Oğlu, "Yazıhanelerden, yazmanlardan nefret ediyorum ben," diye annesini yanıtladı. "Sana tek söylemek istediğim, Sibyl'e göz kulak ol. Ona kötülük gelmesine izin verme. Ona gözün gibi bakmalısın, anne."

"James, çok tuhaf konuşuyorsun. Sibyl'e göz kulak olmuyor muyum sanki?"

"Duyduğuma göre tiyatroya her akşam bir beyefendi geliyormuş, onunla konuşmak için kulise gidiyormuş. Aslı var mı bunun? Ne diyorsun sen buna?"

"James, sen aklının ermediği şeylerden söz ediyorsun. Bu meslekte biz çok ilgi çekeriz, koltuklarımız kabarır. Bir zamanlar bana da demet demet çiçek gelirdi. Tiyatro oyunculuğunu gerçekten anlardı insanlar. Sibyl'e gelince; şu sırada ciddi bir bağlılığı var mı, bilmiyorum. Ama sözü geçen çocuğun kusursuz bir centilmen olduğu su götürmez. Bana her zaman son derece saygılı davranıyor. Hem de görünümünden zengin gibi, duruyor. Yolladığı çiçekler pek güzel."

Delikanlı, "Ama adını bilmiyorsun," dedi sertçe.

Annesi yüzünde dingin bir ifadeyle, "Hayır," dedi. "Henüz adını açıklamış değil. Bence pek romantik bir şey bu. Aristokrasiden biri olsa gerek."

James Vane dudağını ısırdı. Sonra, "Sibyl'e göz kulak ol anne," dedi gene. "Gözünden sakın onu!"

"Oğlum, içimi karartıyorsun. Sibyl'e her zaman gözüm gibi bakmışımdır. Bu beyefendi varlıklıysa Sibyl'in onunla bir ilişkiye girmemesi için hiçbir neden yok demektir. Onun aristokrat olduğuna inanıyorum. Görünümü tamamen öyle, inan. Sibyl böylece göz kamaştıran bir evlilik yapabilir. Ne güzel bir çift oluştururlar: Çocuğun olağanüstü bir yakışıklılığı var. Herkesin dikkatini çekiyor."

Delikanlı kendi kendine bir şeyler mırıldanarak o küt parmaklarıyla davul çalar gibi pencere camına vurdu. Tam bir şey söylemek için dönmüşken kapı açıldı, Sibyl koşarak içeri girdi.

"Ne kadar ciddisiniz, ikiniz de!" dedi. "Neyiniz var?"

James Vane, "Hiçbir şey," diye yanıtladı. "İnsan arada bir ciddi olamaz mı? Hoşça kal, anne. Akşam yemeğini saat beşte yiyeceğim. Gömleklerimden başka her şeyi bavuluma koydum, sen hiç zahmet etme."

Kadın, "Güle güle, oğlum," diyerek soğuk ve resmî bir tavırla eğilir gibi yaptı.

Oğlunun onunla konuşurken kullandığı ses tonuna kızmıştı. Gencin bakışında da öyle bir şey vardı ki annesinin içine korku salıyordu.

Sibyl, "Anneciğim, öp beni," dedi. O gonca dudakları kadının solmuş yanaklarına dokundu, bu yanakların ayazını aldı.

Mrs. Vane, "Yavrum benim! Yavrum!" diye hafifçe bağırdı ve tiyatronun balkonuna bakar gibi gözlerini tavana kaldırdı.

James, "Yürü, Sibyl," dedi sabırsızlanarak. Annesinin yapmacıklıklarından, özentili davranışlarından nefret ederdi.

Rüzgârla savrularak yanıp dönen güneş ışığına çıktılar, sıkıcı Euston Sokağı'ndan aşağı yürümeye başladılar. Kaba saba, biçimsiz giysileriyle böylesine zarif, kibar bir kızın yanında yürüyen bu hantal, somurtkan gence tuhaf tuhaf bakıyorlardı gelip geçenler. Sıradan bir bahçıvanın bir gülle kol kola yürümesi gibiydi bu.

James arada bir yabancının meraklı bir bakışını yakaladığı zaman yüzünü asıyordu. Kendine bakılmasını hiç sevmezdi, bu, dâhilere ileri yaşlarında gelen, olağan insanlarınsa hiç yakalarını bırakmayan bir şeydir. Oysa Sibyl çevresinde uyandırdığı etkinin hiç ayırdında değildi. Gönlündeki aşk dudaklarında kahkaha olup titreşiyordu. Genç kız Tatlı Prensini düşünüyordu. Onu daha da rahat düşünebilmek için ondan hiç söz etmiyor, James'in binip gideceği gemi, gideceği yerde mutlaka bulacağı altınlar, kötü yerlilerin elinden kurtaracağı zengin ve şahane kız üstüne çene çalıp duruyordu. Çünkü Jim tayfa olarak kalacak değildi. Ne münasebet! Tayfaların yaşantısı feciydi. Düşünsene, pis bir gemiye tıkılıp kalmışsın, dışarıda uğultulu, kambur dalgalar içeri girmeye savaşıyor, kapkara bir rüzgâr direkleri alaşağı ederek yelkenleri uzun uzun, çığlık çığlık şeritler halinde biçiyor! Yok, James, Melbourne'a gelince gemiden ayrılacak, kaptana nazikçe veda edecek, sonra dosdoğru altın madenlerinin yolunu tutacaktı. Daha bir hafta olmadan, kocaman, katıksız bir altın külçesi bulacaktı, şimdiye değin bulunmuş külçelerin en büyüğü ve bunu, altı atlı polisin korumasındaki kapalı bir arabayla kıyıya getirecekti. Yerliler onlara üç saldırıda bulunacak ve müthiş kanlar dökülerek püskürtüleceklerdi. Ama yok, James altın madenlerine falan da gitmeyecekti. Adamların içip içip sarhoş olarak barlarda birbirlerini vurdukları, kötü dil kullandıkları iğrenç yerlerdi oraları. James akıllı uslu bir koyun çiftliği işletecekti. Bir akşamüzeri at sırtında evine dönerken o güzel, zengin kızın siyah ata binmiş bir haydut tarafından kaçırıldığını görecek, hemen peşlerine düşüp kızı kurtaracaktı. Kız ona, o da kıza gönül vereceklerdi doğallıkla; evlenecekler, sonra buraya dönüp Londra'da, koskocaman bir evde yaşayacaklardı. Evet, James'i çok güzel şeyler bekliyordu. Ne var ki başlangıçta çok uslu davranması gerekti; öfkeye kapılmamalı, parasını çarçur etmemeliydi. Sibyl ondan yalnızca bir yaş büyüktü, gene de hayatı çok daha iyi tanıyordu. Sonra James ona mutlaka her postayla yazmalı, her akşam yatınca dualarını okumalıydı. Tanrı çok iyi yürekliydi, ona mutlaka göz kulak olacaktı. Sibyl de onun için dua edecekti ve birkaç yıl sonra James eni konu zengin ve mutlu durumda dönüp gelecekti.

Dorian Gray'in PortresiWhere stories live. Discover now