"Ah! Hazırdı ya," diye karşılık verdi Maheude, "ben gördüğümde sebzeler masanın üzerinde öylece duruyordu; ayıklanmamışlardı bile."

Bağrış çağrışlar arttı, duvarı sarsan korkunç bir itişin ardından ortalığa büyük bir sessizlik çöktü. Bunun üzerine, çorbasının son kaşığını ağzına götüren madenci sakin bir ifadeyle durumu değerlendirdi:

"Çorba hazır değilse, adam haksız sayılmaz."

Ve bir bardak su içtikten sonra, domuz köftesinin bulunduğu tabağı önüne çekti. Eti kare parçalar halinde kesiyor, çatal kullanmadan bıçağının tersiyle ekmeğin üzerine yerleştirip öyle yiyordu. Baba yemek yerken kimse konuşmazdı. kendisi de açlığını sessizce gideriyordu; bu, Maigrat'nın her zamanki etine benzemiyordu, başka bir yerden alınmış olmalıydı, yine de karısına bir şey sormadı. Sadece ihtiyarın hâlâ yukarıda uyuyup uyumadığını sordu. Hayır, büyükbaba her günkü gezintisini yapmak üzere dışarı çıkmıştı. Salona yeniden sessizlik hâkim oldu.

Ama etin kokusu, yere dökülmüş sulardan dereler oluşturarak eğlenen Lénore ve Henri'nin kafalarını kaldırmalarına neden olmuştu. Küçük önde, ablası arkada babalarının yanına geldiler. Gözlerini ayıramadıkları et lokmalarının tabaktan bıçakla alınışını umutla izliyor, ama babalarının ağzında kaybolup gittiğini gördüklerinde hayal kırıklığına uğruyorlardı. Sonunda baba, imrenerek ağızları sulanan çocukların o açgözlü arzusunu fark etti.

"Çocuklar et yedi mi?" diye sordu.

Ve karısının tereddüt ettiğini görünce:

"Bilirsin, bu tür haksızlıklardan hoşlanmam. Etrafıma dolanıp yemek dilendiklerinde iştahım kaçıyor."

"Tabii ki yediler!" diye haykırdı öfkeyle Maheude. "Onları ciddiye alma sen, kendi payını ve diğerlerininkini de versen doymak bilmezler. Alzire, söylesene, hepimiz et yemedik mi?"

"Elbette yedik, anne," diye karşılık verdi bu tür durumlarda yalan söylemeyi büyükler kadar iyi beceren küçük kambur.

Doğruyu söylemediklerinde sopayı yiyen Lérone ve Henri böylesine kuyruklu bir yalan karşısında şaşakalmış bir halde içlerindeki isyanı bastırmaya çalışıyorlardı. Küçük yürekleri kabarıyor, karşı çıkıp diğerleri yerken orada olmadıklarını söylemek için can atıyorlardı.

"Hadi, çekilin şuradan!" dedi anne, çocukları salonun öbür köşesine doğru kovarken. "Gözünüz hep babanızın tabağında, utanın kendinizden. Hem yalnız o yese ne olur, çalışıp kazanan o değil mi? Siz haylazlar yalnızca harcamayı bilirsiniz, masrafınız boyunuzu aşıyor!"

Maheu çocukları yanına çağırıp, Lénore'u sol dizine, Henri'yi sağ dizine oturttu ve kalan eti onlarla paylaştı, küçük parçalar kesip bir ona bir ötekine veriyor, çocuklar her lokmayı iştahla yutuyorlardı.

Yemek bittiğinde karısına, "Hayır, kahveyi getirme. Önce yıkanacağım... Şu kirli suyu dökmem için bana yardım et," dedi.

Leğeni kulplarından tutup kapının önündeki suyoluna boşaltırlarken, Jeanlin kuru giysilerle aşağı indi; üzerine, ağabeyi giyerken renkleri solup yıpranmış bol bir pantolonla yün bir gömlek geçirmişti. Açık duran kapıdan sinsice sıvışmak üzere olduğunu gören annesi onu durdurdu.

"Nereye gidiyorsun?"

"Şuraya."

"Şurası neresi?.. Bana bak, akşam için bana karahindiba toplayacaksın. Beni duyuyor musun? Elin boş gelirsen, benden çekeceğin var."

"Tamam tamam!"

Jeanlin, elleri cebinde, pabuçlarını sürüye sürüye gitti, on yaşındaki kavruk çocuk zayıf kalçalarını yaşlı bir madenci gibi oynatarak yürüyordu. Biraz sonra Zacharie de aşağı indi, kardeşinden daha özenli giyinmişti, üzerinde mavi çizgili siyah bir yün kazak vardı. Babası geç kalmamasını tembihledi; Zacharie cevap vermek yerine, piposu ağzında, başını sallamakla yetindi.

GerminalWhere stories live. Discover now