kabaydı. Cümlesi ise ürkütücü. Mahzendeki böceklerin varlığına şahit olmuştum, fareleriyse henüz görmemiştim lakin seslerini duyduğuma emindim, onlara yem olma düşüncesi bile korkunçtu.

Siyahi muhafız sertçe kolumdan tutup beni ayağa kaldırdığında itiraz edici bir hareket yapmadım. Hoş, yapsam da bu eli kılıçlı iri yarı herif karşısında galip gelemezdim. Üstelik, ''ölmek istemiyorsan soru sorma'' gibisinden bir anlamı vardı az önce kurduğu cümlenin, demek ki ölmeyecektim. Ayrıca Alaz buradaydı ve o bana kötü bir şey yapılmasına izin vermezdi. Yani, umarım öyle olurdu.

Tabii, o da iyiyse. Saatlerdir kendisinden bir haber alamıyordum, ona kötü bir şey yapmış olamazlardı değil mi? Alaz kendine de zarar gelmesine izin vermezdi, sakin olmalıydım.

Kim bir veliaht prense zarar vermeye cüret edebilirdi ki hem?

Arkamdaki muhafız sırtımı kılıcının ucuyla dürterek yürümem gerektiğini bana hatırlattığında, zihnimdeki Alaz görüntüsünden ve düşüncelerimden sıyrılmayı deneyip yürümeye başladım. Abartısız lağım kokulu, karanlık, pis suların üzerine nakışlandığı yollardan geçerken ayağımdaki botları bir daha ömrüm boyunca giymeceğimi düşünüyordum. Buna Sıraç'ın evinde giydiğim tayt ve kazak da dahildi, o böceklerle dolu hapishaneyi aratmayan yerde saatlerce bu üzerimdekilerle oturmuştum.

Sırtımda muhafızın kılıcının ucu ve onu dürterek yönlendirmesi, karanlık ve pis yollar, yaşadığım en korkunç yol deneyimleri listeme ilk beşten girerdi. Bu yolun, Cadı ve Caris Sarayı'nın içine çıkacağındansa kesinlikle bihaberdim ve Sıraç'ın evinin aksine siyah motiflerin ağırlıklı olduğu sarayın içine hayretle bakıyordum. Yerlerde halı namına bir şey yoktu, döşemeler mat siyah rengindeydi. Duvarlar siyahın üzerine gri yaldızlarla süslenmişti. Her detay siyah ve tonlarından oluşuyordu, yol boyunca sıra sıra dizilmiş yüzü peçeli muhafızların kıyafetleri bile. Bir yarasa eksikti, o da birazdan başımın üzerinden geçip giderse şaşırmazdım. Tüm bu siyahlığa zıt duran tek şey ise, meşalelerden yükselen koyu turuncu ateşti.

KARANLIĞIN ŞEHRİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin