On Sekizinci Bölüm

En başından başla
                                    

"İyi avlandın mı, Geoffrey?" diye sordu.

"Pek de iyi değildi, Dorian. Kuşların çoğu açığa çıkmışlar sanıyorum. Yemekten sonra, yeni bir alana gidince daha iyi olacak, herhalde."

Dorian onun yanı sıra ağır ağır yürümeye başladı. Mis kokulu temiz, ayaz hava, korunun içinde parlayan kahverengi kırmızı ışıklar, kuşları kışkışlayan adamların durup durup çınlayan boğuk bağırışlarıyla bunları izleyen keskin tüfek sesleri onu adeta büyülüyor, içini tatlı bir özgürlük duyusuyla dolduruyordu. Mutluluğun verdiği kaygısızlık, sevincin uyandırdığı umursamazlık şimdi bütün öbür duygularından baskın çıkmıştı.

Birden, yirmi metre kadar ilerideki sık bir kuru ot kümesinin içinden, kara uçlu kulaklarını dikmiş, uzun arka bacakları üstünde hoplayarak bir tavşan fırladı. Hemen karşıki akçaağaçlara doğru koşmaya başladı. Sir Geoffrey tüfeğini omzuna koymuştu bile. Gelgelelim Dorian hayvanın devinimlerindeki uyumdan çok hoşlanarak hemen o an, "Geoffrey, vurma!" diye bağırdı. "Bırak yaşasın!"

Adam, "Saçmalama, Dorian!" diye güldü ve tam tavşan fundalığa daldığı anda tüfeğini ateşledi. İki bağırış duyuldu: can acısı çeken bir tavşanın bağırışı –ki fecidir– ve can acısı çeken bir insanın bundan da beter olan bağırışı.

Sir Geoffrey, "Aman Tanrım, kışkışçılardan birini vurdum!" diye bağırdı. "Ne salaklık! Tüfeklerin karşısında durulur mu?" Sonra sesinin var gücüyle, "Hey, oradakiler, ateşi kesin, adam vuruldu!" diye haykırmaya başladı.

Başkorucu elinde bir sopayla koşarak geldi.

"Nerede, efendim? Nerede adam?" diye bağırıyordu.

Bu arada ateş çizgisindeki tüfek sesleri de kesilmişti.

Sir Geoffrey öfkeyle, "Burada," diye yanıtlayarak fundalığa doğru koştu. "Adamlarını neden geride tutmazsın? Bugünlük av berbat oldu!"

Dorian onların akçaağaçların o diri, kıvrak, sallantılı dallarını aralayarak fundalığa dalışlarını seyretti. Birkaç dakika sonra geri geldiler ve arkalarından sürüdükleri bir gövdeyi gün ışığına çıkardılar. Dorian dehşet ve tiksintiyle başını çevirdi. Nereye gitse şanssızlık onu izliyordu sanki. Sir Geoffrey adamın ölmüş olup olmadığını sordu. Korucu, evet, diye yanıtladı. Dorian bunları duydu. Koru birden sayısız insan yüzleriyle kıpır kıpır olmuş gibi geldi. Sayısız ayakların patırtısı, alçak konuşma sesleri duyuluyordu. Yukarıki dalları hışırdata hışırdata, kocaman, göğsü bakır renginde bir sülün çıkageldi.

Dorian sarsılmıştı, ona acı dolu saatler gibi gelen birkaç dakikanın ardından omzuna bir elin dokunduğunu hissetti. İrkilerek dönüp arkasına baktı.

"Dorian," dedi Lord Henry. "Bugünlük avın sona erdiğini herkese söyleyeyim bari. Devam etmek yakışık almaz."

Dorian acı acı, "Keşke temelli sona erse, Harry!" dedi. "Pis, vahşi bir iş! Adam..."

Cümlesinin sonunu getiremedi.

Lord Henry, "Korkarım evet," diye yanıtladı. "Olanca saçmayı göğsüne yemiş. Anında ölmüş olsa gerek. Yürü, eve dönelim."

Anayola doğru hemen hemen elli metre, hiç konuşmadan, yan yana yürüdüler. Sonra Dorian, Lord Henry'ye bakıp derinden içini çekerek, "Uğursuzluk belirtisi bu, Harry," dedi. "Çok büyük bir uğursuzluk."

Lord Henry, "Ne?" diye sordu. "Ha, şu kazayı demek istiyorsun, herhalde. Sevgili dostum, olan olmuş. Adamın kendi suçu. Silahın önüne geçilir mi? Hem zaten bize ne, kuzum? Geoffrey için biraz biçimsiz bir durum, doğallıkla. Kışkışçıları vurmak hoş bir şey değil. Sonra adamın adı kötü nişancıya çıkar. Oysa Geoffrey kötü nişancı değildir. Tetiği çekti mi tam isabet alır. Her neyse, bu konuyu konuşmanın bir yararı yok."

Dorian Gray'in PortresiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin