0.4/ Takip İstekleri

1.6K 154 164
                                    

Kitap karakterlerine bağlanmaktan daha hastalıklı bir şey varsa; o da bağlanılan karakterleri soyut dünyasından uzaklaştırıp gerçek yaşama aktarmaktı. Böylece istediğiniz anda, istediğiniz sahneyi izleyebiliyor ve istediğiniz yerde durdurup müdahale edebiliyordunuz. Tabi kurgunun dışına çıkmadan, akışı bozmadan, sizi hiçbir zaman göremeyeceği ihtimaline sinir olmadan.

Baştan söylüyorum, bu imkansızdı.

Lise yıllarımdan beri, aşık olduğum kitap karakteri Jacob ile deyim yerindeyse yaşamaya başlamış, onu başıma gelen her olaya dahil etmekten vazgeçmemiştim. Bu hayalperestlik şizofreniye doğru adım adım gidiyor olabilirdi, yıllardır etkisinden kurtulamamış ve beni tanıyanlara karşı hasta izlenimi vermiş de olabilirdim, fakat bırakmaya niyetim yoktu. Her insanın zaafı olurdu, ben de Kağıttan Kalpler'deki Jacob'a bağlanarak muhteşem bir zaafa sahip olmuştum.

Hatta daha yirmisinde bir genç kızken; başımdan geçen evlilik sonrası soy ismimi değiştirmemiştim. Çünkü Jacob'ınki ile aynıydı ve bu da kendimi onunla evliymiş gibi hissettiriyordu.

Asteria & Jacob Willoughby

Bu his ne kadar harika olsa da; gerçek eşini o karaktere benzetmek, benzemeyince denemek ve o da olumsuz sonuç verince hayal etmek o kadar berbattı.

Çünkü benzemiyordu.

Benzememişti.

Denemiştim.

Olumsuz sonuç vermişti.

Ama hiçbir zaman boşanmak aklımın ucundan geçmemişti. Ben; onun hayallerimdeki erkek olmamasına alışmıştım. Olmayacağına da inanmıştım ve bu benim için çok büyük bir sorun teşkil etmiyordu. Kibar değildi, ya da bana gösterdiği ilgi aşkımızı tazelemiyordu. Ergenlikten henüz çıkmış iki çılgın insan olarak ön planda hazlarımız yer alıyordu. Canımı yakacak kadar yakışıklıydı. Güzel gülüyordu, çok ağlatıyordu. Ve bu yaptıkları, sevdiğim sürece acıtmıyordu.

Ama sevilmediğimi anladığımda, ölüyorum sanmıştım.

**

"Beş pound." Küçük kız annesinin elinden parayı alarak bana uzattı, ardından çikolata dolu paketi özenle tavşan figürlü çantasının içine yerleştirdi. Bu dükkanın, Amethyst'in daimi müşterisiydi, cuma günleri okul çıkışında annesi ile birlikte gelirler ve karamelli çikolatalardan az miktarda alırlardı.

Onu seviyordum, adı Iris'ti, henüz ikinci sınıftı ve bana okuduğu kitapların özetini anlatıyordu. Evleri de karşıdaydı, annesi izin verdiği sürece burada vakit geçiriyordu. Bir gün o kadar uzun durmuştu ve biz o kadar çok konuşmuştuk ki, ukala kardeşim Matthew utanmasam onu da evlat edinme çabalarına gireşeceğimi söylemişti. Zaafımı çok iyi biliyordu ve her seferinde bununla alakalı saçma şakalar yapıyordu. Fakat kara gün olarak adlandırdığım o gün, üzerinden bir hafta geçmişti, hiç olmadığı kadar ciddi ve duygusal olmuş; bana geçmişte yaşadığımız hazin olayı bile anlatmıştı.

Çukura düşüp travma yaşayan bendim, ona ne oluyordu? Hafızası kuvvetliydi ve bunu sürekli gözüme sokması hoş değildi. En azından hatırlamakta zorlanıyormuş gibi davranabilir, tartışacağımız anlarda koz olarak kullanmak yerine normal bir vakitte anlatabilirdi.

Her neyse, ben yine de o günden sonra en sevdiği yemekleri yaparak ve tam iki kere onunla futbol maçı izleyerek gönlünü almıştım.

Sorun yoktu.

İyileşmiştim, bozulan sinirlerim de düzelmişti. Bununla birlikte Aralık ayına girmiştik. Noel heyecanı herkesi sarmış, Wetherby kasabasında tatlı bir telaş başlamıştı. Amethyst; bu ayda dolup taşıyordu, hazırladığımız pastalar, şekerlemeler, milkshakeler ve tüm yiyecekler o kadar çok satılıyordu ki önümüzdeki bahar için gerekli bütçeyi çıkarıyorduk.

Chaos and The Calm | h.sWhere stories live. Discover now